Kapitalizm her alanda çöküşe
doğru yol alıyor.
Kapitalizm, derin “uykuda” olan işçileri ,emekçileri, yoksulları
uyandırıyor. Yıllardır, kapitalist sınıfların anti-demokratik
diktatörlüklerinin amansız saldırıları karşısın da sinenler, militarist
güçlerin ölüm tehditleri,
işkenceleri,habisleri, daha doğrusu zulümü karşısında sesini çıkarmayanlar ve ”
kaderlerine razı” olanlar,kapitalizmin
yarattığı sefalete artık yeter diyerek ve de
ölümleri göze alarak,isyan etmekten başka çarenin olmadığını görmeye başlaması, burjuvazinin
anti-demokratik diktatörlüklerinin “kağıttan kaplan” olduğu gerçeğini gün yüzüne çıkarıyor ve böylece Marksizm’in, faşist
diktatörlüklerin,burjuva
iktidarlarının en zayıf halkası
olduğu tezi, sosyal pratik tarafından bir kez daha doğrulanıyor.
Kuzey Afrika ve orta-doğu’daki anti-demokratik diktatörlüklerini, faşist
diktatörlüklere dönüştüren egemen
sınıflar, uluslara arası kapitalizm’le bütünleştiler ve özellikle Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte yürürlüğe
koydukları neo-liberal ekonomik
–politikalarının önünde engel gördükleri devrimci hareketleri, faşist devlet
terörüyle acımasız bir tarzda
tasfiye ettiler.
Bu faşist diktatörlükler, şimdiye kadar işçi ve emekçilerin isyanın kanla
bastırmakta zerrece tereddüt
göstermiyorlardı.
Barışçıl gösterilerle seslerini duyurmaya çalışan işçilerin ve emekçilerin
üstüne kurşun yağdırıyorlardı (ve yağdırmaya devam ediyorlar), binlerce
emekçiği,yoksulları, özellikle gençleri katletmekten çekinmediler.
Ama günümüzün “kapitalizm”,
sömürüyü ve ekonomik krizleri büyük
boyutlara çıkarması, isyanların
önünün zorbalıklarla kesilmesini
imkansız hale getirmiştir.
Tüm bu gerçeklere rağmen,uluslararası burjuvazi ve onun “sol”dan
destekleyicisi reformistler, kapitalist sisteme karşı başlayan isyanları ,salt diktatörlüklere karşıymışçasına
göstererek, mücadeleyi burjuva
demokrasi talebiyle sınırlayıp, onu kapitalizmi
hedef alan amacından saptırtmak
istiyorlar.
Burjuva siyasetçileri,1990lar da devlet kapitalizminden, liberal-kapitalizm’e
geçmek için, Sovyetler de ve doğu
Avrupa’ da ki burjuvaların, bürokrat
diktatörlüklere karşı yığınları peşinden sürükleyerek oluşturduğu gerici isyanlarla,kapitalist sömürüyü
tasfiye etme ve sefalete son vermek
için, faşist diktatörlüklere karşı ortaya çıkan isyanları aynı kefeye koyup, gerçekleri gizlemenin peşinden
koşuyor.
Oysa “diktatörlüklere karşı” oldukları iddia edilen bu iki “isyan” arasında nitelik farkı var. Doğu-Avrupa ve
Sovyetlerdeki mücadele,devlet
kapitalizminden, liberal-kapitalizm’e
geçişi amaçlıyordu ve bunun içinde (doğası gereği),
bürokrat-diktatörlüğe karşı burjuva demokrasini talebiyle harekete geçmişti. Nitekim, ekonomik alanda
liberal-kapitalizme geçilirken, siyasi
alandaysa burjuva-demokrasine geçildi.
Oysa, kuzey Afrika ve orta-doğudaki isyanlar, bizzat kapitalist sistem tarafından ortaya
çıkarıldığından dolayı, burjuva demokrasisinin elde edilmesiyle sınırlı bir mücadele dönüştürülmesine imkan
yoktur, tam tersine mücadele özünde kapitalizme ve parlamenter demokrasine
karşı olma vasfını barındırıyor.
Kapitalist sisteme karşı isyan edenlerin mücadelesi, (süreç içinde)işçi ve
emekçilerin doğrudan,doğruya iktidara
gelmelerini sağlayan; proletarya demokrasinin kurulmasını zorunlu hale getirir,çünkü başka türlü kapitalist sömürüden
kurtulmanın imkanı yoktur.
Ama “demokrasi havarisi “kesilen uluslararası burjuvazi, diktatörlüklere
karşı burjuva demokrasine geçişi gündeme getirip, kapitalist sistemi ayakta
tutmaya çalışıyor ve bunun içinde
diktatörlüklere karşı savaş
açıyor!.
Hiç bir döneme (gerçek anlamda)burjuva demokrasi içeriğine dahi sahip
olamayan ve faşizmin maskesi olmaktan öte bir işlevi yerine
getirmeyen; “Türkiye demokrasini” demokrasi adına, kuzey Afrika’nın ve orta-doğunun işçi ve emekçilerine yutturulmaya çalışılmasıysa beyhude bir
çapadır. (1) Ve yine,sadece çok
partili parlamenter sistemin var olması “demokrasinin” burjuva içerikte olduğunu da
göstermez.
Kaldı ki, en demokratik burjuva demokrasisi bile, kapitalist sömürünün gerçekleştirilmesinin önünde
bir engel değil ve olamaz.
Çünkü burjuva demokrasisi,kapitalist
toplumun bir ürünü olarak doğmuştur ve onun var olması sermayenin
egemenliğiyle, kapitalist sömürüyle çelişmez.
Burjuva demokrasisinin en temel özelliklerinde birisi, temsil demokrasi
niteliğinde olmasıdır.
Sermaye, bu temsili demokrasiyi kolayca kendi iktidarının bir aracına
dönüştürür.
Feodal despotizmi, işçi ve
emekçileri siyasi hayatın dışında tutardı. Parlamenter sisteme geçen burjuvazi,
işçi ve emekçilerin siyasi hayata katılmasından yanaymış gibi hareket etse
bile,üretim araçlarına sahip olan sermayenin
egemenliği sayesinde, onları
(gerçekten) siyasi hayatın dışında tutmaya devam eder ve parlamenter sistem sayesinde,işçilerin ve
emekçilerin iktidarlarda “söz sahiplermiş” gibi bir intiba yarattır ama, bu intibaının sahte olduğu çok geçmeden
açığa çıkar.
Fakat ne var ki,kapitalizm
koşullarında serbest seçme, seçilme hakkının varlığı, burjuvazinin gerçek
iktidarın kimlerin elinde olduğunu
gizlenmesine de hizmet ettiğiyse inkar
edilemez.
Böylesine koşullarda,henüz kendi sınıf bilincine varamayan emekçilerin
ve işçilerin, burjuvazinin peşine takılmalarından doğal hiç bir şeye olamaz ve bunun için de, onların burjuvazinin iktidarının kör bir aleti olma görevlerini
yerine getirmeleri yadırganamaz.
İşçiler ve yoksul emekçiler kendi sınıf bilinçlerine, inişli,çıkışlı uzun
süreli sınıf mücadelesi içinde ancak
varabilirler.
İşçi ve emekçiler, sadece parlamenter
mücadeleyle ve seçme ,seçilme
hakkının kullanılmasıyla sınıf
bilinç’ine varamazlar.
Kuzey Afrika ve orta-doğudaki işçilerin,emekçilerin isyanını ortaya çıkaran
esas neden, kapitalist sömürü olduğuna göre, kapitalist toplumun zorunlu bir
üst yapısı olan parlamenter sisteme
geçiş, serbest seçme, seçilme hakkına kavuşma esasta hiç bir şeyi değiştirmez ve kapitalist sömürü, acımasız bir tarzda varlığını sürdürmeye devam eder ve ne
işsizliği azaltır, nede açlığa son verebilir.
Örneğin; Mısır’da üretimin %60 oranı,
ordunun Holdinglerinin elindedir.En düşük ücretlerle çalıştırılan ve
sefil bir yaşama mahkum edilen işçilerin sırtından elde edilen karlarla ordu mensupları ( özellikle subaylar),
Mısır’ın imtiyazlı tabakası haline getirilmişlerdir (Türkiye’de de OYAK bu işi yapıyor) ve işçilerin, yoksul emekçilerin yanına dahi
yaklaşamadığı, dikenli tellerle çevrili alanlarda,lüks yaşamlarını sürdürüyorlar.
Şimdi bu ordu,işçi ve emekçilerin isyanını yatıştırmak için,30 senelik Hüsnü
Mübarek’in diktatörlüğüne son vermeden
yana oldu! ve çok partili parlamenter sisteme seçmeyi kabul etti!. Peki
sermayedar ordu, Mısır’da ki kapitalizme karşı herhangi bir girişimde buluna
bilirim?!, tabii ki hayır.
Bugün kuzey Afrika’da, “diktatörlüklere karşı ve demokrasi havarisi ”
kesilen Avrupa burjuvazisine ait, 2700
firma faaliyet gösteriyor.Bir yandan kuzey Afrikalı işçiler,
emekçiler,yoksulluğun,açlığı, işsizliğin kıskacı altında kıvranıyor, diğer yandan Avrupalı firmalar, karlarına
kar katıp,elde edikleri kazançların ülkelerine transfer ediyorlar. Ve de Avrupalı milyarderlerinin lüks
yaşamlarının devam etmesini garanti
altına alma adına.
Avrupa burjuvazisi, isyanlar karşında bu sömürü mekanizmaların zarar
göreceği korkusuyla hareket ediyor
Durmadan kapitalist sömürünün
yarattığı işsizlik, açlık, düşük
ücretle karın dokluğuna çalıştırma, yokmuşçasına propaganda yürütülüyor ve
kapitalist sistemi aklamak için de
diktatörlerin, yaptıkları yolsuzluklarla zenginleşmelerini gündeme
taşıyor ve yolsuzluklar olmasaydı, işsizliğin,açlığın, düşük ücretle
çalıştırmaların olmayacağını intibasını
yaratıp, kapitalizmin herkese refah
sağlayan bir toplum olduğu (üstü kapalı
bir tarzda) iddiasına devam ediyor.
Oysa diktatörlüklerin yaptıkları yolsuzluklar, uluslararası firmaların elde
ettikleri karların yanında “ devede kulak kalır”. Sadece emperyalist sömürünün
“leşinden” faydalana Türkiye’nin “
çakal” burjuvazisi, Libya’da, 25 milyarı Euro üstünde kar elde etmiş. Hüsnü
Mübarek’in, Gaddafi’nin yolsuzluklarla elde ettikleri servetleri, 10 milyarlar euro çıvarında olduğu iddialarının doğru olduğu kabul edildiğinde dahi,esas sömürücülerin yolsuzluk yapanlar
değil, uluslararası kapitalist sistemin temel unsurları olan uluslar üstü
bankaların egemenliği altında ki
büyük tekellerin olduğu tüm çıplaklığıyla açığa çıkıyor.
Bunun için, kuzey Afrikalı işçilerin, emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarının,kapitalizmin ve parlamenter sistemin varlığı
koşullarında sağlanmasının imkansızlığı bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Burjuvazi ve onun “değirmenine su taşımaktan” başka bir şey yapmayan
revizyonistler,“demokrasi” aşığı
bozlarda yaptıkları demagojik
propagandalarla, gerçeğin ne olduğunu Afrikalı
işçi sınıfından da, emekçilerden de gizliyorlar.
Tüm revizyonist,reformist partiler,1970’lerde Şili’de Allende’in seçimlerle iktidara gelip, sosyalizmi
kurabileceğini ileri sürmekteler di. “Barışçıl geçişin” propagandasını yapan
revizyonistler,Şili’de Allende’nin seçimle iktidara gelmesini “barışçıl geçiş” tezlerinin doğruluğunun
kanıttı olarak gösteriyorlardı.
Sovyet Revizyonistlerine göre Şili
ordusu, Latin-Amerika’nın diğer ülkelerindeki darbe yapan ordulara benzemiyordu!. Ve
demokrasiyi içinde sındırmış,”sivillerin iktidarına” karışmayan, “tarafsızlığını” muhafaza eden bir geleneğin temsilcisiydi!.
Bu revizyonist görüşler, Şilili, işçileri,emekçileri, özellikle
devrimcileri uyuttu ve silahsızlandırdı.Ve böylece, faşist ordunun Şili’de
korkunç katliam yapmasının zemini hazırlandı.(2)
Burjuvazinin ordusu, militarist güçleri, daha doğrusu devleti varlığını sürdürdüğü koşullarda,
işçilerin,emekçilerin parlamenter sisteme dayanılarak iktidara gelebileceklerin
ileri sürmek ve bunun için de “demokratik anayasanın” yürürlüğe girmesini
amaçlayan siyasi taktikleri gündeme taşımak ve
burjuva devletinin demokratlaştırılmasının genişletilmesi ümidini yaymak,işçilere ve emekçilere kurulan korkunç
bir tuzaktan başka bir şey değildir.
Kuzey Afrika’da ve orta-doğuda isyan eden işçilere,emekçilere, özellikle
gençlere yeni (Şili’dekine benzer) bir
tuzak hazırlanıyor ve bunun için
ordunun “tarafsız” olduğuna
dair görüşler de
yaygınlaştırılıyor.
Ne yazık ki, bu gerçeği görmeyenlerden ve revizyonistlerin yıllardan beri savunduğu
“barışçıl geçiş” görüşlerine sahip çıkanlardan birisi de “Tunus işçilerin komünist partisi” dir.
Bu parti, bir dönem Enver Hoca’nın
görüşlerini savunduklarını iddia ediyordu.
Ama şimdi, Enver Hoca’nın en önemli
eleştirilerinden birisinin , Şili’de burjuva devleti parçalanıp,
dağıtılmadan sosyalizmin
kurulamayacağını inkar eden revizyonist, reformist görüşlere yönelik olduğunu
unutmuşlar!.
Her şeyden önce,uluslararası burjuvazinin, Tunus’taki işçilerin,emekçilerin
isyanın yatıştırmak için,Bin Ali diktatörlüğüne son verip, Tunus ordusunu
devreye soktuğu biliniyor.
“Tunus işçilerin komünist partisinin” başkanı Hama
Hammani,burjuvazinin bu politik
manevrasını; “Tunus ordusunun tarafsız niteliğinin” kanıtı olarak göstermekten
çekinmiyor.
1970 öncesi MDD görüşlerini savunanlar, Türk ordusunun Menderes ve
Bayar faşist iktidara karşı 27
mayıs darbesini gerçekleştirmesini,
onun yurt-sever,”halktan yana” ulusal kurtuluş geleneğine sahip bir kurum
olmasına dayandırıyorlardı.
Şimdi buna benzer görüşleri, “Tunus
işçilerin komünist partisi” savunuyor.(3) ve
“demokrasiye geçişin”, Tunus ordusunun
“tarafsızlığı” sayesinde gerçekleştirildiğinin izlemini yaratıyor.
Oysa burjuva demokratik rejimi,ekonomik krizlerin üst,üste patlak verdiği,
işsizliğin,yoksulluğun ve de açlığın çığ gibi
yığınları sarmaladığı dönemde, kapitalizmin hedef alınmasını gizlemede
en önemli araç olma görevini yerine getiriyor. Burjuva demokrasisi
sayesinde Sermaye,kapitalist sistemi koruyabiliyor ve yığınların önüne kapitalist
sisteme uygun politikalar izlemekten başka bir şey yapmayan hükümetleri atıyor
ve parlamenter rejimin işlevi gereği, burjuvazinin çıkarını savuna “yeni hükümetler” seçimlerle işbaşına getirip,
sahte ümitler yayıyor ve krizin etkisi
altında yaşamlarını dahi
sürdürmekte zorlana işçi ve emekçi
kitleleri oyalıyor ve bu yolla, ekonomik krizden çıkmada zaman kazanıyor.
İşçi ve emekçi kitlelere, “buyurun,sizi işsizlikten, yoksulluktan
kurtaracak hükümetleri seçin” denilerek
aldatılıyor.
Ne yazık ki bu dönemde, parlamenter sistemi hedef alacak, işçilere,
emekçilere gerçek kurtuluş yolunu gösterecek ve sosyalist devrimi
amaçlayacak,proletarya M.L siyasi
hareketleri de etkin bir tarzda ortaya
çıkamıyor.
Sosyalizmin dünya çapında tasfiye edilmesinin tahribatı henüz
giderilememiş,Marksist-Leninsist
örgütler,revizyonizm, reformizm alt ederek, işçi ve emekçi sınıflarla
kaynaşacak düzeyde bir gelişme
gösterememişlerdir.
Bu koşullarda bilinçsiz yığınlar, durmadan parlamenter sistem içinde
kendilerini kurtaracak alternatif siyasi hareketleri arayıp,durmaktan başka şey
yapamıyorlar.
Bunu kendi lehine avantaja dönüştüren
burjuvazi,durmadan diktatörlüklere karşı, insan haklarından,
demokrasiden,halkların özgürce kendi kaderin tayin etmelerinden yana
olduklarına dair, sahte ve yoğun
propaganda yürütüyor.
Çaresizlik içinde sömürüden kurtuluş yollarına arayan
yığınlarsa,diktatörlüklerin zulümünden kendilerini “kurtaran” ve parlamenter
demokrasiye geçişi sağlayan, emperyalist devletlere ve uluslararası burjuvaziye
sempati duyabiliyorlar.
Tüm bu olumsuz koşullara rağmen, burjuvaziyi faşist diktatörlükleri
terk etmeye, bir takım
demokratik hakların tanımasına zorlayan
,tabii ki işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin mücadelesidir.
Burjuvazinin, faşist diktatörlüğüyle, demokratik diktatörlüğü arasında hiç
bir fark yoktu iddiasında değilim. Tabi ki
eğer proletarya diktatörlüğünün kurulması henüz gündemde değilse,
burjuva demokratik diktatörlüğü, faşist diktatörlüğe tercih edilir. Ama bu
tercih, proletarya diktatörlüğü için mücadeleden vazgeçmeyi ve burjuva
demokrasine geçişi amaç haline getirmeyi ve burjuva ordusunu sınıflar üstü
göstermeyi zorunlu kılmaz.
Kaldı ki elde edilen bu gibi “kazanımlar” proletarya devriminin bir aracına dönüştürülemese, zaman içinde
uluslararası burjuvazinin isyanları
yatıştırma manevrasına dönüşür ve çoğu kez de dönüşmüştür.
Ekonomik yapıda temel
dönüşümler olmadan da, (sınıf mücadelesinin gereği olarak)
işçilerin ve emekçilerin lehine çeşitli
siyasi değişiklikle ortaya çıkabilir.Çünkü siyasetle, ekonomi arasındaki ilişki her dönem bir birine direk bağlı bir özellik taşımaz.
Siyasetin, ekonomik alt yapıdan göreceli bir özerkliği var ve siyasi
demokrasi( burjuva demokrasisi) kapitalizm koşullarında elde edilir bir şeydir.
Bunun için kapitalist ekonomiyle uyum içinde olmayan, hata( geçici de olsa)
kapitalist ekonomiye zarar veren, işçilerin ve yoksul emekçilerin lehine
çeşitli siyasi değişikler ortaya çıka bilir. Eğer, bu siyasi değişiklikler,
kendine uygun düşen ekonomik sistemle (başka değişle alt yapıyla)
bütünleşmezse, bunlar gelip,geçici
siyasi değişikler olmaktan öteye
geçmez.
Köklü ekonomik dönüşüm sağlanmadıkça, sınıf mücadelesinin süreci içinde
burjuvazi tekrar kayıp ediği mevziler
geri alır. Sarsılan siyasi ve ekonomik egemenliğini yeniden güçlendirir.
Çünkü belirleyici olan ekonomidir (toplumu alt yapısıdır). Ekonomi siyaseti
belirler, siyaset ekonomiyi belirlemez.
Başka değişle, tayin edici olana insan iradesinin dışında var olan objektif
olgulardır. Objektif olgular, sübjektif
olguları yaratır. Siyaset; iradi bir unsurdur, ekonomi ise iradenin
dışında var olan objektif (yani maddi) bir unsurdur.
Çağımızda, insanın,insan tarafından sömürülmesini yaratan (irade dışında var olan) kapitalist
ekonomidir. Şimdi bu ekonomik sistemi tasfiye etmeden sömürü ve baskı ortadan
kalmaz.
Kaldı ki kapitalizm tasfiye edilebilecek şekilde olgunlaşmıştır, hata da
ölüm çağında yaşıyor
Bunun için, işçi ve emekçilerin sınıfsal (yani sosyal) kurtuluşlarının
gündemde olmadığını ileri süren her düşünce, burjuvaziye aittir ve yalandır.
Bir dönem kendilerinin Marksist olduklarını ileri süren
dönekler,Sovyetlerin dağılması ve
burjuva gericiliğinin “şahsa”
kalkmasıyla, Marksizm temel düşüncelerine
açıktan saldırıya geçtiler.
Bunlar, yeniden idealizme sarılarak,maddenin tayın ediciliğine itiraz edip,
bilinci tayin edici olduğu görüşlerini ortaya atabildiler.Ama kapitalizmin varlığı onların heveslerini
kursaklarında bıraktı.
Marksizm,çok öncelerde
yürüttüğü ideolojik mücadeleyle tarihin çöp sepetine attığı
“yeni” bu idealist düşünceler sadece
burjuvaziyi kısa dönemli sevindirmekten
başka bir işe yaramadı.
Bu idealist şarlatanlıklar, bir süre sonra ve arkasında hiç bir iz
bırakmadan tekrar silinip gitti.
Burjuva
demokrasinin yeniden burjuvazinin gündemine girmesi.
2. emperyalist savaş sonrası,
sosyalizmin ve demokrasinin dünyaya
egemen olma yolunda ilerlemesi karşında, Hitler faşizmin kalıntıları başta
olmak üzere, her türlü gericiliğe dört ele sarılan ve açıktan faşist
diktatörlükleri destekleyen uluslararası burjuvazi,Sovyetlerin dağılmasıyla
birlikte, sosyalizm tehlikesinin
ortadan kaktığı zansına kapılarak
hareket etmesi sonucu,işçiler ve
emekçilerle “sıcak bağlar” kurma adına
burjuva demokrasini dünyanın
dört bir tarafında egemen kılma çapası içine girdi.
Nitekim,1985’lerden itibaren, Latin-Amerika’da , uzak-doğu’da,orta ve doğu
Avrupa’da diktatörlüklere son verip,
burjuva demokrasiye geçişler sağlandı.
Ama,son dönemlere
kadar,orta-doğu’da ve kuzey-Afrika’da diktatörlüklere son verip, demokrasiye
geçişi sağlamada tereddüt içindelerdi.
Çünkü buralarda henüz kapitalizm
hedef alan, işsiz ve aç bırakılan
kitlelerin mücadelesi, uzak-doğu ve Latin Amerika’daki boyutlara erişmemişti ve diktatörler “istikrarlı” bir tarzda iktidarlarını
sürdürebiliyorlardı.
Bunun için, emperyalist devletler, diktatörlüklere dayanarak, bölgedeki
etkinliklerini sürdürmekte bir sakınca görmüyorlardı.
Ama 1970’lerde Enver Sedat’ın başladığı,batı-kapitalizmiyle kaynaşma,
Sovyetlerin dağılması ve neo-liberal ekonomik-politik uygulamaların
yoğunlaştırılması, orta-doğuda ve kuzey Afrika’da da kapitalizmin
alabildiğine gelişmesine yol açtı.
Bölgedeki bu kapitalist gelişmeye rağmen, 1990’lardan başlayan uzak-doğu
ülkelerin ve Latin-Amerika’yı etkisi
altına alan ekonomik krizler, orta-doğu
ve kuzey Afrika ülkelerinde daha az his
edilmişti.
2007-8 de başlayan kriz AB’ni
derinde etkilemesinin sonucu olarak,onunla çok sıkı ve kapsamlı bir
tarzda ekonomik ilişkiler
içinde olan; orta-doğu ve kuzey-Afrika
ülkelerini de, çok şiddetli bir
tarzda etkisi altına aldı. V
e bunun sonucu olarak,üst,üste kapana
fabrikalar, duran ve gerileyen
üretim,işsizliği,açlığı büyük
boyutlara tırmandırdı.
Bu durum aynı zamanda,yıllardan beri
bu ülkelerde süre gelen
diktatörlerle, şeraitçiler arasındaki
gerici egemen sınıflar
arası mücadele yerini,
sömürülenlerle,sömürenler arasındaki çatışmaya bıraktı.
Bugün, Sovyetlerle, batılı emperyalist devletler arasındaki egemenlik
mücadelesinin sürdüğü dönemindeki gibi,
tüm şeriatçılar (ilimlisi,radikalı)
kapitalizm savunmak için yeniden iktidarlarda olan burjuvalarla aralarındaki çatışmalara son veriyor.
Kapitalist sömürüye karşı mücadelenin gündeme gelmesi, sınıflar arası
mücadeleyi “inkar” eden şeriatçıların
kendi içinde,de sınıfsal
farklılıkları ortaya çıkarıyor ve
sınıfsal bölümlemelere yol açıyor. Ve
böylece, sermayedar şeriatçıların,işçilerden,emekçilerden tecrit olmalarının
ortamı yeniden oluşuyor.
Uluslararası burjuvazi, (artık) kendileri için daha tehlikeli olan dinci gericiliğin değil,kapitalist sömürüye
karşı isyan edenlerin olduğun anlamaya ve siyasi taktiklerin,ideolojik
propagandalarını buna göre tespit etmeye başladı
Bunun içinde uluslararası burjuvazi, kapitalizmden yana olanlarla ve kapitalizm içinde sözde çözümler
arayanlarla birlikte hareket etmede zaman kayıp etmiyor.
Kapitalizm savunma ittifakı !.
Kapitalizm savunma temelinde
“demokrasiye geçişin” acı tecrübesini,II. emperyalist savaş
sırasında,faşizm’e karşı militan bir mücadele yürüten, faşizmin yenilgisinde
önemli bay sahip olan ve bundan ötürü,
ülkesindeki işçi ve emekçi
kitlelerinden büyük ve önemli destek alan
batı-Avrupa’nın komünist partileri yaşadı.
Önlerine çıkan proletaryanın demokratik diktatörlüğünün kurulması için
elverişli ortamı değerlendirmeği bir
yana bırakıp,burjuva demokrasine yenide işlevlik kazandırılmasından ve son
tahlilde kapitalizmi savunmakta başka bir şeye yaramayan, burjuva partilerle birlikte hükümetlere katılma,
komünist partilerin, açıktan kapitalizm savunan revizyonist partilere
dönüştürdü ve siyasi , örgütsel etkinliklerini
yitirip, tarih sahnesinden silinmelerine yol açtı.
Sözde en demokratik anayasaları ve yasaları yürürlüğe
koyarak,işçilerin ve emekçilerin
sosyal, ekonomik ve demokratik hakları
garanti altına alınmıştı!.
Oysa yaptıkları, burjuvazinin kapitalizmi yeniden inşa etmesine fırsat
tanımaktan ve ona yardım etmekten başka bir şey değildi.
Burjuvazi,savaşın tahribatlarını
giderdikten ve kapitalizmin istikrar içinde gelişmesini sağlam zeminlere
oturduktan sonra, komünist
partilerini iktidarlarının dışına ittiler ve kapitalizmin istikrarlı
gelişmesiyle yeniden ona ümit bağlayan işçi ve emekçi kitlelerinin, komünist partilerinden kopmalarını
sağladı.
Savaş sonrası köşeye sıkışan burjuvazi, fırsat bulur, bulmaz
komünistleri etkisiz hale getirmek
için zaman kayıp etmedi. ve önüne çıkan her
fırsattı değerlendirdi. Ve böylece,
komünistlerin devletin
demokratlaştırılmasının garantisi
gördükleri anayasaları, yasaları
bire,bire yürürlükten kaldırdı.
Şimdi,sosyalizmin tasfiyesinin
başlangıcı ve dünya işçi sınıfı
için acılarla dolu olan bu deneyler
dahi göz önüne alınmadan,kendine “komünist parti” ismini takanlar, aynı yanlış yolda yürümeğe devam
ediliyor ve “kurucu meclislerin” yaptığı veya yapacağı anayasalarla,parlamentodan çıkarılacak
yasalarla, işçiler ve emekçiler için sözde demokrasinin gerçekleştirile bileceğinin propagandasını
yoğunlaştırıyorlar.
Bir yandan demokratik anayasa talebi gündeme getirilirken, diğer yanda
(keskin pozlar takınılarak) “sadece seçimlerle değil, işçi ve emekçilerin
mücadelesi sonucu demokratik anayasa “ talep ediyoruz” görüşlerini öne
sürülmekten de geri durulmuyor.
Aslında bu tip görüşler,
reformizm’in kendini gizlemesinin kılıfıdır.
Eğer işçilerin, yoksul emekçilerin mücadelesine dayanarak, demokrasinin
elde edilmesinden yanaysanız ?!, o zaman niye
mücadeleyi, burjuva devletinin demokratlaştırılmasıyla, “demokratik
anayasa” talebiyle sınırlandırılmasına
yardım ediyorsunuz?!.
Neden, işçi ve emekçilerin mücadelelerinin amacı, proletarya demokratik
diktatörlüğünün kurulmasına göre belirlenmiyor, neden sosyalizme geçiş
aşamasında olunmadığı ileri
sürülüyor?!.
8’ler toplantısında alına kararlar
İşçi ve emekçi kitlelerin kuzey
Afrika ve orta-doğudaki mücadelesinin ve devrimci durumun kısa sürede ortadan
kaldırılamayacağını düşünen ve 8’ler
toplantısında bir araya gelen, dünyanın en büyük 8 kapitalist ülkesi, sadece
demokrasiye geçişin isyan edenlerin isteklerine cevap veremeyeceğini düşünerek,
işsizliği, açlığı ortadan kaldırmanın tedbirlerini yürürlüğe koymak adına harekete geçiyorlar!.
Bunun için Tunus’a ve Mısır’ a 40 Milyar
dolar tutarında yardım
yapacaklarını açıkladılar!. Bu yardımları,”Avrupa yatırım bankası” ve “doğu-Avrupa
bankası” yapacakmış!. Bunun 10 milyarını da “petrol zengini” Kuveyt, Katar ve Suudi-Arabistan devleti
karşılayacakmış.
Marshall planı şimdi de , kuzey Afrika ve orta-doğunun “petrol zengini”
olmayan ülkelerine yönelik başlatıldığı
ilan edildi!
Büyük kapitalist devletleri böylesine
“cömert” gösterilere sevk eden Mısır’daki ve Tunus’taki
gelişmelerdir.
Çünkü yoksulların, diktatörlüklerin tasfiye olması karşısında duydukları
heyecan yerini, yaşamlarında hiç bir
şeyin değişmediğini ve değişmeyeceğini his etmelerinin yaratığı ümitsizliklere bırakıyor.
Kapana fabrikalar, duran üretimle sıkıntı içinde olan Mısır ve Tunus
ekonomisi,muhtemel turizm gelirlerindeki azalmayla da daha da baş aşağı gidiyor. Mısır halkının %66 si işsiz durumda,
asgari ücret 45 euro’nun karşılığı olan 400 Mısır pound.6 kişilik bir ailenin
geçimi sağlaması için ortalama geliri, 150 euro’nun karşılığı olan 1200
pound.
“Mısır ulusal insan hakları konseyinin başkanı” Riad, “bence en büyük düşmanlarımız yoksulluk ve açlık.İnsanlar açsa,her şeyi
yapmaya hazır olur.Bu yeni bir devrime yol açabilir,bir felakete
sürükleyebilir” diyerek,devrimin korkusunun dile getirmekten çekinmiyor.
Riad’ın duyduğu korkuyu, 8’leri
oluşturan devlet yöneticileri de his ettikleri için sözüm ona ellerini
çabuk tutuyorlar ve isyanları bastırmak için sözde ekonomik yardım
başlatıyorlar!.
40 milyar doların 14 milyarını “acil yardım” adına bu ülkelere verileceği
açıklandı. Sözde yeni iş yerleri açılacak!
Tunus’ta, Mısır’da işsizliği
gidermek için, “yeni işleri” açılması,üretimin canlandırılmasına tabidir .
Şimdi tekrar gündeme getirilen “Mahrshall planı” sosyalizmin genişlemesini önlemeye çalışan ABD’nin savaş sonrası batı- Avrupa’daki
kapitalizmin yeniden ayağa kalkması için başladığı ekonomik yardımların adıydı.
Savaş sonrası ABD’nin “Mahrshall planının”
batı-Avrupa’daki kapitalizmi yeniden canlandırmasındaki başarısının
nedeni,kapitalist ekonomini tekrar istikralı bir kalkınma sürecine girmesinden
dolayıydı.
Oysa, günümüzün kapitalizm, tam anlamıyla çıkmazın içine düşmüştür,
üretimin canlanmasının gündemde olmadığı, aksine ekonomik krizini daha da
derinleşeceği, burjuvazinin en yetkili “ağızlar” dile getiriyor.
Dünya bankası şefi, Robert Zoellick, burjuvaziye, yeni ekonomik kriz
dalgasının gelmekte olduğu ve dünya ekonomik konjonktürü aşağıya doğru grafik
çizerek sonbaharda tehlike sınırına
varacağının “müjdesini” veriyor ve
“finans krizi ,Avrupa’da borç krizine dönüştü, bu durum, Avrupa parasını (euro)
,bankaları derinde etkiliyor” da ilave ediyor.
Gelişmiş diye adlandırılan sanayi ülkelerinde ekonomik büyüme tahminleri ya
sıfırda veya sıfır seviyesinin altında
olacağı ilan ediliyor.
OECD de son yayınladığı
ekonomik durumla ilgili raporuyla “
felaket tellallığı” yapıyor.
Ve OECD, “ krizden çıktık “ diye
yaygara koparan Merkel hükümetinin aksine
2011 yılında gelişmiş sanayi ülkeleri içinde en zayıf ekonomik gelişme konumda Almanya’nın olduğunu ilan edilmesi Merkel’i “şapa
oturtturuyor” ve yalana dayana propaganda malzemelerini birer,bire ellerinden
alıyor.
Bu gibi örnekler;kapitalist
ekonominin aşırı üretim krizinin devam ediği koşullarda “üretim canlandırmak”
için “Mahrshall planlarının” bir işe yaramayacağının somut kanıtıdır.
Ekonomik krizin etkisiyle kapanan fabrikaları dahi üretime geçiremeyen
uluslararası burjuvazi, “yeni iş yeri açma vaadiyle” sadece kuzey Afrika ve
orta-doğu ülkelerinin işsizleri
kandırmayı amaçlıyor.
“ Serbest Pazar ekonomisi” uygulamalarından en küçük tarzda olsa
dahi vazgeçmeyen burjuvazinin , acil
olarak işsizliği azaltma diye bir derdinin olmadığı ortadadır.
Obama’nın 350 milyar dolarlık iş yeri açma projesinin palavra olduğu,
burjuvaziye yeni ikramlarda bulunarak
,“iş yer açmayı ” gündeme taşımasından bellidir.
Bunun tersi olsaydı, bugün borç krizi içinde iflas eden AB’ne ait
devletlerdeki üretimin daha da kısıtlanmasını ön göre ekonomik programlar
yürürlüğe koyulmazdı.
Örneğin Yunanistan: AB komisyonu, AB merkez bankası ve İMF birlikte,
Yunanistan’ın, özeklikle Alman bankalarına olan borçlarını ödemesini amaçlayan
, tasarruf programının uygulanması için açtıkları krediler,Yunanistan’ın
“derdine,dava ’” olmadı ve hem de
şimdiye kadar kamu alanında %5 kısıtlamalara tekabül eden 12,5 milyar euro tasarruf yaptığı halde.
Bu için “Troika” (3 kişilik yönetim) Yunanistan’a “üretim
artırarak,borcunuzu ödeyin” demiyor, tam tersine üretimin daha da kısıtlanmasını öneriyor. “Tasarruf programının”
amacı; üretimle ilgili değil aksine, üretimi artırılmadan, işçi ve emekçi
kitlelerinin tüketiminin daha da kısıtlanmasına yöneliktir.
Yunan devletinin istatistiklerine göre
bir sene önce %9,9 olan işsizlik oranı, tasarruf programının yürürlüğe
koyulmasından sonra % 15,1 çıkmış.( bu kısa
sürede bir milyon kişi işini
kayıp etmiş)
Bir yanda üretim daha da
kısıtlanıp, işsizlik artırırken,diğer yandan ücretler ve maaş’lar durmadan düşürülüyor. Tüm bunların sonucu
olarak, Yunan devletinin borçları
azalmıyor,aksine artıyor.
Kapitalist ekonomini nasıl bir krizi içinde olduğunu bilen Troika (İMF, AB komisyon
ve AB merkez bankası),ocak ayına kadar, Yunanistan’a işçilerin ve emekçilerin
alım güçlerini aşağıya çekilmesinin
borç taksitlerinin ödenmesine
yetmediğini öne sürerek, devletin elindeki varlıkların satılmasını ve elde
edilecek 50 milyar euro’yu borç taksiti
olarak ödenmesini önermişti. Bu öneri yerine getirilemediği içinde,
mayıs ayında Yunanistan’ın acil kredi istemi geri çevrildi.(5).
Yunan devletinin satışa çıkardığı malların alıcısıysa, Almanya’nın
uluslararası şirketleri. İlk önce Yunan
devletinin özelleştirilen Telecom firmasında geriye kalan hisselerini Alman Telecom firması alacak.
Tabii ki yok pahasına.
”Alman şirketleri”, Yunan devletinin satışa çıkardığı mal varlıklarını
almak için sıraya girmişlerdir.
Almanya’nın meşhur bulvar gazetesi Bild; borçlarınız ödemek için turistlik
adalarınız satın,manşetlerin atıyordu. Böylece alacaklarını karşılığı olarak
Yunan adalarına el koymak istediklerini gizlemeği dahi gereksiz
görüyorlar.
Troika, borç pataklığına saplana, Portekiz, İrlanda, diğer borçlarının taksitlerini zamanında ödemekte zorluk çeken AB ülkelerinde.de,
benzeri programların yürürlüğe
koymalarını istiyor.
Bunların yanı sıra,borç içinde olan AB ülkelerinin borçlarının
dev boyutlara erişmesinin esas
nedeni sadece kapitalist ekonominin
aşırı üretim kriz değil.
Kapitalistler arasında neo-liberal
dönemiyle birlikte başlayan “çılgın” rekabetin karşısında dayanamaya ülkelerdeki üretim büyük darbe
aldı ve fabrikalarının önemli bir kısmı
kapandı.
Örneği, borç bataklığından çıkamayan,
Yunanistan, Portekiz,İrlanda,uluslararası burjuvaların “çılgın
rekabetine” dayanamaya, üretimden kopman, Avrupa ülkelerinin başında
geliyorlar.
1986 da AB üyesi olan Portekiz, o dönemde sahip olduğu ucuz iş-gücü
sayesinde kendisine bir avantaj sağlayıp, ferdi tüketim maddelerinin üretiminde
önemli bir konuma gelmişken, Sovyetlerin dağılmasından sonra kızışan kapitalist rekabet karşında sadece ucuz
iş-gücü avantajına sahip olan Asya ülkeleri karşında değil, AB’nin doğu-Avrupa
ülkelerini içine almasıyla, (keza
Yunanistan da,da ) ucuz iş-gücüne sahip ülke olma avantajını kayıp etti
Avrupa’da ki Sermaye
de,özellikle Alman Firmaları bu
ülkeleri terk ederek, daha da ucuz
iş-gücü sahip ve daha fazla kar elde
edebilecek ülkelere konumunda gelen
doğu-Avrupa’ya yöneldiler. Ve böylece,2003 den 2006 kadar gecen süre içinde
sadece Portekiz’de ki iş yerleri kayıp’ı % 25 oranında olmuş. Özellikle,Otomobil, Tekstil ve Ayakkabı
fabrikalarının bir çoğu ( başta küçük
ve orta işletmeler olmak üzere )kapanmış.
Bu sefer, Portekiz’in de ithalatıyla, ihracatı, arasındaki farklılık,
büyümüş, devlet borçlarının artmasının
yanı sıra, devlet garantili özel teşebbüsün, AB’nin büyük bankalarından
aldığı borçlar durmadan artmış.
Yunanistan’da olduğu gibi “yapancı firmalar”, “yerli burjuvalarla” birlikte
da,kar elde edemedikleri için,ranta yönelmişler. (6)
Borçlu ülkelere açılan sözde krediler,(yukarda da vurguladığım gibi)
üretimi canlandırmaya yönelik değil, tam tersine bir yandan, borçlu devletlerin çalışanların gelirlerindeki
kısıtlamalarla ve devletlerin elerindeki mal varlıklarının satışıyla,
elde edilecek paraların alacaklı
bankalara aktarmasına zaman tanımak için, yüksek faizli yeni krediler
açılıyor.
Burjuvazi, amansız rekabet koşullarında hem, sanayide, hem de tarımda
üretimden kaçıyor.
Neo-liberal dönemle birlikte, yeterice kar getirmeyen, zarar eden, sanayi
işletmeleri kapatılıyor ve tarım alanları terk ediliyor.(7)
Avrupa ülkelerinde verdiğim örneklerin sonucu olarak, kuzey Afrika ve
orta-doğu ülkelerinde artan işsizliğin, sefaletin,açlığın yarattığı isyanların
önünün, sözde yatırım alanları oluşturularak kesilmesine imkan olmadığı bellidir.
Tüm bunların yanı sıra,1929 kriz döneminde olduğu gibi, Keynesçi
ekonomi-politikayla işsizliği azaltmak için
üretici olmayan ve kar amacı taşımayan
alanlara yatırıma gidile bilinir mi?!.
Burjuvazi, Keynesçiliği,(8)kapitalist üretim periyodik krizlerinin birini
yaşadığı dönemde ve en şaşalı istikrarlı gelişme sürecini yaşayan sosyalizm karşısında, karından fedakarlık
ederek kapitalizmi yaşatma zorunluluğunda ötürü seçmişti.
Şimdi dünya burjuvazisi böyle bir zorunluluk his etmiyor.
Dahası,işsizliği,açlığı,yoksulluğu, korkusuzca
büyük boyutlara çıkarmalarına rağmen,neo-liberal politikalardan vazgeçmeye
niyetleri yok.
İsyanların henüz, burjuvaziyi
sosyalist devrimle tehdit edemediği ve yine (kuzey Afrika’dakileri başta olmak üzere)hiç bir yerde, kapitalizmi
tasfiye etmeyi amaçlayacak ideolojik
,siyasi ve örgütsel bilinç
düzeyine erişmediği,aksine kapitalizm
içindeki “çözümlere” bel bağlandığı dönemde burjuvazi, karında feragat etmeyi
gereksiz görüyor ve buna uygun ekonomik-politikaları izleyerek, işsizliğin azaltılması bir yana, daha da artmasına neden
oluyor. (9)
Burjuvazinin günümüzde kararlılıkla izlediği bu ekonomik-politikaya baktığımızda, kuzey Afrika’da ve orta-doğu’da
,da işsizliği azaltmak için dahi ciddi hiç bir girişim de bulunmayacağını rahatlıkla ileri sürebiliriz.
Burjuvazinin
açmazı
Dünyanın büyük kapitalist
devletleri, kuzey-Afrika da ,orta-doğuda patlak veren isyanları,bastırmak ve
kendi kontrolleri altına almak için yoğun çapa harcadıkları dönemde isyanların,
güney Avrupa ülkelerinde başlayarak Avrupa’ya
sıçramasının önüne geçilemedi.
AB’nin ekonomik olarak en güçlü ülkelerinde bir olarak gösterilen İspanya’da işsiz gençler, Mısır’daki gençler gibi ayaklandı ve
son günlerde bu “ayaklanmalara” sendikalı işçilerde katılmaya başladı.
İspanya’daki ayaklanma,İspanya’daki
ekonomik koşulları da hangi düzeyde
olduğunu açığa çıkarıyor. İspanya’da işsizlik %21 oranında, genç
işsizlerin oranı ise %41.İspanya’nın da yakın gelecekte, diğer güney Avrupa
ülkeleri gibi borç taksitlerini zamanında ödeyemeyeceğini ilan etmesi bekleniyor.
İngiltere’deki yoksulların mücadelesi,
burjuvazinin “yüreğini ağzına getirdi”. Alman hükümeti, “bu isyanlar bizde de
başlar mı” korkusuyla “yatıp, kalktı”.
Arkasından, İtalya’da genel greve patlak verdi, Berlusconi hükümeti, borçlarını ödemek için Çin’den
yardım istediği, gazetelerin önemli haberlerinden birini teşkil ediyor.
Yunanistan’ın borçların ödeyemediği söylentisinin yayılmasından en fazla
Alman hükümeti ve bankaları rahatsız.
Ve yine İspanya’da borç taksitlerin ödenmesi için tasarruf programların
yürürlüğe koyan ”sosyalist parti” hükümeti, ekonomik çıkmazın suçlusu
gösterilip,”defteri dürülmek” isteniyor.
Bu yolla gençlerin %41
oranında işsiz kalmasının nedeni
kapitalist sistem değil de, baştaki hükümetin izlediği ekonomik-politika
gösterilerek, yine çalışanlar kandırılmak isteniliyor. Burjuvazinin,burjuva
demokrasinin her derde dava olduğu yaygarası, yapılan seçimlere katılma
oranlarını durmana düşmesi karşında,
burjuvazi çıkmaza sürüklüyor ve sahneye koyulmak istenen atraksiyonsa, bir işe yaramıyor.
Kuzey Afrika ve orta-doğu ülkelerinde sahnelenmek istene burjuva
parlamenter rejim, Avrupa’daki ekonomik kriz karşında, kitleleri aldatma aracı olma vasfını kayıp etmeye
başlıyor.
İspanya’da ara seçimler gündeme geldiğinde gençler, “seçim değil mücadele” sloganıyla,İspanya’nın dört bir yanında meydanları işgal ettiler ve yapılan seçimlere katılma oranı % 50’lerin altında kaldı. Tasarruf programına destek almak için seçime giden Portekiz’deki parlamento seçimlerine,seçmenlerin % 60 oranı da kileri katılmadı.Almanya’da yapılan eyalet seçimlerine katılmalar %50 oranında veya daha altında kaldı.
İspanya’da ara seçimler gündeme geldiğinde gençler, “seçim değil mücadele” sloganıyla,İspanya’nın dört bir yanında meydanları işgal ettiler ve yapılan seçimlere katılma oranı % 50’lerin altında kaldı. Tasarruf programına destek almak için seçime giden Portekiz’deki parlamento seçimlerine,seçmenlerin % 60 oranı da kileri katılmadı.Almanya’da yapılan eyalet seçimlerine katılmalar %50 oranında veya daha altında kaldı.
Almanya’nın sosyal-demokrat partisi SPD, Merkel hükümetin, “insanları
demokrasiden soğutmakla “ suçluyor ve “başbakan Merkel’in izlediği politikalar,
seçimlerde insanları evlerinde oturmaya itmiştir” diye biliyor.
Tüm bu durum, işçi ve emekçilere gerçek sınıfsal kurtuluş yolunu
göstermeden oldukça uygun ortam hazırlıyor.
...........................................................................................................................................
(1)Tayyip Erdoğan, bu 12 eylülün yürürlüğe koyduğu faşizmin maskesi
demokrasiye dayanarak, dinci -faşist diktatörlüğü kurmaya çalışmakta ve de adım
,adım hedefine doğru yol almaktadır.
(2) Revizyonist komünist partileri (başta Şili’deki olmak üzere),yıllardan
beri, Şili’deki faşist saldırının birinci derecede sorumlarının içinde
oldukları göz ardı etmek için, ABD’lerin ve CİA’nın Şili’deki darbeyi nasıl tezgahladıklarının propagandasını yapıp,duruyorlar ve yine
durmadan faşistlerin burjuva demokrasinin kurarlarını nasıl
çiğnediklerini ispat etmeye çalışmaktalar!.
Bu propagandayı yaygınlaştırmalarının tek nedeni, kapitalizmin ve burjuva
devletinin varlığı koşullarında işçilerin ve emekçilerin parlamenter yolla iktidarlarını
kurabileceklerini ileri süren görüşlerin doğruluğunu kanıtlama isteğinden dolayıdır.
Bunun için Lenin’in “ revizyonizm;
işçi hareketinin içine sızan burjuvazinin 5.kolu “ olduğun izah eden görüşleri
hiç eskimiyor.
(3) Enversel gazetesinin ve EMEP’in “Tunus işçilerin komünist partisinin”
ateşli bir savunucusu kesilmesi boşuna değil.Çünkü Evrensel gazetesi ve EMEP,
Tunuslu “komünistler” gibi, kurucu meclis ve demokratik anayasa talebini siyasi
mücadelesinin esası haline getirmiş . Parlamenter yolla,anayasa ve
yasalarla “demokrasi” arıyorlar!.
(4) İşçi sınıfı kavramı sadece çalışan işçileri kapsamaz, aynı zaman
işsizleri de kapsar,işçiler veya işçi sınıfı denildiğinde tüm işçiler kast
edildiği unutulmasın.
(5)Almanya’daki “sol” parti, kapitalizmin ekonomik krizinin, kapitalist
üretim kendi niteliğinde kaynakladığını bir türlü kabul etmiyor. Almanya da
yayınlana “yeni Hayat” isimli derginin yazarları da,bu görüşlere sahip çıkarak, ”sol partinin”
kapitalist üretime “toz kondurmayan” görüşlerinin yaygınlaştırılmasını
Türkçe’yle yerine getiriyorlar ve
Yunanistan’ın borç krizine de bu düşünceler doğrultusunda yaklaşıyorlar.
“Sol” parti 2007-8’de başlayan
ekonomik krize bu şekilde yaklaştı ve
kapitalizm hedef almadı, tam tersine, kapitalizm içinde sözde (krize) çözüm
arayan siyasi taktikleriyle,kitleler üzerindeki etkisini ve yarattığı “heyecanı” kayıp etti. Son
yapılan eyalet seçimleri bu iddialarımızın somut kanıtıdır. Kapitalizm savunma
düşüncelerine sahip olmalarından ötürü, kapitalist sisteme karşı ayağa kalkan kitleleri dahi kucaklayamıyorlar.
(6) Kapitalist Pazar ekonomisinin temel unsuru olan,kıran kırana rekabet
karşısında, üretimden kopan burjuvalar,
(esas olarak Bankalar) aşırı tarzda
rant elde etmek için,karşılığı olmayan paradan,para kazanmayı amaçladılar. Daha
fazla rant elde etmenin sonucu olarak, bankaların ve spekülatörlerin elinde
boyutları trilyonlarca dolarla
ölçülecek şekilde para birikti.
Neo-liberal dönemle birlikte ”serbest Pazar ekonomisinden ”, “sermayenin
serbestçe dolaşımından” kast edilen ,giderek üretimden kopan burjuvazinin, spekülasyon faaliyetlerini
yoğunlaştırılmasıydı.Üretimden kopan
Finans sektörünün elindeki, üretim için yatırıma dönüştürülmeyen korkunç boyutlar da bir (“finans balonu”
diye altlandırılan) para birikti.
Sendika bürokratlar başta olmak üzere, burjuvazinin bir kesimi,ekonomik
krizinin patlak vermesinin nedeni olarak kapitalist üretimi değil, spekülasyon
faaliyetlerini gösterdiler. Burjuvazi, bunun için ekonomik krize “finans krizi”
adını veriyor.
Oysa spekülasyon, üretimden kopan, üretimle daha fazla kar edemeyen
burjuvazinin rant yönelme eğilimin ifadesidir.Yani, kapitalist üretim
biçiminin ortaya çıkardığı doğal bir
faaliyettir.Ama kapitalist sömürüden
bay alan bürokrat sendikacılar (ve bu sendikacıların sözcülüğüne soyuna “solcu
gazeteler“) kapitalist üretim
ilişkilerinin;ekonomik krize nedeni olduğunu gizlemek amacıyla, spekülatörlerin
borsalardaki faaliyetlerinin ve ellerinde biriken paraların,ekonomik krizin esas nedeni olarak gösteriyorlar. Bunun
içinde Spekülatörlerin, büyük bankaların batmasına, hata Yunanistan, Portekiz
,gibi ülkelerin borç bataklığına saptanmasına
neden olduklarını ileri sürüyorlar.
Oysa borsalardaki tüm işlemleri belirleyen,kapitalist üretimdir. Borsalar,
üretimi gerçekleştiren firmaların hisse senetlerinin “soyut” değerleri üzerinden işlem yapıyorlar. Kapitalist
üretimdeki her olumsuz gelişmenin ilk müjdecisi yine borsalardır. Burjuvazinin , üretimde koparak rant elde etmeye
yönelik faaliyetlerinin ana merkezleri ve yine borsalardır. Hiç
bir şekilde üretimde kopuk bir tarzda borsalar, tek başına ne ekonomik
kriz yaratabilir ve neden ekonomik krizin gerçek nedeni olurlar.
Bunun için, borsalardaki hisse
senetlerinin satışları ve alışlarıyla
ve tarım ürünlerinin piyasalarda ki
spekülasyon faaliyetlerle rant etmenin ana nedeni kapitalist üretim
ilişkileri olduğu göz ardı edilemez.
Kapitalist üretim ilişkilerinden, özellikle
bankaların faaliyetlerinden
soyutlana “casino (gazino) kapitalizm” suçlu olarak gösterme, ancak kapitalist
karlardan, rantlarda bay alan bürokrat sendikacıları ve bu burjuva tabakasını
çıkarın gözeterek propaganda yapan “solcu” geçine gazetelerin iş olsa gerek.
(7)Kapitalizm koşullarına,tarım üretim alanlarını giderek,kar getirmeyen
alanlar haline gelmelerinden ötürü,
terk edilmesi ve bunun sonucu olarak geçimlerini sağlayamayan tarım üreticileri
büyük şehirlerin varoşlarında toplanmaları,tarım ürünlerine olan talebi çığ
gibi büyüttü ve bunun doğal sonucu
olarak ta, tarım ürünlerinin fiyatlarının atmasının koşullarını oluşturdu.
Serbest Pazar ekonomisinin varlığının gereği olarak ta, burjuvazi, bu
durumda yararlanıp, spekülasyon faaliyetleriyle rant elde etmeye çalışıyor ve Pazar ekonomisinde bundan doğal hiç bir şey ortaya çıkmaz
“Sol” adına kapitalizm savunmayı
baş görev edilenler,pazar ekonomisinin
ve rekabetin (yani,kar için
üretimin), tarım alanlarını terk etmesine
ve tarımda çalışanların
sayısının hızlı bir tarzda azaltılmasına, daha fazla tarım ürünlerine talebin
ortaya çıkmasına neden olduğu gizliyorlar ve tarım ürünlerinin fiyatların
artışını nedenini, sadece spekülasyon faaliyetlerini yoğunlaştırılmasına
bağlıyorlar.
Oysa işçi ve emekçilerin yaşamını zorlaştıran Pazar ekonomisidir. Üretimin,
Pazar (yani kar) için gerçekleştirilmesine son verilmeden, ferdi tüketim
maddelerin gözeten sosyalist planlı ekonomiye geçilmeden, (kapitalist ekonominin doğal sonuçları olan)
bu olumsuzlukları hiç birisi
ortadan kalkmaz.Kısacası, ne işsizlik
sona erer, nede açlık ortadan kalkabilir. Tabii sosyalist planı ekonomiye geçmeni
ilk şartı, burjuvazinin siyasi iktidarının temelli olan burjuva devletinin zor
yoluyla parçalanıp,dağıtılmasını sağlayacak olan proletaryanın sosyalist
devriminin zaferidir.
(8) “Solcu” burjuva iktisatçılar,1929 da kriz döneminde uygulamaya koyulan
Keynes’in görüşlerini, (durmadan) ekonomik krizden çıkmak için ek talep yaratma
ve üretimin canlandırılması olarak yorumluyorlar ve krizin tüketim noksanlığından dolayı patlak verdiği öne sürüyorlar.Almanya’daki Sol parti de Keynes’in düşüncelerin bu
şekilde yorumlayanların içinde yer alıyor.
(9)Burjuva hükümetleri, ekonomik
krizin şiddetlendiği dönemde bile burjuvaların,firmaları,bankaların vergilerini
artırmaları bir yana, daha da düşürüyorlar.Troika, Borçlu ülkelerin , borç taksitlerinin ödenmesi için ( ki çoğu borç, devlet garantili özel teşebbüsün
borçlarıdır), firmaların, bankaların ve burjuvaların vergilerinin
yükseltmemesini kredilerin ön koşullu olarak belirliyor.