21 Temmuz 2007

TKP'nin "sürüden ayrilma"cagrilari

TKP’nin “SÜRÜDEN AYRILMA” ÇAĞRILARI

Özellikle TKP’nin, Sovyetlerin dağıldığından haberi yok! Ve Sovyetler döneminde savundukları sözde anti-emperyalist ekonomik ve siyasi talepleri öne sürüyorlar. Sovyetlerin etki alanlarını genişletmeyi amaçlayan “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” adını verdikleri devlet kapitalizm’i, “sosyalist” kavramlarıyla süslenerek piyasaya sürülüyor.

Türkiye’de son yirmi yılın gündemine damga vuran uygulamaların başında özelleştirmeler gelir. Nedir özelleştirme? Kamuya, yani topluma ait fabrikaların, işletmelerin, bankaların, yerli ve yabancı şirketlere satılması ya da devredilmesidir. Bir başka deyişle, hepimize ait zenginliklere birtakım şahıslar tarafından el konması. Sonuç nedir? Birçok stratejik işletme yabancıların eline geçmiştir.” (TKP’nin 2007 seçim bildirisinden)

Bu satırlar, TKP’nin keskin “sosyalist” lafların arkasında hangi ekonomik ve siyasi sistemi savunduğunun açık göstergesidir. Bu yukarıdaki alıntı yaptığım paragraftan da anlaşıldığı gibi TKP, Türk devletini “işçi ve emekçiler” devleti olarak görüyor. Türkiye tekelci burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine ait devleti “toplumun devleti” olarak lanse edebiliyor.

Yıllardan beri, işçi ve emekçinin emeğini gasp etmek için her türlü zorbalığa başvuran, işçi ve emekçiye doğru dürüst burjuva demokratik hakları dahi tanımayan, bu tekelci burjuvaların ve büyük toprak sahiplerinin güçlü militarist ve bürokratik devletini “halkın devleti “olarak yutturmaya çalışarak, işçi ve yoksul emekçilerin proletarya diktatörlüğü için mücadele etmesinin önünü kesmeğe çalışıyorlar.

İşte revizyonizm budur. (13) Revizyonistler, kapitalizmi ve burjuva devleti savunur ve bu sistem içinde iktidar kavgası yürütürler.

Kapitalizmin gereği olarak üretim araçlarını, başka bir deyişle bunun hukuk ifadesi olan mülkiyetinin, tekelci burjuvazinin elinde olmasıyla, onun devletinin, yani bürokratların (ve bunların üstünde yer alan hükümetlerin) elinde olması arasında küçük bir fark var mı?

Ama TKP, burjuva parlamenter sistem içinde seçimler ile işbaşına gelen hükümetleri “halkın hükümetleri” olarak gördüğü için, bu hükümetlerin kontrolündeki devlet işletmelerini de “kamunun” yani “halkın” malı ilan ediyor. Aynen halkı kandırmaya çalışan demagog burjuva siyasetçiler gibi. (14)

Marks, Engels ve Lenin, en önemli ideolojik mücadelelerini reformizm’in, revizyonizm’in devlet ve burjuva demokrasisi anlayışlara karşı yürüttüler. Ama TKP, Sovyet tekelci devlet kapitalizmi “sosyalizm” diye yutturmaya çalıştığı için, Türkiye’deki devletin malını “halkın” malı ilan ediyor. Ve böylece işçi ve emekçilerin tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin devletini savunmasını istiyor.

Bugün artık Holdinglerin elerinde olan işletmeler dahi çeşitli şahısların ve ailelerin mülkü olmaktan çıkarak, burjuva grupların mülkiyetleri haline gelmiştir. Holdingler, menajerlerin ellerindeki işletmeler konumundadır. Bu bakımdan, devletin bürokratlarının elindeki işletmeler ile bunlar arasında bir farkı kalmadı.

İşçi sınıfının yarattığı artı-değerler, holding sahipleri, menajerler ve devlet bürokratlarının arasında paylaşılıyor.

Devletin elindeki işletmelerde pazar ve kar için üretim yaparlar. Bir dönem sosyalizmin tehlikesi karşısında devlet işsizliği kısmen gidermek için buralarda kapasitenin üzerinde işçi çalıştırıyordu. Ve bu çalışanlara verilen bir tavizdi. Sosyalizmi yakın tehlike olarak görmeyen burjuvazi, bu tavizlerini vermemeye başladı ve bunları, daha karlı işletmelere dönüştürmek için “siyasetçinin” buradaki etkinliğine son vermek amacıyla özelleştirme yolunu seçtiler ve bu uygulama neo-liberal politikaların doğal bir sonucuydu.

Bu şekilde de devletin ekonomiye müdahalesi önlenmeye çalışıldı. Tabii ki burjuvazinin işsizliği daha da artırarak, iş-gücünü daha da ucuza elde etmeyi amaçlayan bu planına karşı da mücadele edilmeli ve bu anlamda özelleştirmelere karşı çıkılmalı.

Ama neo-liberalizm ile birlikte bu işçi çıkarmaların yoğunlaşması özelleştirme uygulamalarıyla sınırlı bir olayın olmadığı kesindir. Dünyanın en güçlü tekelleri, birçok ülkede (ve ulus farkı gözetlemeksizin) “zarar ediyoruz“ adı altında 10 binlerce, 100 binlerce işçiyi fabrikalardan atma planları yapıyor ve Türkiye’de de holdingler durmadan ve canlarının istedikçe işçi atıyorlar, işçi çıkarmaya engel olan yasa dahi yok.

İşten çıkarmalara karşı mücadele, işçi sınıfının en etkin mücadelesinin içinde yer alıyor ve yer almak zorundadır. Ama revizyonistlerin dışında hiç kimse işten atılmaları burjuva devletin savunulmasına dönüştürmeye yeltenmedi.

TKP’nin devleti ve “ulusal ekonomiyi” savunma politikası ve talepleri özelleştirmeye sözde karşı olma ile sınırlı değil.

ABD ve AB’den “bağımsızlık” talepleri yine devletin ve kapitalist ekonominin “ulusallığını” elde etmeye ve (sanki varmışçasına korumaya yöneliktir). “Birçok stratejik işletme yabancıların eline geçtiği” iddiaları öne sürülüyor. Peki, kime ait idi? bu “stratejik işletmeler” tabi devlete. Bu “stratejik” işletmenin başına gelen ise Telekom’dur. Devletin yasa dışı ilan ediği “sosyalist “ve devrimci hareketleri izlemede en temel araçlarından biri Telekom’dur.

Eğer bu “stratejik öneme haiz“ işletme yabancıların eline geçerse devlet kendini savunmada zaafa uğrar diyorlardı. Bu iddiayı ileri sürenleri başta da MHP geliyordu. Telekom’un satışında en fazla direnen de MHP’li faşist Ulaştırma Bakanı idi. Bunu işletmeyi satarsak en fazla PKK yararlanır deyip, duruyordu.

Peki, bir bilinçli işçi, bir devrimci için bu işletmenin yabancının veya “yerli burjuvazi”nin (yani devletin) elinde olmasının ne farkı var?

TKP devam ediyor ”Enerji, haberleşme, çimento ve bankacılık gibi önemli sektörlerde emperyalist ülkelerin ağırlığı iyice artmıştır” (TKP bildirisi).

Bundan önce bu sektörlerde “emperyalist ülkelerin“ ağırlığı yok muydu? Şimdi burada saydığı sektörlerin hiçbirisine emperyalist devletin, bu firmalara ortak olduğu veya satın aldığı söz konusu olmadığına göre, “emperyalist ülkeler ile kast edilen” uluslararası tekelci sermayedir.

Oysa “bu ülkelerin“ Türkiye’nin herhangi bir sektöründe ağırlığının artmasına gerek yok. Çünkü Türkiye kapitalizm’i uluslararası tekelci kapitalizmin doğrudan bir uzantısıdır. Revizyonist TKP’nin inkâr ettiği bu olgudur. ”Ulusal sektör” var mı ki, emperyalistler de bunun ele geçirsin?!! “Türk“ ismi verilen holdinglerin birbirleri ile birleşmesiyle “yabancı holding” diye adlandırılanların Türkiye’ye gelip bazı sektörlerle birleşmesi arasında zerre kadar fark yoktur. Revizyonistlere göre “yerli” oldu mu o ”milli”dir. Arkasından da “milliyetçiliğin” güçlenmesinden yakınılıyor.

TKP’ye göre, üretim ilişkileri tarafından belirlemeyen, hatta “üretim ilişkilerinin üstünde yer alan üretim biçimi ”başka bir deyişle “ekonomik sistem” var! “Para babaları” kendi çıkarlarını düşünerek bu ekonomi dışa bağımlı hale getirmişler! TKP iktidar geldiğinde yabancı sermayeye karşı “ulusal ekonomiyi bağımlıktan” kurtaracakmış!

Revizyonistlerin dillerinden düşürmedikleri “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” sloganıdır. Oysa kapitalist üretim ilişkileri, işçiyi kendi ürettiklerinden yabancılaştırır, işçinin ürettiğini, işçinin sömürülmesinin aracına dönüştürür. (15) Bunun için kapitalist üretim ilişkilerine son verilmeden, işçinin sömürülmesine son verilemez. Kapitalist üretim ilişkilerine son vermek için ilk önce burjuvazinin militarist ve bürokratik devletini zorla parçalayıp, dağıtıp, yerine Paris komünü tipi ve Lenin’in dediği gibi nitel değil, nicel (görünüşte) olarak devlet olan işçi devletini kurmak gerekir.

O zaman, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkiye son verip, işçinin ürettiğinden yabancılaşması ortadan kaldırılır.

Ama TKP, bu izah etmeye çalıştıklarımın hiç birini kabul etmiyor, durmadan “ekonomimiz”, “tarım üretimiz” deyip duruyor. Yani bu deyimlerle, kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği, ekonominin, tarım üretiminin, kendileriyle “özleştirdikleri” işçi ve emekçilere ait olduğu iddia ediliyor. İşte bu kapitalist üretim ilişkilerini belirlediği ekonomiyi “emperyalist sömürüden” kurtarmak için iktidara talipler.

TKP, bu düzen içinde ilan ettiği programını uygulamak için hükümeti ele geçirmeyi çalışıyor. Bunun için bu devleti savunuyor. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın nedenini kapitalist üretim ilişkilerinde değil, hükümetlerin izlediği politikada arıyor. Dolayısıyla devleti ve kapitalizmi karşısına almıyor. AKP hükümetine yüklenip duruyor.

Tarım üretimiz ile kendine yeten 7 ülkeden biri idik, şimdi tarım ürünleri ithal eden ülke konumuna geldik” lafları revizyonistlerin dillerinden düşmüyor.

Kapitalizm koşullarında, tarım ekonomisinin giderek yerini sanayileşmeye bırakması ve şehirleşmenin yoğunlaşması, tarım ekonomisini geri bırakmaz mı, tarım ekonomisini yetersiz hale getirmez mi? Bugün tüm sanayileşmiş ülkelerde, tarım ürünlerinin üretimi yetersiz olduğu için ithalatların büyük kısmını tarım ürünleri teşkil etmiyor mu? Bu ülkelerdeki burjuvalar, bunun için tarım destekleme politikası yürütmüyorlar mı? Yani tarım ekonomisindeki değişiklikler kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinin doğal sonuçları değil mi?

İşte revizyonistlerin gizlemek istedikleri kapitalizmin bu gerçeğidir. Bir diğer yandan tarımda büyük üretimin gelişmesinden bahsediyorlar ve küçük üreticiler devletin desteğini arkalarında görmedikleri için büyük tarım üreticilerin ile rekabet edemedikleri ve geçimlerini sağlayamadıklarından dolayı tarım işletmelerini terk etmelerinden, daha doğrusu kapitalizm ile çelişki içinde girmelerinde yakınıyorlar.

Bir yandan “tarım ekonomisinin” çöktüğünü ileri sürüyorlar, diğer yandan tarım üretiminin büyük toprak sahiplerinin, holdinglerin, “yabancı sermayenin” eline düştüğünü belirtiyorlar.

Peki, tarımın, büyük üretimin giderek gelişmesi, küçük üreticilerinin yerini tarım işçilerinin alması ve sosyalizmin tarım üretiminde de maddi temellerinin olgulaştığını göstermiyor mu? Kapitalizme karşı tarım ve sanayi işçilerinin bütünleşmesinin güçlenmesi “sizi” neden rahatsız ediyor? Bugün Türkiye’de de mevsimlik tarım işçilerinin yerini sürekli çalışan tarım işçileri alıyor. Bu tarım işçilerinin çok büyük bölümü sigortası, sendikasız ve grev, toplu sözleşme haklarından mahrum işçi statüsündeler.

TKP, ortadan silinmeye yüz tutan küçük üreticileri yaşatmak ve kapitalizme tekrar adapte olmalarını sağlamak amacıyla, iktidara geldikleri! zaman “kooperatif“ kuracaklarını vaat ediyor ama büyük tarım çiftliklerinin kolektifleştirilmelerinden bir tek kelime dahi bahsetmiyor.

TKP’nin, AB’ye karşı oluşu, yine Türkiye’deki tarım üretimine yaklaşımının bir benzeridir. (16)

Türkiye’nin Bugünkü Sorunu “Demokrasi” mi?

Siyasi rejimin biçiminden bağımsız bir “demokrasi” sorunu Türkiye’nin gündemine suni bir tarzda sokulmaya çalışılıyor. Kürt burjuvalarına göre “Kürt ulusal sorunu” çözülmeden, işçi ve yoksul emekçilerin sosyal ve siyasal kurtuluşları için mücadelesi gündeme gelmemeli. Ve bu burjuva bakış açılarını “sosyalist” geçinen bir sürü gruba da kabul ettirmişlerdir.

Oysa tam tersine ve de kim ne derse desin, işçi sınıfını ve onun kapitalizmi tasfiye etmeyi, sosyalizm kurmayı amaçlayan siyasi mücadelesini, sınıf mücadelesinin merkezine yerleştirilmedikçe, Kürt halkının kendi kaderini kendinin tayin etmesine, ezilen bir ulusa mensup olmaktan çıkmasına imkân yoktur.

Tabi ki Kürt ulusal sorununun burjuva çözümü mümkündür. Kürt burjuvazisi bunu dayatıyor. Herkesi bu platform etrafında toplamaya, kapitalizmin neden olduğu yoksulluğa, işsizliğe, karın tokluğuna çalıştırılan milyonlarca insanın sefaletine karşı çıkılmasını ve bu sorunlar için mücadelenin gündeme gelmesini istemiyorlar.

Oysa bu Türkiye işçi sınıfının sefil yaşantısının içinde Kürt kökenli işçiler ve işsizler de yer alıyor.

Kaldı ki, Kürt burjuvaların dayattığı emperyalistler ve gericiler arası çelişkiye tabi ulusal sorunun çözümü, Türkiye generallerinin, faşistlerinin, Türk ırkçılarının, Kürt ve Türk ulusal köken farklılıklarını körüklemesine, Türk kökenli işçi ve emekçiyi, halkı yanlarına çekebilmelerine neden oluyor. Ve Türk egemen sınıflarına ve onların devletine karşı mücadeleyi zayıflatıyor.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini geliştirmektir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin birliği, Türk kökenli, işçi ve emekçilerin kendilerini ezen ve sömüren egemen sınıfların, aynı zamanda Kürt halkını ulusal baskı altında tutan sınıflar olduğunun farkına vararak, faşistlere, faşist generallere tavır alıp, Kürt ulusal sorununun çözümünden yana olabilir. 1984’den 2002 yılına kadar sınıf çelişkisinin yerine ulusal çelişki ön plana getirildi. “Herkes“ bu temelde Kürt sorununun çözümünü desteklemeye çağrıldı.

Oysa Türkiye egemen sınıflarına karşı, (hangi ulusal kökenden olursa olsun) işçi sınıfının birlikte kendi talepleri için mücadelesi gelişmedikçe, ezen ulusa mensup işçilerinin, ezilen ulusun ulusal sorunun çözümünü desteklemekten yana tavır almaları mümkün değil. İçi boş, soyut liberal burjuva düşüncelerin şekillendirdiği “barış, kardeşlik, barışçıl çözüm, demokrasi” gibi laflar, Türk kökenli işçilerin, emekçilerin ve halkın, Kürt ulusal sorunun çözümüne duyarsız kalmasından başka bir işe yaramıyor.

Bugün Türkiye’de 10 milyonun üzerinde var olan işçinin sadece 400, 500 bini sendikalıdır. 1848’lerde işçiler tarafından elde edilen 8 saatlik iş günü, Türkiye’de işçilere bir hak olarak tanınmamıştır. İşçiler en düşük ücretle, günde 12, 13 hatta 15 saat çalıştırılıyor. Burjuvazi her canı istediğinde işçi çıkarıyor. İş güvencesi diye bir koruma yok. Petrol-İş’in yaptığı araştırmaya göre, özel teşebbüse ait fabrika ve işletmelerin ancak %6,5 sendikalı. Bugün holdingler, büyük fabrikaları bölerek küçük iş yerlerine dönüştürmüşlerdir. Yan ürünlerini buralardan üretiyorlar. Sendikalı ve imtiyazlı işçilerin dışındaki işçiler, büyük bir kesimi taşeron firmaların kiraladığı işçilerden oluşuyor.

Çalışanların bu durumuna karşı iş bulamayan veya işten atılan milyonlarca işsiz var, bazı araştırmalara göre Türkiye’de 20 milyon işsiz var. Büyük şehirlerin varoşları işsizlerle, açlarla doludur. Türkiye de 1,5 milyon insanın aç olduğunu burjuva siyasetçiler dahi ileri sürebiliyor. CHP başkanı Baykal, Brezilyalı, Lula’nın sloganını kullanarak “hiç kimseyi aç bırakmayacağız” diyerek sözde vaatlerde bulunuyor.

Tüm bu işçilerin ve emekçilerin bu ve buna benzer sorunlarının varlığını hiçe sayanlar, bunlar, yokmuşçasına hareket edenler, demokratik hakların, işçilerin ve emekçilerin sömürü ve baskıya karşı mücadelesi ile elde edilebileceğini görmeyenler, Kürt ulusal sorununun burjuva çözümüne dahi karşı duran faşistleri, generalleri bir adım da olsa geriye doğru itemezler. (17)

Tüm dünyada neo-liberalizme karşı mücadele gelişirken, bunun tek istisnasının olduğu yer Türkiye’dir. ABD, Fransa ve hatta Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi yapılan seçimlerde neo-liberalizme karşı mücadele ve talepler seçim propagandalarının esasını teşkil eder iken, Türkiye’deki seçimlerin gündemine girmiyor. (18)

Tekellerin neo-liberal politikalarının esasını ucuz iş-gücü elde ederek artı-değer oranını yükseltme teşkil ediyor. 12 Eylül darbesi bunun için yapıldı ve Türkiye’yi, dünyada en ucuz iş-gücünün bulunduğu ülkelerden bir haline getirdi.

Türkiye burjuvazisi, bundan yararlanarak ucuza mal ettiği malları ihraç edip, önemli karlar elde etti ve ediyor. Başbakanın, “kişi başına düşen milli geliri iki katına çıkardık” diyerek böbürlenmesinin nedeni, milyonlarca insanı karın dokluğuna çalıştırmasıyla elde edilen aşır karlardır.

Bugün Türkiye’de karın tokluğuna çalışanların dışında, çalışanlarım kat ve kat üstünde işsiz, aç insan var ve bu işsizler, çalışanların üstünde büyük baskı oluşturuyor ve onları her türlü koşulda çalışmak zorunda bırakıyor.

Bunun için bir yandan, ucuz iş-gücüne karşı mücadeleyi, işsizliği giderme talepleri ile birleştirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ucuz iş-gücünü ortadan kaldırmak için sendika, grev ve serbestçe toplu sözleşme hakkının elde edilmesine, taşeron firmaların yasaklanması, işten çıkarmanın keyfiliğine son verilmesi, fabrikalardan ve işletmelerden işçi çıkarmaların yasaklanması, kriminel suçlarla sınırlı işçi çıkarma, işçi temsilcilerinin onayıyla gerçekleştirilmesi talepleri, günlük iş gününün 8 saat ile ve giderek haftalık çalışma süresinin 35 saat ile sınırlandırılması gibi talepler, ucuz iş-gücünü gidermenin yolu olmasının yanı sıra önemli ölçüde yeni iş yerlerinin açılmasını sağlayacak ve işçi ile işsizlerin birlikte mücadelesinin zeminini hazırlayacaktır.

İşçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin ortamını hazırlar. Bu durum görülmedi veya görülmek istenmedi, işçi sınıfının mücadelesinin dışında Kürt ulusal sorununu çözümü arandı.

Abdullah Öcalan bu yanlışlığın farkına vararak, 2002 seçimleri sırasında, Kürt ulusal sorunun çözümünü, Türkiyeli işçi ve emekçilerin mücadelesi ile birleştirmek amacıyla yeni bir politik taktiği gündeme getirmişti.

Türk solu” adını verdikleri “sosyalist“ gruplarla bunun için seçim blok’unun oluşturulmasını önerdi. Ama blok kurulmasına rağmen mücadele platformunda değişen hiç bir şey olmadı. “Demokrasi mücadelesi esastır” denilerek, mücadelenin merkezine yine Kürt ulusal sorununun çözümü yerleştirildi

İşçi ve yoksul emekçilerin sorunları bir kaç göz boyama lafların dışında gündeme dahi alınmadı ve alınmıyor.

Sonuçta, “güçsüz Türk solu”nun, Kürt milliyetçiliğinin kuyruğuna takılmasından başka değişen bir şey olmadı.

Sonuç Olarak

2007 seçimlerine yine aynı anlayışla giriliyor. Ve hatta “Türk solu“ile kurulan blok dahi göstermelik hale getirildi. Kürt ulusal hareketinin bu şekilde davranmasını yadırgamamak gerekir, bunları sırtlarında taşımak zorunda değiller ki, ittifaklar siyasi güçler arasında gerçekleşir, kitlesel siyasi güce sahip olmayanın ne faydası olur?

Bu seçimlerde, Kürt burjuvalarının temsilcilerinin şimdiki amaçları, artık Türk halkını, Kürt halkının ulusal sorununun çözümü için kazanmak değil, Türk parlamentosuna girerek, Türk devleti ile Kürt ulusal sorunun sözde barışçıl çözümünü yollarını aramaktır.

Ama ne var ki şimdiden, Türk devletinin, generallerin, Kürt ulusal sorununun barışçıl çözümü diye bir dertlerinin olmadığı anlaşılıyor. Bunların tek istedikleri, PKK’nin silahını bırakıp teslim olmaya zorlamaktır. Böylece “Kürt isyanını yine bastırdık” diyerek yeni Kürt isyanlarının çıkmaması garanti altına alınmak isteniyor. Bu isyan bastırılırsa, kolay kolay bir daha “Kürt isyanı” ortaya çıkmaz diye düşünülüyor. Bunun için “ya teslim olun veya dağlarda bir tek terörist kalana kadar savaşacağız” diyorlar.

Generaller, ABD’in ve AB’nin “genel af çıkar, Kürt sorununu çöz“ önerilerini kabul etmiyorlar.

Oysa ABD emperyalizminin, Abdullah Öcalan’ı genel af çıkarılsın diye Türkiye ‘ye teslim ettiği biliniyor. Buna rağmen generaller, PKK’nın teslim olmasının dışındaki tüm “çözüm”leri reddediyorlar.

Şimdi, PKK’yi Kürt halkından tecrit etmek için bağımsız milletvekillerinin parlamentoya girmelerine göz yumuyorlar. Barzani’ye, Amerikan emperyalistlerine, AB’ye bunun için saldırıyorlar. “Türkiye halkının anti-emperyalistliğini”ni bu temelde geliştiriyorlar. Tüm stratejilerini PKK’yı tecrit edip, teslim olmak zorunda bırakmaya göre planlanmış.

Generallerin bu planın bozmanın tek yolu (yukarda da vurguladığım gibi) Türkiye’deki işçi ve emekçilerin kendi somut talepleri için mücadelesini geliştirmektir. 12 Eylül darbesi öncesi sınıf mücadelesini yeniden oluşturulmadıkça, generaller ve sivil faşistler direnmeye devam edeceklerdir.

Kürt ulusal hareketinin kitlesel bir güce ulaşmış olması, işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmede önemli bir avantaj oluşturuyor. Ama Kürt burjuvazisi böyle bir mücadelenin tekrar doğmasını istemiyor. Bu iş “Türk solu” dediklerinin göreviymiş gibi propaganda yapıyor ve amaçlarını gizlemeye çalışıyorlar.

Oysa generaller OYAK gibi tekelci sermayenin mensupları olarak, direk iktidarı yürütmeye talipler. Artık sadece orduya dayanan bir güç olarak kalmak istemiyorlar. Bu gücü aştıklarını “dosta, düşmana” göstermek için milyonlarca insanı sokaklara döktüler. Şimdi sırada CHP-MHP hükümeti var. Bu ittifakla aynı zamanda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirecekler.

Generallerin böylesine güçlendiği koşullarda “barışçıl çözüm” nasıl gerçekleşebilir ki? Bazı Kürt burjuva kesimleri, bu açmazı aşabilmek için, Kürt ulusal hareketinin diğer Kürt bölgelerinde geliştirilmesini öneriyorlar.

Böyle bir yol Kürtlerin düşmanlarını daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Ve emperyalistler, Türk devletini, Arap ülkelerini, hata İran’ı bir kenara atarak Kürt’ü desteklemez. Bunun için Türkiye’deki Kürt ulusal sorununun tek çözümü işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmekten geçiyor. .

Bunun için, bu seçimler generallerin iktidarda daha fazla söz sahibi olmaktan öte bir “yenilik” olarak ortaya başka bir şey çıkaramaz.

YAVUZ YILDIRIMTÜRK

Temmuz 2007

*******************************************

(13) Anayasa mahkemesi, bu revizyonistlerin “komünist” ismini kullanması karşısında da başsavcının açtığı davayı reddetmesinin gerekçesi, proletarya diktatörlüğüne karşı olmalarından dolayı partilerine “komünist” isimi vermesinde bir sakınca yok diyordu. Burjuvazinin mahkeme kararlarıyla bile bunların revizyonist oldukları tastik edilmişti. Tüm bunlara rağmen “Türkiye’nin tek sosyalist partisi” olduklarını iddia ederek “hava atıyorlar”. Ne demeli, “koyunun olmadığı yerde, keçinin kendini Abdurrahman Çelebi ilan etmesi" gibi sosyalizmin yerine burjuva demokrasinin savunulduğu bir yerde, TKP’nin de kendini “komünist” ilan etmesinden doğal ne olabilir ki!..

(14) Tabi ki revizyonist TKP’nin devlet ve demokrasi konusunda ileri sürdüğü burjuva görüşlerin eleştirisi bu yazının boyutlarını aşıyor. Bu bakımdan bu konuyu çok kısa geçmek zorunda kalıyorum.

(15) Kapitalist üretim ilişkileri işçinin ürettiğini, akrep gibi kendini zehirlemesine dönüştürür.

(16) TKP, AB temelinde büyük üretimin (sosyal üretimin) çok büyük boyutlara çıkmasından ve Avrupa çapında sosyalizmin maddi temellerinin giderek daha olgunlaştığının göstergesi olan “ulusal devletlerin” ve “ulusların” ortadan kalkmasının ortamının doğmasından rahatsız oluyor. Bugün AB’ye dâhil olmuş insanlar artık, ”Polan’ız, Alman’ız, Fransız’ız veya İngiliz’iz “ demiyorlar, biz Avrupalıyız diyorlar. Bu ulusal farklıkların ve ulusal çatışmaların giderek etkisiz hale geldiğinin ve Avrupa burjuvazisine karşı işçilerin birliğinin daha güçlendiğini göstergesidir. Avrupa birliğinin tekelci kapitalizm olduğu, neo-liberal politikalarıyla, işçileri ve emekçilileri daha yoksullaştırdığı ve daha da yoksullaştıracağı doğrudur. Türkiye’nin AB’ye girmesi ile Türkiyeli işçiler ve emekçilerin daha da yoksullaşabilecekleri de doğrudur. Ama Kapitalist Avrupa birliğinin karşıtı sosyalist Avrupa’dır, Türkiye’nin “ulusal” kapitalizm’i değildir! Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olan, Avrupa’nın neo-nazileri ve gerici burjuva siyasetçileridir. “Yoksul Türkiyeliler” AB’ye üye olamaz diyorlar. Bunun için Avrupalı demokratların, sosyalistlerin ve “Marksist”lerin tümü Türkiye’nin AB’ye girmesini destekliyorlar. Türkiye’nin tekelci burjuvazisi AB’ye girmeyi istiyormuş, bunun için AB işçilerin çıkarına değildir lafları sadece “Türkiye ulusal kapitalizm”ini savunmayı ört pas etmeye yarayan bir demagojidir. AB’de sadece tekelci burjuvalar yok işçiler de var ve de emek-sermaye çelişkisinin giderek keskinleştiği alanlardan biridir. Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, bugün egemen olan tekelci kapitalizme ile daha da kaynaşmak için AB’ye girmek istiyor. Türkiyeli işçiler ise Avrupalı işçi sınıfıyla daha fazla kaynaşmak, kapitalist Avrupa’yı tasfiye etmek ve sosyalist Avrupa’yı kurmak için AB’ye katılmadan yana olur! Bunun anlaşılmayacak nesi var?!! Türkiye’nin şeriatçısıyla, faşistleri ile birlikte AB’ye karşı olmasının bir alemi var mı?!!

(17) “Kardeşlik, barış, barışçıl çözüm” gibi içi boş liberal burjuva laflarıyla bir yere varılamaz. İşçi sınıfının mücadelesini küçümseyenler, “devrimci mi kaldı” laflarını dilerinden düşürmeyenler, “Türk solu zayıfladı” diyerek sevinenlerin, çok geçmeden Türkiye’de de sosyalist gerçeklerle yüz yüze gelmeleri kaçınılmazdır. Dünyada başlayan sosyalizm rüzgârının Türkiye’yi de etkilemesini hiç kimse önleyemez.

(18) Önemli olan “program sorunu” değil deniliyor. “TÜSİAD-IMF programının ezdiği emekçiler, Kürt sorurunun çözümünü bekleyen Kürtler, inanç ve vicdan özgürlüğü olmadığı için baskı gören dini çevreleri de kapsayacak vekil adaylar”… Böylesine bir platform etrafında seçime gidiliyor. “Tüsiad-IMF“ programına karşı olma ile neo-liberalizme karşı mücadelenin kast edildiği zannedilirse yanılgıya düşmek kaçınılmaz olur. Çünkü kapitalizmin neo-liberal politikalarıyla “ezilen emekçilerin” içinde “Kürtler” yok! “İnanç ve vicdan özgürlüğü“ olmayanlar da yok! Bunun yanı sıra, ulusal ve din baskı altında olanların içinde burjuvalar da var ve bunlar, neo-liberal politikaları desteklediklerini açıkça ilan ediyorlar. DTP yayınladığı seçim bildirilerinde IMF’ye karşı bir tek laf dahi etmiyor. Böyle bir seçim platformunun neo-liberalizme karşı olmasına imkân var mı? Sınıf farklılıklarının ve sınıflar arası antagonist çelişkinin var olduğu koşullarda, neo-liberalizme karşı mücadelede “herkesi“ bir araya getirmenin imkanı var mı? Ama siyaseti “sınıflar üstü“ olarak görenler için tabi var! IMF programıyla, neo-liberal ekonomi-politikayı özdeşleştirmek başlı başına bir yanlıştır. Neo-liberal ekonomik-politika, uluslararası tekelci kapitalizm’in bir “programı”dır. Ve IMF’ye bağlı olmaksızın tüm dünya kapitalist ülkelerinde uygulanmaktadır. Brezilya’da Lula, IMF’ye olan tüm borçları ödedi ve Lula’nın neo-liberal politikaları uygulaması için, IMF’nin artık en küçük tarzda bile olsa baskısı yok; ama Lula, neo-liberal politikalarından zerre kadar sapmadan uygulamalarına devam ediyor ve Chavez’in neo-liberalizme karşı mücadelesinin karşısına dikilerek, Latin-Amerika’da neo-liberal politikaların hâkimiyeti için savaşın öncülüğünü yapıyor. Ve yine Tüsiad’a üye olmayan holdinglerin başında OYAK geliyor. Şimdi OYAK neo-liberal politikalardan yana değil mi? Niye neo-liberal politika Tüsiad’ın programı ile sınırlanıyor? Anlamak oldukça güç olsa gerek!..

1 yorum:

Mustafa dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.