20 Mart 2012

Dünya “İmparator’u” Amerikan burjuvazisinin sonu.


       Dünya  “İmparator’u” Amerikan burjuvazisinin sonu.
Doğu Avrupa ve Sovyetlerdeki devlet kapitalizmden, liberal kapitalizmine geçişle birlikte Amerikan’ın” burjuva kalemşorları” artık kapitalizmin tarih sonu olduğunu, kapitalizm ve burjuva demokrasinin ilelebet yaşayacağını ilan etmekten çekinmemişlerdi.  
Aradan geçen 20 sene sonra geriye dönüp baktığımızda, burjuvazinin sevincinin “kursağında kaldığını” rahatlıkça göre biliyoruz. Çok geçmeden, kapitalizmin, savaş, üst, üste patlak veren ekonomik kriz, durmadan artan işsizlik ve yine durmadan artan yoksulluk, açlık, çaresizlik demek olduğu tekrar ortalığa serildi.
İkinci emperyalist savaş sonrası dünya kapitalizmi üzerinde kurduğu, siyasi, askeri ve ekonomik hegemonyasıyla, kendini “dünya imparator’” ilan eden ABD’nin burjuvazisi, (ABD  kast ederek) sınıf farklılıklarının yok olduğu! ,herkesin refah içinde yaşadığı, yoksulluğun, işsizliğin ortadan kaldığı! ,bir topluma geçtiklerini! İleri sürebiliyordu.
Her ne kadar, ırk ayrımcılığı devam etse de, siyahla ırk ayrımcılığı yüzünden ikinci vatandaş statüsünde yaşamlarını sürdürseler de ABD; artık yıkılmaz kapitalist refah devletinin örneğiydi!
Dünyanın diğer ülkelerinin vatandaşları, “erişilmesi güç olan Amerikan refah toplumunu” özlemiyle yanıp, tutuşuyor ve Amerikan’ın refah toplumu! Gibi bir toplumda yaşamanın hayaliyle kendilerini avutup, duruyorlardı.
“Amerikan refah toplumun” özlemi içinde olan ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Celal Bayar ve Menderes, “bizde küçük Amerika olacağız” laflarını dillerinden düşürmüyorlardı. Ama neo-liberal dönemle birlikte  yüzündeki tüm maskelerini çıkaran dünya burjuvazisi, işsizliği, yoksulluğu, açlığı ve gerici savaşların tahribatlarını daha güçlü  bir tarzda ve  yeniden ortaya çıkardı.
Kendi elleriyle besledikleri ve  komünizme karşı savaşta vurucu öncü güçler olarak kullandıkları, dinci gericileri ve geri kalmış toplumların milliyetçilerini bahane ederek, Afganistan’ı, Irak’ı kana buladılar.
Böylece, burjuvazinin ”savaşsız, sömürüsüz” refah toplumuna geçildiği iddialarının bir palavradan ibaret olduğunu tekrar açığa çıktı.
Burjuvazinin “tek kutuplu dünya” lafları herkesin ağzında sakız olmuştu. ”Tek kutuplu dünya ‘la “ABD burjuvazisinin tek başına dünyaya egemen olması kast ediliyordu. Ama dünyanın yeni” imparatoru” ABD’nin üzerine oturduğu “zemin” ise durmadan kendi mezar kazıcılarını yaratan ve ölüm çağında yaşayan kapitalizmdi. Kapitalizm; kendini mezara götürecek olan  çelişkiler yumağını bağrında taşır.
Nitekim, Sovyetlerin ve doğu-Avrupa ülkelerinin liberal kapitalizme geçmeleriyle birlikte genişleyen kapitalist pazarlara egemen olmak isteyen burjuvaların aralarındaki  giderek şiddetlene ekonomik rekabet, bir yandan kısa aralıklı  aşırı üretim krizine yol açarken,  diğer  yandan  daha fazla  ucuz iş-gücüne ihtiyaç duyulmasının ortamını yaratarak, yoksulluğu, işsizliği, açlığı dünya çapında çığ gibi büyümesine neden oldu.  
Özellikle insan yaşamının vazgeçilmez gereksinmesi olan tarım ürünlerinin üretim alanları  tahrip edildi ve tarım   ürünlerinin piyasa   fiyatlarının belirlenmesini   spekülatörlere   terk edildi. Ve Böylece  açlık tehlikesinin dünyayı sarmaya başladı.
1997-1998 ve 2000-2002,uzak-doğu ve güney Amerika krizi diye adlandırılan dönemlerde ABD ekonomisinin bu krizlerden daha az etkilenmiş görünmesine rağmen, köşeye sıkıştığı gizlenemiyordu.
George W. Bush, ABD ekonomisini sıkışıklıktan kurtarmanın yolu olarak, spekülasyon oyunlarıyla ellerinde triyonlar tutarında dolar biriktiren bankaların (dolayısıyla Holdinglerin),  üretim için yatırımlara girmelerini teşvik adına,  vergilerini görülmemiş oranda aşağı çekti.  George W. Bush’un bu ekonomik politikası, ABD ekonomisini sıkışıklıktan kurtarması biryana, daha da derin bir ekonomik krizin içine girmesine yol açmaktan başka işe yaramadı.
2007 başlayan ekonomik kriz, Amerikalı işçileri, emekçileri yoksulluğun girdabına doğru sürükledi.
Nitekim 2011’lerin sonlarına girdiğimiz dönemde, Kuzey Afrika başlayan, işçilerin, emekçilerin, yoksulların isyanının ABD’ye sıçramasının önüne geçilemedi.
4 Ekim 2011 günü Amerika merkez bankası şefi  Ben Bernanke, ekonomik durumun daha da kötüye gittiğinin, işsizliği daha da artacağının “müjdesini” veriyordu. ABD’de 2011 yılını ilk yarısında ülke iç üretimin, bir önceki yılla göre %1,0 oranında gerilemişti.
Ve yine ABD’nin tanımış ekonomisti Nouriel Roubini, 2008 yıllında başlayan ekonomik krizin yeni krizlere doğru yol alarak daha da derinleşmeye devam edeceğini ve ABD’nde ve Avrupa’da ekonomik  krizin derinleşmesinin önüne geçilemeyeceğini açıklıyordu.  
ABD Maliye bakanı Timothy Geithner; Avrupa borç krizi ABD’nde etkileyeceğini, ekonomik krizinin daha şiddetlendireceğini itiraf etmekten kendini alıkoyamıyor ve borç krizinin ABD ihracatını daha da gerilettiğini de beyan ediyordu.
ABD’de, enflasyon kriz öncesine göre artarak % 6 seviyesine çıkmış. Yoksulların sayısı, Obama döneminde, 2,6 milyon artarak 46,2 milyon kişiyi bulmuş. Yoksulluk oranı; 2008 de %14,3 oranındayken, 2011 de   %15,1 çıkmış. 49.9 milyon (nüfusun %19,3 oranına tekabül ediyor)kişi sağlık sigortasından yoksunmuş. Bu oran bir yıl öncesine göre 1 milyon kişi olarak daha artmış.
ABD “imparatorluğunun” üzerine oturduğu kapitalist rejimin “sallantısından” en fazla etkilenen ve çalışarak yoksullaşan işçiler, işsizliğin girdabında açlıkla mücadele eden yoksullar isyan bayrağını çekerek, aynen Mısır’daki gibi alanları işgal etmeğe başladılar.
1929 ekonomik krizinden beri ilk kez ABD’de işçiler, sömürülenler, kapitalizme karşı başkaldırıyor.
Tekelci kapitalizmin Finans merkezinin bulunduğu New York’taki Wall Street caddesi, 12 bin işsiz tarafından işgal edildi ve bankaların iktidarlarına, “sosyal adaletsizliğe”  ve de kapitalist sisteme karşı isyan bayrağı açıldı.  
4 ekim 2011 Çarşamba günü burada başlayan isyan (aynı günde)  ABD’nin dört bir tarafını sarmakta gecikmedi.
Philadelphia,Baltimore,St.louıs,Chiogo,Seattle ve Lon  Angeles deki   ayaklanmalar, Perşembe günü  ABD’nin başkenti Washington’a sıçradı.
Eylemlerin ilk günlerinde mücadeleden yanaylarmış gibi  tavır takınan burjuva sendikacılar, kapitalizme karşı sloganların mücadeleye egemen olmaya başladığını  görür, görmez, (eylemlerin başladığı Çarşamba günün akşamı), başta  ABD’nin en fazla üyeye sahip sendikası  AFL-CIO, Doccupy olmak üzere, Wall Street eylemini desteklemekten vaz geçtiklerini açıkladılar.
Aslında  bu tavırlarını  nedeni, eylemleri destekleme bozları takınarak  mücadeleyi yatıştırmada başarılı olamayacaklarını anlamalarıydı.
New York Times gazetesine açıklamadan buluna, AFL-CİO sendikasının sözcüsü ve Otomobil sendikasının başkanı, sorunun sistemde değil, onun işleyişindeki yanlışlarda olduğunu  öne sürerek, kapitalist sistemin düzeltilmesi istemini gündeme taşıyor ve  eylemleri desteklemediklerini açıklıyordu.
Ve böylece ABD’deki sendikacıların da zengin burjuvalar ve kapitalizmin ateşli savunucuları oldukları bir kez daha kanıtlanıyordu.
Ama, tüm bunlara ve polisinin hemen saldırıya geçmesine rağmen eylemlerin aralıksız sürmesinin önüne geçilemedi.
4 ekimde başlayan ve sokak işgallerinin yanı sıra, öğrencilerin okulları işgal etmesiyle genişleyen eylemler, 3 kasımda Califonia eyaletinin Oaklanda şehirdeki ABD 5. Büyük limanı   20 bin gösterici tarafında işgal edilmesi ve tüm denizcilik faaliyetinin durdurmasına ve  limanın kapanmasına yol açtı. Bu eylemler, mücadelenin daha sertleştiğinin ve sertleşeceğinin göstergesiydi.  
Bu, Oakaland’da uzun süre sonra yapılan en büyük eylemdi. Sendikalar yasal gerekçelerin arkasına gizlenerek grev çağrısı yapmamalarına rağmen ,çok sayıda çalışanlar da eyleme katıldı.
3,4 kasımda yine ABD’nin farklı şehirlerinde “Wall Street’i eylemleri” düzenlendi. Bu eylemlere de polis saldırarak yüzlerce göstericiyi tutuklardı. Ama aynı günlerde, Bostan’da üniversite öğrencilerinden ve sendikalı işçilerden oluşan kalabalık grubun, Amerikan merkez bankası önünde toplanarak, öğrenci borçlarını proteste edilmesinin önüne geçilemedi.
Ve yine, Philadelphia ise ABD en büyük iletim şirketin Comcast’in binasında oturma grevi yapanlara polis acımasızca saldırıyor ve önüne geleni tutukluyordu.
Bu eylemler de yer alan sol grupların hedefinde; ekonomik krizin yükünü işçi ve emekçilere yüklemek için amansız saldırı kampanyası başlatan  cumhuriyetçi partinin içindeki faşizan  “tea party” vardı.
Obama’nın seçimlerde kitlelere verdiği ekonomik vaatlerin hiç birini yerine getirmemesinin  sonucunda yapılan ara seçimde, seçime katılma oranları düşmüş ve  Senato’da demokrat partinin  çoğunluğu kayıp etmesine yol açmıştı. Ve durum, cumhuriyetçilerin çoğunluğunu ele geçiren “Tea party” adlı parti içi gruba yaramıştı.  
Obama, Devletin 14 trilyonluk borcunun  birkaç sene içinde 4 trilyonluğunun ödenmesi için, bankların, tekelci holdinglerin süper zenginlerin vergilerinin biraz yükseltilmesini,  Senato’da çoğunluğu ele geçiren cumhuriyetçiler tarafından  başlangıçta  kabul etmediler. Daha sonra ise,  1,5 trilyon dolar tutarında işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının kısıtlanması şartıyla yasaya onay verdiler.
Ve  Obama, bunu  kabul etti ve yasayı  çıkardı. Sosyal hakların kısıtlanmasının baş suçlusu görülen  Tea partisi, ayağa kalkan  eylemcilerin   baş hedefi oldu.
Amerikan demokrat parti, sözde eylemleri hakkı gördüklerinin açıklamasına rağmen, Cumhuriyetçi parti eylemcilere karşı açıktan saldırıya geçmekte, onları kararlamakta gecikmedi.
Cumhuriyetçi partinin başka adayı Herman Cain, eylemcileri “Amerikalı olmamakla” suçluyordu.
Burjuvaziye göre “Amerikalı” olan sadece burjuvalar ve kan emici sömürücülerdir. Her zaman burjuvazi, sömürüsünü, acımasız baskısını göz ardı etmek için milliyetçiliğe dört ele sarılmaktan geri durmaz.
Bu burjuvalarda aynı şeyi yapıyordu. Açlığa, artan yoksulluğa başkaldıranlar, yine milliyetçi söylevlerle hemen etkisiz kılınmaya çalışılıyordu.      
Ama kapitalizme karşı isyan edenler, milliyetçi görüşlere birim vermeyeceklerini hemen gösterdiler.
Kapitalist sistemden yana olan burjuva sendikacılara rağmen işçiler, “savaşa hayır, bankaları devletleştirilsin, kapitalizme ölüm, yaşasın sosyalizm” sloganlarıyla harekete geçmişlerdi.    Özelikle çeşitli şehirlerdeki tüm mitinglerin hedefinde kapitalizm vardı.
Ve “sosyalizm yendiğini” iddia eden ve bu işi “başaran” olarak gösterilen Reagan heykellerini diken burjuvazi, ABD’nde de işsizliğin, savaşın, ekonomik krizlerin nedenlerini   ve kapitalizm kaçınılmaz alternatifinin  sosyalizm olduğunu göz ardı edemiyor. Her gecen gün daha da saldırganlaşmasının nedeni de bu.
Ama burjuvazinin milliyetçi nutuklarını ellerinin tersiyle itten isyan edenler, acil taleplerini etkin kılmak için tüm ABD de (özellikle) okullar ve belediyeler başta olmak üzere işgallerin genişletilmesi için harekete geçiyorlardı.
Bu eylemlerin yanı sıra, her hafta sonu kitlesel eylemleri organize ederek,  sosyal kısıtlamalara son verilmesi, 1,5 trilyonluk sosyal kısıtlamalar hemen kaldırılmasını ve bunların  yerine işyerlerin açılmasını talep ediyor ve bu taleplerin kabul edilmesine  kadar eylemlere devam edilmesi çağrısını  yapıyorlardı.
 Bankaların, tekelci kurumların ve süper zenginlerin vergilerin hemen yükseltilmesi, derhal savaşlara son verilmesi ve askeri harcamaların hemen en aşağıya çekilmesi. Askerlere sendika kurma hakkının tanınması ve demokratik haklar verilmesi, finans diktatörlüğüne son verilmesi de eylemci kitlelerin acil talepleriydi.
“Biz %99 uz” sloganıyla hareket edenler, kapitalist sistem son verilerek, “demokratik sosyalizmin” kurulmasının ve insanları gereksinmelerini karşılana yeni toplumun inşa edilmesinin, esas amaçları olduğunu da gizlemiyorlardı.
ABD ‘indeki bu başkaldırı, aynı zaman da sömürülenlerin, yeniden sosyalist sistemin arayışına girdiklerinin(hem de  kapitalizm ana merkezin de,)   somut kanıtıydı.
Lenin’in, ekim devrim sırasında kitlelere yaydığı  “yaşasın dünya sosyalist devrim” sloganı, yenide dünya işçi sınıfının baş talebi oluyor. Yaşasın dünya sosyalist devrimi.


     
  

19 Mart 2012

Dünya “İmparator’u” Amerikan burjuvazisinin sonu.


Dünya  “İmparator’u” Amerikan burjuvazisinin sonu.
Doğu Avrupa ve Sovyetlerdeki devlet kapitalizmden, liberal kapitalizmine geçişle birlikte Amerikan’ın” burjuva kalemşorları” artık kapitalizmin tarih sonu olduğunu, kapitalizm ve burjuva demokrasinin ilelebet yaşayacağını ilan etmekten çekinmemişlerdi.   Aradan geçen 20 sene sonra geriye dönüp baktığımızda, burjuvazinin sevincinin “kursağında kaldığını” rahatlıkça göre biliyoruz. Çok geçmeden, kapitalizmin, savaşlar, üst, üste patlak veren ekonomik kriz, durmadan artan işsizlik ve yine durmadan artan yoksulluk, açlık, çaresizlik demek olduğu tekrar ortalığa serildi.
İkinci emperyalist savaş sonrası, dünya kapitalizmi üzerinde kurduğu, siyasi, askeri ve ekonomik hegemonyasıyla, kendini “dünya imparator’” ilan eden ABD’nin burjuvazisi, ülkesinin de sınıf farklılıklarının yok olduğu! ,herkesin refah içinde yaşadığı, yoksulluğun, işsizliğin ortadan kaldığı! ,bir topluma geçtiklerini! İleri sürebiliyordu. Her ne kadar, ırk ayrımcılığı devam etse de, siyahla ırk ayrımcılığı yüzünden ikinci vatandaş statüsünde yaşamlarını sürdürseler de ABD; artık yıkılmaz kapitalist refah devletinin örneğiydi!
Dünyanın diğer ülkelerinin vatandaşları, “erişilmesi güç olan Amerikan refah toplumunu” özlemiyle yanıp, tutuşuyor ve Amerikan’ın refah toplumu! Gibi bir toplumda yaşamanın hayaliyle kendilerini avutup, duruyorlardı.
“Amerikan refah toplumun” özlemi içinde olan ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Celal Bayar ve Menderes, “bizde küçük Amerika olacağız” laflarını dillerinde düşürmüyorlardı. Ama neo-liberal dönemle birlikte kapitalizm, yüzündeki tüm maskelerini çıkaran dünya burjuvazisi, işsizliği, yoksulluğu, açlığı ve gerici savaşların tahribatlarının daha güçlü  bir tarzda ve  yeniden ortaya çıkardı.
Kendi elleriyle besledikleri ve  komünizme karşı savaşta vurucu öncü güçler olarak kullandıkları dinci gericileri ve geri kalmış toplumların milliyetçilerini bahane ederek, Afganistan’ı, Irak’ı kana buladı. Tüm bunlar burjuvazinin, ”savaşsız, sömürüsüz” refah toplumuna geçildiği iddialarının bir palavradan ibaret olduğu su yüzüne çıkardı.
Burjuvazinin “tek kutuplu dünya” lafları herkesin ağzında sakız olmuştu. ”Tek kutuplu dünya ‘la “ABD burjuvazisinin tek başına dünyaya egemen olması kast ediliyordu. Ama dünyanın yeni” imparatoru” ABD’nin üzerine oturduğu “zemin” ise durmadan kendi mezar kazıcılarını yaratan ve ölüm çağında yaşayan kapitalizmdi. Kapitalizm; kendini mezara götürecek olan (kesinlik varlığını sürdürdüğü müddetçe ortadan kaldırılamayacağı), çelişkiler yumağını bağrında taşır.
Nitekim, Sovyetlerin ve doğu-Avrupa ülkelerinin liberal kapitalizme geçmeleriyle  birlikte genişleyen kapitalist pazarlara egemen olmak isteyen burjuvaların aralarındaki  kıyasıya yarışın  sonucu olarak giderek şiddetlene ekonomik rekabet, bir yandan  daha fazla  ucuz iş-gücüne ihtiyaç duyulmasının ortamı oluşturuldu ve de  bunun sonucu olarak yoksulluğu, işsizliği, açlığı artırıldı.
Özellikle insan yaşamının vazgeçilmez gereksinmesi olan tarım ürünlerinin üretim alanları  tahrip edildi ve tarım   ürünlerinin piyasa   fiyatlarının belirlenmesini   spekülatörlere   terk edildi. Ve Böylece  açlık tehlikesinin dünyayı sarmasına neden olundu.
Diğer yandan , daha fazla kar elde yarışını  doğal sonucu olarak,, üst, üste patlak veren aşır üretim bunalımları ortaya çıktı.  Ekonomi  durgunluğun ve  çöküşün içine ittildi.
1997-1998 ve 2000-2002,uzak-doğu ve güney Amerika krizi diye adlandırılan dönemlerde  ABD ekonomisinin, bu krizlerden daha az etkilenmiş görünmesine rağmen, köşeye sıkıştığı gizlenemiyordu.
George W. Bush, ABD ekonomisinin sıkışıklıkta kurtarmanın yolu olarak, spekülasyon oyunlarıyla ellerinde triyonlar tutarında dolar biriktiren  bankaların, bu paraları üretime yatırmalarını teşvik için burjuvazinin (özellikle bankaların) vergilerinin görülmemiş oranda aşağı çekti.  George W. Bush’un bu ekonomik politikası, ABD ekonomisini sıkışıklıktan kurtarması biryana, daha da derin ekonomik krizin içine itmekte başka bir işe yaramadı.
2007 başlayan ekonomik kriz, Amerikalı işçileri, emekçileri yoksulluğun girdabına doğru sürüklerdi. Nitekim 2011’lerin sonlarına girdiğimiz dönemde, Kuzey Afrika başlayan, işçilerin, emekçilerin, yoksulların isyanı ABD’ne sıçraması kaçınılmaz olmuştu.
4 Ekim 2011 günü Amerika merkez bankası şefi  Ben Bernanke, ekonomik durumun daha da kötüye gittiğinin, işsizliği daha da artacağının “müjdesini” veriyordu. ABD’de 2011 yılını ilk yarısında ülke iç üretimin, bir önceki yılla göre %1,0 oranında gerilemişti. Ve yine ABD tanımış ekonomisti, Nouriel Roubini 2008 yıllında başlayan ekonomik krizin yeni krizlere doğru yol alarak daha da derinleşmeye devam edeceğini  ve  ABD’nde ve Avrupa’da krizin derinleşmesinin önlenemeyeceğini açıklıyordu.
ABD Maliye bakanı Timothy Geithner; Avrupa borç krizi ABD’nde etkileyeceğini, ekonomik krizinin daha şiddetlendireceğini itiraf etmekten kendini alıkoyamıyor ve borç krizinin ABD ihracatını daha da gerilettiğini de açıklıyordu.
ABD’de, enflasyon kriz öncesine göre artarak % 6 seviyesine çıkmış. Yoksulların sayısı, Obama döneminde, 2,6 milyon artarak 46,2 milyon kişiyi bulmuş. Yoksulluk oranı 2008 de %14,3 oranındayken; şimdi  %15,1 çıkmış. 49.9 milyon (nüfusun %19,3 oranına tekabül ediyor)kişi sağlık sigortasından yoksunmuş. Bu oran bir yıl öncesine göre 1 milyon kişi olarak daha  artmış.
ABD “imparatorluğunun” üzerine oturduğu kapitalist rejimin “sallantısının” yoğunlaşması, bu “sallantıdan” en fazla etkilenen, çalışarak yoksullaşan işçiler, işsizliğin girdabında açlıkla mücadele eden yoksullar isyan bayrağını çekerek, aynen Mısır’daki gibi alanları işgal etmeğe başladılar.
1929 ekonomik krizinden beri ilk kez ABD’de işçiler, sömürülenler kapitalizme karşı başkaldırıyor. Tekelci kapitalizmin Finans merkezinin bulunduğu New York’taki Wall Street caddesi 12 bin işsiz tarafından işgal ediliyordu ve bankaların iktidarlarına, “sosyal adaletsizliğe”  ve de kapitalist sisteme karşı isyan bayrağını açıyorlardı.
4 ekim  Çarşamba günü burada başlayan isyan aynı günde  ABD’nin dört bir tarafını sarmakta gecikmedi; Philadelphia,Baltimore,St.louıs,Chiogo,Seattle ve Lon  Angeles ayaklanmalar ortaya çıkarken, Perşembe günü isyan, ABD’nin başkenti Washington’a sıçradı.
Eylemlerin ilk günlerinde burjuva sendikacılar gönülsüzde olsa mücadeleden yanaylarmış gibi açıklamalardan bulunsalar da, kapitalizme karşı sloganların mücadeleye egemen olmaya başlamasını görür, görmez, eylemlerin başladığı Çarşamba günün akşamı, ABD’nin en fazla üyeye sahip sendikası, AFL-CIO, Doccupy Wall Street eylemini desteklemekten vaz geçtiklerini açıkladılar.
Bunun nedeni eylemleri destekleme bozları takınarak, mücadeleyi yatıştırmada başarılı olamayacaklarını anlamalarıydı.
New York Times gazetesine açıklamadan buluna, AFL-CİO sendikasının sözcüsü ve Otomobil sendikasının başkanı Açıkça sorunun sistemde değil, onun işleyişinin yanlışlığında olduğunu öne sürerek, kapitalist sistemin düzeltilmesi istemini gündeme taşıyor ve  eylemleri desteklemediklerini açıklıyordu. Ve böylece ABD’deki sendikacıların da zengin burjuvalar ve kapitalizmin savunucuları oldukları bir kez daha açığa  çıkıyordu.
Tüm bunlara ve polisinin hemen saldırıya geçmesine rağmen eylemlerin aralıksız sürmesinin önüne geçilemedi.
4 ekimde başlayan ve sokak işgallerinin yanı sıra, öğrencilerin okulları işgal etmesiyle genişleyen eylemler, 3 kasımda Califonia eyaletinin Oaklanda şehirdeki ABD 5. Büyük limanı   20 bin gösterici tarafında işgal edilmesi ve tüm denizcilik faaliyetinin durdurması; limanın kapanmasına yol açtı. Bu eylemler, mücadelenin daha sertleştiğinin ve sertleşeceğinin göstergesiydi.  
Bu, Oakaland’da uzun süre sonra yapılan en büyük eylemdi. Sendikalar yasal gerekçelerin arkasına gizlenerek grev çağrısı yapmamalarına rağmen eyleme, çok sayıda çalışanlar da eyleme katıldı.
3,4 kasımda yine ABD’nin farklı şehirlerinde Wall Street’i eylemleri düzenlendi. Bu eylemlere de polis saldırarak yüzlerce göstericiyi tutuklardı. Ama aynı günler Bostan’da üniversite öğrencilerinden ve sendikalı işçilerden oluşan kalabalık grup, Amerikan merkez bankası önünde toplanarak öğrenci borçlarını proteste ediyorlardı
Ve  yine, Philadelphia ise ABD en büyük iletim şirketin Comcast’in binasında oturma grevi yapanlara polis acımasızca saldırıyor ve önüne geleni tutukluyordu.
Bu eylemler içine katılan sol grupların hedefinde; ekonomik krizin yükünü işçi ve emekçilere yüklemek için amansız saldırı kampanyası yürüten cumhuriyetçi partinin içindeki “tea party” vardı. Obama’nın seçimlerde kitlelere söz verdiği ekonomik vaatlerin hiç birini yerine getirmeme sonucu olarak ara seçimlerde Senato’da demokrat parti çoğunluğu kayıp etmişti. Bu durum cumhuriyetçilerin çoğunluğunu ele geçiren “Tea party” adlı parti içi gruba yaramıştı.  
Obama’nın seçimi kayıp etmesi, seçim vaadi olan sağlık sigortasın olmayanlara bu hakkın tanıması için başladığı yasal girişimine ve devletin 14 trilyonluk borcunu kapatmak için Bush indirdiği burjuvazinin vergilerin yükseltmeğe teşebbüs etmesine, Cumhuriyetçi parti ve  özelikle onun içinde harekete eden “Tea party” (çay partisi)karşı  çıktı.
Devlet borçların birkaç sene içinde 4 trilyonluğunun ödenmesi için, bankların, tekelci holdinglerin süper zenginlerin vergilerinin biraz yükseltilmesinin kabul edilmesinin şartı, 1,5 trilyon dolar tutarında işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının kısıtlanmasıydı. Obama’ya bunu  kabul etti ve yasa çıkabildi .  Bunun için, ayağa kalkan  eylemcilerin ilk hedefinde Tea party yer alıyordu.
Amerikan demokrat parti, sözde eylemleri hakkı gördüklerinin açıklamasına  rağmen, Cumhuriyetçi parti  eylemcilere karşı açıktan saldırıya geçmekte, onları kararlamakta gecikmedi.
Cumhuriyetçi partinin başka adayı Herman Cain, eylemcileri “Amerikalı olmamakla” suçluyordu.
Burjuvaziye göre “Amerikalı” olan sadece burjuvalar ve kan emici sömürücülerdir. Her zaman burjuvazi, sömürüsünü, acımasız baskısını göz ardı etmek için  milliyetçiliğe sarılmaktan geri durmaz.
Bu burjuvalarda  ayın şeyi yapıyor. Açlığa, artan yoksulluğa başkaldıranlar yine  milliyetçi görüşlerle hemen etkisiz kılınmaya çalışılıyordu.      
Ama, kapitalizme karşı isyan edenler, milliyetçi görüşlere birim vermeyeceklerini hemen gösterdiler.
Kapitalist sitemden yana olan burjuva sendikacılara rağmen işçiler, “savaşa hayır, bankaları devletleştirilsin, kapitalizme ölüm, yaşasın sosyalizm” sloganlarıyla harekete geçmişlerdi.    Özelikle çeşitli şehirlerdeki tüm mitinglerin hedefinde kapitalizm vardı. Ve “sosyalizm yendiğini” iddia eden ve bu işi “başaran”  Reagan heykellerini diken burjuvazi, ABD’nde de işsizliğin, savaşın, ekonomik krizlerin nedeninin kapitalizm olduğunu sömürülenlerden, yoksullardan gizleyememiş ve kapitalizm kaçınılmaz alternatifi sosyalizm olduğunu göz ardı edememiştir.
İsyan edenler, acil taleplerini etkili kılmak için tüm ABD de (özellikle) okullar ve belediyeler başta olmak üzere  işgallerin genişletilmesi  için harekete geçiyorlardı.
 Bunun yanı sıra   her hafta sonu kitlesel eylemleri organize ederek,  sosyal kısıtlamalara son verilmesi, 1,5 trilyonluk sosyal kısıtlamalar hemen kaldırılmasını ve bunların  yerine işyerlerin açılmasını talep ediyor ve bu taleplerin kabul edilmesine  kadar eylemlere devam edilmesi çağrısını  yapılıyorlardı.
 Bankaların, tekelci kurumların ve süper zenginlerin vergilerin hemen yükseltilmesi, derhal savaşlara son verilmesi ve askeri harcamaların hemen en aşağıya çekilmesi. Askerlere sendika kurma hakkının tanınması ve demokratik haklar verilmesi, finans diktatörlüğüne son verilmesi de eylemci kitlelerin talepleriydi.
“Biz %99 uz” sloganıyla hareket edenler, kapitalist sistem son verilerek, “demokratik sosyalizmin” kurulmasının ve insanları gereksinmelerini karşılana yeni toplumun inşa edilmesinin, esas amaçları olduğunu da gizlemiyorlardı.
ABD ‘indeki bu başkaldırı, aynı zaman da sömürülenlerin, yeniden sosyalist sistem arayışına girdiklerini kapitalizm ana merkezin de,  tüm kapitalist dünya ya ilan ediklerinin  somut kanıtıydır.
Lenin’in, ekim devrim sırasında, işçi ve emekçi kitlelere seslenirken, “yaşasın dünya sosyalist devrim” Sloganı yenide dünya işçi sınıfının baş talebi oluyor. Yaşasın dünya sosyalist devrimi.


     

6 Mart 2012

Avrupa’daki ekonomik kriz, tüm dünya kapitalizm derinde etkiliyor.


 Avrupa’daki ekonomik kriz, tüm dünya kapitalizm derinde etkiliyor.
2007-8 yıllarında Avrupa’da, da başlayan ekonomik krizin sonu gelmediği gibi, bir, biri ardı sıra açıklana AB’ne üye devletlerin borçlarını ödeyememesin, güney Avrupa’dan kuzeye doğru yayılmaya başlaması, ekonomik krizinin daha da derinleşeceğinin göstergesidir.
11-11-2011 tarihinde, Avrupa merkez bankası ve AB komisyonu, Avrupa ekonomisinin büyük tehlike içinde olduğunu ilan ediyordu. AB komisyonunun para ve mali işlerle sorumlu üyesi Olli Rehn ;”büyümenin sıfırlandığını ve yeni resesyona sürüklenme (ekonomik daralma) riskinin büyüdüğünü” açıklıyor. Ve AMB(Avrupa merkez bankası)son aylık raporuyla, çöküş tehlikesi karşında hükümetlerin “yapısal reformlar”  yapma zorunda olduğu görüşlerini siyasi gündeme taşıyor. Burjuvazinin ”Yapısal reformu”, sömürüyü daha da yoğunlaştırma girişimleri olduğu bilindiğine göre, demek ki, işçilerin, emekçilerin sosyal ve ekonomik durumlarının daha da kötüleşmesi için, durmadan kısıtlana ekonomik, sosyal haklar daha da kısıtlanacak.
Ekonomik krizin, durgunluk döneminden, çöküş dönemine geçmesi,1929 krizinin “insan manzaralarının”  yeniden ortaya çıkmasıyla, Avrupa’da, da işçilerin, emekçilerin işsiz ve sefil yaşamları, yeniden gözler önüne sergilenmesi kaçınılmaz olacak ve  burjuvazinin “sosyal-devlet nakaratından” geriye hiçbir şey kalmayacak.
AMB’nin ekonomik uzmanlarının açıkladıkları anketlerde, büyüme beklentilerinin yerine karamsarlık “tabloları” çıkıyor.2011,2012 ve 2013 yılların boyunca ekonomik büyüme tahminleri hızla tarzda aşağıya çekildi. AB’de,2011 için tahmin edilen %1,6 büyümenin yerine %0,8 büyüme olabileceği açıklandı. Komisyon üyesi, Olli Rehn, ekonomik durgunluğun 2012 yılı boyunca süreceğinin öne sürüyor ve büyümenin %0,6 lar civarında olabileceği dair “iyimser tahmin” de bulunuyor. Olli Rehn’in bu iyimser tahminine karşı,  diğer burjuvazinin “ekonomik uzmanları” büyüme oranının %0 olacağı konusunda hem fikirler.
Kapitalist ekonomiyle ilgili “felaket tallahi’ ligini yapanlardan birisi olan uluslararası çalışma örgütü (ILO)  “küresel ekonominin yeni ve büyük bir istihdam kriziyle karşı, karşıya olduğunu” açıklıyor ve bunun toplumsal gerilime yol açacağının da vurgulayarak ;”118 ülke içinde 45’inde toplumsal gerilim ve huzursuzluk yüksek düzeyde” diyor.
İLO yaptığı incemeler sonucu, başta Avrupa birliği ve Arap ülkeleri olmak üzere,10larca ülke siyasi gerilim ve ayaklanmalarla karşı, karşıyaymış. 
“Ekonomik İşbirliği ve kalkınma örgütü” OECD göre, Avrupa’da, bu yıl%1,6 olacağı tahmin edilen büyüme, gelecek yılda  %0,3 oranı da kalacak.
ABD’de Büyüme tahminleri,2011 yılında, %2,6 dan,%1, 7 ‘ye,2012 de, de %3,1den %1,8 oranlarına çekilmiş.
 Bu ve buna benzer rakamlar, burjuvazinin “bu finans krizdir, Real ekonomiye yansımaz” laflarını boş bir lakırdıdan ibaret olduğunu gösteriyor.
Örneği, durmadan yalana dayana yayınlarıyla işçi ve emekçileri aldatmaya çalışan ve yapmacık iyimser ekonomikle ilgili rakamları ortaya atan ,”Deutsche welle” bile sanayi sektörü, borç krizi ve küresel ekonomik durgunlaşmanın etkilerini hissetmeye başlandığını ve ihracatının  %40 oranını ortak para bölgesine yapan Alman şirketlerine verilen siparişler azaldığını belirtiyor.
“Denizaşırı ülkeler de artık önceki aylardaki kadar Alman malı ithal etmiyor”(DW 16-11 2011 sayılı bülteninden), görüşlerin sarf etmelerine rağmen, Almanya’yı diğer AB üyeleriyle kıyaslayıp, bir “iyimserlik havası “ yaymaktan geri durmuyor ve devam ediyor; ”ispanya yaz aylarını durgunlukla geçirirken, Portekiz’in milli geliri % 0,4 oranında azaldı. Fransa %0,4’lük büyüme hızını aşamadı. Yılın ikinci çeyreğinde %0,5 büyüme hızı yakalayan Avusturya Temmuz-Eylül döneminde %0,3’e geriledi. Hollanda ekonomisinin üçüncü çeyrekte daralması sürpriz oldu. Hollanda’nın GSYH’si binde üç oranında eridi”.(a.g.b)diyor ve bunlara göre “Almanya’nın durumu iyidir”  de ilave ediyor.
Alman Burjuvazisinin ve hükümetinin yalanların yayma görevi layıkıyla yerine getiren, DW’nin  “iyimserliği” yayma uğraşsızının; Alman hükümetinin son günlerde, her dönemde rahatlıkla alıcı bulduğu 6 milyar Euro ‘lük tahvil pazarlamasında (ilk kez ve beklenenin altın da )  3,8 milyarlık Euro ’lük bölümü satılabilmiş olması ve yakın bir  gelecekte, borçlarını ödemekte müşkül durumda kalan ülkelere kervanına katılma ihtimali, boş bir çapa olduğunu gösteriyor.
 Kredi derecelendirme kurumlar tarafında, “3 A” olan kredi değeri aşağıya çekilen Fransa, ABD, v.s gibi ülkelere, sözde “ekonomisi güçlü” olduğu iddia edilen ama trilyonluk borçları olduğu açıklanan  Almanya’nın da katılması beklenmeyen bir olay olmayacağı açıktır.
Özellikle Avusturya’nın giderek bataklığa saptanmasının kaçınılmaz olduğu artık gizlenemiyor. Avusturya maliye bakanı bayan Maria Fekter, ”iyimserlik tabloları” çizse de, “Viyana yüksek araştırama enstitüsü” şefi Bernhard Felderer, Avusturya’nın kredi notlarının sağlam zemine oturmadığını ve kredi notunun düşürülmesi kaçınılmaz olduğunu; son dönemlerde, de piyasaya sürülen devletin ve banklarını tahvillerinin çok az alıcı bulmasını, (özellikle,) ekonomik olarak iç, içe geçtiği ve sık bir bağlantısı olduğu İtalya ekonomisinin çöküntüye girerek, borçlarını ödeyemediğini açıklamasının Avusturya ekonomisini derinden sarmasına bağlıyor. Felderer’a göre, İtalya ekonomisi düzelmeden, Avusturya ekonomisinin istikrara girmesi imkânsız ve bunu Avusturya ekonomisi için birinci sorun olarak görülüyor. Sadece Avusturya bankaların, “güney Komşusuna”  verdiği borçlardan vadesi geldiği halde ödenmeyenlerin tutarı şimdiden 16,5 milyar Euro’yu bulmuş.
Uluslararası Kredi değerlendirme kurumları, Bank Austria’nın ve İtalya’da bulunan şubesi Mailänder uniCredit’nin, Avusturya büyük sanayisinin durumları, Avusturya’nın kredi notlarını olumsuz şekilde etkilediği gizlemiyor.
“Borçlarını ödeyemediklerini “ açıklayan ülkelerde ise işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal durumları ise  bir felaket.  İspanya’da, işlerini kayıp eden insanlar, satın aldıkları evlerin borçlarını ödeyemedikleri için sokaklara atılıyor ve sokaklarda   yaşamaya  mahkum ediliyor. Sadece son günlerde İspanya’nın başkenti Madrid’e  20 bin kişi sokaklarda “yatıp, kalkanlara” katılmış.   Yunanistan ha keza, sokaklar işsiz ve evsiz insanlarla dolu. Oysa, topraklar millileştirilse, toprak  ve mülk alım, satımı yasaklasa ve dolayısıyla, toprak rantına son verilse, konut sorun hemen çözülür ve herkese parasız barınma imkanına sahip olur. Ama burjuvazinin gelir kaynaklarında önemli birisi toprak rantıdır. Bunun için kapitalizmde devamlı konut sorunu var olur ve olmaya devam eder.
Diğer yandan, Pazar ve kâr amacıyla yapılan üretimin, ekonomiyi krize sokması, insanları işsizliğin, sefaletin, açlığın içine itmesi sömürücü burjuvaziyi zerle kadar ilgilendirmiyor. Çünkü ekonominin krize girmesinde baş rol oynayan burjuvazi, iktidar gücüne dayanarak, ekonomik krizinin yükünü, ekonominin krize girmesinde, en küçük tarzda dahi katkısı olmayan işçilerin, emekçilerin sırtına yıkarak, lüks yaşatışına, saltanatına devam ediyor.
             AB ülkelerinde başlayan” borç krizinin” baş suçlusu “Alman burjuvazisidir”   
Almanya’nın “ çok uluslu” bankalarının,( ekonomik krize rağmen) alacaklarını tahsis etmeyi kendine vazgeçilmez görev edine acımasız “icra memur” Merkel,  sefalet içindeki yaşama mahkûm edilen insanları sayısının durmadan artmasına bakmadan,  “tasarruf programlarıyla”   sömürüyü daha da katmerleştirecek ekonomik-politikaları zorla, tehditle “borçlu ülkelerde” yürürlüğe koyulması için “gecesini, gündüzüne katıyor”. DDR’deki bürokratik kapitalizminin arkasına gizlenerek sosyalizm aleyhinde durmadan kararlama kampanyaları yürüten Merkel ve onun gerici partisinin neden sosyalizm düşmanı oldukları, acımasız ve sömürücü burjuvaların temsilciler olmalarından kaynakladığı belirginliğe kavuşuyor.
Burjuvazi, yıllardan beri “demokrasi laflarını” dilinde düşürmez. Sözde iktidarda olmalarını “serbest seçimlerle” halk kitleleri belirliyor!
Yunanistan’ının eski başbakanı Giorgos Papandreou’nun, kendilerine dayatılan borçlarını ödettirmeyi ve dolayısıyla işçi ve emekçilerin sömürülmesini daha da katmerleştirmeyi amaçlayan, “yeni tasarruf programının” yürürlüğe girmesine, parlamentonun yanı sıra referandum yoluyla halkında karar vermesini  istediğini açıklaması, Alman hükümetinin ve Bankaların,  “patronlar örgütlerinin”,  ayağa kalkıp, “nasırlarına basılmış gibi” çığırtılarıyla “yeri, göğü inletmelerine “ yol  açtı.
Böylece, “Halkın iradesi, demokrasi” üzerine yapılan propagandaların tümünü sahte olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Burjuvazinin karına dokunmadıkça “ demokrasi “ var olur, ama onun acımasız sömürüsüne hayır denildi mi? Demokrasi ve onun kuralları hemen rafa kaldırılır. DDR’de demokrasinin olmadığı lafların dilline dolayan Merkel, Papandreou’nun “son tasarruf programın halkın oyuna sunacağım” demesi karşısında, Yunanistan’ın AB’den atmakla tehdit etmekten çekinmedi.
İnsanlar iliğine kadar sömürecekle ama sömürülenlere, “ülkeyi ekonomik düzlüğe çıkarılacağı” iddia edilen bu programı “kabul ediyor musun? Etmiyor musun?” Diye bir şey sorulmayacak!. İstene buydu. Nitekim Papandreou, referandum yerine, Merkel’in istediği “ulusa hükümetin” kurulmasını ve kendisinin başbakanlıktan ayrılmasını kabul ederek, sahte direnme taktiklerin bir yana bırakarak istifa etti.
AB atılma tehdit, ”Yunan burjuvazinin”, “eteklerinin tutuşmasına” yetide, arttı. Oysa AB ve para birliğinde en fazla faydalana, Almanya’nın uluslararası tekelci sermayedir.
Batı-Almanya, doğu-Almanya’yı Sovyetlerden satın aldıktan sonra, neo-liberal politikalarla, sosyal-devlet uygulamalarına son veren ve iş gücünün en ucuz şekilde edilmesinin ortamını yaratan ve AB diğer ülkelerine karşı avantajlar elde ederek, en fazla ihracat yapan, diğer AB ülkelerin aksine ihracatı, ithalatı çok fazla olan ve yine rekabet gücü karşısında direnemeyen diğer AB ülkelerinde üretimin gerilemesine, fabrikaların kapamasına neden olan  ve de doğu Avrupa’nın,özellikle Rusya’nın liberal kapitalist sisteme katılmasıyla, emperyalist sermaye için en ucuz işgücünün ortaya çıkmasının  yanı sıra gelişmiş teknolojinin, yetişim teknik elemanların ve sermayenin yatırım için çok uygun alt-yapının ve hammadde kaynaklarının var olmasından esas olarak yararlana Almanya’nın güçlü  Tekelci şirketleri,  güney Avrupa ülkelerini terke edip, daha fazla kar elde etmek için doğu-Avrupa ülkelerine üşüştüler.  
Bu durum, güney Avrupa ülkelerinin ihracatıyla, ithalatı arasındaki “makasın” daha da açılmasına neden oldu ve bu ülkeler, ithalatlarını karşılamak için giderek önemli boyutlara tırmana kredilere ihtiyaç duydu ve “bu ihtiyaçlara ” cevap verenlerin başında yine Alman bankaların olmak üzere,  Fransız, Hollanda ve Avusturya bankaları geldi. Ve bunlar Yüksek faizli kredi muslukların açtılar. Son ekonomik krize kadar borç taksitlerin zamanında ödeyerek yeni borçlar edine “Alman ve Fransız bankalarına borçlu olan ülkeler” ekonomik krizin, ekonomilerini durgunluk içine itmesi sonucu, borçlarını ödeyememe sorunuyla baş, başa kaldılar.
Şimdi Merkel, güney Avrupa ülkelerinin  borçlarını ödeyememelerin nedeni, Almanya’nın Finans kapitalinin aşır kar hırs değilmişçesine, Alman bankalarına borçlu olan ülkelere  “halklarınızı sefalet içine iti ve borçlarınız ödeyin” diyor ve Almanya’da 1990lar sonrası yürürlüğe sokulan “tasarruf programlarını” zorla bu ülkelere de uygulatmaya çalışıyor.
Güney Avrupa’nın ülkelerinin  burjuvaları, AB’yle ekonomik, siyasi olarak birleştikleri için “AB efendisi” Fransa’nın, Almanya’nın karşısında direnemiyor ve Fransa’nın, Almanya’nın bankalarının alacaklarını toplamakla görevli hükümetlere boyun eğip, “gözlerini kırpmadan”  ülkelerindeki, işçilerin, emekçilerin sefaletini hazırlıyorlar.
Baskısız, hegemonyasız Sermayenin AB olamayacağı, her gecen gün daha da açığa çıkıyor. Sermaye,  birbirleri üzerinde baskı ve hegemonya kurmaya çalışır görünürken, esas hedef aldıkları işçiler ve emekçilerdir. Bunun için sömürülenlere karşı hemen birlik oluyorlar. AB’nin hükümetlerinin toplantılarında alınan “tasarruf programlarına” AB’ne ait  tek bir ülke  hükümet bile itiraz etmiyor. Aksine hepsi, işsizliği durmanda artıran, yoksulluğu genişletip, geliştiren tasarruf programlarını yürürlüğe koymak için “can atıyorlar”.
                           İşçilerin ve emekçilerin mücadelesi.
 Yunanistanlı işçiler ve emekçiler başta olmak üzere, güney Avrupa ülkelerinin işçileri ve emekçileri, burjuvazinin saldırılarına karşı sesiz kalmıyor, üst, üste grevler, genel grevler yaparak ve yürüyüşleriyle, mitingleriyle,  sokak işgalleriyle, polislerle çatışarak, hükümetleri ekonomik saldırı politikalarından vazgeçmeye zorluyorlar.  Ama Yunanistan’da, Portekiz’de, İspanya’da, İtalya’da, İngiltere’de v.s patlak veren kitlesel mücadelelere rağmen, burjuva hükümetleri tasarruf programların yürürlüğe koymada geriye bir adım bile atmıyor. Sıkıştıkları zaman, işbaşında ve yıprana  hükümetlerin yerine başka burjuva partilerinin hükümetleri gelmesi için, burjuva seçim sistemin devreye sokup, “halkın tasarruf programlarını” onayladığına dair intibalar yaratarak, bildikleri yolda kararlıkla yürüyorlar.
Seçimle hükümetten düşürülen “Yıprana hükümetlerin” tümü, neo-liberal politikalara adapte olan ve  “sosyal-devlet” politikalarını terk eden  “sosyalist” veya sosyal-demokrat partilerdir. Bu partilerin yerine iş-başına gelenlerse, devamlı liberal kapitalizmin savuna burjuva muhafazakâr partiler. Aslında, burjuvazinin,  sağcı diye nitelendirilen bu partileri hükümete getirmesinin nedeni, “tasarruf programlarının” yürürlüğe girmesini istemeyen ve direnen kitlelere karşı, daha şiddetli siyasi saldırılara başvurulmasını sağlamak içindir. Artık, Avrupa’da, da burjuvazi içinde,  devlet şiddetine daha fazla başvurmadan, kitlesel direnişlerin durdurulamayacağı görüşleri yaygınlaşıyor. Bunun için siyasi saldırılar, tam anlamıyla devreye sokmak isteniliyor. Bunun için bir yanda, Yunanistan’da, da olduğu gibi askeri darbe tehditlerin gündeme getirerek, İşçilerin, emekçilerin, gençlerin gözlerin korkutulmaya çalışıyor, diğer yanda Portekiz’de, İspanya’da, Salaza, Franko faşizminin savunucusu partiler, “sosyalist” veya sosyal-demokrat partilerin izledikleri neo-liberal politikalar karşısında hayal karıklığına uğrayan kitlelere,  “kurtarıcılar” olarak sunuluyor. Oysa bu partilerin tek yapacakları şey, sefaletin artışına karşı direnen kitleleri “devlet düzeninin sağlanması” adına faşist devletin şiddet metotlarıyla sindirmektir.
Seçimlerle hiçbir şeyin değişmeyeceğine inana ve bu yüzden seçimlere katılmayanların oranı %50ler düzeyinde olmasına rağmen, seçimler “geçerli” sayılıyor ve böylece bir dönem faşizm destekleyen partilerin hükümete gelmelerinin yolları açılıyor.
İspanya’da, bir önceki seçimlere göre seçime katılma oranının düşüklüğüne rağmen, hükümete gelen, bir dönem Franko faşizminin destekleyicisi olan  parti, “sosyalist hükümeti” döneminde sokakları işgal eden ve iş isteyen gençleri “ niye saldırıya geçip, dağıtmıyorsun, devlet düzenini sağlamıyorsun” diye  eleştiriyordu. Şimdi bu parti, İspanya’da hükümete geldi ve direnlere karşı hemen saldırıya geçeceği açık değil mi?
                   İşçileri emekçilerin bekleyen görev                       
 Avrupa burjuvazisinin ekonomik saldırıları karşında tek, tek ve ülkeler düzeyinde yapılan grevler, genel grevler, yürüyüşler, mitingler, sokak işgalleri, burjuvaziyi ekonomik saldırılarından vazgeçiremedi. Tüm AB üye ülkelerin hükümetleri, birleşen burjuvazinin çıkarına siyasi ve ekonomik politikalar izlediklerine göre, AB ülkelerinin işçileri, emekçileri bir anda genel greve gitmek zorundalar, Başka türlü burjuvazi geriye adım atmaz. Almanya’daki Sol partinin(Linke Partei) başladığı ve çağrısını yaptığı, “Avrupa birliğinde genel grev”  yapmak kaçınılmazdır. Başka türlü birleşik burjuvazinin ekonomik ve siyasi saldırıları durdurulamaz.
AB işçi sınıfın, Sol partinin gündeme getirdiği acil talepler için genel greve girmeden kısa dönemde bir çıkış yolu dahi bulunamaz.