23 Şubat 2008

Tayyip

Tayyip Erdoğan Almanya’nın da siyasi gündemini belirledi!

Tayyip Erdoğan , Almanya ’ya “ bir geldi , pir geldi ”. Giderek Dünyayı sarsan ve Almanya’yı da derinde etkileyen kapitalizmin krizinin derinleştiği , Ford ve General motor başta olmak üzere zarar ettiklerini ileri süren Amerikan kökenli tekellerin , Avrupa dahil bir çok ülkede işçilerin işlerine son vereceğini açıkladığı ve sadece Opel otomobil fabrikaların sahip General motorun 80 bin işçiyi kapı dışarı edeceğini ilan ettiği , Nokia fabrikasının sahip Finlandiyalı tekel , “ burada işçi ücretleri yüksektir , ben fabrikamı Romanya’ya taşıyorum ” deyerek taşeron firmalarına ait 2500 işçiyi işten çıkardığı , 3500 kadrolu işçileri de işten çıkarmak için kolların sıvadığı , çelik sanayi başta olmak üzere , bir çok sektörün de işçilerin uyarı grevlerine girdiği , yapılan ve yapılacak olan Almanya da ki eyalet seçimleri vesilesi ile siyasi çatışmaların kızıştığı , Sol partinin artan oyları karşısın da , neo-liberal politikaların uygulayıcısı , savunucusu ve kapitalizmin yıkılmazlığının! ilan eden burjuva partileri telaşa kapılıp yeniden anti-komünist propagandayı yoğunlaştırdığı , işçi sınıfla , burjuvazi arasındaki çelişkinin keskinleştiği ve burjuva partilerin bu çelişkiyi gündemde çıkarmak için yerli , yapancı işçi ayrımının kızıştırmaya çalıştığı bir sıra da , Tayyip Erdoğan Almanya ya adımın attı ve gündemi birden bire “Almanya da asimilasyon var mı ? yok mu?” tartışmasına dönüştürdü .
Önceden planlandığı belli olan Tayyip ’in bu gezisi , Ludwigshafen da ki yangınla daha da ses getirerek bir ortama denk geldi . Ve Tayyip de, suni “siyasi gündemi” belirle fırsatının elinden kaçırmadı .
CDU , Ludwigshafen yangını çıkmadan önce Essen seçimleri vesilesi ile yapancıları , (özellikle Türkiyeli gençleri) , kriminell olayların müsebbipleri olarak lanse ederek seçim propagandalarının temel malzemesi yapmıştı ve bu şekilde hareket ederek seçmenlerin , sol- partinin kapitalizm’i ve neo-liberal politikaları hedef alan propagandasından etkilenmelerini önlemek istiyorlardı.
Seçim sonuçları , 2002 yıllındaki (1) gibi Türkiyeleri hedef alan propagandanın seçmenleri etkilemediğini ve yapancı düşmanlığını kışkırtmanın burjuvazinin işçilere hedef alan saldırıları karşısında iş yaramadığını gösteriyordu . Bu taktikler , Koch isimli yapancı düşmanlığını politik propagandasının esas unsuru haline getiren gericinin siyasi hezimetini hazırladı .
Bunun için ,Ludwigshafen yangını , bu yenilgiyi hazmedemeyen Neo-Nazilerin iş olduğu şüphesini kuvvetlendirmişti .Dolayısı la Türkiyeliler , bu yangın karşısında haklı olarak ayaklandılar. CDU ’lar ise telaşa kapıldılar ve suçluluk psikolojisinin içine girdiler . Çünkü bunların yapancıları , özellikle Türkiyeleri hedef alan gerici propagandaları , Neo-Nazilerin saldırıya geçmelerinin işaretini oluşturuyor .(2)
Yangın çıkar çıkmaz ve hiç bir ip ucu olmamasına rağmen ( ki yangın söndürüldükten 3,4 gün sonra binaya girildi ve delillere toplanmaya başlandığı açıklandı) “ Bu olayın yabancı düşmanlığı la bir ilgisi yoktur” açıklanması kuşkuları daha da artırıyordu.
Tayyip ise , aslında Alman hükümetin imdadına yetişti . Türkiyelilerin kuşkuların yatıştırmak için sözde “yangın eksperlerini” Almanya ya gönderiyordu.! Oysa tam bu sırada Alman iç-işler bakanı “PKK karşı ortak iş birliğini geliştirmek “ için Türkiye de idi. Tayyip , Alman devletine güvenmediği için değil, CDU’lu başbakan Merkel’e ve yapancı düşmanı olmakla ünlenmiş iç-işler bakanı Wolfgang Scheuble güvenmeyen Türkiyelileri yatıştırmak için devreye girdi , “uzman ekip” göndererek sözde yangının çıkış nedenini araştırdı .!
Tayyip’in “ Türkiyelilere sahip çıkıyorum” bozlar takınması, Türkiyelileri yatıştırma ve Alman devletine güven duyulmalarını sağlama amacına yönelikti. Nitekim bu görevi başarıla yerine getirip , Türkiyelileri yatıştırdı . Polise ve İtfaiye ye teşekkül ederek “Alman yöneticilerine güven duyulması “ için çağrı yaptı ; ama Türkiyelilerin evleri ardı ,ardına yakılmaya devam ediliyor.
Tayyip , bu görevini yerine getirdikten sonra show’na başladı ve birden bire CDU ve CSU nun senelerdir ısrarla sürdürdükleri Türkiyeli işçileri hedef alan ve Türkiyelilerin Alman vatandaşlığına geçmeye başlaması la birlikte zora dayana asimilasyoncu politikaya dönüşen politikalarını eleştirerek ortalığı ayağa kaldırdı .
Tayyip Erdoğan , 6 seneyi aşkın bir süredir Türkiye’de hükümettedir. Peki ne oldu ki , Türkiyeli işçilerin zora dayana bir asimilasyoncu politikaların baskısı altına oldukları aklına geldi!?
Tayyip , aklı sıra , Türkiye’nin AB’ne girmesine karşı olan CDU ve CSU nun , Sarkozy’nun Fransa da devlet başkanı olması la AB içinde güçlenen politikalarına karşı koz arıyor . Bulduğu koz ise , yoksullukları ve işsizlikleri neden ile Avrupa’nın kapitalist pazarların da iş-güçlerin satışa çıkaran Türkiyelilerin varlığı.!
Aslında Tayyip , AB’ne girmekten ümidini kesmiştir. Bunun içinde ABD’ye ve MHP’li faşistlere yanaşıyor ve( menfaları gereği) Türkiye’nin AB girmesini isteyen Tekelci burjuva kesimleri ile bunun için çatışma giriyor . Holdinglerin ve onların basın , yayın organlarının Tayyip Erdoğan hükümetine karşı harekete geçmelerinin nedenin de budur.
Almanya’nın gerici partileri CDU ve CSU , Sovyetler ile Batı-emperyalizmin arasın da ki çatışması dönemin de Türkiye’nin en büyük dostları idiler!. 1960 sonrası Demirel hükümetinin işsizlik sorununu “çözmesine ” yardım etmek amacılar , Almanya’da 1 milyon işsizin var olduğunu göz ardı ederek , Türkiye’den iş-gücü ithal etmeğe başlamışlardı . Bir yandan bu ithal işçileri grev kırıcısı olarak kullanırlar iken , diğer yanda Demirel Hükümetinin döviz sıkıntısını gidere bilmesinin de kanallarını açıyorlardı . Ve böylece , işçi dövizleri Türk devletinin “nefes borusu” olma görevini yerine getiriyordu .
Bu dönemde Türkiye’nin köylülerinin “gelenekler, görenekleri, Almanca bilmemeleri” ne sorun yapılıyordu , ne de “toplumsal uyumsuzluğun temel nedeni” sayılıyordu .
Aslında CDU , feodal ve kapalı tarım ekonomik ilişkilerin belirlediği Türkiyelilerin geri “gelenek ve göreneklerinin” muhafaza etmesi için özel uğraşı verdi ve “Türk işçilerinin” Batını Burjuva demokratik toplumunda etkilenmemesi için de şeriatçı tarikatların devreye girmesini sağladı .
Türkiye de örgütlenemeyen ve faaliyetleri yasaklanan tarikatlara serbest çalışma alanları açıldı . Böylece şeriat hükümlerinin Türkiyeliler üzerinde yeniden etkinlik kurmasının zemin hazırlanıyordu . Tarikatların camilerine serbestlik tanınarak , tarikatların üst’ü camilerin açılmasına izin verilerek, Türkiyeliler arasın da şeriatçılığın yayılmasının ortamı oluşturuldu . Çünkü, Alman burjuvazisi ,bir yandan da , proleterleşme sürecine girmesinden korkulan yoksul Türkiyeli köylülerinin komünist düşüncelerden etkilenmemeleri için “komünizmin panzehiri” şeriatın devreye girmesine göz yummakta sakınca görmüyordu .
Batı Avrupa burjuvazisi sayesinde güçlene tarikatlar , Türkiye’de de yeniden etkin olmanın imkanlarını elde ettiler. Bugün dinciliğin Türkiye de bu kadar etkin olmasının temel nedenlerinden biri , başta Alman burjuvazisi olmak üzere , Avrupa burjuvazisinin tarikatlara verdikleri güçlü destektir .
Faşist askeri darbeler birleşen , Avrupa’dan destekli tarikatlar , Dinci AKP’nin , hükümete gelmesine yardım edecek kadar siyasi olarak güçlenmişlerdir .
Türkiye toplumu , cumhuriyetin kuruluşundan beri , kapitalistleşme ve burjuvalaşma yollunda , İslam ülkelerinin hiç birinde şimdiye kadar dahi rastlanmayacak bir tarzda , laikliği benimsemiş ve kapitalizm öncesi üst-yapı kurumlarına, şeriata , geri gelenek ve görenekler savaş açmış ve bu konuda önemli mesafe kat etmiştir . Bunun için Avrupa’da ki Türkiyelerin tümü , burjuva toplumuna entegre olamayacak tarzda , geri gelenek ve göreneğe ve kültüre sahip oldukları konusun da ki tespitler abartılıdır ve kastlı olarak ,yabancı düşmanlığının diri tutmaya çalışan Alman gerici partileri tarafından ortaya atılan milliyetçi görüşlerdir .
Bilindiği gibi ,küçük köylü üreticileri de , ellerinden çıkmak üzere olan üretim araçlarına yeniden kavuşmak ve daha da zenginleşmek amacı la iş-güçlerini satışa çıkarmalarına rağmen daha da yoksulaşmakla, geçimlerini zar zor sağlamakla baş başa kalırlar. Çünkü burjuvazinin sömürüsü onlara daha da yoksullaşmakta başka bir imkan tanımaz ve onları proleterleştirir .
Ama ,neo-liberalizm öncesi , Avrupa’ da , Özelikle Almanya’ da bu söylediklerimizin tam ters bir manzara ile karşı karşıya kalırız. Çünkü Avrupa’da ve Almanya’da iş-gücünü satan Türkiye’nin küçük köylü üreticileri , Avrupa’da proleterleşerek yoksullaşmadılar , aksine zenginleştiler. Köylerin de terk edikleri maddi varlıkların kat,kat üstünde mal varlıklarına sahip oldular . Bu durum onlara , şu veya bu şekilde , geri geleneklerini , göreneklerini ve ataerkil aile yapısının ( bir dönemle sınırlı da olsa) muhafaza edile bilmesinin maddi temelini oluşturdu.
Oysa bunun tam tersi olsa idi , Proleterleşen küçük köylü üreticileri , ne geri geleneklerini , göreneklerini muhafaza edebilirlerdi , neden ataerkil aile yapısını ayakta tutabilirlerdi . Özelikle , kapitalizm ve gelişmesi , dinin toplumdaki etkisini , ataerkil aile yapısını darmadağın eder , Proletarya’ya ne aile bırakır ,nede babanın hanımı ve çocukları üzerinde baskısını ve otoritesini .
Özellikle kadınların ve çocukların , kapitalist üretime katılarak , ekonomik özgürlüklerine kavuşması , ailenin dağılmasına yol açar . Bu, aynı zaman da toplumun zincirlerinden kurtularak özgürleşmesinin zemini hazırlar ve dinin toplum üzerindeki etkisini kırara ve işlevsel hale getirir.
Avrupa’da işçilerin yoksullaşmayıp , zenginleşmesine neden olan sosyal devletin ve refah- toplumun oluşturulması idi . Özelikle emperyalizmin sömürüsü altında olan yoksul emekçileri sosyalizmi amaçlayan mücadelesi, sosyalist ülkelerin varlığı , emperyalist burjuvaziyi kendi ülkesin de ki kapitalist sistemi korumak için taviz vermeye , (kapitalist sömürünün işçileri yoksullaştırmasını önlemek ve kapitalizm yaşatmak amacı la) , kapitalist-emperyalist sömürüden elde ettiği karların bir kısmını sosyal devleti , refah toplumu oluşturmak için harcama zorladı .
Avrupa’ya ayak basan Türkiye’nin küçük köylü üreticilerini , sosyal-devletin, refah toplumunun nimetleri bekliyordu .Geri bir toplumun şekillendirdiği tüketim alışkanlıkları, onlara daha fazla para biriktirmelerine ve hızlı zenginleşmelerine yol açıyordu.
Avrupa’da oluşturulan refah toplumunun varlığı , burjuvaziye Marks’in kapitalizm ile ilgili analizlerinin yanlış olduğunun (sözüm ona) kanıtlama imkanı tanıyordu.! Elveda proletarya çığlıkları la , artık zincirinden başka kayıp edeceği bir şeyi olmayan proletarya yok olmuştu! , onu yerini , refah içinde yaşayan tüketim toplumunun çalışanları almıştı!.
Bu durumu başka türlü yorumlayan Maocular da , Avrupa işçi sınıfın artık sosyaliz için mücadele edemeyecek bir sınıfa dönüştüğü sonucuna varıyorlardı.
Oysa, refah-toplumu , kapitalizmin niteliği le çelişki içinde bulunmasından dolayı , geçici olarak varlığını sürdüre bilecek olan siyasi iradenin bir ürünü idi . Sosyalizm tehlikesi bertaraf edildikten sonra burjuvazinin refah-toplumuna son vermeye çalışacağı açıktı .
Nitekim, 1970 ler sonrası tekrar gündeme giren kapitalizmin ekonomik krizi, sosyal devleti ve refah toplumunu sarsmaya başladı . İşsizliğin artışı , sosyal devletin ve refah toplumunun nimetlerini paylaşma çatışmasını ve çelişkisini ortaya çıkardı . Burjuvazinin gerici partileri (ve yer, yer sosyal-demokrat partiler de) işsizliğin artmasının sebebi olarak kapitalist üretim biçimini değil, yabancı işçilerin varlığını gösterdiler . Bunun için de , Yabancıları dışlamak için yoğun bir propaganda kampanyası başlatıldı .
Özellik le Almanya da en fazla yabancı işçi sayısına sahip olan Türkiyeliler ateş hattının içine alındı. O güne kadar sorun olmayan veya sorun olarak gösterilmeyen ve bilinçli bir tarzda Türkiyelilerin tümüne teşmil edilen , ataerkil aile yapısı , geri gelenekler ve görenekler , “yaylım ateşine” tutuluyordu . Türkiyeliler , Alman burjuva toplumuna “uyum” sağlamayan yabancı topluluk olarak gösterilerek , yoğun propagandaya girişildi ve Hem de Türkiyelilerin çoğunluğunun , burjuva toplumsal yaşama biçimine yabancı olmadıkları ve Avrupa’nın burjuva toplumunun değer yargıları ile kaynaşmakta ve onları benimsemekte bir sorunun yaşamayacakları göz ardı edilerek .
Buna rağmen , Türkiyelileri hedef alan bu gerici siyasi kampanya sayesinde CDU ve CSU , FDP de yanlarına alarak 1982 yıllında seçimi kazanıp , Kohl başkanlığın da ki 16 sene süren hükümetti kurdular. Kohl , iş başına gelir gelmez , seçimler sırasında vaat ettiği gibi , Türkiyeleri ülkelerine geri göndermek için kollarını sıvadı . “Teşvik birim” adı altında Türkiyelilerin birikmiş işsizlik fonların topluca ödeyerek kesin dönüşün kapıların araladı . Nitekim 100 binin üzerindeki Türkiyeli primlerin alıp kesin dönüş yaptılar.
Kohl hükümeti , Türkiyelilerin geriye dönüşü ciddi boyutlara erişip, birden bire önüne geçilmeyen iş gücü açığını ortaya çıkarması karşısın da bu kampanyayı durdurdu.
Bu dönemden sonra Sovyetlerin ve doğu- bloğunun çökmesi le yoğunlaştırılan neo- liberal saldırılar , işsizliğin artışının ve sosyal-devletin tasfiye edilmeye başlamasının yapancı işçilerin varlığından doğmadığı gerçeği gizlenemedi .
Yabancı düşmanlığı propagandası la iş başına gelen Kohl , neo-liberal politikaları sonucu hükümetten düşürüldü .
Ama özellikle CDU ve CSU , hiç bir dönemde Türkiyelileri hedef alan yabancı düşmanı politikalarında vazgeçmediler. Türkiyelilerin “Alman burjuva toplumu” la kaynaşmadıklarına dair yalana dayanan propagandalarına devam ettiler . Sözüm ona , Türkiyeliler , “gettolara barındıklar , içe kapanık yaşadıklar ve Almanca bilmedikler” için Alman burjuva toplumu la uyum sağlayamıyor!. Ve dolayısı la , “kültürler arası farklılıklar ve çatışama “ devam ediyor! .
Oysa Türkiyelilerin , Avrupa’ya ; Almanya’ya gelmelerinden itibaren 50 senelik bir süre geçmiştir. Artık 3, 4. nesilleri Almanya da ve Avrupa da yaşıyor ve sadece işçilerden oluşan bir topluluk olmaktan çıkmışlardır. Aralarında sınıfsal farklılıklar oluşmuş ve işçilerin dışında , işverenleri , üniversiteleri bitiren , meslek sahip olanları var. Türkiyeli çocukların büyük çoğunluğu , Kindergarten (ana okulları) giden, Alman okulların da okuyan , meslek okullarını , liseleri bittiren , üniversiteli ve yüksek meslek sahip olan kesimlerden oluşmuştur.
Türkçe’yi yabancı aksanı la konuşan Türkiyeliler giderek çoğunluğu oluşturdukları halde , Türkiyelilerin Almanca bilmedikleri dair yalana dayanan bir propaganda sürdürülmeye devam ediyor. Oysa Almanca bilmeyen , veya dil sorunun olan Türkiyelinin sayısı ,%10 ,15 geçmez . Bunların çoğunluğun da ilticacılardan ve evlenerek Almanya ya gelenlerden müteşekkildir .
“İki paralel toplum”dan bahsetmek için , farklı nitelikte toplumların var olması gereklidir. Örneğin , burjuva toplum la , feodal , ya da yarı feodal toplum farklılıkları gibi . Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren (hata Osmanlının son dönemleri dahil) burjuvalaşma sürecine giren Türkiye toplumuna mensup olanların çoğunluğu ,Avrupa’nın burjuva toplumu la karşılaştıkların da esas olarak bir sorun yaşamaların imkan yoktur. Çünkü nicel farklılıkların dışında aynı nitelikteki burjuva toplumunun alışkanlıkların edinmişlerdir.
Ama Avrupa da ki burjuvazi, egemenliğini diğer uluslara kabul ettirmek için toplum biçimini kendisi ile özleştirir ve toplum farklılıkları belirleyen unsurun ulus farklılıkları olduğun ileri sürerek ırkçılığa kadar gider.
Oysa toplumların farklılıkların üretim tarzı belirler .Kapitalist üretim tarzının oluşturduğu burjuva toplumu , tüm dünya da ulusal farklılıklara rağmen aynı niteliktedir. Ulusal farklılıklar , sadece nicel farklılıkların oluşmasın da rol oynar . Zaten kapitalizmin gelişmesi bu nicel ulusal farklılıkları da süreç içinde ortadan kaldırır . Dolayısı la , ulusal farklılıklar , toplum veya topluluk farklılıkların esas olarak belirleyemez .
Bunun için kültürü ve toplumsal ilişkileri , “toplumun değer yargılarını “ toplumun niteliği yani üretim tarzı belirler. Burjuva kültürünü ; kapitalist üretim tarzı , proleter kültürü ; sosyalizm, feodal kültürü feodal üretim tarzı belirlemesi gibi
Almanya da “ iki farklı paralel toplum” un var olduğu iddiası , tarikatların etkisi altın da ki , geri gelenek ve göreneklerin , ataerkil aile yapısının yaşatmaya çalışan Türkiyelilerin azınlık kesim ile burjuva toplumu arasındaki farklılıkları bir yana atarsak kesinlikle gerçeğe tekabül etmiyor .
Türkiyelilerin çoğunluğuna tekabül etmese dahi var olan bu farklılığı yaşatan , Feodal veya yarı –feodal üretim tarzı tasfiye edilmesine rağmen , feodal üst yapı kurumlarını sahip çıkan “İslam sermayesi” dir Ve bunlar kapitalist üretim tarzının egemenliğine karşın , demokrasiyi inkar eden feodal toplumlara has otoriteyi ve ataerkil aile yapsın ve anlayışını toplumun demokrasileşmesinin karşısına dikiyorlar .
Türkiye’nin dışın da ki “İslam ülkelerinin ” hemen , hemen tümü şeriattın siyasi egemenliği altındalar. Türkiye ise şeriatın yeniden egemen olmasının tehditti ile karşı karşıyadır..
Ama , Avrupa da şeriatçıların varlığının bahane ederek “paralel toplumdan “ bahsedenler , Türkiye de şeriatla , laisizm arasın da ki çatışma da , tarafsız tutum alıyorlar ve hata şeriatçıları el altından desteklemekten geri durmuyorlar. Çünkü “farklı toplumların” varlığı gerici burjuvazinin işlerine geliyor. İşçileri bir ,birlerine düşünmek için “farklılıkları” kullanıyor ve yaşatılmasına çalışılıyor .
“Din ve vicdan “ özgürlüğü adına tarikatların faaliyetine en küçük bir kısıtlama getirilmiyor. Hata İngiltere de İslam dinine mensup azınlıkları için İslam hukukunun geçerli olmasına devlet izin veriyor. Böylece İngiltere de iki hukuk istemi geçerli kıllınmış durumdadır . Bu durum , İslam dinine mensup olan insanların bulunduğu AB ülkelerin tümü için , geçerli kılınması amacı la çapa harcanıyor.
Bugün Almanya’da , da var olduğu kadarı la “iki paralel” toplumu ayakta tutan ve “toplumsal uyumu” engelleyen ne “almanca bilmeme” , ne “gettolar da yaşama” , “içe kapanlılık” , ne de “ortak yaşamın olmaması” dır. “Gettolar da yaşama” , “içe kapanma” ve “ortak yaşamın kurulamaması!” neden değil sonucudur. Bunları oluşturan , refah toplumunun zenginleştirdiği işçileri kontrolleri altına alan şeriatçılar , tarikatlar ve üstleri haline getirilen camiler ve çevresidir.
Bir yanda “din ve vicdan özgürlüğünü” savunmayı hiç kimseye bırakmayacaksın , İslam’ın dini bayramlarını vesile ederek , İslam dininin propagandasının yapmaktan geri durmayacaksın , Şeriatçılar ile emperyalistler arasın da ki gerici çatışma da , şeriatçıyı destekleyip , şeriatçı la sözde anti –emperyalist cephe kuracaksın , diğer yandan , Türkiyelilerin çoğunluğu için sorun olmayan Almanya da ki burjuva toplumu la , “uyum sağlamamayı” bahane ederek “toplumsal uyumun” müdavimi olarak ortaya çıkacaksın!.
Toplumsal uyumu istiyorsun?! İşte, toplumsal uyumun önün de ki en temel , en büyük engel , şeriatçılar, İslam dini, tarikatlar , tarikatların her tarafa doğru yayılan camileri ve bunların tümünü yönlendiren “İslam sermayesi”.
Bunlar ortadan kaldırılmadan , camileri şeriatçıların üstleri olmaktan çıkararak , laik devletin kontrolü altına alınmasını savunmadan , dini, sadece insanla “tanrı” arasında bir ilişki olarak ele alınmasından yana olmadan ,dinin devleti , insanlar arasındaki ilişkiyi düzenlemesine fırsat vermemek için çalışmadan , ne Avrupa’da ve Almanya’da “iki paralel toplumun” varlığına son vere bilirsin , nede Toplumsal “uyumu “ sağlama da katkın olur.
Zaten Almanya’nın ve Avrupa’nın bugünkü koşulların da (yukarı da anladığımız çerçevede) , “iki paralel toplum” her şeyi ile varlıkların sürdürüyor. Özellikle Türkiyeliler için de din,mezhep ve ulus farklılıklarına göre örgütlenmiş ve sınıfsal taleplerden ziyade , din , mezhep , ulusal talepler doğrultusun da hareket eden siyasi kümeler oluşmuştur ve en fazla bunların sesleri çıkıyor. Örneğin alevi mezhebine yönelik bir saldırı olduğunda 20 bin kişi sokaklara döküle biliri iken , neo-liberal saldırılar karşında “sol” grupların etraflarında toplanan çok azınlık kesimin dışındakilerin kılları kımıldamıyor. Bunun maddi temeli olmadan , böylesine siyasi olayların ortaya çıkmasına imkan var mı?.

Almanya’da zora dayana asimilasyon politikası var mı ?!

Almanya’da Türkiyelilere yönelik zora dayana asimilasyoncu politika , CDU ve CSU gibi gerici partilerin öncülüğünde pratiğe geçirilmeğe çalışıldığı inkar edilemeyecek bir gerçektir. Bu gerici Alman burjuva partileri , gerek federal ,gerekse eyaletler düzeyin de hükümetlere geldikleri her yer de bu ayrımcı politikaları yürütmeye devam ettiler.
“ Ülkesine geri gönderilecek yabancı işçi “olarak gördükleri Türkiyelilerin demokratik haklarını kısıtladılar . Burjuva demokrasinin esası ilan edilen seçme, seçilme hakkını , Türkiyelilere tanınmadılar . Bu hakkın Türkiyelilere de verilmesini isteyen SPD , Yeşiller gibi partiler, bu gerici güruhun engellerini aşamadılar .
Daha sonra bu engel “Alman vatandaşı” olma koşullu la aşılmaya çalışınındı. .
Türkiyeliler , bu gerici engelleri aşarak , “Alman vatandaşı” olmaya başlamaları la birlikte , bu seferde “Alman vatandaşı” olmanın koşullarını zorlaştırmak için kollarını sıvadılar.
“Alman vatandaşı “ olmanın “bir imtiyaz olduğu” izlenimini vermek için , Alman milliyetçiliğine ve ırkçılığına yeniden bir işlerlik kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Alman milliyetçiliğinin , neo- Naziler le sınırlı bir faaliyet olarak lanse edilmesi , bir sürü insanı yanılgıya sürüklüyor.
CDU ve CSU , “Alman vatandaş “olan veya olmak isteyen AB dışından gelenlere , Alman burjuvazisinin kültürünü ve değer yargılarını benimseyip ,“Almanlılaşmalarını” şart koşuyor ve buna uygun yasal değişikleri yürürlüğe koyudu .
Sınıf mücadelesin de , toplumların ilerici yönde değişmesi için mücadele eden öncü sınıfın şahsında şümullünenen ilerici ve devrimci demokratik kültürü , geri bir toplumdan gelen işçi ve emekçiler tarafından da benimsenmesi ve savunulması , ileri demokratik topluma adapte olması istenir ve arzu edilir bir şeydir . Ama CDU ve CSU isimli gerici partilerin istedikleri bu değil , Alman emperyalist burjuvazisinin , işgalci , anti-demokratik , anti-komünist gerici ve milliyetçi ve ırkçı “kültürünü” yani toplumsal anlayışını “Alman vatandaşı” olmak isteyenlere tarafından kabul edilmesi şart koşuyor .
Alman burjuvazisi hiç bir dönem de , burjuva anlamda dahi demokrasi mücadelesinin ve demokrasinin öncüsü olmamıştır. Almanya da kapitalizmin egemen olması , merkezi ulusal Alman devletinin kurulması Bismarck gibi , burjuva demokrasinin düşmanı , despot feodal- burjuva sınıfların temsilcisinin önderliğin de inşa edildiğini düşünüldüğün de , “demokrasi kültürünün “ Alman burjuvazisi ile bir ilgisinin olmadığı kolayca anlaşılır. Bismarck dönemi , Weimarer cumhuriyeti , arkasından gelen Hitler faşizm’i.Bunların hangisi burjuva demokrasiyi ve “demokrasi kültürünü” içeriyordu.? Almanya’da burjuva demokrasi yollun da atılan her ilerici adım , gerici Alman burjuvazisine zorla kabul ettirilen , Alman işçi sınıfının ve emekçilerinin mücadelesi ile gerçekleşmiştir. Ama ne var ki ,burjuvazi fırsat bulur bulmaz bunları geri almış ve demokrasinin inkarı despot iktidarlarını egemen kılmaya devam etmişlerdir.
İkinci emperyalist savaş sonrası ise burjuva demokrasi , Almanya’yı işgal eden güçler tarafından Alman burjuvazisine dayatılmıştır. Fakat bu dönem de , sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çatışmanın şiddetlenmesi sonucu , Alman burjuvazisi , “komünizmi tehlikesini “ bertaraf etme adına , burjuva demokratik haklar kısıtlanmış ve işçi sınıfının siyasi faaliyetini ve örgütlenmesini yasa dışı ilan edilmiş ve meşhur ”Alman ataerkil aile yapısına” yeniden işlerlik kazandırılmış ve böylece toplumun özgürleşmesinin önüne set çekilmiştir.
Almanya’da ki1968 olayları , bu despot iktidar ve toplumsal yapıya karşı bir isyan hareketidir. Bu isyan sonucu burjuvazi , burjuva demokrasini sınırlandırmayı büyük ölçüde kaldırmış ve ataerkil aile yapısının tasfiye edilmesini ve dinin toplum üzerindeki etkinliğinin kırılmasını önleyememişti .
CDU ve CSU , 68 olaylarına karşı olmalarına , bu isyanın şiddetle bastırılması için var güçleri ile gayret göstermelerine rağmen , bu mücadele sonrası demokrasinin ve “hoş görünün “ topluma egemen olmasına “ bizim demokrasimiz “ diye sahip çıkıyor biliyorlar!.
Oysa CDU ve CSU , günümüz de ise , neo-liberal saldırılara baş kaldıran işçi ve emekçilerin mücadelesini “Alman despotizm” le ezmek için 68 olayların kazanımı demokrasinin genişletilmesini ve demokratik hak ve özgürlükleri birer, birer tasfiye ediyor.
İşte bu tasfiye etmeye başladıkları 68 olayların ürünü demokrasinin arkasına gizlenerek , Alman milliyetçiliğini , başka ülkelerden gelenlere insanlara dayatılıyor ve demokrasinin , özgürlüğün “Alman karakter de” , “Almanlar ait” olgular olduğunu öne sürülüyor.
2000 yıllında yabancılar karşı “liberal (ya da özgürlükçü) ve demokratik öncü Alman kültürü” kavramı ilk kez Friedrich Merz ( CDU ve CSU meclis grubunun başkan yardımcısı) ve Brandenburgs eyaletinin iç işler bakanı Jorg Schönbohm tarafından , “çok kültürlü paralel toplum” görüşlerine karşıtı olarak formüle edildi .
SPD ve Grüne hükümeti tarafından hazırlanan ve sonun da CDU –CSU grubu la anlaşarak yürürlüğe koyulan “yabancılar yasasının” esasını , CDU’nun bu görüşleri oluşturdu .
“Çok kültürlü paralel toplum” unun karşıtı olarak öne sürülen “özgürlükçü ve demokratik öncü Alman kültürü “ görüşleri 28 eylül 2007 de yapılan CDU kongresin de parti programına alındı. Ve böylece her alanda AB dışından gelen yabancılara karşı bu politika uygulanıyor. Bunun için “entegrasyon kursları” açılarak sözde “Almanca öğretme” adı altında “öncü Alman kültürü ”! le yapancılar , özelikle Türkiyeliler eğitilmeye çalışılıyor.
“Çok kültürlü paralel toplum “ la kast edilen veya pratikte geçerli olan ise, İslam sermayesinden güç alan tarikatlar tarafından şeriat hükümlerine ve de Türk- İslam sentezine göre yönetilen topluluklar ile , Avrupa da veya Almanya da ki mevcut olan burjuva kanunlarının ve demokrasinin egemen olduğu toplumun “karşılıklı saygı temelin de”! sözde bir arada yaşaması. Daha doğrusu , İslam hukukun geçerliliğinin , AB ve Alman devlet tarafından tanınması la “iki hukuk sistemli devlet biçimine” geçilmesi .
Bunun için de kültür kavramı gerçek içeriğinden koparılıyor , o toplumun niteliğinden soyutlanan ulusun veya dinin belirlediği “kültür “ farklılıklarının olduğuna dair yalan içerikli görüşler topluma empoze ediliyor.(4)
Peki ,CDU ların şeriat hükümlerine göre yönetilen toplulukları dağıtma , şeriatçıların faaliyetine son verme gibi bir niyetleri var mı? Kesinlikle hayır ; çünkü Alman tekelci sermayesinin en fazla yatırım yaptığı ve kar sağladığı yerlerin başında , şeriata hükümlerine göre yönetilen İran , Suudi-Arabistan , Körfez ülkeleri geliyor . Almanya’da şeriata , İslam’a karşı her saldırı , Alman burjuvazisine çok pahalıya mal olacağı biliniyor . Bunun için de “vicdan ve din özgürlüğü” nün arkasına gizlenerek şeriatçıların faaliyetlerine ses çıkarmıyorlar ve şeriat karşı , laisizm savunmuyorlar. 5) . Bir yandan da şeriatı , anti-komünizmin “pan-zehir’i” olarak ellerinin altında tutmaya devam ediyorlar.
Bu gerici burjuva partilerin esas amacı , yabancılar karşı “öncü Alman kültürü” görüşleri le neo – liberal saldırılar karşısında harekete geçen “Alman işçilerini” milliyetçilik le etkisiz hale getirmedir , AB’nin oluşması la , ulusal farklılıkların giderek ortadan kaldığı , ulusal farklılıkların yerini Avrupalılığın aldığı koşullar da , “Alman öncü kültürü”, “baba –vatan” ,”Alman bayrağı”, “Alman milli marşı” temaları la “Alman yurt-severliğini” diriltmeye çalışılmaktadır. Bunun için “yabancı düşman” olarak seçtikleri de Türkiyeliler ve AB dışından gelen yabancı işçiler.

Doğal asimilasyon.
Kapitalist üretimin niteliği ve kapitalist toplumun uluslararası boyutta gelişmesi , toplumların bölünmesini , ulus , din ve mezhep farklılıklarından çıkarı , sınıf farklılıklarına dönüştürür . kapitalist üretime katılarak sosyal ürün meydana getirenler , hangi ulusa ve dine mensup olurlarsa ,olsunlar bir bütünlük arz ederler. Burjuvazinin karının yarattığı yoksulluk , sefalet onları burjuvaziye ve kapitalizme karşı birleştirir .Ulus ve din farklılıklarından arındırarak proleterleştirir . Böylece toplum , ulusal ve dinsel farklılıklar göre değil sınıf farklılıklarına göre ayrıma uğrar.
Din ve ulus farklılıkları , ayrı, ayrı , bir birlerinden bağımsız toplumsal kümeler de yaşamını sürdürür iken ( ki bunun belirleyen kapitalizm öncesi üretim tarzıdır) kapitalizm , ortak yaşam bütünlüğü kendiliğinden ve doğal biçimde sağlar ve “yaşam farklılığını” sınıfsal farklılıklara göre ayırır . Bunun için özellikle gelişmiş Avrupa kapitalizm koşulların da “içe kapalı ” veya “ortak yaşamın olmadığı topluluklardan” bahsetmek, kapitalizmin gerçeklerini bağnaz bir tarzda inkar etmekten başka hiç bir şey yaramaz .
Almanya da ve Avrupa da şeriatçıların ayrı “topluluklar “ olarak örgütlemek istedikleri kümelerin mensupları dahi kapitalizmin oluşturdukları ortak yaşama katılıyor ve katılmak zorundalar. Ve din ve ulus bazın da “oluşturulan” topluluklar esas olarak maddi temelden yoksul siyasi kümelerdir. Yani iradenin ürünleridir ve kapitalizmin niteliği ile çelişki için de oldukları için , eninde , sonun da ortadan silinmeye mahkumlardır.
Dil sorunu

Dil farkı veya iş-gücünü meta olarak sattığı ülkenin dillini bilmeme , “ne ortak yaşamın” kurulmasına engeldir , nede hangi ulusa ait olursa, olusun işçilerin sınıfsal bütünleşmesine. Örneği Almanca bilmeme , çeşitli uluslardan gelen işçilerin bütünleşmesine değil sınıf atlamaya engeldir. Zaten çeşitli uluslara mensup işçiler arasında ortak yaşam başladım , dil farklılıkları da bir süreç içersinde ortadan kalkmaya başlar ve kalkar . Yani dil birliği , ortak yaşamı sağlamaz , ortak yaşam dil birliğini sağlar.
Almanya ya çalışmak veya iş bulmak için sadece Türkiyeliler gelmiyor ki !, bir sürü ülkeden özellikle doğu- Avrupa ülkelerinde işçiler geliyor . Bunların Almanca bilmemeleri sorun olmuyor , “ortak yaşamın kurulmasına” da engel olarak görülmüyor , ama Türkiyelilerin Almanca bilmemeleri “ortak yaşama “ engel oluyor.!(6)
Bugün Almanca dilinin öğrenilmesini , Almanya’nın gerici partileri tarafından zora dayana asimilasyon politikanın bir aracı haline dönüştürülmek isteniyor. İlk okul da zorunlu bir ders olarak okutulmayan , ama Türkiye egemen sınıfların milliyetçiliğini yaymanın aracı olarak kullanılan , Türkçe’nin okutulmasının içeriği değiştirileceğine , tamamen ortadan kaldırılıyor. Türkiye de olduğu gibi Almanya da , da ana diller arası eşitsizliğin ortaya çıkmasının ortamı oluşturuluyor.
Almanya da orta-okul ve Liseler de zorunlu ders olarak okutulan İngilizce’nin , yani sıra seçmeli yabancı ders olarak , Fransızca , İspanyolca gibi diller okutuluyor.
İngilizce , AB ülkeleri başta olmak üzere , tüm dünya da iletişim aracı dil konumuna geliyor.
Bu, tamamen kendiliğinden ve kapitalist toplumun doğal gelişmesi sonucu ortaya çıkan bir durumdur.
Almanca , Fransızca , İspanyolca v.s diller iletim aracı olma fonksiyonlarını yitirme sürecine girmişlerdir . Türkçe’nin durumu da aynıdır .Ama Bugünkü koşullar da İngilizce’nin dışın da ki diğer diller , iletim aracı, bir anlamda “üretim aracı “ olma vasıflarını kayıp etmiş de değillerdir.
Fransızca, İspanyolca v.s seçmeli dil olarak okutulur iken , Türkçe’nin okutulmasına karşı çıkılması tamamen asimilasyoncu politikanın izlenmesinden dolayıdır. Seçmeli olarak diğer yabancı dillerin okutulması , Almanca’nın öğrenilmesine engel olmuyor , Ama Türkçe’nin, Kürtçe’nin okutulması , Almanca öğrenmenin önün de engel oluyor. !
Gerici burjuvazi insanları aptal yerine koymak istiyor.
Sonucu olarak
Tayyip Erdoğan , Türkiyelilerin Almanya da asimilasyoncu bir politikaya tabii tutulmasını kendi çıkarına göre istismar etmesi ,var olan gerçekleri değiştirmez.
Bugün Türkiyeli , yerli ve diğer ülkelerden gelen işçilerin sınıfsal çıkarlarına , ne “çok kültürlü paralel toplum” , nede “ liberal ve demokratik öncü Alman kültürü” üstün de inşa edilmek istenen “Alman toplumu la uyum sağlama” denk düşer . Bu iki gerici alternatifler gerici burjuvaların sınıfsal çıkarları göre formülle edilmiştir ve pratiğe geçirilmeğe çalışılmaktadır.
Soruna, devletler bazın da veya “sınıflar üstü” tarzında yaklaşıldıkça gerici “çözüm”lerin birinden yana tutum alınması kaçınılmaz olur.
İşçiler içinde din , ulus farklılıkların ortadan kaldıran ve bunu yerine sınıf farklılıkların su yüzüne çıkaran , demokratik , ilerici toplumsal görüşlerin ve kültürün temellerin üstünde toplumsal “uyumu” savunmak , bunun için mücadele etmek gereklidir. Bugün gerek Almanya da , gerekse dünyanın tüm ülkelerinde burjuvazinin neo-liberal saldırılarına ve kapitalizme karşı verilen mücadele işçilerin birliğini , ulus ve din farklılıkların ortadan kaldırarak sınıf bütünleşmesini sağlayacak olan temel unsurdur. Bu gerçeği görmeyip , burjuvazinin menfaatine göre tespit edilen politik taktiklerin peşine düşmekle bir yere varılamaz.

(1) 1998 yıllında genel seçimle iş başına gelen Schröder Hükümetinin Türkiyeliler başta olmak üzere AB ülkelerin dışından gelen yabancılara çifte vatandaşlık hakkı vereceğini vaat etmesi karşısında , CDU genel seçimlerin hemen sonrası yapılan Essen seçimler vesilesi le Türkiyelileri karalayan bir propaganda ile çifte vatandaşlığa karşı kampanya başlattı . Bu kampanya ,30 seneyi aşkın bir süre sonrası CDU’nun Essen eyaletin de seçimi tek başına kazanıp , hükümete gelmesini sağladı . Aynı taktiği bu seçimler de , de uygulamaya çalıştılar ama , kapitalizmin bu günkü koşulları onların hezimetinin hazırlamaktan başka bir işe yaramadı.
(2) Ludwigshafen yangınının , hale Neo-Nazilerin iş olduğu şüphesi güçlü bir tarzda varlığının sürdürüyor.
(3) Asimi le kavramının içeriği bilindiği için bunun yerine ısrar la “uyum” tanımına yer veriliyor.
(4) Durmadan Türkiyelilerin , “iki kültür” diye lanse edilen “Alman kültürü ve Türk kültürü” arasında kaldıklarından dem vurulup duruluyor. Burada “kültür “ diye adlandırılan milliyetçilik farklarıdır. Milliyetçiliğin, burjuvazinin egemenliğinin , saldırganlığının , işgalciliğinin, başka halkları ezmesinin ideolojisi olduğu göz ardı edilmesi için “kültür “ kavramının arkasına gizleniliyor. Oysa “kültürel farklılıklar” diye yansıtılan , Türkiye’nin geri toplumsal yapısının şekillendirdiği kültürle , gelişmiş kapitalist Avrupa( veya Almanya) toplumun daha ileri olan kültürleri arasındaki çelişkidir. Türkiyelilerin bu ileri kültürü benimseyip ,yaşantıların buna göre düzenlemelerini önlemek için “kültürel farklar” demagojisine baş vurulup duruluyor.
(5) Örneğin , şeriatın yayılmasının en önemli aracı türban , Almanya da yasaklanmadığı gibi , ilk okula giden Türkiyeli küçük kızlar dahi türbanlı . Türkiye de şeriat’ın tekrar egemen olması için cumhuriyetin kuruluşun da itibaren mücadele veren İslamcılar , türbanın üniversiteler de serbest olduğuna örnek olarak verdikleri ülkeler Almanya ve AB’ ne ait ülkeler.Türkiye’de türbanla üniversiteye giremeyenler ,İslam sermayesinin desteği le Avusturya başta olmak üzere Avrupa da üniversiteler gönderiliyor. Böylece Türkiye de ki şeriat’a karşı mücadele etkisiz hale getirildi ve getiriliyor.
(6) Tabii ki bu görüşleri savunmam , Almanca’nın veya diğer Avrupa ülkelerin dillerinin en iyi şekil de öğrenilmesine karşı olduğum şekil de yorumlanamayacağı açıktır. Burada “ortak yaşam” için dil farklılığın bir engel olarak görenlerin yanlışlığının vurgulamak istiyorum.Dillin ortak yaşam için sorun olarak lanse eden Alman gerici partilerin demagojisinin ve kötü niyetlerinin etkisin de kalındığını belirtmek istiyorum.