17 Eylül 2010

EMEP’in Sendikal Görüşlerinin Eleştirisi

EMEP’in internet sitesinde  yayınladığı  “sendikaların yeniden inşası için bir öneri” başlıklı yazısı, onun nasıl siyasi ve ideolojik bir konumda olduğunun “en son” kanıt olsa gerek.   “Sendikalar, işçilerin işgüçlerini satmak için birbirleriyle giriştikleri rekabete son verip onları patrona karşı birleştirerek var oldu”(Emek partisi ,mayıs 2010 yazısından).Şimdi sendikalar işçiler arası rekabet son vermek için mi var oldular?. Sendikaların bu şekilde ortaya çıktıklarını öne sürmek,burjuvazinin artı-değeri sömürüsünün gerçek niteliğini  göz ardı etmekten öte bir amaç taşımaz.
Kapitalist pazar ekonomisinin esas dinamizmini teşkil eden burjuvalar arası  rekabet;üretim araçlarının giderek azınlık burjuvazinin elinde toplanmasının sağlarken, çoğunluğu teşkil eden  küçük üreticileri üretim araçlarından arındırarak, işgüçlerini  satış çıkarmaktan, yani işçileşmekten başka bir yol bırakmaz.


Artı-değer sömürüsü işçiler arasında her türlü farklıları,(var olduğu iddia edilen rekabeti) ortadan kaldırır ve burjuvazinin işçileri “bir potada eritmesine” imkan tanır.(1)Kısacası işçiler arasındaki farklılıkları ortadan kaldıran sendikalar değil, bizzat kapitalizmin ekonomik kanunlarıdır.

Makine sanayisi dönemiyle birlikte burjuvazi, daha fazla kar etmek amacıyla karın, sermayenin ,rantın v.s kaynağı olan artı-değer sömürüsünü alabildiğine artırarak,  sefalet içinde yaşayan,giderek sayıları artan işçi kitlesini ortaya çıkarır.
Bu durumu en güzel tarzda ifade eden yazılı eser,  Marks ve Engels’in kaleme aldıkları  komünist manifestonun olduğu bilinmektedir.Ve yine Engels’in “İngiltere’de işçi sınıfının durumu” isimli eseri  artı-değer sömürüsünün yarattığı işçilerin sefil yaşamlarını anlatmıyor mu?.
Neslini   ve yaşamını sürdürmenin  karşılığı olarak burjuvazi tarafından verilen ücretlerle  günde 10,15 saat çalışan  işçiler, teneke evlerde ve sefalet içinde yaşamaya “mahkum”  edilmişlerdi.
Kapitalizm birleştirdiği ve bir potada “erittiği” işçi sınıfı bu sömürüye karşı hareket geçti. O dönemde, günlük çalışmanın 8 saatle sınırlanması işçilerin en önemli talebiydi. Çünkü burjuvazi, çoğunlukla 15 saatin üstünde çalıştırdığı işçilere, ne  aile birliği bırakmıştı, nede yaşam hakkı tanıyordu.
Burjuvazi,başlangıçta işçilerin mücadelesini bastırmak için tüm gücüyle saldırıya geçti.
İşçilerin burjuvaziye karşı ayaklanması,kapitalizm tasfiye edilmeden sömürünün  ortadan kalkmayacağı gerçeğini  gün yüzüne çıkarıyordu.
Kapitalist ekonominin  işçilerin  mücadeleleriyle  işlevsel  hale gelebileceğinin anlaşılması, burjuvaziyi işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda bırakmıştı.
İşçilerin, grevlerle kapitalist üretim çıkmaza sürüklemesi; burjuvazinin  işçilere karşı yeni politikalar izlemesini gündeme getirdi ve mücadelenin ekonomik mücadeleyle sınırlaması burjuvazi için hayati bir sorun oldu.
Bu sırada, işçi sınıfı içinde mücadeleyi salt ekonomik mücadeleyle sınırlamak isteyen,kapitalizm hedef almayı ret eden  görüşler ve buna uygun örgütlenmelerde ortaya  çıktı.
Ve de (aslında) işçi sendikaları bu görevleri yerine getirmek için kuruluyordu.
Mücadeleyi ekonomik mücadeleyle sınırlayan sendikaların ortaya çıkması, işçileri birleştirmedi tam tersine böldü.Çünkü işçi sınıfı içinde ortaya çıkan ekonomizmi hedef alan, kapitalizm tasfiye edilmeden sömürünün ortadan kalmayacağını öne süren Marksist işçi sınıfı hareketinde doğmuştu ve mücadelenin oluşturduğu sınıfın birliğini savunma temelinde, işçi sınıfı hareketini sosyal-devrim mücadelesine doğru yükseltilmesini  gündeme getiriyordu.
İlk kez İngiltere de ortaya çıkan ekonomizm’e  (Trede-unionizm’e)  karşı, işçi sınıfının devrimci ve Marksist  siyasi hareketi,  zaman geçirmeden sınıfın içinde örgütlenmeye başladı.
EMEP bu yazısında, bu gerçekleri sözde kabul ediyor: ”20.yüzyılın başında sendikal hareket;işçi sınıfının çalışma  koşullarını iyileştirmekle sınırlı bir mücadele veren reformcu/uzlaşmacı sendikalar ile sömürünün kaldırılarak sosyalist bir insanlık toplumu kurulmasından yana tutum alan,iktisadi mücadeledeki stratejisini de bu tutuma göre belirleyen sendikalar olarak başlıca iki mihraka bölünmüştür. Böylece sendikal hareket;sınıf sendikaları ve reformcu sendikalar olarak ayrışmıştır. Bu bölünme,ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha keskin bir hal almıştır.” (a.g.y)
Bu yaptığımız altının iddia ediği gibi “reformcu/uzlaşmacı” ve Marksist sendikal hareket ayrımı; 20 yılın başında değil,1830’larda İngiltere de kapitalizm  makine sanayi dönemine girmesiyle birlikte  işçilerin mücadelesi sırasında ortaya çıkan  reformcu (sendikalist)  çizgiye karşı, Marks, Tredeunion (sendikalizme) karşı hemen yoğun bir eleştiriye girişmesiyle ve sosyal-devrim amaçlayan işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasıyla gündeme geldi.
Diğer yandan, işçi sınıf içinde “sosyal-reformcu”, sosyal-devrimci bölünmenin “keskin hale alması”; ikinci emperyalist savaştan sonrasına değil, Lenin’in II.enternasyonal revizyonizme karşı başladığı mücadele dönemine  tekabül eder.
II.Emperyalist savaşın sonralarına doğru komintern’in dağıtılması,faşizme karşı savaşta güçlenerek çıkan batı Avrupa’nın  komünist partilerinin, kapitalizmin restorasyonu ve burjuva demokrasini savunma temelinde, burjuvaziyle uzlaşarak burjuva hükümetlerine katılmaları ve burjuva  hükümetlerden tasfiye edildiklerinden sonra dahi parlamentarizm savunma çizgilerinde geri adım atmamalar ve de sosyal-devrim amaçlarından vazgeçmeleri,II. emperyalist savaş öncesi işçi sınıfı içindeki “iki mihraka” bölünmeyi keskinleşmedi aksine yumuşattı.
Kruşçevçilerin Sovyetlerde iktidara gelmeleriyle başlayan modern revizyonist akım,eski komünist partilerin büyük çoğunluğunu revizyonist partilere dönüştürdü ve sosyal-devrim amaçlarından tamamen  vazgeçirdi.
Böylece işçi sınıfı hareketi içindeki; “sosyal-reformu”? yoksa  sosyal-devrimi? ayrışmasına da son verilmiş olundu! ve “hep birlikte” “sosyal-reform” amacında birleşirlindi.
EMEP, bu yazısında kısaca değindiği Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin tarihini de çarpıtıyor.
Türkiye işçi sınıf hareketine,hiç bir dönem “devrimi?, reformu?” diye bir bölünme (2 ) damgasını vurmadı.
Cumhuriyetin kurulmasında günümüze kadar geçen süre boyunca,burjuvazinin ve onun devletini en başta gelen görevi, işçi sınıfına ekonomik ve sosyal hakları tanımamak olmuştur.
1950 sonrası kapitalizmin gelişmesi sonucu, işçi sınıfın kendiliğinde mücadelesinin  ortaya çıkabileceğin düşüne devlet, işçileri kontrolleri altında tutmak amacıyla,  grev ve top sözleşeme hakkı olmayan sendikaları kurdu. Türk- iş devlet sendikası olarak kuruldu ve başına da devleti sadakatle savuna faşist,dinci gericiler getirildi.
Türk-iş, aradan geçen 60 sene sonra bile zere kadar bu özeliğini kayıp etmiş değildir.
Bu devlet sendikacığına karşı ortaya çıkan DİSK ise, ekonomik ve sosyal haklar için mücadeleyi amaç edine bir sendikal  bir hareket olarak doğmuştu. Buna rağmen, burjuvazi ve devlet, DİSK boğmayı kendisi için vazgeçilmez bir görev addetmişlerdi.
DİSK, 1971 sonrası TKP’in eline geçerek, ekonomik talepler için mücadele eden sendika merkezi olma özeliğini de yitirdi ve pasifleştirildi. 12 eylülde,de hiç bir direnişe girilmeden   generallere teslim edildi. Generallerde DİSK kapattı.
Eski gücünde çok şey kayıp etmiş olan  “yeni DİSK”; işçi aristokrat tabakanın sendikal örgütü olarak  kurulmasına izin verilmiş ve eskisiyle sadece, sadece isim benzerliğinde  öte hiç bir ortak yanı olmayan  işçi sendikası olarak yeniden  “sahneye” çıkmıştır.
Ama EMEP, reform diye  bir  amacı olmayan Türk-iş “işçi sınıfının reform’cu sendikal hareketi” olarak lanse etmekten çekinmiyor. Böylece DİSK, işçi sınıfın “sosyal-devrimci”,Türk-iş’te “sosyal reform”cu sendikal  hareketi olup çıkıyor!.
Bu konulara değinmemin nedeni; EMEP’in “Marksizm savunuyor” görünümü altında kendi düşüncesine uygun olarak  işçi sınıfının mücadele tarihini “yeniden yazma” ihtiyacı duymasından dolayıdır.        
Oysa EMEP’in iddialarının  tam tersine,tüm kapitalist ülkelerdeki sendikalar, yasal olarak  kurulduklarından  itibaren  kapitalizm savunmayı esas alan,işçileri burjuvaziye “teslim” eden sözde işçi örgütleridir.  
150 seneyi aşan bir süre boyunca işçi sınıfı içinde ekonomizm’le, Marksizm arasındaki çatışma süre gelmektedir.
Ama ekonomizmin işçi sınıfı hareketine egemen olmasını sağlayan esas güç
burjuvazinin kendisidir.
İlk önce dünya pazarlarına  egemen olan, “batmayan güneş” ismiyle anılan,  İngiltere’deki  burjuvazi, elde ediği karlarından bir kısmını işçilerle paylaşarak aristokrat işçi  tabakasını oluşturdu ve  bu aristokrat işçi tabakası  “İngiliz  işçi sınıfının” ekonomizmin egemenliği altına kalmasında sürekli belirleyici  rol oynadı.
Sosyalist sistemin kurulması karşısında burjuvazi, sömürgelerden elde ettiği aşırı karları sayesinde  emperyalist-kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı içinde oluşturduğu   aristokrat  tabakayı genişletip, güçlendirdi
İşçi sınıfının  bu aristokrat tabakasının varlığı, sosyal-demokrasinin ve modern revizyonizmin sınıfsal temellerini de oluşturuyor.
Burjuvazi, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçilere   birtakım  ekonomik ve sosyal haklar tanıyarak, işçilerin mücadelesinin siyasi mücadeleye doğru yükselmesini ,başka değişle mücadelenin  kapitalizm’i yıkma amacına doğru yönelmesini(geçici bir sürede olsa) önleye bildi.
1800lerin ortalarından günümüze kadar devam eden işçi sınıfının mücadelesinin   iki temel üzerin cereyan eden  siyasi ve ideolojik  çatışmasını   göz ardı etmeğe  çalışan, burjuva sendikal hareketleridir.
Kapitalizm koşullarında  işçilerin sosyal yaşamlarında geçici iyileşmeleri sağlayan ekonomik ve sosyal  talepler için mücadeleyle, ekonomist hareketlerin  amacı (burjuva işçi sınıfı hareketi ) aynileştirilemez.
Lenin, reformular için mücadelenin nasıl olması gerektiğini şöyle izah ediyor:
“Anarşistlerin aksine, Marksistler reformlar için mücadeleyi  , yani, egemen sınıfın gücüne zarar vermeden çalışan insanların koşullarını iyileştiren  önlemleri kabul ederler . Ancak aynı zamanda,  Marksist’ler reformların kazanılmasını amaçlayan  işçi sınıfının faaliyetlerini  doğrudan veya dolaylı olarak kısıtlayan reformistlere karşı en kararlı mücadeleyi verirler. Reformizm, sermayenin hakimiyeti olduğu sürece,  bireysel gelişmelere rağmen, her zaman ücretli  köle olarak kalacak işçilerin, burjuva aldatmacasıdır.Liberal burjuvazi    bir eliyle reformlar hibe eder  ve diğeriyle her zaman geri alır,  reformları boşa indirger, işçileri köleleştirmek için kullanır, onları ayrı gruplar halinde böler ve ücret-köleliğini sürdürür. Bu nedenle reformizm, oldukça samimi olduğunda bile, pratikte  işçileri yozlaştırma  ve zayıflatma yollarıyla burjuvazinin elinde bir silah haline gelir. Bütün ülkelerin deneyimleri göstermiştir ki güvenlerini reformistlerin eline bırakan  işçiler her zaman kandırılmışlardır.Ve tersinde, yani Marx'ın teorisini kavrayan işçiler, kapitalist yönetim olduğu sürece ücretli  köleliğin kaçınılmaz  olduğunun farkında olan işçiler , burjuva reformlarla kandırılmayacaklardır.. Kapitalizm varlığını devam  ettirdiği  sürece reformların  geniş kapsamlı ya da kalıcı olamayacağının anlaşılması ile,  işçiler daha iyi şartlar için mücadele eder ve bunları ücret-köleliğine karşı  mücadeleyi hızlandırmak için kullanır . Reformistler küçük tavizlerle onları sınıf mücadelesinden başka yöne çekmek için  işçileri bölmeye  ve kandırmaya çalışır . Ancak işçiler,  reformizmin sahteliğini görmüş olarak , reformları sınıf mücadelesini geliştirmek ve genişletmek için kullanır.Reformist etki işçiler arasında ne kadar güçlü ise, işçiler  o kadar zayıftır , burjuvaziye  bağımlılıkları  daha fazladır ve  burjuvazi için reformların değişik bahanelerle  iptali o kadar kolaydır. işçi sınıfı hareketi ne kadar bağımsızsa, amaçları daha derin ve daha geniştir ,  ve reformist dar görüşten ne kadar  özgürse,  reformları  korumak ve  kullanmak işçiler için o kadar  kolaydır.Bütün ülkelerde reformcular vardır, burjuvazi  her yerde, şu veya bu şekilde, işçileri yozlaştırmak ve onları  kölelikten kurtulma düşüncesinden vazgeçmiş,  hayatından memnun  kölelere çevirmenin yollarını arar..Avrupa da reformizm , gerçekte Marksizm’in terk edilmesi ve onun yerine  Burjuva *Sosyal Politika*sı nın yerleştirilmesi  demektir.”
(Tercüme kaynak,MARXISM AND REFORMISM V. I. Lenin, Collected Works, 4th English Edition, Vol. 13, pp. 372-75. de  ve aynı yazı Pravda Truda No. 2, September 12, 1913. Signed: V. I.. Published according to the Pravda Truda text.)
  EMEP’in adını andığımız yazısı,bu gerçek göz ardı etmeğe devam ediyor.
”Şu ve ya bu işçi bölüğünün değil tüm sınıfın örgütü haline gelen sendikalar,işçi sınıfı içinde  sosyalizmin yayılmasına,Marksizm’in   işçi sınıfı saflarında otorite haline gelmesine paralel olarak da ‘işçi sınıfının kapitalizme karşı örgütlenme ve mücadele merkezlerine dönüşerek,sermayeye karşı verilen mücadelenin merkezleri olmuştur’, Sendikalar,sermaye ve onun örgütleriyle herhangi bir bağı (ekonomik,siyasi, ideolojik) olmayan bağımsız örgütleri olarak biçimlenip gelişmiştir.”( a.g.y) Dünya çapındaki, (Marksist partilerin oluşturduğu sendikalar hariç)   işçi  sendikaların büyük çoğunluğu  kurulduklarından itibaren  “Sermayeden ve onun örgütlerinden bağımsız olduklarını” öne sürmenin yalan olduğunu kanıtlamaya dahi gerek yok. 
“19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurulan Alman sosyal demokrat Partisi, Fransız Sosyalist partisi, İngiliz İşçi partisi gibi milyonlarca üye sahip kitlesel işçi partileri ‘sermayeye karşı sınıfın örgütlenme ve mücadele merkezleri’ olan bu sendikaların zemini üstünde kurulmuştur........bu işçi sınıfı partileri;bir yandan sınıfı parlamentolarda temsil edip iktidar mücadelesinin aracı olarak işlev görürken, aynı zamanda sendikaları denetleyen bir işleve sahip olmuşlardır.” (a.g.y)
İşçi  aristokrat tabaksına dayanmayan sendikalar   “ işçilerin bölüğünün değil tüm sınıfın örgütleri haline “gelmesi, esas olarak Marksizm işçi sınıfı hareketine egemen olmasıyla değil, tam tersine  komünistlerin  işçi sınıfıyla bağ   kurmasını zor yoluyla engelleyen burjuva devletinin kurduğu   bürokratik sendikacılık  sayesinde  gerçekleştirildiğini   ve işçi sınıfı bu şekil kontrol altında tutulduğunu, bu yazının yazarı ne yaparsa,yapsın  göz ardı edemez.
Sözde işçilerin birliği savunuluyor;aslında savunulan burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki  zora dayanan egemenliğidir.
(İlerideki sayfalarda  deyineceğim  gibi) günümüzün koşullarında işçiler,  kapitalist ülkelerde   her gecen gün  sendikasızlaştırırken,sendikaların işçilerin tümünü örgütlediği görüşlerini öne sürmenin amacını ne olduğunu anlamak  öyle zor olmasa gerek. 
Ekonomizm aklamak ,onun  “Marksist işçi sınıfı hareketi” diye lanse etmek için bu  görüşler gündeme getiriliyor. 
Ama gerçek olanın,komünist partilerin önderliğinde kurulan,dönem, dönem işçileri etkisi altına alan kızıl  sendikaların dışındaki sendikaların,sınıfın mücadelesinin  merkezleri olmadığıdır. Tam tersine kapitalizmin savunmanın merkezleri oldular ve olmaya devam ediyorlar.
Revizyonist ve   burjuva sosyalist partilerden örneklere verilerek sendikalar sayesinde işçi sınıfının anti-kapitalist mücadelesinin güçlendiğini “ispat” etmeğe yeltenmek  beyhude bir çabadır. 
Alman sosyal-demokrat partisi, Fransız sosyalist partileri ve İngiliz işçi partisi  sözde mücadele merkezleri sendikaların “anti-kapitalist” içerikli mücadeleleri sayesinde, Marksizm’in işçi sınıfı hareketine etkin olmasını sağlanmış! ve parlamentoyu da “işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir araç olarak” kulanmışlar!.(3)  
Kuruduklarında beri, Marksizm’le uzaktan,yakından hiç bir ilişkisi olmayan Fransız sosyalist partilerini ve İngiliz işçi partisini “işçi sınıfın kitlesel partileri” diye lanse ederek, sendikaların mücadelesinin  temelinde kurulmalarının  ve burjuvazinin hizmetinde görevlerini yerine getirmelerinin övülmesine  ne demeli.!  
Bir yandan sözde  sendikaların mücadele merkezleri olmasından dolayı;  Marksizm’in işçi sınıfı içinde yayılıp, otorite  konuma geldiği  ileri sürüyor, diğer yandan bu  iddiasına kanıt olarak ta SPD, Fransız sosyalist partileri , İngiliz işçi partisini örnek gösteriyor!.
Bu saydığı partilerden sadece SPD (Almanya sosyal-demokrat partisi) Marksist içerikli  hareket olarak doğarak  revizyonist bir partiye dönüşüp,bugünkü konumuna erişmiştir.(4)
Fransa’da, Paris komününün yenilgisinden önce ve sonra “sosyalist” adıyla kurulan partilerin  hiç  birisi  Marksist değildir,aksine Marksizm karşıtı  burjuva partileridir. 
Fransa’da  Marksist parti, 1917 ekim devriminden sonra  ve 1920’lerde çeşitli Marksist grupların bir araya gelmesi sonucu kuruldu ve komünist enternasyonale katıldı.
Fransa’nın sosyalist partileri devamlı burjuva devletinin hükümetlerinde görev aldı.Ve hiç bir dönem proletarya iktidarı diye bir amaçları olmadı.
Ama ne var k FKP, 1950’lerden sonra modern revizyonist bir partiye dönüşerek, kapitalizm savunucusu  kesildi. ve  bugünde yok olmakla baş,başa,”ölüm döşeğinde” varlığını sürdürmeğe devam ediyor.
Keza Almanya’da KPD, işçi sınıfı içinde SPD’ye ve diğer burjuva sendikal hareketlere karşı yürüttüğü mücadeleyle sınıfı içinde en güçlü örgütlü  siyasi hareket  haline gelmişti. 
Rosa Lüxenburg ve Karl Liebknecht tarafından kurulan ve Hitler’in iktidarı ele geçirmeden önce, Almanya işçi sınıfının en güçlü partisi haline gelen KPD’nin  sınıfı içinde en önemli mücadelesini “sosyal- reformcu”  SPD ye karşı yürüttüğü  bilinmektedir. SPD bugün “sosyal-reformcu” parti olmaktan çıkıp, burjuvazinin neo-liberal partisi haline gelmesine rağmen, Almanya’daki işçi sınıfı ve  sendikal harekete üzerindeki etkinliğini  devam ettire biliyor.
İngiliz işçi Partisi, gerçekten Trede-union (sendikaların)mücadelesi temelinde,işçi sınıfı kitlesel partisi olarak doğdu. Ve de ortaya çıktığında günümüze kadar  devam eden süreç boyunca  emperyalist- kapitalist sistemi ateşli tarzda  savunmaktan, onu yaşatma mücadelesinden  bir adım dahi  geri durmadı. Hep İngiliz burjuvazisinin emperyalist çıkarların savunmayı kendine baş görev edindi. 
İngiliz işçi partisi,İngiltere işçi sınıfının güçlü aristokrat tabakasına dayandı ve İngiltere’de bu güçlü aristokrat işçi tabakasının varlığı,sınıfı böldü, işçilerin güçlü bir Marksist hareketinin ortaya çıkmasına engel oldu.
Bu olumsuz koşullara rağmen, İngiltere’de ,de Marksistler, İşçi sınıfının içinde burjuva işçi sınıfı hareketine,burjuva sendikacılığına karşı  mücadelelerini sürdürdüler  ve dönem,dönem mücadeleye damgalarını vurabildiler.
EMEP’in  bu yazısında,da,1990 lardan itibaren savunulan ekonomist görüşlerin “sosyalist hareketlerin”  üstündeki etkinliğini sürdürmeği amaçlıyor.
Aslında bu yazıdaki görüşler , Lenin’in ekonomizme yönelik eleştirilerini hedef alıyor. Çarlık Rusya’sında ortaya çıkan ekonomist hareketlere karşı Lenin, kendiliğinde, (yani ekonomik) mücadelenin siyasi mücadeleye dönüşemeyeceğini öne sürdüğü bilinmektedir. Bu yazı ise; bu görüşlere itiraz ediyor.”Sendika mücadele, Marksizm’in  işçi sınıfı içinde yayılmasının zemine hazırladı” görüşleriyle ve de burjuva sosyalist işçi partilerini örnek gösterilerek, kendiliğinden mücadelenin siyasi mücadeleye dönüştüğünü sözde kanıtlanmaya çalışıyor.
Lenin’in “ne yapmalı” kitap’ın yazdıktan 100 seneyi aşan  bir süre  sonra, Türkiye’de,de 12 eylül faşizm yarattığı zemin üzerinde  ve  ilk kez , özellikle 1990’lardan itibaren  ekonomist görüşler (açık bir tarzda savunularak)“Türkiye sosyalist hareketine “ pompalandı.
Lenin, kendiliğindenci hareketin; işçi sınıfının siyasi hareketine dönüşemeyeceğini  ve sosyalizmin ancak  işçi sınıfına dışardan götürüle bilineceğini öne sürüyordu.
İşte 1990 sonrası piyasaya sürülen ekonomist görüşler,Lenin’in bu düşüncesini “yanlış” buluyor!.
Böylece,Marksizm’le işçi sınıfı hareketin birleşmesi sürecinde ve sosyal-devrim amacıyla oluşturulan komünist partisinin, işçi sınıfının mücadelesinin, siyasi mücadeleye yükseltilmesindeki tayin edici rolü inkar  ediliyor ve komünist partisinin işçi sınıfının siyasi,ideolojik ve örgütsel önder haline gelmesinin   zorunluluğu ret ediliyor.
Bunun için kendiliğinden mücadele abartılıyor ve işçi sınıfının  komünist partisine ihtiyacı olmadığı sözde kanıtlanmak isteniyor.
Kendiliğinden mücadelenin egemen olduğu koşullarda, işçi sınıfı hiç bir şekilde kendi sınıf bilincine varamaz, tam tersine üretim araçlarına sahip  ve devlete egemen olan burjuvazi, aynı zamanda o toplumdaki  dünya görüşünü (toplumsa bilince) ,işçi ve emekçi sınıfların bilicini, kültürü ve tüm üst yapı kurumlarını  belirler ve bunları  kendi sınıf çıkarına göre şekillendirir.
Kendiliğinden mücadelenin egemenliğini sürdürdüğü şartlarda,işçi sınıfın sosyal varlığıyla, bilinci arasında çelişki vardır. Sosyal varlığı;üretim araçlarından arınmış,iş gücünü satan emekçiyken, bilinci egemen sınıfın yani burjuvazinin  çıkarına tekabül eden bilincidir. İşçi sınıfının sosyal varlığıyla, bilinci arasındaki bu çelişki, sınıfı mücadelesinin içinde ve Marksizm benimseyen,sınıf kökenini ret eden  aydınların sosyalizmi işçi sınıfına taşımalarıyla ortadan kalka bilir.
Burjuvazinin, bu objektif  gerçeklikle hareket ederek, Marksist aydınların işçi sınıfıyla bağ kurmalarını önlemeği kendine  baş görev edindiği biliniyor.
Çünkü Marksist aydınlar ve devrimci komünist partiler  olmadan, işçi sınıfı ekonomik bilinci kendiliğinden  aşamaz.
Bunun için burjuvazi,devletin zorbalığının yetmediği yerlerde, “işçi dostu” pozlarına bürünen burjuva siyasi hareketleri devreye sokar.
Bu burjuva işçi hareketlerin en tehlikelisi ve “sosyal reformcu” kisvesine  bürüne  ekonomizmin olduğunu belirtmek  abartılı bir tespit değildir.
Ekonomizm,işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesinin  önündeki en önemli  burjuva ideolojik akımıdır.Ekonomizm, ekonomik mücadeleyi amaç edindiği görülümü altında , işçi sınıfının  kendi sınıf bilicine varmasını engellemek için, işçi sınıfını Marksizm’den  uzak tutmaya çalışır ve  bu amacına hizmet eden görüşleri yayar.
Ekonomik mücadeleyle “siyasi mücadele” (5) birbirinden ayırır ve  ekonomik mücadeleyi amaç edinmenin, burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğini savuna siyasi mücadele olduğu inkar ederek, sendikaları salt  ekonomik mücadele yürüten örgütler olarak ele alıp, “siyasi mücadeleyi parti, ekonomik mücadeleyi sendikalar yürütür” görüşleriyle, (ve de işçilerin sendika örgütlerinin sosyal-devrim için mücadele edemeyeceği iddiasıyla) Marksist-Leninist görüşlerin işçi sınıfının  sendikal hareketine  egemen olmasına  ve doğal olarak  işçi kitlelerine yayılmasına karşı çıkar.
Bu görüşler,Marksizm sınıfı günlük pratik mücadelesinin rehberi haline gelmesinin  zorunluluğunu da kabul etmez.
Marksizm’in sınıfın sosyal pratiğinde  canlı bir nesne  haline gelmeden, işçi sınıfının sınıf bilincine varamayacağı gerçeğine sözde karşı olmadıklarını göstermek niyetiyle ve Marksizm’in “öğretilmesini”  salt pedagojik bir  eğitimmiş gibi lanse ederek, gençlere ve genç işçilere “Marksizm  öğretilmesini” tavsiye edilmesine de ne demeli!. (6)
Bu yola!,komünist partisinin önderliğinde (ancak)  sendikaların, işçi sınıfının sosyal-devrim mücadelesinin araçları haline getirilmesinin gerekliğini sözde ret etmemiş oluyorlar!.
      
              12 eylül faşizminin Türkiye’de oluşturduğu dönüşümler.
12 eylül faşizmin uluslararası burjuvazinin isteği doğrultusunda izlediği ekonomi-politika sonucu,Türkiye’de  bazı değişimlerin meydana gelmesi,ekonomizmin (yada sendikalizmin ), güçsüzleşen “Türkiye sosyalist” hareketi  etkisi altına alabilmesinin maddi zemini yarattı.
12 eylülün generalleri, Türkiye  işçi sınıfı içinde ilk kez  azınlık bir kesime tekabül eden aristokrat tabakanın oluşmasının zeminini hazırladı ve sadece bu işçi kesimine  sendikalı olma hakkı tanıdı.
1980 öncesi uluslararası ve Türkiye tekelci burjuvazisinin en önemli talebi işçi ücretlerin düşürülmesi ve (ekonomik krizi nedeniyle de ) çalışan işçilerin bir bölümünün işte atılmasıydı. Faşist  Türk ordusu,burjuvazinin bu isteklerini yerine getirdi.
 EMEP’n  yayınladığı bu yazısında kabul ediği gibi  11 milyon işçinin sadece % 6 , devletin resim verilerine göre de; kayıtlı 14 milyon işçinin 400 bini  sendikalıdır. Bu sendikalı işçilerin aldıkları ücretler ve sahip oldukları sosyal haklar, onları Türkiye işçi sınıfının aristokrat  tabakası haline getirmiştir.(7)
İşçilerin, bu azınlık kesim (sendikalı işçiler ) imtiyazlı  sosyal tabaka haline getirilirken,  çoğunluğu korkunç bir sömürü çarkını içine itilmiştir.
Burjuvazi, sendikasız  işçilerden  elde ettiği aşırı karların küçük  bir kısmını, işçi sınıfının bölmek ve  mücadelesini daha da pasifleştirmek için  rahatlıkla  sendikalı işçilere  vermekte  sakınca görmüyor.
Burjuvazi, sendikasız işçilerin  ekonomik talepler için güçlü  mücadelelere  girmelerin önlemek içinde, onları küçük,küçük işletmelerde 10-15 saat ve en düşük ücretlerle çalışmaya mahkum etmiştir.
Yukarda da değindiğim gibi,12 eylül faşizminin azgın saldırı dönemlerinde fabrika yönetimlerine el koyan ordu, ekonomik durgunluk sonuç üretim düşen fabrikalardan çalışanların  önemli bir bölümünü işten attı.
Özellikle,DİSK örgütlü olduğu fabrikalardan işçilerin çoğunu  işten attılar. 12 eylül döneminde “çıkılıp”, sözde demokrasi geçildiğinde, sendikalı işçi sayısı önemli ölçüde  azaltılmıştı.
Generaller, işçi çoğunluğunun sendikasızlaştırılmasını sürekli hale gelmesini sağlayan yasaları da yürürlüğe koymayı ihmal etmedi.
Gerek Türk-iş’in, gerekse DİSK’in (etkisi az olan faşist ve dinci gerici sendikaların) bürokrat sendika ağaları, generallerin  oluşturduğu “işçi statüsünü” kabul ettiler.
12 eylül faşizmine öfke duyarak  harekete geçmek isteyen işçileri, “şanlı! Bahar eylemleriyle” uyuttular, işçileri pasif direnişlere sokarak, bir taraftan işçilerin patronlara karşı  duydukları kızgınlığı giderildi,  diğer taraftan işçilerin taleplerini sadece  ücret artışlarına yönlendirerek,işten atılan işçilerin işe geri alınma taleplerini, hem gündemden kaldırıldı,hem de faşist ordunun yürürlüğe soktuğu  grev ve toplu sözleşme, sendika kurma yasasını sendikalı işçiler tarafından kabul edilmesi için yoğun  çaba harcadılar.
“Yeniden toparlama” dönemine girdiklerini öne süren   “sosyalistler”, ekonomizmi “keşfederek” sendika ağalarının izlediği politikanın peşine takılıp,işçilerin taleplerinin sadece  ücret artışlarıyla sınırlanmasına  güçleri oranında katkıda bulunmakta çekinmediler.
Patronlarsa,sendika işçilerin ücretlerin hemen artırmasını kabul ettiler;çünkü bu artışları yapabilmelerine imkan  tanıyan  aşırı karların elde edilmesi sürekli  ve “tehlikesiz” kılınmıştı!.
Bu şekilde patronlar, artık sendikacılarla “kavgasız , gürültüsüz” uzlaşa bilme imkanlarına  da  sahip olabildiler.
12 eylül sonrası,  hem çalışan  sendikalı işçilerin sayılarının azalması ve hem de işçilerin büyük çoğunluğunun ücretlerinin düşüklüğünün  sürekli hale getirilmesi karşısında İMF, ısrarla öne sürdüğü isteklerinin  içinden işçi ücretlerin düşürülmesi ve çalışan işçi sayısının azaltılması  taleplerini programından çıkardı.        
Böylece bir yandan yasal sınırlamalarla da işçilerin çoğunluğu  grev yapma  ve sendika kurma haklarından  mahrum edilirken,diğer yandan bu işçileri küçük işletmelerde çalışmak zorunda bırakarak, ekonomik talepleri (yani sendika kurma , grev ve toplu sözleşme yapma)   için kendiliğinden güçlü  mücadeleye girmeleri dahi   imkansız hale getirildi.
Burjuva gazetelerinde çıkan haberlere göre  5 bin patronun emir’inde 50 bin işçinin v.s  çalıştığı  “sanayi siteleri ” isimli  işletmeler Türkiye’nin her tarafını sarmış durumdadır. Bunlara ilave edilen küçük fabrikaların sayıları da durmadan çoğaltılıyor.
Çalışan işçi sayısı azaltılan 1980 öncesinin “büyük”  fabrikalarda üretilen malların parçaları artık  sanayi sitelerinin atölyelerinde,küçük fabrikalarda  üretiliyor  ve “büyük fabrikalardaysa”, sanayi sitelerinden,küçük fabrikalardan gelen  parçaların montaj yapılarak elde edilen emtialar  pazara sürülüyor.
Böylece bu şekilde aşırı  karlar durmadan daha da artırırlarken, diğer yanda bu sendikasız ve hiç bir şekilde iş garantisi olmayan, işten atılma tehditleri altında en düşük ücretlerle, 10 saat’in üstünde çalıştırılan işçi kitlesi sefalet içinde yaşıma itiliyor. Bu sanayi işçilerinin yanı  sıra ve özellikle  güney Anadolu’da  mevsimlik tarım  işçilerin çoğunluğu sürekli  tarım   işçileri haline getirilerek, sendikasız, sigortasız en düşük ücretle günde 10 saat’in üzerinde çalıştırılıyor.
Kısacası en düşük ücretlerle ve  günlük 8 saatin üstünde çalıştırılan, kiminin 11milyon, kiminin  20 milyon dediği,korkunç  bir  sefalet içinde yaşamaya mahkum edilen ve   bir, biri ardı sıra patlak veren ekonomik krizler sonucu hemen işten atılıp,“çoluk,çocuğuyla” açlıkla baş,başa bırakılan işçi kütlesinin var olduğu Türkiye gibi bir ülkede, “işçi sınıfı” adına sendikalı imtiyazlı işçilerin çıkarın savuna  bir “sosyalist hareketin “  sosyal devrimi diye bir amacının olmamasından doğal ne olabilir.  (8)
İşçilerin çoğunluğunun  ekonomik,sosyal haklarının ortadan kaldırılması, salt Türkiye’ye ait bir  uygulama değil, işçi sınıfının mücadelesinin  kapitalizm tehdit etmekten çıkarılması, burjuvaziye kapitalist ekonominin gereklerini serbestçe yerine getirmesine fırsat tanıdı.
Bu arada, sosyalizme gidişin önünü kesmek için ortaya sürülen ve sözde  vahşi kapitalizmin alternatifi olduğu iddia edilen; “sosyal pazar ekonomisi”  yaygaralarının da boş olduğunu açığa çıktı
               Neo-Liberal dönemde burjuvazinin tavır’ı
Neo- liberal döneme girildiğini ilan burjuvazi, dünya pazarlarına egemen olmak için kıran,kırana bir rekabete girmesi ancak güçlü sermayenin varlığına bağlı olduğunu görerek,sömürgelerden elde ettiği aşarı karların bir kısmını  ülkesindeki işçilerle baylaşma politikalarına son vermeğe başladılar.
Burjuvazinin,işçi sınıfının  bir bölümünü aristokratlaştırmasını; kapitalist ekonominin niteliği gereği ortaya çıkmıyor.Tam tersine,burjuva iktidarları, kapitalizm’i “şirin” göstermek ve  işçileri geçici bir süre aldatmak ve de yoksulluğunu ortadan kalkması için  sosyalizme gerek olmadığını sözde  kanıtlamak amacıyla, kapitalist ekonomiye siyasi  müdahalede bulunarak aristokrat işçi tabakasını oluştururlar.  
Bu politik uygulamalar,kapitalist ekonominin niteliğiyle çelişir ve kapitalizmin genel karakteri karşısında geçici siyasi girişimle olmaktan  öteye geçmez.
Örneği; kapitalist ekonominin krizleri, burjuvazinin emperyalist sömüründe elde ettiği karların bir kısmını  ülkesindeki işçilerle baylaşmasını zora sokar ve aristokrat işçi tabakası ayrıcalıklı konumunu yitirmesine neden olur  ve de  işçi sınıfı tekrar  bütünleşme sürecine girer.   
Bunun içinde işçi sınıfı hareketi;kapitalizmin objektif gerçekliğinden ötürü;“sosyal-reformcu” ve sosyal-devrimci diye bölünmez.
Başka değişle, kapitalizm koşullarında, sömürüye karşı,“sosyal-reformcu” veya sosyal-devrimci gibi  iki siyasi  mücadele alternatif  yoktur. Böyle bir alternatifin olduğunun öne sürülmesi, kapitalist sömürüden yararlananların  uydurdukları bir yalandır.
 Tekrar edersek,sosyal-devrim, kapitalizmin doğal ve zorunlu bir alternatifini ifade ediği hale de  , “sosyal-reform” burjuvazinin kapitalizmin niteliğinin  orta çıkardığı sorunları siyasi(iradi) müdahalelerle geçici sözde çözümlerin ifadesidir.
Bunun için kapitalizm “restorasyonumu?” yoksa tasfiyesi mi?, diye bir birinin karşıt iki çözüm alternatifi gerçek anlamda söz konusu değil.
Çünkü sermayenin varlığı, büyümesi,kapitalizm genişleyerek gelişmesi,artı-değerin elde edilmesine ve artırılmasına  bağlıdır.
Artı-değer sömürüsü büyüdükçe, arttıkça, çalışanların yoksullaşması, sefalet içinde yaşamaları  kaçınılmazdır.
EMEP’se bu gerçeklerden uzak bir yaklaşım içindedir. İşte kanıtı:
Reformcu sendikalcılık merkezleri,işçi sınıfının  19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki mücadelelerinin ve sosyalizmin büyük zaferinin kazanımlarının duldasında  bir işleve sahip gibi görünmüşler;bütün o kazanımları kendi uzlaşmacılıklarının,reformcu anlayışlarının eseri gibi gösterebilmişlerdir. 20.yüzyılın son çeyreğinden itibaren,Sovyetler Birliği’nin gerilemesine (ve çökmesine)paralel olarak korunaksız kalan reformcu sendika merkezlerinin ipliği pazara çıkmış;işlevsiz ve etkisiz oldukları,patron ve hükümetler karşısında hiç bir gerçek itibara sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Ve bu devasal sendikalar; hızla güç ve itibar yitimine uğradıkları bir sürece girmiştir.” (a.g.y)
Demek ki  “reformcu sendika merkezleri”,  işçi sınıfının mücadelesinin ve Sovyetlerin koruması altındaymış!.
(Bu arada, Sovyetlerde kapitalizme geriye dönüşü;Kruşçevçilerin iktidarı ele geçirdikleri 1954’lerden itibaren değil de,1975lerden itibaren  başlattığına da dikkat edelim!.) 
 Bu yazı,emperyalist-kapitalist ülkelerde,  esas olarak“kazanımlar elde edilmesini”, burjuvazinin emperyalist sömürüsünden bay vererek, işçileri aldatmayı hedefleyen  politikalar sonucu ortaya çıktığı göz ardı ediyor. 
Burjuvazinin,reformları sosyalist iktidar mücadelesini durdurmak ve işçileri yatıştırmak için  yapmak zorunda kalmasında değil,işçilerin mücadelesinin, “sosyalizm büyük zaferinin” etkisinin sonucunda  gerçekleştirildiği iddiasıyla, “bu kazanımları”; “uzlaşmacı”, “reformcu” anlayışlarına bağlayan sendikacıları sözde yeriyor!.
Oysa!, sendikalar  “sosyalizmden  korunaksız kaldıklarında” da etkisiz kalmışlar! ve güçlerini durmadan yitiriyorlarmış!, böylece kazanımların “reformcu sendikal” hareketin eseri olmadığı da anlaşılmış!.
 Demek ki,“reformcu sendikacılık merkezleri”  var olmalarını, işçi sınıfının mücadelesine ve “ sosyalizmin büyük zaferine” borçlu olduklarına göre bunlar, kapitalizm savunan mihraklar değil de,  işçi sınıfı mücadelesinin  “reformcu uzantıları” oluyorlar!.
“Keskin laflarla” sözde  reformcu sendikal harekete karşı çıkılıyormuş gibi  pozlar takınılıyor. Aslında ise “devasal büyüklükteki reformcu sendika merkezlerin” izledikleri siyasi ve ideolojik çizgileri aklanıyor ve bunları sözde yeterice ekonomik mücadele yürütmedikleri iddia ediliyor.
Oysa, gerçeklerin burada ifade edilenlerle bir ilgisinin  olmadığını ,Avrupa’daki işçi sınıfı mücadelesini şu veya bu şekilde takip edenlerin bileceği gibi,gerek, neo-liberal politikaların yürürlüğe koyulmasıyla,gerekse ekonomik kriz dönemlerinde “reformcu sendikaların” ekonomik talepler için   mücadelesi, Sovyetlerin ve doğu-Avrupa’nın bürokrat- kapitalist ülkelerin,serbest Pazar ekonomisini  kabul etmelerinden önceki  döneme göre,çok daha  büyük boyutlara çıktığı somut bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
EMEP’in, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin,ifade edilen döneme göre çok büyük boyutlara çıktığını neden görmezlikten geldiği sorusunun cevabı, çünkü o, reformları, burjuvazinin geçici ve her zaman geriye alabileceği tavizleri  olarak değil de,işçi sınıfının devrimci  mücadelesinin bir eseri olarak görüyor ve de burjuvazinin neo-liberal saldırılarının ekonomik ve parlamenter mücadelelerle önlene bileceğine inanıyor. Bunun içinde  “reformcu sendikaların” reformlar için “doğru,dürüst” mücadele etmediklerin iddia ediyor.
Peki bu iddialar doğrumu?,kesinlikle hayır.  
Çünkü,Avrupa ülkelerindeki grevlerin boyutlarına, üstü,üste tertip edilen genel grevlere bakıldığında,burjuvazinin neo-liberal ekonomik ve politik saldırıları, salt ekonomik  talepler için mücadelelerle ve burjuva parlamentarizmin sınırla içinde kalınarak önlenemeyeceği açığa çıkıyor.
Sadece Türkiye’nin yanı başındaki Yunanistan’daki, işçi ve emekçilerin mücadelesinin çıktığı boyutlara bakıldığımıza bile  kapitalizme karşı mücadelenin hangi nitelikte olması gerektiği anlaşılmıyor mu?
Yunanistan’ da üst,üste yapılan, genel grevlere, grevlere, yürüyüşlere, mitinglere rağmen,uluslararası burjuvazinin isteği doğrultusunda hareket eden sosyal-demokrat hükümetin,uluslararası bankların, holdinglerin aşır faizli alacaklarını  ödemek ve  ekonomik krizi yükünü  Yunan halkını omuzlarına yıkmak için   yürürlüğe koyduğu programından  geriye  bir adım dahi atmadığı ve atmaya niyeti olmadığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı dönemde, sendikaları yeterince  ekonomik haklar için mücadele etmediklerini öne sürmenin hiç bir anlamı yoktur.
Güney Amerika’daki sınıf mücadelesindeki gelişmeler bir göz attığımızda dahi, burjuvazinin elindeki üretim araçlarına el koymada, onun ekonomik faaliyetleri  kısıtlanmadan,ülkelerin temel gelir kaynaklarının  kamulaştırmaları hedeflemeden, bankalara, Holdinglere el koyulmadan, burjuvazinin neo-liberal politikaları dahi etkisiz hale getirilemeyeceği açıkça ortaya çıkıyor.
Ama EMEP,güney Amerika’daki gelişen anti-kapitalist mücadeleyi küçümsüyor.”.....Latin Amerika merkezli ‘sosyal hareket sendikacılığı’ ise işçilerden çok  işsizleri,lümpenleri, sınıf dışı kategorileri örgütleme amaçlı ve onların yaşam tarzların uygun yöntemlerle mücadeleyi yücelten bir sendikacılık eğilimine savrulmaktadır” (a.g.y)
Bu satırları kaleme alan, işçi aristokrasinin  çıkarını ve dolayısıyla kapitalizm’i savuna birinin üslubuyla sorunlara yaklaştığı açık değil mi?.
“Latin-Amerika” da,da “işçi olmak için” imtiyazlı,kapitalist sömürüden bay alan bir “işçi” olmak gerekiyor!,aynen Venezüella’da  Chavez iktidarına  karşı, uluslararası Tekellerle, Venezüella burjuvazisiyle birlikte mücadele eden, petrol rafinerilerindeki grevleriyle, Chavez iktidarını yıkmakta burjuvazinin elindeki en önemli silah olan,” aristokrat petrol işçisi” gibi işçiler “işçi sınıfının içinde sayıla bilinir!.
Kapitalizmin işsiz bıraktığı, yoksulluğu girdabına ittiği , teneke evlerde, aç ve çaresiz  yaşama mahkum ediği insanlar “işçi ve emekçi sınıfın içine” giremiyorlar!. Bunlar “sınıf dışı lümpenlermiş”.
İşte EMEP’in geldiği yeri, izlediği reformist  siyasi ve ideolojik çizgiyi, yukarda ki satırlar kadar açığa çıkaran hiç bir şey olamaz.           
Ama EMEP’in ekonomik mücadeleyi amaç edinen  bakış açısının tam tersine, bu dönemde,de  işçi ve emekçilerin gündeminde olması gereken,siyası  iktidar  mücadelesidir ve ekonomik talepler için mücadele,buna tabi kılınmalıdır.
Yunanistan’da ve Avrupa’nın bir çok ülkesinde işçi ve emekçilerin yükselen mücadelesinin etkisiz hale gelmesinin, işçi ve emekçilerin iktidarını amaçlayan siyasi mücadeleye doğru yükseltilmemesinin nedeni; “sol” veya “sosyalist” kisveli revizyonist ve reformist akımlardır.
Ve yine,işçi ve emekçilerin, güney-Amerika’dakine benzeri iktidar mücadelelerinin Avrupa’da( ve Türkiye’de) gündeme dahi gelmemesinin  nedeni; “sosyal-reformcuların”  işçi ve emekçileri aldatan politikaları ve kapitalizm sınırları için sözde “çare” aramalarıdır.
”Ayrı  bir dünya mümkündür”  sözleriyle, neo-liberal dönem öncesine “dönülebileceği” izlemini  vererek, işçi ve emekçileri aldatmaya çalışan “sosyal-forum”culuk,kapitalizmin tasfiye edilmemesini istemiyle, işçileri ve emekçileri çıkmaza sürüklüyor ve  burjuvaziye teslim olmaktan başka çıkar yol olmadığını  sözde kanıtlamaya çalışıyor.
Oysa, M.L ışığında işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı sosyalizm amaçlı  mücadelesidir, burjuvaziyi köşeye sıkıştıracak.
Kapitalist ekonominin,yoksullaşmayı “refah toplumu “ diye adlandırılan ülkelere kadar tırmandığı günümüzün koşullarında, “var olanları koruma” anlayışıyla hareket etme,işçi ve emekçileri çaresizliğin içine sürüklemekten başka bir amaç  taşımaz.
İşte EMEP, bu gerçekten kaçıyor  ve reformlar için mücadelenin zayıf kalmasının diğer bir  “suçlusu” olarakta  “sendikal harekette, bölücü ve güç kaybına yol açan etkenlerden biri de sınıfın dışından yapılan müdahaleler, sağcı ve burjuva sendikacılık anlayışıyla mücadele etmek adına ortaya çıkan ‘sol’ eğilim ve anlayışlar..” ı(a.g.y) ,(8) göstermekten çekinmiyor.
En ilginci de “sendikal hareketin “ güç kayıp etmesinin nedenini  burjuvazinin izlediği neo-liberal politikalarda aramamasıdır.
Sendikaların güç kayıp etmesi olarak ifade edilmek istene;sendikaların üye sayıların azalması,yani sendikasızlaştırılan işçilerin sayılarının durmadan  artması ve neo-liberal politikalara karşısında, kapitalizm savunmayı amaç edine sendikacılığın  giderek etkisiz hale gelmesidir.
EMEP, bu dönemde sendikaların, gerçek komünist partilerin sosyalizm için mücadelelerine tabi olmaktan başka çıkar yolarının  olmadığına vurgu  yapacağına,” devasal reformcu sendika merkezlerinin” kendi üyelerini dışında,”işçi ailelerinin,işsizlerin, işçi çocuklarının,gençlerinin talepleriyle” sözde ilgilenmediğini öne süre biliyor. Oysa sendikaların, “ilgilenmediği” dedikleri talepler; onların devamlı  günlük politikalarının esasını belirliyor.
Neo-liberal dönem öncesine  geri dönme isteği, kapitalizm’i sözde restore ederek savunanları hayal-kırıklığına uğratıyor.
Attackcılık, sosyal-forum hareketleri, hep  sosyal-devlet dönemini geri  getirmek isteyen burjuva akımlardır. Bunlar,neo-liberal dönemle birlikte Marksizm yenide etkinlik kurması karşısında çıldırtıyorlar.(9)
EMEP’se “sosyal-reformcu saflarda” yer almaktan zerre kadar rahatsızlık duymuyor.
Sözde eleştirdiği,üye “sendikacılık yapıyorsunuz” diye suçladığı sendikalardan,sendikasız işçileri örgütlenme görevlerini yerine getirmeleri isteniliyor.
            Türkiye’deki sendikalar “isteseler” dahi sendikasız işçileri       
                                  örgütleyemezler
Sendikalı işçiler ve sendikalar içinde EMEP’in hiç bir gücünün olmadığı ve onun çağrılarının en küçük etkisini olamayacağı gerçeğini  bir yana bırakalım,12 eylül faşizmin şekillendirdiği Türkiye’deki iş yaşamın gerçek niteliği aradan gecen 30 sene sonra bile araştırılmıyor.
Türkiye’deki bugünkü sendikalar ve yasal “sosyalist” partiler isteseler dahi, 14 milyon sendikasız işçiyi sendikalı hale getiremezler.
İşçilerin sendikasızlaştırılmaları sadece ve de esas olarak yasal sınırlanmalardan kaynaklanmıyor ve yasal sınırlamalar kalksa dahi bu işçiler sendikalı işçi haline gelemez.
Küçük fabrikalarda, atölyelerde çalıştırılan sendikasız işçiler, çalıştıkları iş yerlerinde ekonomik  talepleri için mücadeleye girdiklerinde hemen, patronlar tarafında direniş bastırılıyor ve kapı dışarı edilerek, yerlerine,kapıda bekleyen birleri,işe alınıyor.
Türkiye burjuvazisinin uluslararası pazarlardaki rekabet etme ve kendine piyasa edinme gücüne , sadece ve sadece var olan ucuz iş-gücü sayesinde sahip olabiliyor.
Ucuz iş-gücünden en fazla yararlananların  başında, sendikasız işçileri istihdam eden ve onları 10 saatin üstünde çalıştırarak,en acımasız tarzda sömüren “Anadolu-kaplanları” adılı  burjuvalar geliyor.
Bu burjuvalar arasında sıyrılanların,Türkiye’nin en büyük Holdingleriyle  boy ölçüşe bilecek seviyeye çıktıklarına dair iddialar  öne sürüle biliniyor.
Tüm veriler;Türkiyeli işçilerin nasıl sömürüldüklerini somut  delilleridir. Dağınık ve birbirinden kopuk küçük işyerlerinde çalıştırılan işçiler,diğer yandan da  dinci tarikatların, sivil faşist çetelerin hegemonyası altında tutularak “ nefes aldırılmıyor”.
İşte bu işçilerin büyük çoğunluğunu  örgütleyip, eyleme sokarak aşırı ve insafsız sömürüye dur diye bilecek olan tek güç,işçileri içinde faaliyet gösteren, onların içinde örgütlene, militan, M.L kendine rehber edine  gizli komünist partisidir.
Lenin’in işaret ettiği şekilde  bir komünist partisi inşa edilmeden ,Türkiye’de işçi ve emekçilerin acımasız  tarzda sömürülmeleri dahi durdurulamaz.
Komünist partisi ancak,küçük iş yerleriyle dağınık bırakılarak, güçsüzleştirilen işçileri birleştirip, 8 saatlik iş günü,ücret artışlar ve gerçek sendika kurma hakkı  için   eylem sokabilir ve burjuvazinin karşısına güçlü işçi sınıf hareketin çıkabilir.
Küçük iş-yerlerin önemli bir çoğunluğunu kapsayan grevlerin birden bire ortaya çıkması ve kararlı tarzda  sürdürülmesi, burjuvaziyi dize getirir ve işçi sınıfının komünist  hareketi,Türkiye’nin sınıf  mücadelesine damgasın vurur ve de  yenide Türkiye işçi sınıfı mücadelesi tekrar siyasi gündemi belirleyen esas güç haline gelir.
20 senedir görülmek istemeyen, koşullar gereği gizli olarak örgütlenmek zorunda olan ve M.L ışığında yürüyen komünist partisi olmadan, sendikasız ve tüm ekonomik haklardan mahrum bırakılarak insafsız tarzda sömürülen işçilerin güçlü  eyleme dahi ortaya çıkamaz.
Böylesine zor bir görevi burjuva sendika hareketine bırakmak, onlardan sendikasız işçileri örgütlenmesini istemek  yanlıştır,  çaresizlikte başka bir şeyi ifade etmez.
Türkiye işçi sınıfın bugün, su ve emek gibi muhtaç olduğu tek şey, militan.fedakar, kararlı  gerçek M.L komünist partisidir.

                   
...................................................................................................................................................
(1) Avusturya işçi marşı bu durumu dile getirmiyor mu?
(2) )12 eylül darbesinde kısa bir müddet önce işçilerin yoğun olarak  bulundukları Adana ve çevresindeki fabrikalar da  devrimi savuna  TDKP ve Dev-yolun, faşist,dinci gerici ve reformist sendikacılara karşı güçlenmeleri hariç -ki bunlarda 12 eylül darbesiyle tasfiye oldu.
(3) Burada parlamentonun işçi sınıfı iktidarının aracı gören, parlamenteriz görüşünü eleştirisine yazının içeriği gereği  değinmiyorum.
(4) 1869,August Bebel, Wilhelm  Liebnecht  ve Eisen nach isimli işçi önderler tarafından kurulan, SDAP(sosyal –demokrat işçi partisi) 1870 11 bin üyesini temsil eden  66 delegesiyle yaptığı kongresinde Marksizm yolunda mücadele edeceğini  açıklayan  ve bu doğrultuda yola çıkan, işçi sınıfı hareketin ilk güçlü partisiydi. 
1875 SAP (sosyalist işçi partisi )ismini  alarak  işçi sınıf içinde  işçi sendikaları örgütleyen,işçiler başta olmak üzere emekçileri  Alman imparatorluğuna karşı mücadeleye sokan sosyalist işçi  partisi despot  Alman feodal- burjuvazisinin hışım’ına uğramaktan kurtulamadı. 1878 Otto von Bısmarck, çıkardığı  sosyalizm yasaklayan yasayla,sosyalist partiyi kapatıldı.
Ama sosyalist parti bu yasakları hiç sayarak mücadelesine devam etti. 1890 yılında yapılan seçimlerde %20 oy alıp, 391 milletvekilinin 35 kazanarak, imparatorluk parlamentosunun güçlü fraksiyon partisi  konumuna erişti. Onun bu kitlesel gücü, sosyalizm yasaklanmasını pratikte işlevsel hale getirmişti.
Ama 1891 yılında Erfurter programını “ “dogmatik Marksizm” diye  karalayan, sosyal-devrime karşı sosyal-reform görüşleriyle “bağımsız sendikacılığı” savuna  sendikacı Carl Legien etkinliğinde  serbest sendika hareketi örgütlendi.
Bu  burjuva işçi hareketinin teoriksiyeni  ilk revizyonist  Eduard Brenstein’di. Bu revizyonist ve ekibi,  August Bebel’e , Karl  Kautsky’e ,Rosa Luxemburg’a  ve Clara Zetkin gibi parti önderlerine karşı şiddetli mücadeleye girişmişti.
Böylece Marksizm’in etkiliğindeki Almanya’daki  işçi sınıfı hareketi de bölündü.   
Bilindiği gibi 1.emperyalist  paylaşım savaşın destekleyen, ismi SPD’ye dönüştüren sosyalist parti, burjuva partisi haline geldi ve bugün artık “sosyal-reform” partisi olmaktan da çıkarak neo-liberal burjuva  partisine  dönüşmüştür.
Ama  Alman  sosyal demokrat  partisi, sendikal mücadelenin zeminde kurulmadı, tam tersine  Almanya’daki  işçi sınıfı mücadelesinin motoru ve  sendikal hareketin kurucusu ve geliştiricisi sosyalist parti oldu.
EMEP’se, Marksist partilerin kızıl sendikaların (ki EMEP de modern revizyonistler gibi kızıl sendikalar dememek için “sınıf sendikası” tanımını kullanıyor) ortaya çıkmasında vazgeçilmez tayın edici rolünü inkar ediyor.
 Bunun için de ,Marksist partilerin kendiliğinde mücadele zeminde doğduğunu ileri sürebiliyor.
(5) )Ki, ekonomik mücadele de, kapitalizm yıkmayı hedeflemeyen burjuva içerikli  siyasi mücadeledir,toplumdaki sosyal sınıflara tekabül etmeyen, ne siyasi görüş olur ,nede siyasi mücadele.

(6)  Komünizmi nasıl öğrenmek gerektiği sorusunun cevabı Lenin'de

Eğitim çalışması mücadeleyle değil, mücadele eğitim çalışmasıyla tamamlanmalıdır. Bu bağlamda Komünist Gençlik Enternasyonali'nin programı şunları söylemektedir:''Marksizm-Leninizm’'in dünya görüşü teori ile pratiğin ayrılmasına izin vermez, eğitimle mücadele arasında bir çelişki görmez. Komünist eğitimin temeli mücadeledir.Genç komünistlerin genel görevi ‘komünizmi öğrenmek’ tir (Lenin). Komünist Gençlik Birliği emekçi gençlik için komünizmin okuludur ama yetişen genç kuşak komünizmi ancak, eğitimin her adımını proletarya ve emekçi kitlelerin köhne sömürücü topluma karşı asla durmayan mücadelesiyle birleştirerek öğrenebilir… Komünist ahlakın temeli, komünizmi sağlamlaştırma, tamamlama uğruna mücadeledir ve komünist eğitimin ve öğrenme yöntemlerinin temeli budur. Komünizmi nasıl öğrenmek gerektiği sorusunun cevabı budur.”''(Lenin)


(7) 1966 kurulan DISK  mücadelesi karşında müşkül durumda kalan burjuvazi, 1961 anayasasıyla  tanınan grev, toplu sözleşme hakkı ortadan kaldırmayı kendine  amaç edinmişti.
1970-15,16 haziran hareketi, DİSK’li işçilerin burjuvazinin DİSK varlığına son verme teşebbüsüne karşı isyanıydı.Burjuvazinin bu isteğini generaller yerine getirdi. 

(8) Bu “sol”culuğun  kanıtı da ,1 mayısın taksim meydanında kutlanması ve yasağı kalkması için mücadele ederek 33 sene sonra 2010, 1 mayısın taksim meydanında kutlamasının sağlanmasıymış!.
Sosyal-pratiğin ortaya çıkardığı yanılgısın kabul edeceğine, kendisini dahi dilini ucuyla kabul ediği “anti-komünizm merkezlerinden bir” olan Türk-iş’in faşist, gerici sendikacıları etkinliğindeki (ve de  Türk-iş’in 1977 1 mayısının taksimde kutlanmasına karşı olduğun bildikleri halde)mitinge  “işçi sendikalarının eylemidir” diyerek   katılmanın  yanlışlığını sosyal-pratik açığa çıkardığı   hale “ ben yanılmadım” denilmeğe devam ediliyor.
 (9) Marksizm kararlamak için nerede sözde “vahşi kapitalizme” karşı oldukların öne süren burjuva “ilim adamları”, profesör  etiketli burjuva  varsa, bir sosyal-forum toplantısından, diğerine koşuyor.
AB’nin  desteğiyle Avrupa’daki ve başka ülkelerdeki   sendikalı (aristokrat) işçileri “kaynaştırmayı” amaçlayan  ve sendikaları  sosyal-forum hareketleri içinde eritmeye çalışan,sosyal- reformculuğu öne çıkararak kapitalizm’i savunma  girişimlerinde  EMEP’in yer aldığını, bu iş için kurulan ve verilen görevleri layıkıyla! yerine getiren ve Türkiye’de kapitalizm’i savunanın önemli merkezlerden bir olmaya  aday olan  (Toplumsal Araştırma ve Eğitim Merkezi), TAREM’le,girdiği sürtüşme vesilesiyle  öğrenmiş oluyoruz

Hiç yorum yok: