Kapitalist pazar ekonomisinin esas dinamizmini
teşkil eden burjuvalar arası
rekabet;üretim araçlarının giderek azınlık burjuvazinin elinde
toplanmasının sağlarken, çoğunluğu teşkil eden
küçük üreticileri üretim araçlarından arındırarak, işgüçlerini satış çıkarmaktan, yani işçileşmekten başka
bir yol bırakmaz.
Artı-değer sömürüsü işçiler arasında her türlü
farklıları,(var olduğu iddia edilen rekabeti) ortadan kaldırır ve burjuvazinin
işçileri “bir potada eritmesine” imkan tanır.(1)Kısacası işçiler arasındaki
farklılıkları ortadan kaldıran sendikalar değil, bizzat kapitalizmin ekonomik
kanunlarıdır.
Makine sanayisi dönemiyle birlikte burjuvazi, daha
fazla kar etmek amacıyla karın, sermayenin ,rantın v.s kaynağı olan artı-değer
sömürüsünü alabildiğine artırarak,
sefalet içinde yaşayan,giderek sayıları artan işçi kitlesini ortaya
çıkarır.
Bu durumu en güzel tarzda ifade eden yazılı
eser, Marks ve Engels’in kaleme
aldıkları komünist manifestonun olduğu
bilinmektedir.Ve yine Engels’in “İngiltere’de işçi sınıfının durumu” isimli
eseri artı-değer sömürüsünün yarattığı
işçilerin sefil yaşamlarını anlatmıyor mu?.
Neslini ve
yaşamını sürdürmenin karşılığı olarak
burjuvazi tarafından verilen ücretlerle
günde 10,15 saat çalışan
işçiler, teneke evlerde ve sefalet içinde yaşamaya “mahkum” edilmişlerdi.
Kapitalizm birleştirdiği ve bir potada “erittiği”
işçi sınıfı bu sömürüye karşı hareket geçti. O dönemde, günlük çalışmanın 8
saatle sınırlanması işçilerin en önemli talebiydi. Çünkü burjuvazi, çoğunlukla
15 saatin üstünde çalıştırdığı işçilere, ne
aile birliği bırakmıştı, nede yaşam hakkı tanıyordu.
Burjuvazi,başlangıçta işçilerin mücadelesini
bastırmak için tüm gücüyle saldırıya geçti.
İşçilerin burjuvaziye karşı ayaklanması,kapitalizm
tasfiye edilmeden sömürünün ortadan
kalkmayacağı gerçeğini gün yüzüne
çıkarıyordu.
Kapitalist ekonominin işçilerin
mücadeleleriyle işlevsel hale gelebileceğinin anlaşılması,
burjuvaziyi işçilerin taleplerini kabul etmek zorunda bırakmıştı.
İşçilerin, grevlerle kapitalist üretim çıkmaza
sürüklemesi; burjuvazinin işçilere
karşı yeni politikalar izlemesini gündeme getirdi ve mücadelenin ekonomik
mücadeleyle sınırlaması burjuvazi için hayati bir sorun oldu.
Bu sırada, işçi sınıfı içinde mücadeleyi salt
ekonomik mücadeleyle sınırlamak isteyen,kapitalizm hedef almayı ret eden görüşler ve buna uygun örgütlenmelerde
ortaya çıktı.
Ve de (aslında) işçi sendikaları bu görevleri
yerine getirmek için kuruluyordu.
Mücadeleyi ekonomik mücadeleyle sınırlayan
sendikaların ortaya çıkması, işçileri birleştirmedi tam tersine böldü.Çünkü
işçi sınıfı içinde ortaya çıkan ekonomizmi hedef alan, kapitalizm tasfiye
edilmeden sömürünün ortadan kalmayacağını öne süren Marksist işçi sınıfı
hareketinde doğmuştu ve mücadelenin oluşturduğu sınıfın birliğini savunma
temelinde, işçi sınıfı hareketini sosyal-devrim mücadelesine doğru
yükseltilmesini gündeme getiriyordu.
İlk kez İngiltere de ortaya çıkan ekonomizm’e (Trede-unionizm’e) karşı,
işçi sınıfının devrimci ve Marksist
siyasi hareketi, zaman
geçirmeden sınıfın içinde örgütlenmeye başladı.
EMEP bu yazısında, bu gerçekleri sözde kabul
ediyor: ”20.yüzyılın başında sendikal hareket;işçi
sınıfının çalışma koşullarını
iyileştirmekle sınırlı bir mücadele veren reformcu/uzlaşmacı sendikalar ile
sömürünün kaldırılarak sosyalist bir insanlık toplumu kurulmasından yana tutum
alan,iktisadi mücadeledeki stratejisini de bu tutuma göre belirleyen sendikalar
olarak başlıca iki mihraka bölünmüştür. Böylece sendikal hareket;sınıf
sendikaları ve reformcu sendikalar olarak ayrışmıştır. Bu bölünme,ikinci Dünya
Savaşı’ndan sonra daha keskin bir hal almıştır.” (a.g.y)
Bu yaptığımız altının iddia ediği gibi
“reformcu/uzlaşmacı” ve Marksist sendikal hareket ayrımı; 20 yılın başında
değil,1830’larda İngiltere de kapitalizm
makine sanayi dönemine girmesiyle birlikte işçilerin mücadelesi sırasında ortaya çıkan reformcu (sendikalist) çizgiye karşı, Marks, Tredeunion
(sendikalizme) karşı hemen yoğun bir eleştiriye girişmesiyle ve sosyal-devrim
amaçlayan işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasıyla gündeme geldi.
Diğer yandan, işçi sınıf içinde “sosyal-reformcu”,
sosyal-devrimci bölünmenin “keskin hale alması”; ikinci emperyalist savaştan
sonrasına değil, Lenin’in II.enternasyonal revizyonizme karşı başladığı
mücadele dönemine tekabül eder.
II.Emperyalist savaşın sonralarına doğru
komintern’in dağıtılması,faşizme karşı savaşta güçlenerek çıkan batı
Avrupa’nın komünist partilerinin,
kapitalizmin restorasyonu ve burjuva demokrasini savunma temelinde,
burjuvaziyle uzlaşarak burjuva hükümetlerine katılmaları ve burjuva hükümetlerden tasfiye edildiklerinden sonra
dahi parlamentarizm savunma çizgilerinde geri adım atmamalar ve de
sosyal-devrim amaçlarından vazgeçmeleri,II. emperyalist savaş öncesi işçi
sınıfı içindeki “iki mihraka” bölünmeyi keskinleşmedi aksine yumuşattı.
Kruşçevçilerin Sovyetlerde iktidara gelmeleriyle
başlayan modern revizyonist akım,eski komünist partilerin büyük çoğunluğunu
revizyonist partilere dönüştürdü ve sosyal-devrim amaçlarından tamamen vazgeçirdi.
Böylece işçi sınıfı hareketi içindeki;
“sosyal-reformu”? yoksa sosyal-devrimi?
ayrışmasına da son verilmiş olundu! ve “hep birlikte” “sosyal-reform” amacında
birleşirlindi.
EMEP, bu yazısında kısaca değindiği Türkiye işçi
sınıfı mücadelesinin tarihini de çarpıtıyor.
Türkiye işçi sınıf hareketine,hiç bir dönem
“devrimi?, reformu?” diye bir bölünme (2 ) damgasını vurmadı.
Cumhuriyetin kurulmasında günümüze kadar geçen
süre boyunca,burjuvazinin ve onun devletini en başta gelen görevi, işçi
sınıfına ekonomik ve sosyal hakları tanımamak olmuştur.
1950 sonrası kapitalizmin gelişmesi sonucu, işçi
sınıfın kendiliğinde mücadelesinin
ortaya çıkabileceğin düşüne devlet, işçileri kontrolleri altında tutmak
amacıyla, grev ve top sözleşeme hakkı
olmayan sendikaları kurdu. Türk- iş devlet sendikası olarak kuruldu ve başına
da devleti sadakatle savuna faşist,dinci gericiler getirildi.
Türk-iş, aradan geçen 60 sene sonra bile zere
kadar bu özeliğini kayıp etmiş değildir.
Bu devlet sendikacığına karşı ortaya çıkan DİSK
ise, ekonomik ve sosyal haklar için mücadeleyi amaç edine bir sendikal bir hareket olarak doğmuştu. Buna rağmen,
burjuvazi ve devlet, DİSK boğmayı kendisi için vazgeçilmez bir görev
addetmişlerdi.
DİSK, 1971 sonrası TKP’in eline geçerek, ekonomik
talepler için mücadele eden sendika merkezi olma özeliğini de yitirdi ve
pasifleştirildi. 12 eylülde,de hiç bir direnişe girilmeden generallere teslim edildi. Generallerde
DİSK kapattı.
Eski gücünde çok şey kayıp etmiş olan “yeni DİSK”; işçi aristokrat tabakanın
sendikal örgütü olarak kurulmasına izin
verilmiş ve eskisiyle sadece, sadece isim benzerliğinde öte hiç bir ortak yanı olmayan işçi sendikası olarak yeniden “sahneye” çıkmıştır.
Ama EMEP, reform diye bir amacı olmayan Türk-iş
“işçi sınıfının reform’cu sendikal hareketi” olarak lanse etmekten çekinmiyor.
Böylece DİSK, işçi sınıfın “sosyal-devrimci”,Türk-iş’te “sosyal reform”cu
sendikal hareketi olup çıkıyor!.
Bu konulara değinmemin nedeni; EMEP’in “Marksizm
savunuyor” görünümü altında kendi düşüncesine uygun olarak işçi sınıfının mücadele tarihini “yeniden
yazma” ihtiyacı duymasından dolayıdır.
Oysa EMEP’in iddialarının tam tersine,tüm kapitalist ülkelerdeki
sendikalar, yasal olarak
kurulduklarından itibaren kapitalizm savunmayı esas alan,işçileri
burjuvaziye “teslim” eden sözde işçi örgütleridir.
150 seneyi aşan bir süre boyunca işçi sınıfı
içinde ekonomizm’le, Marksizm arasındaki çatışma süre gelmektedir.
Ama ekonomizmin işçi sınıfı hareketine egemen
olmasını sağlayan esas güç
burjuvazinin kendisidir.
İlk önce dünya pazarlarına egemen olan, “batmayan güneş” ismiyle
anılan, İngiltere’deki burjuvazi, elde ediği karlarından bir
kısmını işçilerle paylaşarak aristokrat işçi
tabakasını oluşturdu ve bu
aristokrat işçi tabakası “İngiliz işçi sınıfının” ekonomizmin egemenliği
altına kalmasında sürekli belirleyici
rol oynadı.
Sosyalist sistemin kurulması karşısında burjuvazi,
sömürgelerden elde ettiği aşırı karları sayesinde emperyalist-kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı içinde
oluşturduğu aristokrat tabakayı genişletip, güçlendirdi
İşçi sınıfının
bu aristokrat tabakasının varlığı, sosyal-demokrasinin ve modern
revizyonizmin sınıfsal temellerini de oluşturuyor.
Burjuvazi, gelişmiş kapitalist ülkelerde
işçilere birtakım ekonomik ve sosyal haklar tanıyarak,
işçilerin mücadelesinin siyasi mücadeleye doğru yükselmesini ,başka değişle mücadelenin kapitalizm’i yıkma amacına doğru
yönelmesini(geçici bir sürede olsa) önleye bildi.
1800lerin ortalarından günümüze kadar devam eden
işçi sınıfının mücadelesinin iki temel
üzerin cereyan eden siyasi ve
ideolojik çatışmasını göz ardı etmeğe çalışan, burjuva sendikal hareketleridir.
Kapitalizm koşullarında
işçilerin sosyal yaşamlarında geçici iyileşmeleri sağlayan ekonomik ve
sosyal talepler için mücadeleyle,
ekonomist hareketlerin amacı (burjuva
işçi sınıfı hareketi ) aynileştirilemez.
Lenin, reformular için mücadelenin nasıl olması
gerektiğini şöyle izah ediyor:
“Anarşistlerin aksine, Marksistler reformlar için
mücadeleyi , yani, egemen sınıfın gücüne zarar vermeden çalışan
insanların koşullarını iyileştiren önlemleri kabul ederler . Ancak aynı
zamanda, Marksist’ler reformların kazanılmasını amaçlayan işçi
sınıfının faaliyetlerini doğrudan veya dolaylı olarak kısıtlayan
reformistlere karşı en kararlı mücadeleyi verirler. Reformizm, sermayenin
hakimiyeti olduğu sürece, bireysel gelişmelere rağmen, her zaman ücretli
köle olarak kalacak işçilerin, burjuva aldatmacasıdır.Liberal
burjuvazi bir eliyle reformlar hibe eder ve diğeriyle
her zaman geri alır, reformları boşa indirger, işçileri köleleştirmek
için kullanır, onları ayrı gruplar halinde böler ve ücret-köleliğini sürdürür.
Bu nedenle reformizm, oldukça samimi olduğunda bile, pratikte işçileri yozlaştırma ve zayıflatma yollarıyla burjuvazinin elinde bir
silah haline gelir. Bütün ülkelerin deneyimleri göstermiştir ki güvenlerini
reformistlerin eline bırakan işçiler her zaman kandırılmışlardır.Ve
tersinde, yani Marx'ın teorisini kavrayan işçiler, kapitalist yönetim olduğu
sürece ücretli köleliğin kaçınılmaz olduğunun farkında olan işçiler
, burjuva reformlarla kandırılmayacaklardır.. Kapitalizm varlığını devam
ettirdiği sürece reformların geniş kapsamlı ya da kalıcı
olamayacağının anlaşılması ile, işçiler daha iyi şartlar için mücadele
eder ve bunları ücret-köleliğine karşı mücadeleyi hızlandırmak için
kullanır . Reformistler küçük tavizlerle onları sınıf mücadelesinden başka yöne
çekmek için işçileri bölmeye ve kandırmaya çalışır . Ancak işçiler,
reformizmin sahteliğini görmüş olarak , reformları sınıf mücadelesini
geliştirmek ve genişletmek için kullanır.Reformist etki işçiler arasında ne
kadar güçlü ise, işçiler o kadar zayıftır , burjuvaziye
bağımlılıkları daha fazladır ve burjuvazi için reformların
değişik bahanelerle iptali o kadar kolaydır. işçi sınıfı hareketi ne
kadar bağımsızsa, amaçları daha derin ve daha geniştir , ve reformist dar
görüşten ne kadar özgürse, reformları korumak ve
kullanmak işçiler için o kadar kolaydır.Bütün ülkelerde reformcular
vardır, burjuvazi her yerde, şu veya bu şekilde, işçileri yozlaştırmak ve
onları kölelikten kurtulma düşüncesinden vazgeçmiş, hayatından
memnun kölelere çevirmenin yollarını arar..Avrupa da reformizm ,
gerçekte Marksizm’in terk edilmesi ve onun yerine Burjuva *Sosyal
Politika*sı nın yerleştirilmesi demektir.”
(Tercüme kaynak,MARXISM AND REFORMISM V. I.
Lenin, Collected Works, 4th English Edition, Vol. 13, pp. 372-75. de ve
aynı yazı Pravda Truda No. 2, September 12, 1913. Signed: V. I..
Published according to the Pravda Truda text.)
EMEP’in adını andığımız
yazısı,bu gerçek göz ardı etmeğe devam ediyor.
”Şu ve ya bu işçi bölüğünün değil tüm sınıfın örgütü haline
gelen sendikalar,işçi sınıfı içinde
sosyalizmin yayılmasına,Marksizm’in
işçi sınıfı saflarında otorite haline gelmesine paralel olarak da ‘işçi
sınıfının kapitalizme karşı örgütlenme ve mücadele merkezlerine
dönüşerek,sermayeye karşı verilen mücadelenin merkezleri olmuştur’,
Sendikalar,sermaye ve onun örgütleriyle herhangi bir bağı (ekonomik,siyasi,
ideolojik) olmayan bağımsız örgütleri olarak biçimlenip gelişmiştir.”( a.g.y) Dünya
çapındaki, (Marksist partilerin oluşturduğu sendikalar hariç) işçi
sendikaların büyük çoğunluğu
kurulduklarından itibaren
“Sermayeden ve onun örgütlerinden bağımsız olduklarını” öne sürmenin
yalan olduğunu kanıtlamaya dahi gerek yok.
“19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren kurulan Alman sosyal
demokrat Partisi, Fransız Sosyalist partisi, İngiliz İşçi partisi gibi
milyonlarca üye sahip kitlesel işçi partileri ‘sermayeye karşı sınıfın
örgütlenme ve mücadele merkezleri’ olan bu sendikaların zemini üstünde
kurulmuştur........bu işçi sınıfı partileri;bir yandan sınıfı parlamentolarda
temsil edip iktidar mücadelesinin aracı olarak işlev görürken, aynı zamanda
sendikaları denetleyen bir işleve sahip olmuşlardır.” (a.g.y)
İşçi aristokrat tabaksına
dayanmayan sendikalar “ işçilerin
bölüğünün değil tüm sınıfın örgütleri haline “gelmesi, esas olarak Marksizm
işçi sınıfı hareketine egemen olmasıyla değil, tam tersine komünistlerin işçi sınıfıyla bağ
kurmasını zor yoluyla engelleyen burjuva devletinin kurduğu bürokratik sendikacılık sayesinde
gerçekleştirildiğini ve işçi
sınıfı bu şekil kontrol altında tutulduğunu, bu yazının yazarı ne
yaparsa,yapsın göz ardı edemez.
Sözde işçilerin birliği savunuluyor;aslında savunulan burjuvazinin işçi
sınıfı üzerindeki zora dayanan egemenliğidir.
(İlerideki sayfalarda
deyineceğim gibi) günümüzün
koşullarında işçiler, kapitalist
ülkelerde her gecen gün sendikasızlaştırırken,sendikaların işçilerin
tümünü örgütlediği görüşlerini öne sürmenin amacını ne olduğunu anlamak öyle zor olmasa gerek.
Ekonomizm aklamak ,onun
“Marksist işçi sınıfı hareketi” diye lanse etmek için bu görüşler gündeme getiriliyor.
Ama gerçek olanın,komünist partilerin önderliğinde kurulan,dönem, dönem
işçileri etkisi altına alan kızıl
sendikaların dışındaki sendikaların,sınıfın mücadelesinin merkezleri olmadığıdır. Tam tersine
kapitalizmin savunmanın merkezleri oldular ve olmaya devam ediyorlar.
Revizyonist ve burjuva
sosyalist partilerden örneklere verilerek sendikalar sayesinde işçi sınıfının
anti-kapitalist mücadelesinin güçlendiğini “ispat” etmeğe yeltenmek beyhude bir çabadır.
Alman sosyal-demokrat partisi, Fransız sosyalist partileri ve İngiliz
işçi partisi sözde mücadele merkezleri
sendikaların “anti-kapitalist” içerikli mücadeleleri sayesinde, Marksizm’in
işçi sınıfı hareketine etkin olmasını sağlanmış! ve parlamentoyu da “işçi
sınıfının iktidar mücadelesinin bir araç olarak” kulanmışlar!.(3)
Kuruduklarında beri, Marksizm’le uzaktan,yakından hiç bir ilişkisi
olmayan Fransız sosyalist partilerini ve İngiliz işçi partisini “işçi sınıfın
kitlesel partileri” diye lanse ederek, sendikaların mücadelesinin temelinde kurulmalarının ve burjuvazinin hizmetinde görevlerini yerine
getirmelerinin övülmesine ne
demeli.!
Bir yandan sözde sendikaların
mücadele merkezleri olmasından dolayı;
Marksizm’in işçi sınıfı içinde yayılıp, otorite konuma geldiği ileri sürüyor, diğer yandan bu
iddiasına kanıt olarak ta SPD, Fransız sosyalist partileri , İngiliz
işçi partisini örnek gösteriyor!.
Bu saydığı partilerden sadece SPD (Almanya sosyal-demokrat partisi)
Marksist içerikli hareket olarak
doğarak revizyonist bir partiye
dönüşüp,bugünkü konumuna erişmiştir.(4)
Fransa’da, Paris komününün yenilgisinden önce ve sonra “sosyalist”
adıyla kurulan partilerin hiç birisi
Marksist değildir,aksine Marksizm karşıtı burjuva partileridir.
Fransa’da Marksist parti, 1917
ekim devriminden sonra ve 1920’lerde
çeşitli Marksist grupların bir araya gelmesi sonucu kuruldu ve komünist
enternasyonale katıldı.
Fransa’nın sosyalist partileri devamlı burjuva devletinin
hükümetlerinde görev aldı.Ve hiç bir dönem proletarya iktidarı diye bir
amaçları olmadı.
Ama ne var k FKP, 1950’lerden sonra modern revizyonist bir partiye
dönüşerek, kapitalizm savunucusu
kesildi. ve bugünde yok olmakla
baş,başa,”ölüm döşeğinde” varlığını sürdürmeğe devam ediyor.
Keza Almanya’da KPD, işçi sınıfı içinde SPD’ye ve diğer burjuva
sendikal hareketlere karşı yürüttüğü mücadeleyle sınıfı içinde en güçlü
örgütlü siyasi hareket haline gelmişti.
Rosa Lüxenburg ve Karl Liebknecht tarafından kurulan ve Hitler’in
iktidarı ele geçirmeden önce, Almanya işçi sınıfının en güçlü partisi haline
gelen KPD’nin sınıfı içinde en önemli
mücadelesini “sosyal- reformcu” SPD ye
karşı yürüttüğü bilinmektedir. SPD bugün
“sosyal-reformcu” parti olmaktan çıkıp, burjuvazinin neo-liberal partisi haline
gelmesine rağmen, Almanya’daki işçi sınıfı ve
sendikal harekete üzerindeki etkinliğini devam ettire biliyor.
İngiliz işçi Partisi, gerçekten Trede-union (sendikaların)mücadelesi
temelinde,işçi sınıfı kitlesel partisi olarak doğdu. Ve de ortaya çıktığında
günümüze kadar devam eden süreç
boyunca emperyalist- kapitalist sistemi
ateşli tarzda savunmaktan, onu yaşatma
mücadelesinden bir adım dahi geri durmadı. Hep İngiliz burjuvazisinin
emperyalist çıkarların savunmayı kendine baş görev edindi.
İngiliz işçi partisi,İngiltere işçi sınıfının güçlü aristokrat
tabakasına dayandı ve İngiltere’de bu güçlü aristokrat işçi tabakasının
varlığı,sınıfı böldü, işçilerin güçlü bir Marksist hareketinin ortaya çıkmasına
engel oldu.
Bu olumsuz koşullara rağmen, İngiltere’de ,de Marksistler, İşçi
sınıfının içinde burjuva işçi sınıfı hareketine,burjuva sendikacılığına
karşı mücadelelerini sürdürdüler ve dönem,dönem mücadeleye damgalarını
vurabildiler.
EMEP’in bu yazısında,da,1990
lardan itibaren savunulan ekonomist görüşlerin “sosyalist hareketlerin” üstündeki etkinliğini sürdürmeği amaçlıyor.
Aslında bu yazıdaki görüşler , Lenin’in ekonomizme yönelik
eleştirilerini hedef alıyor. Çarlık Rusya’sında ortaya çıkan ekonomist
hareketlere karşı Lenin, kendiliğinde, (yani ekonomik) mücadelenin siyasi
mücadeleye dönüşemeyeceğini öne sürdüğü bilinmektedir. Bu yazı ise; bu
görüşlere itiraz ediyor.”Sendika mücadele, Marksizm’in işçi sınıfı içinde yayılmasının zemine
hazırladı” görüşleriyle ve de burjuva sosyalist işçi partilerini örnek
gösterilerek, kendiliğinden mücadelenin siyasi mücadeleye dönüştüğünü sözde
kanıtlanmaya çalışıyor.
Lenin’in “ne yapmalı” kitap’ın yazdıktan 100 seneyi aşan bir süre
sonra, Türkiye’de,de 12 eylül faşizm yarattığı zemin üzerinde ve
ilk kez , özellikle 1990’lardan itibaren ekonomist görüşler (açık bir tarzda savunularak)“Türkiye
sosyalist hareketine “ pompalandı.
Lenin, kendiliğindenci hareketin; işçi sınıfının siyasi hareketine
dönüşemeyeceğini ve sosyalizmin
ancak işçi sınıfına dışardan götürüle
bilineceğini öne sürüyordu.
İşte 1990 sonrası piyasaya sürülen ekonomist görüşler,Lenin’in bu
düşüncesini “yanlış” buluyor!.
Böylece,Marksizm’le işçi sınıfı hareketin birleşmesi sürecinde ve
sosyal-devrim amacıyla oluşturulan komünist partisinin, işçi sınıfının
mücadelesinin, siyasi mücadeleye yükseltilmesindeki tayin edici rolü inkar ediliyor ve komünist partisinin işçi sınıfının
siyasi,ideolojik ve örgütsel önder haline gelmesinin zorunluluğu ret ediliyor.
Bunun için kendiliğinden mücadele abartılıyor ve işçi sınıfının komünist partisine ihtiyacı olmadığı sözde
kanıtlanmak isteniyor.
Kendiliğinden mücadelenin egemen olduğu koşullarda, işçi sınıfı hiç bir
şekilde kendi sınıf bilincine varamaz, tam tersine üretim araçlarına sahip ve devlete egemen olan burjuvazi, aynı
zamanda o toplumdaki dünya görüşünü
(toplumsa bilince) ,işçi ve emekçi sınıfların bilicini, kültürü ve tüm üst yapı
kurumlarını belirler ve bunları kendi sınıf çıkarına göre şekillendirir.
Kendiliğinden mücadelenin egemenliğini sürdürdüğü şartlarda,işçi
sınıfın sosyal varlığıyla, bilinci arasında çelişki vardır. Sosyal
varlığı;üretim araçlarından arınmış,iş gücünü satan emekçiyken, bilinci egemen
sınıfın yani burjuvazinin çıkarına
tekabül eden bilincidir. İşçi sınıfının sosyal varlığıyla, bilinci arasındaki
bu çelişki, sınıfı mücadelesinin içinde ve Marksizm benimseyen,sınıf kökenini
ret eden aydınların sosyalizmi işçi
sınıfına taşımalarıyla ortadan kalka bilir.
Burjuvazinin, bu objektif
gerçeklikle hareket ederek, Marksist aydınların işçi sınıfıyla bağ
kurmalarını önlemeği kendine baş görev
edindiği biliniyor.
Çünkü Marksist aydınlar ve devrimci komünist partiler olmadan, işçi sınıfı ekonomik bilinci
kendiliğinden aşamaz.
Bunun için burjuvazi,devletin zorbalığının yetmediği yerlerde, “işçi
dostu” pozlarına bürünen burjuva siyasi hareketleri devreye sokar.
Bu burjuva işçi hareketlerin en tehlikelisi ve “sosyal reformcu”
kisvesine bürüne ekonomizmin olduğunu belirtmek abartılı bir tespit değildir.
Ekonomizm,işçi sınıfının sosyal kurtuluş mücadelesinin önündeki en önemli burjuva ideolojik akımıdır.Ekonomizm, ekonomik mücadeleyi amaç
edindiği görülümü altında , işçi sınıfının
kendi sınıf bilicine varmasını engellemek için, işçi sınıfını
Marksizm’den uzak tutmaya çalışır
ve bu amacına hizmet eden görüşleri
yayar.
Ekonomik mücadeleyle “siyasi mücadele” (5) birbirinden ayırır ve ekonomik mücadeleyi amaç edinmenin,
burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğini savuna siyasi mücadele olduğu
inkar ederek, sendikaları salt ekonomik
mücadele yürüten örgütler olarak ele alıp, “siyasi mücadeleyi parti, ekonomik
mücadeleyi sendikalar yürütür” görüşleriyle, (ve de işçilerin sendika
örgütlerinin sosyal-devrim için mücadele edemeyeceği iddiasıyla)
Marksist-Leninist görüşlerin işçi sınıfının
sendikal hareketine egemen
olmasına ve doğal olarak işçi kitlelerine yayılmasına karşı çıkar.
Bu görüşler,Marksizm sınıfı günlük pratik mücadelesinin rehberi haline
gelmesinin zorunluluğunu da kabul
etmez.
Marksizm’in sınıfın sosyal pratiğinde
canlı bir nesne haline gelmeden,
işçi sınıfının sınıf bilincine varamayacağı gerçeğine sözde karşı olmadıklarını
göstermek niyetiyle ve Marksizm’in “öğretilmesini” salt pedagojik bir
eğitimmiş gibi lanse ederek, gençlere ve genç işçilere “Marksizm öğretilmesini” tavsiye edilmesine de ne
demeli!. (6)
Bu yola!,komünist partisinin önderliğinde (ancak) sendikaların, işçi sınıfının sosyal-devrim
mücadelesinin araçları haline getirilmesinin gerekliğini sözde ret etmemiş
oluyorlar!.
12 eylül
faşizminin Türkiye’de oluşturduğu dönüşümler.
12 eylül faşizmin uluslararası burjuvazinin isteği doğrultusunda
izlediği ekonomi-politika sonucu,Türkiye’de
bazı değişimlerin meydana gelmesi,ekonomizmin (yada sendikalizmin ),
güçsüzleşen “Türkiye sosyalist” hareketi
etkisi altına alabilmesinin maddi zemini yarattı.
12 eylülün generalleri, Türkiye
işçi sınıfı içinde ilk kez
azınlık bir kesime tekabül eden aristokrat tabakanın oluşmasının
zeminini hazırladı ve sadece bu işçi kesimine
sendikalı olma hakkı tanıdı.
1980 öncesi uluslararası ve Türkiye tekelci burjuvazisinin en önemli
talebi işçi ücretlerin düşürülmesi ve (ekonomik krizi nedeniyle de ) çalışan
işçilerin bir bölümünün işte atılmasıydı. Faşist Türk ordusu,burjuvazinin bu isteklerini yerine getirdi.
EMEP’n yayınladığı bu yazısında kabul ediği
gibi 11 milyon işçinin sadece % 6 ,
devletin resim verilerine göre de; kayıtlı 14 milyon işçinin 400 bini sendikalıdır. Bu sendikalı işçilerin
aldıkları ücretler ve sahip oldukları sosyal haklar, onları Türkiye işçi
sınıfının aristokrat tabakası haline
getirmiştir.(7)
İşçilerin, bu azınlık kesim (sendikalı işçiler ) imtiyazlı sosyal tabaka haline getirilirken, çoğunluğu korkunç bir sömürü çarkını içine
itilmiştir.
Burjuvazi, sendikasız
işçilerden elde ettiği aşırı
karların küçük bir kısmını, işçi
sınıfının bölmek ve mücadelesini daha
da pasifleştirmek için rahatlıkla sendikalı işçilere vermekte sakınca görmüyor.
Burjuvazi, sendikasız işçilerin
ekonomik talepler için güçlü
mücadelelere girmelerin önlemek
içinde, onları küçük,küçük işletmelerde 10-15 saat ve en düşük ücretlerle
çalışmaya mahkum etmiştir.
Yukarda da değindiğim gibi,12 eylül faşizminin azgın saldırı
dönemlerinde fabrika yönetimlerine el koyan ordu, ekonomik durgunluk sonuç
üretim düşen fabrikalardan çalışanların
önemli bir bölümünü işten attı.
Özellikle,DİSK örgütlü olduğu fabrikalardan işçilerin çoğunu işten attılar. 12 eylül döneminde “çıkılıp”,
sözde demokrasi geçildiğinde, sendikalı işçi sayısı önemli ölçüde azaltılmıştı.
Generaller, işçi çoğunluğunun sendikasızlaştırılmasını sürekli hale
gelmesini sağlayan yasaları da yürürlüğe koymayı ihmal etmedi.
Gerek Türk-iş’in, gerekse DİSK’in (etkisi az olan faşist ve dinci
gerici sendikaların) bürokrat sendika ağaları, generallerin oluşturduğu “işçi statüsünü” kabul ettiler.
12 eylül faşizmine öfke duyarak
harekete geçmek isteyen işçileri, “şanlı! Bahar eylemleriyle” uyuttular,
işçileri pasif direnişlere sokarak, bir taraftan işçilerin patronlara
karşı duydukları kızgınlığı
giderildi, diğer taraftan işçilerin
taleplerini sadece ücret artışlarına
yönlendirerek,işten atılan işçilerin işe geri alınma taleplerini, hem gündemden
kaldırıldı,hem de faşist ordunun yürürlüğe soktuğu grev ve toplu sözleşme, sendika kurma yasasını sendikalı işçiler
tarafından kabul edilmesi için yoğun
çaba harcadılar.
“Yeniden toparlama” dönemine girdiklerini öne süren “sosyalistler”, ekonomizmi “keşfederek” sendika
ağalarının izlediği politikanın peşine takılıp,işçilerin taleplerinin
sadece ücret artışlarıyla
sınırlanmasına güçleri oranında katkıda
bulunmakta çekinmediler.
Patronlarsa,sendika işçilerin ücretlerin hemen artırmasını kabul
ettiler;çünkü bu artışları yapabilmelerine imkan tanıyan aşırı karların
elde edilmesi sürekli ve “tehlikesiz”
kılınmıştı!.
Bu şekilde patronlar, artık sendikacılarla “kavgasız , gürültüsüz”
uzlaşa bilme imkanlarına da sahip olabildiler.
12 eylül sonrası, hem
çalışan sendikalı işçilerin sayılarının
azalması ve hem de işçilerin büyük çoğunluğunun ücretlerinin düşüklüğünün sürekli hale getirilmesi karşısında İMF,
ısrarla öne sürdüğü isteklerinin
içinden işçi ücretlerin düşürülmesi ve çalışan işçi sayısının
azaltılması taleplerini programından
çıkardı.
Böylece bir yandan yasal sınırlamalarla da işçilerin çoğunluğu grev yapma
ve sendika kurma haklarından
mahrum edilirken,diğer yandan bu işçileri küçük işletmelerde çalışmak
zorunda bırakarak, ekonomik talepleri (yani sendika kurma , grev ve toplu
sözleşme yapma) için kendiliğinden
güçlü mücadeleye girmeleri dahi imkansız hale getirildi.
Burjuva gazetelerinde çıkan haberlere göre 5 bin patronun emir’inde 50 bin işçinin v.s çalıştığı
“sanayi siteleri ” isimli
işletmeler Türkiye’nin her tarafını sarmış durumdadır. Bunlara ilave
edilen küçük fabrikaların sayıları da durmadan çoğaltılıyor.
Çalışan işçi sayısı azaltılan 1980 öncesinin “büyük” fabrikalarda üretilen malların parçaları
artık sanayi sitelerinin atölyelerinde,küçük
fabrikalarda üretiliyor ve “büyük fabrikalardaysa”, sanayi
sitelerinden,küçük fabrikalardan gelen
parçaların montaj yapılarak elde edilen emtialar pazara sürülüyor.
Böylece bu şekilde aşırı karlar
durmadan daha da artırırlarken, diğer yanda bu sendikasız ve hiç bir şekilde iş
garantisi olmayan, işten atılma tehditleri altında en düşük ücretlerle, 10
saat’in üstünde çalıştırılan işçi kitlesi sefalet içinde yaşıma itiliyor. Bu
sanayi işçilerinin yanı sıra ve
özellikle güney Anadolu’da mevsimlik tarım işçilerin çoğunluğu sürekli
tarım işçileri haline
getirilerek, sendikasız, sigortasız en düşük ücretle günde 10 saat’in üzerinde
çalıştırılıyor.
Kısacası en düşük ücretlerle ve
günlük 8 saatin üstünde çalıştırılan, kiminin 11milyon, kiminin 20 milyon dediği,korkunç bir
sefalet içinde yaşamaya mahkum edilen ve bir, biri ardı sıra patlak veren ekonomik krizler sonucu hemen
işten atılıp,“çoluk,çocuğuyla” açlıkla baş,başa bırakılan işçi kütlesinin var
olduğu Türkiye gibi bir ülkede, “işçi sınıfı” adına sendikalı imtiyazlı
işçilerin çıkarın savuna bir “sosyalist
hareketin “ sosyal devrimi diye bir
amacının olmamasından doğal ne olabilir.
(8)
İşçilerin çoğunluğunun ekonomik,sosyal haklarının ortadan kaldırılması, salt Türkiye’ye
ait bir uygulama değil, işçi sınıfının
mücadelesinin kapitalizm tehdit
etmekten çıkarılması, burjuvaziye kapitalist ekonominin gereklerini serbestçe
yerine getirmesine fırsat tanıdı.
Bu arada, sosyalizme gidişin önünü kesmek için
ortaya sürülen ve sözde vahşi
kapitalizmin alternatifi olduğu iddia edilen; “sosyal pazar ekonomisi” yaygaralarının da boş olduğunu açığa çıktı
Neo-Liberal dönemde burjuvazinin tavır’ı
Neo- liberal döneme girildiğini ilan burjuvazi,
dünya pazarlarına egemen olmak için kıran,kırana bir rekabete girmesi ancak
güçlü sermayenin varlığına bağlı olduğunu görerek,sömürgelerden elde ettiği
aşarı karların bir kısmını ülkesindeki
işçilerle baylaşma politikalarına son vermeğe başladılar.
Burjuvazinin,işçi sınıfının bir bölümünü aristokratlaştırmasını;
kapitalist ekonominin niteliği gereği ortaya çıkmıyor.Tam tersine,burjuva
iktidarları, kapitalizm’i “şirin” göstermek ve
işçileri geçici bir süre aldatmak ve de yoksulluğunu ortadan kalkması
için sosyalizme gerek olmadığını
sözde kanıtlamak amacıyla, kapitalist
ekonomiye siyasi müdahalede bulunarak
aristokrat işçi tabakasını oluştururlar.
Bu politik uygulamalar,kapitalist ekonominin
niteliğiyle çelişir ve kapitalizmin genel karakteri karşısında geçici siyasi
girişimle olmaktan öteye geçmez.
Örneği; kapitalist ekonominin krizleri,
burjuvazinin emperyalist sömüründe elde ettiği karların bir kısmını ülkesindeki işçilerle baylaşmasını zora
sokar ve aristokrat işçi tabakası ayrıcalıklı konumunu yitirmesine neden
olur ve de işçi sınıfı tekrar
bütünleşme sürecine girer.
Bunun içinde işçi sınıfı hareketi;kapitalizmin
objektif gerçekliğinden ötürü;“sosyal-reformcu” ve sosyal-devrimci diye
bölünmez.
Başka değişle, kapitalizm koşullarında, sömürüye
karşı,“sosyal-reformcu” veya sosyal-devrimci gibi iki siyasi mücadele
alternatif yoktur. Böyle bir
alternatifin olduğunun öne sürülmesi, kapitalist sömürüden yararlananların uydurdukları bir yalandır.
Tekrar
edersek,sosyal-devrim, kapitalizmin doğal ve zorunlu bir alternatifini ifade
ediği hale de , “sosyal-reform”
burjuvazinin kapitalizmin niteliğinin
orta çıkardığı sorunları siyasi(iradi) müdahalelerle geçici sözde
çözümlerin ifadesidir.
Bunun için kapitalizm “restorasyonumu?” yoksa
tasfiyesi mi?, diye bir birinin karşıt iki çözüm alternatifi gerçek anlamda söz
konusu değil.
Çünkü sermayenin varlığı, büyümesi,kapitalizm
genişleyerek gelişmesi,artı-değerin elde edilmesine ve artırılmasına bağlıdır.
Artı-değer sömürüsü büyüdükçe, arttıkça,
çalışanların yoksullaşması, sefalet içinde yaşamaları kaçınılmazdır.
EMEP’se bu gerçeklerden uzak bir yaklaşım içindedir. İşte kanıtı:
“Reformcu sendikalcılık
merkezleri,işçi sınıfının 19. yüzyıl ve
20. yüzyılın ilk yarısındaki mücadelelerinin ve sosyalizmin büyük zaferinin
kazanımlarının duldasında bir işleve
sahip gibi görünmüşler;bütün o kazanımları kendi uzlaşmacılıklarının,reformcu
anlayışlarının eseri gibi gösterebilmişlerdir. 20.yüzyılın son çeyreğinden
itibaren,Sovyetler Birliği’nin gerilemesine (ve çökmesine)paralel olarak korunaksız
kalan reformcu sendika merkezlerinin ipliği pazara çıkmış;işlevsiz ve etkisiz
oldukları,patron ve hükümetler karşısında hiç bir gerçek itibara sahip
olmadıkları ortaya çıkmıştır. Ve bu devasal sendikalar; hızla güç ve itibar
yitimine uğradıkları bir sürece girmiştir.” (a.g.y)
Demek ki
“reformcu sendika merkezleri”,
işçi sınıfının mücadelesinin ve Sovyetlerin koruması altındaymış!.
(Bu arada, Sovyetlerde kapitalizme geriye
dönüşü;Kruşçevçilerin iktidarı ele geçirdikleri 1954’lerden itibaren değil
de,1975lerden itibaren başlattığına da
dikkat edelim!.)
Bu
yazı,emperyalist-kapitalist ülkelerde,
esas olarak“kazanımlar elde edilmesini”, burjuvazinin emperyalist
sömürüsünden bay vererek, işçileri aldatmayı hedefleyen politikalar sonucu ortaya çıktığı göz ardı
ediyor.
Burjuvazinin,reformları sosyalist iktidar
mücadelesini durdurmak ve işçileri yatıştırmak için yapmak zorunda kalmasında değil,işçilerin mücadelesinin,
“sosyalizm büyük zaferinin” etkisinin sonucunda gerçekleştirildiği iddiasıyla, “bu kazanımları”; “uzlaşmacı”,
“reformcu” anlayışlarına bağlayan sendikacıları sözde yeriyor!.
Oysa!, sendikalar
“sosyalizmden korunaksız
kaldıklarında” da etkisiz kalmışlar! ve güçlerini durmadan yitiriyorlarmış!,
böylece kazanımların “reformcu sendikal” hareketin eseri olmadığı da
anlaşılmış!.
Demek
ki,“reformcu sendikacılık merkezleri”
var olmalarını, işçi sınıfının mücadelesine ve “ sosyalizmin büyük
zaferine” borçlu olduklarına göre bunlar, kapitalizm savunan mihraklar değil
de, işçi sınıfı mücadelesinin “reformcu uzantıları” oluyorlar!.
“Keskin laflarla” sözde reformcu sendikal harekete karşı çıkılıyormuş gibi pozlar takınılıyor. Aslında ise “devasal
büyüklükteki reformcu sendika merkezlerin” izledikleri siyasi ve ideolojik
çizgileri aklanıyor ve bunları sözde yeterice ekonomik mücadele yürütmedikleri
iddia ediliyor.
Oysa, gerçeklerin burada ifade edilenlerle bir ilgisinin olmadığını ,Avrupa’daki işçi sınıfı
mücadelesini şu veya bu şekilde takip edenlerin bileceği gibi,gerek,
neo-liberal politikaların yürürlüğe koyulmasıyla,gerekse ekonomik kriz
dönemlerinde “reformcu sendikaların” ekonomik talepler için mücadelesi, Sovyetlerin ve doğu-Avrupa’nın
bürokrat- kapitalist ülkelerin,serbest Pazar ekonomisini kabul etmelerinden önceki döneme göre,çok daha büyük boyutlara çıktığı somut bir gerçek
olarak önümüzde duruyor.
EMEP’in, işçi sınıfının ekonomik
mücadelesinin,ifade edilen döneme göre çok büyük boyutlara çıktığını neden
görmezlikten geldiği sorusunun cevabı, çünkü o, reformları, burjuvazinin geçici
ve her zaman geriye alabileceği tavizleri
olarak değil de,işçi sınıfının devrimci
mücadelesinin bir eseri olarak görüyor ve de burjuvazinin neo-liberal
saldırılarının ekonomik ve parlamenter mücadelelerle önlene bileceğine
inanıyor. Bunun içinde “reformcu
sendikaların” reformlar için “doğru,dürüst” mücadele etmediklerin iddia ediyor.
Peki bu iddialar doğrumu?,kesinlikle hayır.
Çünkü,Avrupa ülkelerindeki grevlerin boyutlarına,
üstü,üste tertip edilen genel grevlere bakıldığında,burjuvazinin neo-liberal
ekonomik ve politik saldırıları, salt ekonomik
talepler için mücadelelerle ve burjuva parlamentarizmin sınırla içinde
kalınarak önlenemeyeceği açığa çıkıyor.
Sadece Türkiye’nin yanı başındaki Yunanistan’daki,
işçi ve emekçilerin mücadelesinin çıktığı boyutlara bakıldığımıza bile kapitalizme karşı mücadelenin hangi
nitelikte olması gerektiği anlaşılmıyor mu?
Yunanistan’ da üst,üste yapılan, genel grevlere, grevlere, yürüyüşlere,
mitinglere rağmen,uluslararası burjuvazinin isteği doğrultusunda hareket eden
sosyal-demokrat hükümetin,uluslararası bankların, holdinglerin aşır faizli
alacaklarını ödemek ve ekonomik krizi yükünü Yunan halkını omuzlarına yıkmak için yürürlüğe koyduğu programından geriye
bir adım dahi atmadığı ve atmaya niyeti olmadığı tüm çıplaklığıyla
ortaya çıktığı dönemde, sendikaları yeterince
ekonomik haklar için mücadele etmediklerini öne sürmenin hiç bir anlamı
yoktur.
Güney Amerika’daki sınıf mücadelesindeki
gelişmeler bir göz attığımızda dahi, burjuvazinin elindeki üretim araçlarına el
koymada, onun ekonomik faaliyetleri
kısıtlanmadan,ülkelerin temel gelir kaynaklarının kamulaştırmaları hedeflemeden, bankalara,
Holdinglere el koyulmadan, burjuvazinin neo-liberal politikaları dahi etkisiz
hale getirilemeyeceği açıkça ortaya çıkıyor.
Ama EMEP,güney Amerika’daki gelişen
anti-kapitalist mücadeleyi küçümsüyor.”.....Latin
Amerika merkezli ‘sosyal hareket sendikacılığı’ ise işçilerden çok işsizleri,lümpenleri, sınıf dışı
kategorileri örgütleme amaçlı ve onların yaşam tarzların uygun yöntemlerle
mücadeleyi yücelten bir sendikacılık eğilimine savrulmaktadır” (a.g.y)
Bu satırları kaleme alan, işçi aristokrasinin çıkarını ve dolayısıyla kapitalizm’i savuna
birinin üslubuyla sorunlara yaklaştığı açık değil mi?.
“Latin-Amerika” da,da “işçi olmak için”
imtiyazlı,kapitalist sömürüden bay alan bir “işçi” olmak gerekiyor!,aynen
Venezüella’da Chavez iktidarına karşı, uluslararası Tekellerle, Venezüella burjuvazisiyle
birlikte mücadele eden, petrol rafinerilerindeki grevleriyle, Chavez iktidarını
yıkmakta burjuvazinin elindeki en önemli silah olan,” aristokrat petrol işçisi”
gibi işçiler “işçi sınıfının içinde sayıla bilinir!.
Kapitalizmin işsiz bıraktığı, yoksulluğu girdabına
ittiği , teneke evlerde, aç ve çaresiz
yaşama mahkum ediği insanlar “işçi ve emekçi sınıfın içine”
giremiyorlar!. Bunlar “sınıf dışı lümpenlermiş”.
İşte EMEP’in geldiği yeri, izlediği reformist siyasi ve ideolojik çizgiyi, yukarda ki
satırlar kadar açığa çıkaran hiç bir şey olamaz.
Ama EMEP’in ekonomik mücadeleyi amaç edinen bakış açısının tam tersine, bu
dönemde,de işçi ve emekçilerin
gündeminde olması gereken,siyası
iktidar mücadelesidir ve
ekonomik talepler için mücadele,buna tabi kılınmalıdır.
Yunanistan’da ve Avrupa’nın bir çok ülkesinde işçi
ve emekçilerin yükselen mücadelesinin etkisiz hale gelmesinin, işçi ve
emekçilerin iktidarını amaçlayan siyasi mücadeleye doğru yükseltilmemesinin
nedeni; “sol” veya “sosyalist” kisveli revizyonist ve reformist akımlardır.
Ve yine,işçi ve emekçilerin, güney-Amerika’dakine
benzeri iktidar mücadelelerinin Avrupa’da( ve Türkiye’de) gündeme dahi
gelmemesinin nedeni;
“sosyal-reformcuların” işçi ve
emekçileri aldatan politikaları ve kapitalizm sınırları için sözde “çare”
aramalarıdır.
”Ayrı bir
dünya mümkündür” sözleriyle,
neo-liberal dönem öncesine “dönülebileceği” izlemini vererek, işçi ve emekçileri aldatmaya çalışan
“sosyal-forum”culuk,kapitalizmin tasfiye edilmemesini istemiyle, işçileri ve
emekçileri çıkmaza sürüklüyor ve
burjuvaziye teslim olmaktan başka çıkar yol olmadığını sözde kanıtlamaya çalışıyor.
Oysa, M.L ışığında işçi ve emekçilerin kapitalizme
karşı sosyalizm amaçlı mücadelesidir,
burjuvaziyi köşeye sıkıştıracak.
Kapitalist ekonominin,yoksullaşmayı “refah toplumu
“ diye adlandırılan ülkelere kadar tırmandığı günümüzün koşullarında, “var
olanları koruma” anlayışıyla hareket etme,işçi ve emekçileri çaresizliğin içine
sürüklemekten başka bir amaç taşımaz.
İşte EMEP, bu gerçekten kaçıyor ve reformlar için mücadelenin zayıf
kalmasının diğer bir “suçlusu”
olarakta “sendikal
harekette, bölücü ve güç kaybına yol açan etkenlerden biri de sınıfın dışından
yapılan müdahaleler, sağcı ve burjuva sendikacılık anlayışıyla mücadele etmek
adına ortaya çıkan ‘sol’ eğilim ve anlayışlar..” ı(a.g.y) ,(8) göstermekten
çekinmiyor.
En ilginci de “sendikal hareketin “ güç kayıp
etmesinin nedenini burjuvazinin
izlediği neo-liberal politikalarda aramamasıdır.
Sendikaların güç kayıp etmesi olarak ifade edilmek
istene;sendikaların üye sayıların azalması,yani sendikasızlaştırılan işçilerin
sayılarının durmadan artması ve
neo-liberal politikalara karşısında, kapitalizm savunmayı amaç edine
sendikacılığın giderek etkisiz hale
gelmesidir.
EMEP, bu dönemde sendikaların, gerçek komünist
partilerin sosyalizm için mücadelelerine tabi olmaktan başka çıkar
yolarının olmadığına vurgu yapacağına,” devasal reformcu sendika
merkezlerinin” kendi üyelerini dışında,”işçi ailelerinin,işsizlerin, işçi
çocuklarının,gençlerinin talepleriyle” sözde ilgilenmediğini öne süre biliyor. Oysa
sendikaların, “ilgilenmediği” dedikleri talepler; onların devamlı günlük politikalarının esasını belirliyor.
Neo-liberal dönem öncesine geri dönme isteği, kapitalizm’i sözde
restore ederek savunanları hayal-kırıklığına uğratıyor.
Attackcılık, sosyal-forum hareketleri, hep sosyal-devlet dönemini geri getirmek isteyen burjuva akımlardır.
Bunlar,neo-liberal dönemle birlikte Marksizm yenide etkinlik kurması karşısında
çıldırtıyorlar.(9)
EMEP’se “sosyal-reformcu saflarda” yer almaktan
zerre kadar rahatsızlık duymuyor.
Sözde eleştirdiği,üye “sendikacılık yapıyorsunuz”
diye suçladığı sendikalardan,sendikasız işçileri örgütlenme görevlerini yerine
getirmeleri isteniliyor.
Türkiye’deki sendikalar “isteseler” dahi sendikasız işçileri
örgütleyemezler
Sendikalı işçiler ve sendikalar içinde EMEP’in hiç
bir gücünün olmadığı ve onun çağrılarının en küçük etkisini olamayacağı
gerçeğini bir yana bırakalım,12 eylül
faşizmin şekillendirdiği Türkiye’deki iş yaşamın gerçek niteliği aradan gecen
30 sene sonra bile araştırılmıyor.
Türkiye’deki bugünkü sendikalar ve yasal
“sosyalist” partiler isteseler dahi, 14 milyon sendikasız işçiyi sendikalı hale
getiremezler.
İşçilerin sendikasızlaştırılmaları sadece ve de
esas olarak yasal sınırlanmalardan kaynaklanmıyor ve yasal sınırlamalar kalksa
dahi bu işçiler sendikalı işçi haline gelemez.
Küçük fabrikalarda, atölyelerde çalıştırılan
sendikasız işçiler, çalıştıkları iş yerlerinde ekonomik talepleri için mücadeleye girdiklerinde
hemen, patronlar tarafında direniş bastırılıyor ve kapı dışarı edilerek,
yerlerine,kapıda bekleyen birleri,işe alınıyor.
Türkiye burjuvazisinin uluslararası pazarlardaki
rekabet etme ve kendine piyasa edinme gücüne , sadece ve sadece var olan ucuz iş-gücü
sayesinde sahip olabiliyor.
Ucuz iş-gücünden en fazla yararlananların başında, sendikasız işçileri istihdam eden
ve onları 10 saatin üstünde çalıştırarak,en acımasız tarzda sömüren
“Anadolu-kaplanları” adılı burjuvalar
geliyor.
Bu burjuvalar arasında sıyrılanların,Türkiye’nin
en büyük Holdingleriyle boy ölçüşe
bilecek seviyeye çıktıklarına dair iddialar
öne sürüle biliniyor.
Tüm veriler;Türkiyeli işçilerin nasıl
sömürüldüklerini somut delilleridir.
Dağınık ve birbirinden kopuk küçük işyerlerinde çalıştırılan işçiler,diğer
yandan da dinci tarikatların, sivil
faşist çetelerin hegemonyası altında tutularak “ nefes aldırılmıyor”.
İşte bu işçilerin büyük çoğunluğunu örgütleyip, eyleme sokarak aşırı ve insafsız
sömürüye dur diye bilecek olan tek güç,işçileri içinde faaliyet gösteren,
onların içinde örgütlene, militan, M.L kendine rehber edine gizli komünist partisidir.
Lenin’in işaret ettiği şekilde bir komünist partisi inşa edilmeden
,Türkiye’de işçi ve emekçilerin acımasız
tarzda sömürülmeleri dahi durdurulamaz.
Komünist partisi ancak,küçük iş yerleriyle dağınık
bırakılarak, güçsüzleştirilen işçileri birleştirip, 8 saatlik iş günü,ücret
artışlar ve gerçek sendika kurma hakkı
için eylem sokabilir ve
burjuvazinin karşısına güçlü işçi sınıf hareketin çıkabilir.
Küçük iş-yerlerin önemli bir çoğunluğunu kapsayan
grevlerin birden bire ortaya çıkması ve kararlı tarzda sürdürülmesi, burjuvaziyi dize getirir ve
işçi sınıfının komünist hareketi,Türkiye’nin
sınıf mücadelesine damgasın vurur ve
de yenide Türkiye işçi sınıfı
mücadelesi tekrar siyasi gündemi belirleyen esas güç haline gelir.
20 senedir görülmek istemeyen, koşullar gereği
gizli olarak örgütlenmek zorunda olan ve M.L ışığında yürüyen komünist partisi
olmadan, sendikasız ve tüm ekonomik haklardan mahrum bırakılarak insafsız
tarzda sömürülen işçilerin güçlü eyleme
dahi ortaya çıkamaz.
Böylesine zor bir görevi burjuva sendika
hareketine bırakmak, onlardan sendikasız işçileri örgütlenmesini istemek yanlıştır,
çaresizlikte başka bir şeyi ifade etmez.
Türkiye işçi sınıfın bugün, su ve emek gibi muhtaç
olduğu tek şey, militan.fedakar, kararlı
gerçek M.L komünist partisidir.
...................................................................................................................................................
(1) Avusturya işçi marşı bu durumu dile getirmiyor
mu?
(2) )12 eylül darbesinde kısa bir müddet önce
işçilerin yoğun olarak bulundukları
Adana ve çevresindeki fabrikalar da
devrimi savuna TDKP ve Dev-yolun,
faşist,dinci gerici ve reformist sendikacılara karşı güçlenmeleri hariç -ki
bunlarda 12 eylül darbesiyle tasfiye oldu.
(3) Burada parlamentonun işçi sınıfı iktidarının
aracı gören, parlamenteriz görüşünü eleştirisine yazının içeriği gereği değinmiyorum.
(4) 1869,August Bebel, Wilhelm
Liebnecht ve Eisen nach isimli
işçi önderler tarafından kurulan, SDAP(sosyal –demokrat işçi partisi) 1870 11
bin üyesini temsil eden 66 delegesiyle
yaptığı kongresinde Marksizm yolunda mücadele edeceğini açıklayan
ve bu doğrultuda yola çıkan, işçi sınıfı hareketin ilk güçlü
partisiydi.
1875 SAP (sosyalist işçi partisi )ismini alarak işçi sınıf
içinde işçi sendikaları
örgütleyen,işçiler başta olmak üzere emekçileri Alman imparatorluğuna karşı mücadeleye sokan sosyalist işçi partisi despot Alman feodal- burjuvazisinin hışım’ına uğramaktan kurtulamadı.
1878 Otto von Bısmarck, çıkardığı
sosyalizm yasaklayan yasayla,sosyalist partiyi kapatıldı.
Ama sosyalist parti bu yasakları hiç sayarak mücadelesine devam etti. 1890
yılında yapılan seçimlerde %20 oy alıp, 391 milletvekilinin 35 kazanarak,
imparatorluk parlamentosunun güçlü fraksiyon partisi konumuna erişti. Onun bu kitlesel gücü, sosyalizm yasaklanmasını
pratikte işlevsel hale getirmişti.
Ama 1891 yılında Erfurter programını “ “dogmatik Marksizm” diye karalayan, sosyal-devrime karşı
sosyal-reform görüşleriyle “bağımsız sendikacılığı” savuna sendikacı Carl Legien etkinliğinde serbest sendika hareketi örgütlendi.
Bu burjuva işçi hareketinin
teoriksiyeni ilk revizyonist Eduard Brenstein’di. Bu revizyonist ve
ekibi, August Bebel’e , Karl Kautsky’e ,Rosa Luxemburg’a ve Clara Zetkin gibi parti önderlerine karşı
şiddetli mücadeleye girişmişti.
Böylece Marksizm’in etkiliğindeki Almanya’daki işçi sınıfı hareketi de bölündü.
Bilindiği gibi 1.emperyalist paylaşım savaşın destekleyen, ismi SPD’ye
dönüştüren sosyalist parti, burjuva partisi haline geldi ve bugün artık
“sosyal-reform” partisi olmaktan da çıkarak neo-liberal burjuva partisine
dönüşmüştür.
Ama Alman sosyal demokrat partisi, sendikal mücadelenin zeminde kurulmadı, tam tersine Almanya’daki işçi sınıfı mücadelesinin motoru ve sendikal hareketin kurucusu ve geliştiricisi sosyalist parti
oldu.
EMEP’se, Marksist partilerin kızıl sendikaların
(ki EMEP de modern revizyonistler gibi kızıl sendikalar dememek için “sınıf
sendikası” tanımını kullanıyor) ortaya çıkmasında vazgeçilmez tayın edici
rolünü inkar ediyor.
Bunun için
de ,Marksist partilerin kendiliğinde mücadele zeminde doğduğunu ileri sürebiliyor.
(5) )Ki, ekonomik mücadele de, kapitalizm yıkmayı
hedeflemeyen burjuva içerikli siyasi
mücadeledir,toplumdaki sosyal sınıflara tekabül etmeyen, ne siyasi görüş olur
,nede siyasi mücadele.
(6) Komünizmi nasıl öğrenmek gerektiği sorusunun cevabı Lenin'de
“Eğitim çalışması mücadeleyle değil, mücadele eğitim çalışmasıyla tamamlanmalıdır. Bu bağlamda Komünist Gençlik Enternasyonali'nin programı şunları söylemektedir:''Marksizm-Leninizm’'in dünya görüşü teori ile pratiğin ayrılmasına izin vermez, eğitimle mücadele arasında bir çelişki görmez. Komünist eğitimin temeli mücadeledir.Genç komünistlerin genel görevi ‘komünizmi öğrenmek’ tir (Lenin). Komünist Gençlik Birliği emekçi gençlik için komünizmin okuludur ama yetişen genç kuşak komünizmi ancak, eğitimin her adımını proletarya ve emekçi kitlelerin köhne sömürücü topluma karşı asla durmayan mücadelesiyle birleştirerek öğrenebilir… Komünist ahlakın temeli, komünizmi sağlamlaştırma, tamamlama uğruna mücadeledir ve komünist eğitimin ve öğrenme yöntemlerinin temeli budur. Komünizmi nasıl öğrenmek gerektiği sorusunun cevabı budur.”''(Lenin)
(7) 1966 kurulan DISK mücadelesi karşında müşkül durumda kalan burjuvazi, 1961
anayasasıyla tanınan grev, toplu
sözleşme hakkı ortadan kaldırmayı kendine
amaç edinmişti.
1970-15,16 haziran hareketi, DİSK’li işçilerin
burjuvazinin DİSK varlığına son verme teşebbüsüne karşı isyanıydı.Burjuvazinin
bu isteğini generaller yerine getirdi.
(8) Bu “sol”culuğun kanıtı da ,1 mayısın taksim meydanında kutlanması ve yasağı
kalkması için mücadele ederek 33 sene sonra 2010, 1 mayısın taksim meydanında
kutlamasının sağlanmasıymış!.
Sosyal-pratiğin ortaya çıkardığı yanılgısın kabul
edeceğine, kendisini dahi dilini ucuyla kabul ediği “anti-komünizm
merkezlerinden bir” olan Türk-iş’in faşist, gerici sendikacıları etkinliğindeki
(ve de Türk-iş’in 1977 1 mayısının
taksimde kutlanmasına karşı olduğun bildikleri halde)mitinge “işçi sendikalarının eylemidir” diyerek katılmanın
yanlışlığını sosyal-pratik açığa çıkardığı hale “ ben yanılmadım” denilmeğe devam ediliyor.
(9)
Marksizm kararlamak için nerede sözde “vahşi kapitalizme” karşı oldukların öne
süren burjuva “ilim adamları”, profesör
etiketli burjuva varsa, bir
sosyal-forum toplantısından, diğerine koşuyor.
AB’nin
desteğiyle Avrupa’daki ve başka ülkelerdeki sendikalı (aristokrat) işçileri “kaynaştırmayı” amaçlayan ve sendikaları sosyal-forum hareketleri içinde eritmeye çalışan,sosyal-
reformculuğu öne çıkararak kapitalizm’i savunma girişimlerinde EMEP’in
yer aldığını, bu iş için kurulan ve verilen görevleri layıkıyla! yerine getiren
ve Türkiye’de kapitalizm’i savunanın önemli merkezlerden bir olmaya aday olan
(Toplumsal Araştırma ve Eğitim Merkezi), TAREM’le,girdiği sürtüşme
vesilesiyle öğrenmiş oluyoruz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder