28 Haziran 2011

2011 Türkiye'sindeki seçimler

                              2011 Türkiye’sindeki seçimler
Özellikle Avrupa’da, kapitalizmin krizinin giderek derinleştiği,uluslararası  bankalara borçlu olan ülkelerin ,borçlarını ödeyemediklerini ilan edikleri,başta Yunan devleti olmak üzere, borçlarının ödeyemeyen ülkelerin “tasarruf programları” adı altında  işçi ve emekçileri daha da yoksullaştırmaktan çekinmedikleri  ve  hükümetlerin bu politikalarına karşı yoksul emekçilerin mücadeleye girerek burjuvazinin saldırılarına boyun eğemeyeceklerini  gösterdikleri dönemde, Türkiye’de  biline seçim showlarından birisi daha  sahneye koyuldu.
Hem de özellikle Avrupa’da, burjuva parlamentarizminin işçi ve emekçileri aldatma fonksiyonun yitirmeğe başladığı açığa çıktığı günlerde.
Almanya başta olmak üzere, son dönemde AB’ne  bağlı ülkelerde yapılan seçimlere,  %50’lerin altında  katılma oranları çıkıyor. Resim açıklamalara göre,Portekiz’de son günlerde yapılan seçimlere katılma oranı  %40’lar civarında  kaldı.
Mevcut “ temsili demokrasi” adıyla anılan  parlamentarizme karşı, işçiler ve emekçiler, gerçek demokrasi talepleriyle  hareket geçtiklerine dair haberler,burjuva  basın organlarında çokça  yer almaya  başladı. Nitekim seçim döneminde, İspanya’nın 160 şehir’inde  meydanları zapteden gençlerin, özellikle  işsiz gençlerin baş talepleri   gerçek demokrasiydi. Yunanistan’da,uluslararası bankaların borçlarını ödemek için  harekete geçen baştaki hükümetin “tasarruf programına” karşı, uzun dönemdir ve  aralıksız bir tarzda direne işçiler ve emekçiler gerçek demokrasinin nüvelerin inşa etmeğe başladılar bile.
İspanya ve Portekiz’de,de  emekçilerin,özellikle işsiz gençler,yerer düzeyde de olsa, gerçek demokrasinin organlarını inşa etmeğe başladıklarına dair  haberler, yine  burjuva basın organlarının konularından biri.
Türkiye’ de ise “solcular”, burjuva,daha doğrusu temsili demokrasinin ateşiyle “yanıp,tutuşuyorlar”(1)
27 senedir, faşist devlete karşı, Kürt halkını  silahlı savaşı ve bu savaşın Kürt halkını çoğunluğunu mücadelenin etrafında toplayarak,silahlı mücadelenin  kitlesel tabanını oluşturması ve kitlesel mücadelenin süreklilik kazanması yokmuşçasına ve  bu mücadelenin  Türkiye’deki    proleter devriminin temel dinamizmini oluşturmuyormuş  gibi sınıf mücadelesi analiz ediliyor!. Ve de   mücadelenin  çok geri düzeyde olduğuna hüküm veriliyor.
Bu görüşlerin ana teması , ulusal baskıya ve zora dayana asimilasyon politikasına karşı isyan edenlerin, silaha sarılanların, Türkiye’deki proletarya devriminin ve proletaryanın iktidarını öncü güçleri olduklarının inkarı üzerinde biçimlendiriliyor. 
Kürt halkının ulusal sorunu, emekçilerin   sosyal kurtuluş mücadelesine tabi olduğu göz ardı edilerek,siyasi ve ekonomik egemenliği elinde tutan burjuvazinin isteğine tabi  bir şekilde ve  pazarlıklarla, sözde çözüle bilineceği zannediliyor.
Oysa Kürt halkını ulusal mücadelesi,salt gerilla mücadelesi olmaktan çıkarak, kitlesel mücadeleye dönüşmüştür.
Bu, top yükün ayaklamayı gerçekleştire  bilecek niteliğe sahip olan  mücadele ,salt Türkiye Kürdistan’ıyla  sınırlı  kalmayacağı açıktır.
Hiç bir siyasi  güç, Türkiye’deki Kürt halkını ulusal baskıya karşı mücadelesini,miadı dolmuş burjuva demokrasinin dar sınırları içine  habis edemez.
Çünkü, Türkiye’deki kapitalist gelişme Kürt ulusunu da sınıflara bölmüştür ve ulusal baskıdan en fazla etkilenerek yoksullaşan  emekçileri,  silahlı isyana, kitlesel direnişlere itmiştir.
1984’de Kürt halkını silahlı mücadelesinin başlatanlar, kendilerinden önce patlak veren silahlı isyanlarının tam tersine, ne Kürt aşiretlerine dayanıyor, nede isyanın önderleri, aşiret beyleri,şeyhlerdir..
 Bu mücadele,ulusal baskıyla, Türkiye’nin burjuvazisinin (tabii ki uluslararası  burjuvazinin de) en ucuz iş-gücü deposu haline getirilen, ulusal ayrıcılıklarla horlana, yoksullaştırılan  Kürt kökenli emekçilerin ,işçilerin daha doğrusu yoksulların silahlı başkaldırısıdır ve önderleri, de aynı sınıfa mensuplardır.
Türkiye’deki Kürt halkını isyanını önderi Abdullah Öcalan, ne Barzani, Talabani gibi aşiret reistir ve  ne  de Şeyh Said  gibi tarikat  ve  Seyit Rıza gibi aşiret beyidir.
Kapitalizm, Kürt toplumunu parçalara  bölen,  dinci tarikatları,aşiret topluluklarını parçalayıp,dağıtıp ve Kürtleri merkezlere toplayıp,uluslaştırmıştır ve de Kürt emekçilerini  feodal bağımlılık ilişkilerinden arındırarak,  iş-güçlerini  “serbestçe satan bireysel  özgür fertler” haline getirmiştir. Feodal parçalanmışlığını  dağıtılması, Kürt toplumu üstündeki tarikatların, aşiretlerin etkisini de kırmış, eski toplumun kalıntılarına dönüştürmüştür.
1984 de başlayan Kürt halkın silahlı mücadelesi bu toplumsal zeminde başlamıştır. 
Kürt halkının, silahlı mücadelenin  etrafında toplanmasını ve tarikatların,aşiretlerin,Kürt toplumu üzerindeki etkisini kayıp etmesinin belirleyen, esas olarak siyasi değil, ekonomik olgulardır. Ekonomik gelişme, bu silahlı isyanın sınıfsal niteliğini belirlemiştir.  
Bugün Türkiye Kürdistan’ın da  burjuvalar, aşiretlerin ve tarikatların kalıntıları, Türk devletini yanında
yer alarak, Kürt halkını ulusal mücadelesine karşı çıkıyorlar ve “köy korucuları” Kürt aşiretlerinden oluşturuluyor.  
Kürt burjuva sınıfların  çok azınlığı bir kesimi , Kürt halkının ulusal mücadelesine kattıkları halde, ulusal sorunun, Kürt burjuvazisinin çıkarına göre  çözülmesi amacıyla hareket ediyorlar ve ezen ulus baskısına karşı çıkan  mücadeleyi, sosyalist devrimin  önemli bir kaldıracı olmaktan çıkarıp, burjuva demokrasinin dar sınırları içine   çekmeye  çalışıyorlar.
Aslında,özünde kapitalizm hedef alan  emekçi sınıfların mücadelesi, kapitalizmin savunulmasına dönüştürüp,tasfiye edilmek  isteniliyor.
Kürt halkını ulusal  mücadelesinin özü anti-kapitalist olmasına rağmen,harekete egemen kılınmaya çalışılan siyasi talepler, mücadelenin ana unsurunu teşkil eden emekçi sınıfların sosyal kurtuluşlarını amaçlamayan,, burjuvazinin sınıfsal çıkarına tekabül eden taleplerdir.
Marks, 1844 de Fransa’daki işçi sınıfını ayaklanmasını için, kendileri işçi  olmasına  rağmen, talepleri burjuva içeriklidir diyordu .
Bugün Türkiye’deki Kürt halkını ulusal mücadelesi de bu özellikleri taşıyor.Savaşanlar, yoksullar ama öne sürülen talepler, burjuva sınıfın çıkarına tekabül eden, kapitalizmi savuna ve kapitalizm içinde   ulusal soruna sözde  çözüm arayan taleplerdir.
Oysa devamlı vurguladığım gibi, ulusal baskı altındaki Kürt kökenli emekçiler, işçiler, Türkiye işçi sınıfını en alt tabakasını oluşturuyorlar ve en ilerici kesimleridirler. 
Türk  egemen sınıflarının  ulusal baskısı tasfiye edilmeden, Kürt ulusuna mensup,işçiler ve emekçiler, sınıfın en alt tabakasını teşkil etmekten dahi  kurtulamazlar.
Bunun için,cumhuriyetin kuruluşunda beri işbaşına gelen Hükümetlerin tümü, Kürtleri zorla asimle etme politikalarından (zere kadar bile olsa) geriye adım atmadılar.(2)
            Ezilen ulus sorununun varlığı, sosyalist devrimin
                         önünde bir engel midir?!
27 senelik Kürt halkının silahlı mücadelesi, Türk faşist devletini tüm siyasi,ekonomik ve silahlı saldırılarına, köylerin yakılıp,yıkılmasına, gerillaları,“suyu kurutulmuş balıklara” dönüştürmek  için,Kürt köylülerini  yerinden, yuvasından kopararak, büyük şehirlerin varoşlarına sürmelerine  ve de içinden çıkan “hainlere”  rağmen ezilememiştir, aksine faşist devletin saldırıları, Kürt halkını büyük  bir kesiminin ulusal-demokratik hareketin etrafında toplamasına  yardım etmekte  başka da bir işe yaramamıştır.
Kürt halkını ulusal baskıya karşı mücadelesi aynı zamanda, Kürt toplumunu egemenliği altına tutan  Kürt egemen  gerici sınıfları da hedef almış ve Kürt toplumu üzerindeki  feodal kültürün etkilerini kırmış ve toplumun demokrasileşmesinin ortamını yaratmıştır.
Başka bir değişle,  Kürt halkının demokrasi mücadelesi, sadece Türk faşist devletin baskısını Kürdistan’da kırmakla sınırlı karmamış,aynı zamanda  Kürt gerici sınıflarının Kürt halkı üzerideki her türden  etkilerini  kırıp, toplumun ileriye doğru gelişmesinin zeminini  hazırlamıştır.
Bazı emperyalist devletlerin telkinleriyle Türk devleti, Kürt  halkının demokrasi mücadelesinin  gelişmesini önlemek için, kendi silahlı saldırılarının  yanı sıra, Kürt gericilerinin, Kürt toplumu üzerindeki  egemenliklerini  tekrar  sağlamlaştırmalarına   yardım etmekten geri durmamıştır ve bunun için  de  Hizbullah adıyla dinci gericilik silahlandırıldı ve  Tarikatların faaliyetleri serbest bırakıldı,
Ama bunların hiç birisi , Kürt halkının ulusal hareketinin gelişmesini önleyemediği gibi,  Türk devletini taktik değiştirmeğe zorladı.
Nitekim Türk devleti,2002 yılında iktidara gelen AKP  Hükümetiyle birlikte “yeni taktiğini “yürürlüğe koydu  ve ”kuzu postuna bürünmüş kurt” adıyla anılan siyasi taktiklerle hareket edilmeye başlanıldı.
İlk önce  Kürt devrimci-demokrat  hareketi karşısında başarısız  ve bir işe yaramadıkları gibi  başlarına bela olan, Hizbullah’ın “defterini  dürdüler” ve arkasında Kürtlere,”ulusal sorunun barışçı çözümünden yana oldukların kanıtlamak” için  parlamentonu kapılarını  tekrar açtılar. Ve uzun süredir habiste tuttukları  Kürt millet vekillerini serbest bıraktılar. Kürt halkının, ayrı bir ulus olduğunu  kabul ediyormuş gibi davranarak, devletin inkarcı politikalarına sözde son  verdiklerini  ilan etmekten kaçınmadılar.
AKP’nin,Kürt  ulusal  hareketi  karşısının da  taktik değişikliğine gitmesine   karşı olan,faşist MHP ve CHP  gibi partilerin silahlı  saldırıları yoğunlaştırma  talebine karşı  direne Tayyip hükümeti, ulusal sorunun parlamento zemini de barışçıl şekilde çözümünden yana tutum aldığını ilan etmesi,reformcu çözümden yana olan Kürt ulusalcılarını ve “sosyalist geçinen” reformistleri  hareketlendirdi.
Aynı zamanda bu  taktik değişiklik ,2007 seçimlerinde  AKP’nin  Kürdistan’ da, en fazla oy alan birinci parti olmasını da  sağladı.
AKP’nin, parlamento zeminin de Kürt ulusal sorununu “çözme” planını açıklaması, Kürt halkını ulusal sorununun çözümünü  tamamen   Türkiye işçi ve emekçi sınıfların  sosyal-kurtuluş ve devrimci iktidar mücadelesinden kopardı.Ve Bu durumu fırsat bilen Kürt ulusalcıları, Marksist-Leninsist düşüncelere karşı  açıktan karalama kampanyalarını  başlattılar.
Kürt ulusalcılarının,”Barışçıl çözüm” adına parlamenter mücadeleyi esas almaları,Kürt halkını   ulusal hareketini, hızlı bir tarzda  reformcu  hareket dönüşmesini sağlıyor..
 Aslında, AKP’nın ve Tayyip Erdoğan’ın niyeti de , Kürt halkını devrimci-demokrat hareketini “barışçıl çözüm” adına reformcu bir harekete dönüştürerek, hem Türkiye proletarya devriminin dinamizm olma özelliğinin  sosyal-pratiğe yansımasının  önünü kesmek  ve hem de Kürt halkının devrimci-demokrat hareketinin Kürdistan’daki etkisini  tasfiye ederek, silahlı mücadeleyi ezmenin ortamını yaratmaktır.
Kürt halkın ulusal sorununun , gerçek anlamda Kürdistan’ı siyasi ve ekonomik  özerklik  statüsüne  kavuşmasıyla çözümü, ancak,Kürt ve Türk uluslarına,azınlık etnik gruplara mensup işçi ve emekçilerin iktidar mücadelesi  sürecinde,  Türkiye’nin gerçekten demokrasileşmesiyle sağlana bilinir.
Bugün  gerici tekelci burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerin siyasi ve ekonomik egemenliği altında  ve faşist devletin varlığı koşullarında,Kürdistan’ın siyasi ve ekonomik olarak özerk statüsüne  kavuşacağını ümit etmek ,sadece hayal  kırıklığı yaratır.
Türkiye burjuvazisi, Kürt halkının ulusal hareketini, reformcu platformlara çekmeye çalışmasındaki  bir diğer amacı,sadece Kürt halkını, ezilen  ulusal statüsünden   gerçekten kurtulma mücadelesinden  uzak  durmasını sağlamak değil;aynı zamanda, hemen, hemen tüm dünya ülkelerinde yaşana  ekonomik krizle daha da yoksullaşan emekçilerin isyanlarının  Türkiye’yi de etkisi altına almasını engellemektir.
Sözde sosyalist, aslında devrim karşısında   reformları amaç haline getirenlerin ileri sürdüğü ve dillerine doladığı gibi,Kürt halkını ulusal sorunun çözümü için mücadele, proletaryanın ve yoksul emekçilerin sosyalizm için mücadelesinin önünde aşılması gereken burjuva demokratik  bir engel değil,tam tersine sosyalist devrim için mücadelenin gelişmesinin  çok önemli bir kaldıracıdır.
                   
                                       Çatı Partisi !
Kürt halkının ulusal sorununun 12 eylül faşizmin  oluşturduğu  ve faşist devletin “demokrasi maskesi” olmakta öte bir görevi olmayan parlamentonun zemininde çözüm arama, Türk burjuvazisinin ulusal baskısı altında yaşayan Kürt ulusal kökenli emekçileri,işçileri oyalamaktan başka bir işe yaramadı ve  yaramaz.
Şimdiye kadar Kürt ulusal hareketi, ülkede sınıfsal iktidar değişikliğini amaçlamayan ve  sadece  Türk devletinin ve baştaki hükümetlerin,  silahlı ve barışçıl  mücadelelerle, öne sürülen bazı    talepleri kabul etmesini   sağlamayı amaçlayan;  ”boyun eğdirme  taktiklerinin ”  ışığında  siyasi bir hat izledi. Ve izlemeye devam ediliyor.
Peki,bugünün Türkiye  koşullarında  izlene bu taktiklerle, Türk devletini “boyun eğmeğe” zorlanması mümkün mü? kesinlikle hayır.Tamam tersine, Türk devleti  çeşitli yöntemlerle, Kürt ulusal hareketini teslim olmaya zorluyor.
Sınıfsal çatışmaların ve anti-kapitalist mücadelenin  dışında  ve salt ulusalcılıkla sınırlana  siyasi mücadele,  Kürt halkının çoğunluğunu ulusal talepler etrafında birleştirildiği doğrudur,ama  bu mücadelenin  karşı cephesinde yer alan ve  Türkiye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan ,ezen ulusa mensup işçileri ve emekçileri, (tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, Türk milliyetçiliğin ve ırkçılığının  etkisi altında kalarak,) ezilen ulusun haklı mücadelesinin  karşısında yer almaya ittiği ise, başka bir doğrudur.
Bu açmaz, “Türkiye  partisi” olmakla  değil,Türkiye işçi sınıfın, yoksul emekçilerin partisi olarak hareket edip, anti-kapitalist mücadeleyi geliştirerek ve bu temelde işçilerin, emekçilerin  birliğini sağlanarak ortadan kaldırıla bilinir.
Bugün Türkiye, sınıfsal değil suni bir tarzda  ulusal temelde bölünmüştü. Ulusal temelde bölünme, Türk devletinin, faşist militarist güçlerin ve  burjuva partilerin,özellikle burjuvazinin  işine geliyor. Ulusal çatışmadan ve bölünmeden yararlanarak,işçileri ve emekleri, hiç bir ekonomik,sosyal ve siyasi haklar tanımadan, acımasızca sömürüyorlar, işsiz,aç bırakıyorlar.
Son dönemle hariç, 27 senelik  Kürt halkını silahlı isyanı boyunca,işçi ve emekçi sınıfların ekonomik,sosyal ve siyasal talepleri için mücadele, Türkiye’nin siyasi mücadelesinin gündeminde yerini alamadı. Bu yer alamamada, Kürt halkının  ulusal  mücadelesinin içine sıza,hatta başına geçen Kürt burjuvazisinin temsilcilerinin  önemli bayı olduğu inkar edilemez.
Onlar, “dört parçayı birleştirip,büyük Kürt burjuva devletini” kurmanın sevdasına tutukları için,özellikle sınıf çatışmalarının, giderek yoğunlaşa acımasız sömürüye karşı  mücadelelerin gelişerek siyasi  gündemde yer almamasına özen gösteriyorlar
Günümüzün dünya kapitalizmini derinde sarsan  ekonomik kriz dahi  görmezlikten geliniyor. Son günlerde, kuzey Afrika’daki, orta-doğudaki  hata güney Kürdistan’ daki ,işçilerin ,işsizlerin,açların kapitalizme karşı   isyanları dahi; “Konjonktür ”;yani birbirinde etkilenen gelip,geçici  olaylar olarak gösterilip, buna uygun propaganda yürütülüyor.
Ama günümüzün Türkiye’sinde ,  Kürt halkını ulusal mücadelesinin başarıya erişmesi, Türk ulusal kökenli işçileri, emekçiler,  sosyalizmin ve devrimci–demokrasi mücadelesinin saflarına kazanmaya  bağlıdır.
 Tekrar vurgularsak,Türkiye’deki  hangi ulusal kökene mensup olursa olsun,işçilerin,emekçilerin birliğini ancak anti -kapitalist  mücadele temelinde   sağlana  ve Kürt halkını ulusal sorununun gerçek demokratik çözümü,bu temelde  gerçekleşe bilinir.
Bunun için,tüm İşçilerin ve emekçilerin  birliğinin esasını, mücadelenin  anti-kapitalist içeriği belirler.
İşte sözde sömürülen sınıfların birliğinde yana olanların göz ardı ettikleri gerçek budur. Kapitalizme karşı mücadele edilmeden sözde  demokratik  cepheler kuruluyor!
Emperyalist-kapitalist sistem içinde  demokratik  çözümler arandığı için,işçilerin anti-kapitalist mücadele birliğinin yerine, “sınıf üstü” bir anlayışla ve de sınıf farklıkları,dolayısıyla sınıflara arası uzlaşmaz çıkar çatışmaları yokmuşçasına hareket ediliyor ve  çeşitli sorunları olan “topluluklar” bir araya getirip “geniş demokratik cephe” kurulmak isteniyor (ve de  tamamen burjuva liberal görüşlerin temelinde).   30 senedir Türkiye’deki siyasi mücadeleye egemen kılınmak istene bu burjuva liberal görüşlerle bir” arpa boyu” yol alınmadığı halde,(4)
Kürt ulusal hareketiyle, “sosyalistler” arasında “cephe partisi”  Kürt halkını ulusal sorununu çözüme kavuşturamayacağı gibi, reformist-sosyalistleri  işçi  ve emekçi yığınlardan daha da soyutlayacak  ve daha da etkisiz hale getirecektir.
Kürt ulusal hareketiyle, işçi ve emekçi kitlelerinde kopuk“sosyalistler” , aydınlar, sendikalı işçilerin dahi azınlık kesimin örgütü bazı sendikalar ve “sivil toplum kuruluşları” v.s arasında  kurulacak bir birliğin, parti şekillinde örgütlenmesi,şimdiye kadar izlene  “barış ve demokrasi”  mücadelesini daha etkin bir konuma getirerek, , Kürt ulusal sorunun barışçıl çözümü gerçekleşmesinin ortamını sağlaya bilir mi?!. hem de “demokratik anayasayla”!.
Bu soruların cevabı, kesinlikle hayırdır.Çünkü Kürt ulusal hareketinin dışındakilerin hiç birisinin işçi ve emekçi kitleler  üzerinde “hatırı sayılır”,siyasi , ideolojik ve örgütsel  bir etkisi yoktur.
Kitlelerden, özellikle işçi sınıfından  kopuk “sosyalistleri” ve hiç bir zaman emekçi  kitleler üzerinde etkisi olmayan,  liberal burjuva düşüncelerin savunucusu  aydınları, işçi sınıfının azınlık kesimini oluşturan imtiyazlı işçi tabakasının ekonomik örgütü; bazı sendikaları,  sözde sivil toplum örgütlerini bir araya getirip,Türk milliyetçiliğinin, dinçi gericiliğin ve burjuvazinin  işçi  ve emekçi yığınlar üzerindeki  ekonomik, siyasi ve ideolojik etkisinin  kırılmasına imkan var mı?.
Kürt ulusal sorunun “barışçıl” çözümü için gerçek anlamda  demokratik bir ortamın oluşturulması, sosyalist devrimin zaferine  ve sosyalist devrim için  mücadelenin gelişmesine tabidir.
 Bu gerçek ortadayken, Devrim mi, reform mu, alternatifinin yerine “emek  eksenimi, kimlik eksenimi?”alternatifini  öne çıkarılarak hedef şaşırtılıyor. .Çünkü, gerek “emek ekseni” gerekse “kimlik ekseni” işçi ve emekçi sınıfların iktidarının kurulmasının zorunluluğunu   dışlayan ve burjuva devletinin varlığı  ve kapitalizm koşullarında ki  reformcu sözde  çözümlerin  adıdır.
Demokratik ortam oluşturulmadan, Kürt halkını, ayrı devlet kurma hakkı  dahil olmak üzere, kendi kaderini kendisinin  özgürce tayin etmesi  yine imkansızdır.
“Emek ekseniyle” kast edilen, iş-gücünü meta olmaktan kurtarmak değil, meta olan iş-gücünün fiyatını belirlemek için verilen ekonomik mücadeledir. Özellikle, 1990’lardan sonrası  Türkiye’de yeniden “keşif” edilen ekonomist  ve sendikalist   görüşler, “emek ekseni” laflarını “moda” haline getirdi.
”Kimlik ekseni ise” , ulusal baskının ve ulusal inkarın , ezilen ulus işçisini, emekçisini daha fazla sömürülmelerinin  koşullarını oluşturduğunu   göz ardı eden,,kapitalist  sömürünün dışında sözde ezilen ulus statüsünün ortadan kalkacağını  ileri süren (ve de işçilerin ve emekçilerin sömürüsünden bay alan) ezilen ulus burjuvazisinin,sınıf çıkarına uygun görüşlerin ifadesidir.
Bunun içinde, ezilen ulus sorununa, kapitalist sömürüye zarar vermeden sözde çözüm aranıyor.
Bu görüşlerin sahipleri, Marksizm-Leninizm ulusal sorunla ilgili (ve de sosyal-pratikte de  başarıyla uygulandığı halde) görüşleri “ellerinin tersiyle” bir kenara itte bileceklerini zannediyorlar. Ama yanılıyorlar; günümüzün sınıf mücadelesi de, ulusal sorunun çözümünde,de tek doğru görüşün  Marksizm-Leninizm’in  olduğunu kanıtlıyor.
                         Ulusal sorunun da  gerçek çözümü
Kürt halkını ezilen ulus olmasına son verme, parlamenter yolla  değil, işçilerin ve emekçilerin başkaldırısıyla  gerçekleşe bilir.
Sadece, (Türk devletinin resmi rakamlarına göre) Türkiye’de 11 milyonun  üstündeki işçilerden sendikalı olan 500 bin ,600 bin civarındadır. Bu sendikalı işçilerin dışındakiler, hiç bir ekonomik,sosyal haklara sahip değil.En düşük ücretlerle, günlük 10 saat’in üstünde çalıştırılıyor ve de en zor koşullarda.Patronlar istedikleri zaman işçileri işte atta biliyor.Hiç bir iş güvencesi olmayan,en kötü  yaşama  mahkum edilen bu insanlar, küçük fabrikalarda, sanayi sitelerinde, tarım işletmelerinde ”büyük fabrikalardaki” üretilen ürünlerin,ham maddelerini,  parçalarını üretiyorlar. “ Büyük  fabrikalarda”  bu ucuza üretilen parçalar, monte edilerek ortaya çıkarılan  emtialar piyasaya sürülmekte.
En önemlisi, bu şekilde çalıştırılanların sırtından elde edilen  aşırı sömürü sayesinde,Türkiye burjuvazisine, (iç ve dış pazarlarda) rakiplerine karşı  rekabet gücü elde ederek, Pazar alanlarını genişlete biliyor. Ucuz iş-güçleriyle  Türkiye burjuvazisine avantaj sağlayan  işçilerin önemli bir kesimi, Kürt ulusuna mensup işçilerden oluşuyor.
Hiç kimse, bu işçilerin 12 eylül faşizmin oluşturduğu ortam sonucu bu şekilde sömürülmelerine dur demeden  ve bu acımasız sömürü çarkı içine alına işçileri mücadeleye sokmak için, illegal  siyasi,ideolojik, ve özellikle örgütsel  faaliyet içine girmeden, Türkiye’ de demokrasi adına en küçük adım (gerçek anlamda) atamaz.
Bugün Türkiye’de bu işçiler 12 eylül “yasalığına” tabii olarak, ne örgütlene bilinir, nede kitlesel başkaldırıya sokula bilinir.
Demokrasi, parlamenteriz mücadeleyle,”demokratik anayasayla”  değil, grevlerle, genel grevlerle, kitlesel isyanlarla elde edile  bilinir. Bu somut gerçekten hiç kimse kaçamaz.







(1) CHP,  Kılıçlaroğlu,  “yeni CHP”  sloganıyla,seçimlerde, Tayyip’in karşısına  “sosyal.demokrasi” alternatifiyle çıkmaya  yeltendi. Tüm dünya da sosyal-demokrasinin neo-liberal politikaların takipçisi  olduğu,artık sosyalizm karşı kapitalizmin yaşatmayı amacıyla  ve reformları esas alan reformculuklarını terk ettikleri ve CHP gibi “sosyal-demokratların”  neo-liberal döneme kendini uyarlayanların başını çektiğini   ve “Türkiye sosyal-demokrasinin ” gerçek yüzü halk kitleleri nezlinde açığa çıktığını unutularak,“kara oğlan” efsanesinin yeniden diriltmeye çalışmanın sonunu hüsran olacağı beliydi..
Çünkü Türkiye’deki “ sosyal.demokrat” politikaların 1980 öncesi halk üzerinde yarattığı hayal kırıklığından haberdar olmayanların! böyle  “seçim  sürprizleriyle” karşılaşmaları kaçınılmazdır.
Ecevit’in, 1973’lerden sonra CHP’yi  en fazla oy alan ve hükümet gelen parti haline getirmesinin  ana nedeni, 1970 öncesi, işçilerin,emekçilerin, özellikle gençliğin,  o zamanki Demirel hükümetine karşı verdikleri yığınsal mücadelelerin, giderek silahlı başkaldırıya kadar tırmanması sonucu,yıllardır 
toplum üzerine “karabasan” gibi çöken gericiliğe karşı emekçi kitlelerin uyanışının yarattığı ortamdı.  Ecevit, bu mücadeleyi istismar ederek, kapitalizmin hedef  seçilmemesi  için, reformları öne çıkarıp,halkı aldatmanın çapası içine girmişti.
Kitlesel mücadelenin toplumu henüz etkisi altına almadığı  1965’lerde, “orta- solu”  görüşleriyle sözde “sosyal-demokrasiciliğe” soyuna CHP,  seçimlerde,Demirle karşında hep hezimete uğruyordu.Aslında,  Ecevit’in “ortanın-solu” görüşleriyle  harekete geçmesinin  esas amacı, sosyalist mücadelenin gelişmesinin önünü kesmekti.
Ecevit,“Sol askeri darbeyle” sosyalist bir iktidarını kurulacağını zannettiği için, askeri darbeye karşı, parlamentarizm öne çıkarıyordu.Ecevit’in esas düşmanı  komünist düşünce ve sosyalizmdi.  
1973’lerden sonra “halk” Ecevit’in  başbakan olmasının yolunu açtı,1974-77 arasında MC (milliyetçi cephe) hükümetine karşı işçilerin emekçilerin, gençleri  verdiği mücadelenin ürünlerini,  MC hükümetine karşıymış ve mücadeleden yanaymış gibi hareket eden Ecevit’in CHP’si topladı ve   tek başına hükümeti kuracak kadar, 1950 den beri, ilk kez seçmenden oy aldı.
Ecevit,2 senelik başbakanlığı  dönemde, Türkiye’nin “sosyal-demokrasinin “ açıktan sosyalizm düşmanı, anti-komünist ve mevcut  tekelci kapitalist sistemin, holdinglerin çıkarını gözeten bir politikanın  temsilcileri  olduğunu gösterdi.
Bir yandan, Türkiye’nin ekonomik krizini işçi ve emekçilerin sırtına bindirip, uluslararası  banklardan, kapitalist –emperyalist devletlerden kredi almaya çalışırken, diğer  yandan işçilerin,emekçilerin ve gençliği mücadelesi  askeri darbeyle ezilmeden, tasarruf programının(sonradan 24 ocak kararlarıyla yürürlüğe koyulan program) pratiğe geçirilmesinin  imkansız olduğu görüşleriyle  hareket edenlerin askeri faşist darbeyi tezgahlamada başarılı olmaları  için,  tüm yolları açan ve faşizmin koltuk değneği olma görevini hakkıyla yerine getiren Ecevit, 1979 ara seçimlerinde  dev-yolla birlikte ,TDKP’nin izlediği seçime boykot taktiğinin sonucu  olarak   oy gücünü kayıp etti.
% 50lerin altındaki seçime katılma oranının galibi, Demirel’in partisi AP  oldu ve Ecevit, halk nezlinde yarattığı hayal kırıklığıyla başbakanlıktan istifa etti.
İşçilerin  ve emekçilerin nezlinde,“halkçılık “ laflarının yalan olduğunun  anlaşılmasının yarattığı hayal kırıklığının etkisi, aradan gecen 32 sene sonra bile canlılığını koruyor.
Kılıçlaroğlu, iflas eden , içeriğinin  ne olduğu açığa çıkan ve Ecevit’in  dahi 1984’lerden itibaren terk ettiği, “Türkiye’nin sosyal-demokrat” görüşleriyle yeniden  yoksul yığınların sözde güvenini kazanacaktı!. Hem de,1984 beri haklı olarak silah sarılan Kürt halkına karşı, Türk ırkçısı ,Kemalist milliyetçi  politikaları, özellikle Ecevit hükümetlerinin katliamları , göz ardı edip, Ecevit savunarak ve bu politikaların savunucusu   Deniz Baykal gibi faşistlere,MHP sempatizanına dayanarak,Demirel’e işbirliği yaparak, dinci- faşist partiye  karşı  (ve de sadece seçimlerde  nutuk çekerek) alternatif politik bir gücü oluna   bileceğinin  hayaline kapılmıştı.
CHP ,şimdiye kadar 12 eylül faşizminin yürütücüsü orduya toz kondurmadı, Faşist ordunun  zulmünü hep göz ardı etti.
 Bir yandan,neo- liberal ekonomik-politikaya karşı çıkılmıyor, diğer yandan,Türkiye’nin emekçilerin daha da yoksullaşmasının nedenin kapitalizmde değil,sadece Tayyip’in  izlediği politikalarda aranıyor.  CHP’nin, Avrupa’nın sosyal- demokrat partileri gibi(Tayyip’de  izlediği) neo-liberal  ekonomik-politikalara (en küçük  tarzda olsa bile)   itirazı yok,aksine açıktan   bunları savunuyor.
Tüm bunlara rağmen,  kendilerini “Tayyip’in alternatifi” ilan edip, halkı kandıracaklarını zannediyorlar.. Halk kendi tecrübesiyle CHP’nin “ sosyal-demokrat” nutuklarının en olduğunu çok iyi biliyor.
 (2) Tayyip Erdoğan, Türkiye’de sözde  Kürt halkına yönelik asimilasyon politikasına son vermiş!.  Kürtçe TV ve radyo yayınlarına , Kürtçe bazı gazetelerin çıkması izin vermesini ve Kürtçe konuşmalara serbestlik tanınmasını, asimilasyon politikasına son vermek diye yutturmaya çalışıyor. Ama Kürtçe’nin ilk okuldan (hata ana okuldan) üniversite öğretimine kadar eğitim dili olmasına şiddetle karşı çıkıyor.
Çünkü burjuvazinin temsilcisi, Tayyip gibileri,  emekçi sınıfların alt tabakası haline getirdikleri  Kürt ulusuna mensup işçilerin,emekçilerin aşırı sömürüsünden el ettikleri aşırı karlarından bay alıyorlar. Bunun için, Kürt halkını zorla asimle etmekten için ana dilde eğitime karşı çıkıyorlar ve Kürtlerin,Türkleştirilmelerine devam etmesini  istiyorlar.
Tayyip, Avrupa’da  “göçmen Türklere” ana dilden eğitim verilmesini savunuyor, bunu yerine yetirmemek  asimilasyon politikasıdır diyor,sıra Kürt halkına geldiğinde ana dilde eğitim olmaz, eğitim dil Türkçe olmak zorundadır diyerek direniyor.
Faşist Bahçeli, Kürtlere “ana dilde eğitim tanınırsa, yoksulluğunuz sona mı erecek, karınınız mı doyacak?” diyerek sesleniyor.  Bu faşistte,”peki!, ana dilde eğitim  bu kadar önemsize, sabahtan,akşama kadar durmadan  Kürt dilinin eğitim dili olmaması için niye  yırtınıyorsun”  diye sormak gerek.
(3) Kaldı ki Tayyip Erdoğan hükümetinin gerçek niyetinin ne olduğun tüm çıplaklığıyla açığa çıkmıştır. Tayyip, adım başı,kendinden önceki hükümetlerin izlediği Kürt halkını zorla asimle etme politikasından vazgeçme niyetlerinin olmadığını beyan ediyor.
Anayasa  referandumuyla, Tayyip’ın Kürdistan’daki siyasal etkisinin suni ve geçici olduğu belli olmuştu.
Bu gelişmeler karşısında, Tayyip 2011 seçimlerinde, Kürt gericiliğini yeniden diriltmek için   tüm gücünü seferber etti.
Bunun için İlk önce,Kürdistan’da dinici gericiliğin tekrar  Kürtlere karşı silahlı saldırılara geçmeleri için, zinadan tıktığı Hizbullahcıları,serbest bıraktı.Arkasından, Kürt devrimcilerin ,demokratlarını yığınsal olarak tutukladı.
Kürdistan’ı etkisi altına alabileceklerini zannettiği  tarikatların faaliyet alanlarını genişleti. Bunun için devlet güçlerini görevlendirdi. Bu arada Barzani’ye, AKP desteklemek gerektiği çağrısını yaptırdı.
Ama 2011 seçimlerinin sonuçları,Türkiye-Kürdistan’ında ne tarikatların, nede aşiretlerin doğru,dürüst bir etkisinin kalmadığını gösteriyor.Kürdistan’ın  en güçlü aşiretlerinden Bucaklar, başta olmak üzere,bağımsız aday olarak seçime  giren aşiret reislerinin  hiç birisi yeterli oy alamadı. Ve böylece Türkiye Kürdistan’ın esas egemen siyasi gücün Kürt halkını devrimci-demokrat hareketi olduğu tüm çıplaklığıyla açığa çıktı.
Eğer Kürt  halkını devrimci-demokrat hareketi, anayasa referandumunda olduğu gibi, boykot taktiğini izleseydi, yine   Kürt halk üzerindeki en etkin siyasi güç  olduğunu kanıtlardı. Bu siyasi egemenliğin ortaya çıkmasının ,seçime katılmayla, boykot taktiğini izlemekle bir ilgisi yoktur. Kürt halkı üzerindeki bu siyasi,ideolojik ve örgütsel   etkiyi oluşturan, silahlı ve kitlesel mücadeledir. Seçimlere katılarak,oy alma  faaliyetlerinin,bu siyasi etkinliğin ortaya çıkmasında (zere kadar bile)bir bayı  yoktur.
Bana göre, devrimci mücadelenin daha hızlı gelişmesi için,  bu parlamenter rejimi ret etmek gerekir.
Türk faşist devletinin “demokrasi” maskesi olmaktan başka bir vasfı  olmayan bu parlamentoyu meşrulaştırmak beyhude bir çapadır. Bunun böyle olduğunu sınıf mücadelesinin pratiğinin göstereceğine “inancım” tamdır.Parlamento zemininde Kürt halkının ulusal sorunun çözüme kavuşmayacağının en önemli kanıtlarında bir de;Tayyip’in  “kuzu postuna bürünmüş kurt“ taktiğiyle Kürt halkını kandıramayacağını anlayarak,devletin eski saldırgan politikalarına geri dönmesi,Kürt ulusal hareketine karşı siyasi saldırılar yoğunlaştırması, parlamentonun kapılarını tekrar “Kürtlere” kapatmaya başlaması ve  zora dayana asimilasyon politikasını en açık tarzda  savunmasıdır.
Bunun yanı sıra,Kılıçlaroğlu’nun, Kürt halkını ulusal sorununu  kısım özerkli temelinde çözülmesinden yana oldukların söylemesi, CHP etrafında toplana Kemalist faşistlerin MHP oy vermeğe itti ve Tayyip’in, anayasa  referandumu döneminden başladığı,MHP’yi eritme ve %10 barajının altına düşürme taktikleri,  CHP’li faşistler sayesinde boşa çıktı.
Ama,bu seçimler de,Türk halkı etkisi altına alan,ezen ulus şovenizminin, Türk ırkçı milliyetçiliğini Toplum üzerindeki gücünün  devam ettiğini bir kez daha gösterdi.
(4) Örneğin bir yandan alevi mezhebine daha fazla özgürlük isteniyor,diğer yanda alevi mezhebine mensup insanları, 100 yıllardır baskı altında tutan, alevi mezhebinden olanları katleden Sünni mezhebinin şeriatı egemen kılma faaliyetlerini  yasaklayan, cumhuriyetin laiklik rejimine karşı çıkılıyor ve  şeriatın “özgürlüğü “  için  “vicdan özgürlüğünü” propagandası yapılıyor. Ama “şeriatın inanç ve vicdan özgürlüğü” alevi  mezhebine daha fazla baskı demek olduğu da göz ardı ediliyor.
Burjuvazinin,  feodal sınıfların  çıkarı için devleti biçimlendiren dine karşı  çıktığı  ve bunun için  dini baskı altına aldığı ve almasını zorunlu olduğu inkar edilerek, şeriatçıların, burjuva devletinin  toplumsal ilişkileri dini ilkelerine göre düzenlemesine  karşı çıkmasını önlemek için  öne sürdükleri,”devletin tüm dinlere karşı  bağımsız hareket etmesi ve dinin toplumu şekillendirmesine karışmaması gerektiği “ görüşlerine bile  sahip çıkılıyor ve  Türkiye’nin laik olmadığına karar veriliyor!.  Daha doğrusu,şeriatın  topluma egemen olmasının yollarının açılması dahi istenile biliniyor.
Bu liberal düşüncelerin propagandasını yapmayı  kendine görev edine sosyalist geçineler(isterse feodal toplumun  üst yapıları tekrar egemen kılınmaya çalışsınlar)   burjuva devleti tarafında baskısı altına aldığı  dincilere de  “sınıf üstü, sınıflardan arındırılmış cephede “ yer veriyorlar ve onlara” demokratik cepheye” katılma çağrıları yapılıyor!. . 30 senedir, Türkiye “sosyalist hareketi” etkisi altına alan ve onu giderek etkisizleştiren,işte  bu burjuva liberal düşüncelerdir.