27 Kasım 2009

12 Eylül Faşist Darbesinin Gerçek Nedenleri

12 Eylül faşist darbesinin gerçek nedenleri
 
12 Eylül faşist askeri darbesinin oluşumunun gerçek nedenleri,  Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi yapısı incelenmeden açığa çıkarılamaz.
12 Eylül, 1960’tan 1980’e kadarki süreç boyunca devam eden işçi sınıfının, emekçi halk kitlelerinin ve gençliğin kapitalist sistemin yarattığı sömürüye, baskıya karşı isyanının faşist barbarlıkla bastırılmasının ifadesidir.
1960 askeri darbesi, o güne kadar gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı sosyal, ekonomik gelişmelerin cumhuriyetin kuruluşundan itibaren egemen kılınan siyasi rejimin, artık yaşamını sürdüremeyeceği koşullarının ortaya çıkmasının göstergesiydi.
Türkiye, cumhuriyetin kurulmasından 1950’ye kadar, var olduğu kadar ile sanayi ve banka işletmelerinin devletin elinde olduğu, pazar ekonomisine esasta tabii olmayan, bazı alanlarda feodal ve yarı feodal ilişkilerin var olduğu, kapalı tarım ekonomisinin egemenliğinde geri tarım ülkesiydi. Bu ekonomik ve sosyal yapıyla henüz çelişki içine düşmemiş gerici, giderek faşizme dönüşen diktatörlük de egemenliğini sürdürüyordu.
2. emperyalist savaş sonrası sosyalizmin zaferi karşında uluslar arası kapitalist sistemle tam kaynaşan Türkiye, devlet kapitalizminin ağır bastığı yapıdan “özel teşebbüsçü” adı verilen liberal kapitalist döneme hızlı giriş yaptı ve kapitalizm, (Türkiye şartlarına göre) hızlı gelişme sürecine girerek toplumdaki sınıf farklılıklarını ve çelişkilerini daha da belirginleştirip, keskinleştirdi.
1960’lara gelindiğinde, gelişen kapitalizm tüm hastalıklarını ortaya çıkarmıştı. İşçi sınıfı, sayısal olarak büyümesine rağmen hiç bir demokratik, ekonomik, sosyal haklara sahip değildi. Köylülük pazar ekonomisine bağımlı hale getirilerek kapitalist sömürü çarkının içine alınmış ve kapalı tarım ekonomisi parçalanmış, dolayısıyla sınıf farklılaşması ve yoksullaşma artmıştı. Tüm bu gelişmeler kırların boşalmasına şehirleşmenin hızlanmasına yol açıyordu.
Büyük şehirlerin varoşları giderek köylerden göç eden yoksulların, işsizlerin, çaresizlerin barınağı haline gelmişti.
Bu gelişmeye muhalefet eden burjuva kesimleri dahi baştaki hükümetin (Menderes-Bayar hükümeti)  büyük baskısı altında kalabiliyordu. Bu baskıya karşı bazı demokratik, sosyal ve ekonomik talepleri öne süren işçi ve emekçi kitlelerin desteğini kazanmaya çalışan burjuva muhalefeti (CHP) güçlenmekteydi.
Bunların sonucunda sivil, asker burjuva demokrat aydınların öncülüğünde üniversite gençliği ayaklandı ve arkasından 27 Mayıs 1960 askeri darbesi geldi.
Askeri cunta,  darbe öncesi öne sürülen demokratik hak ve özgürlüklerin kısmen de olsa yürürlüğe girmesini sağladı.
Bu dönemden sonra, Türkiye’nin geri kapitalist ekonomik yapısının yarattığı artan işsizliğe, yoksulluğa karşı mücadele, Türkiye’nin siyasi gündemini belirledi.
Diğer yandan 27 Mayıs 1960’ta ordunun baştaki faşist hükümete karşı darbe yapmasının ve demokratik hakların savunmasından yana tavır almasının ana nedeni, liberal kapitalizmin gelişmesi sonucu, devlet kapitalizmin ağır bastığı dönemin imtiyazlı bürokrat ve militarist güçlerinin sosyal ve ekonomik konumlarını yitirmesiydi.
Devletin maaşlı memurları olduklarından dolayı kapitalist ekonominin yarattığı olumsuzluklardan ordu mensuplarının da etkilenmeleri doğaldı.
Kendilerini de “yoksullaştırmaya” sürükleyen Menderes-Bayar hükümetinin izlediği ekonomik politikalara ve onların baskıcı yönetimlerine bunun için karşı çıkmaktaydılar. Bu karşı çıkış, işçi ve emekçilerin ekonomik çıkarlarıyla kısmen de olsa örtüşüyordu.
Kapitalizmin yoksullaştırmayı ortaya çıkarmasının askeri darbeye yol açması, uluslararası burjuvazinin uzantısı Türkiye burjuvazisinin uyanmasına neden oldu ve ekonomik sistemine ordu kurumunda adapte edecek şekilde girişimlerine CIA’in yol gösterisi ile zaman kaybetmeden başlandı ve bugün Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri haline gelen OYAK’ı kurdular. Böylece ordu kurumuyla tekelci sermaye arasında kaynaşmanın ve bütünleşmenin gerçekleştirilmesi ekonomik olumsuz gelişmelerden ordu mensuplarının etkilenmesi önlediği gibi onlara refah bir yaşam da sağlanmış oluyordu. Ve böylece, kapitalizmin olumsuzluklarından, krizlerinden etkilenmeyen ordu kurumunu kendilerinin doğrudan bir parçası haline getirdiler.
27 Mayıs sonrası emperyalist-kapitalist burjuvazinin yoğun baskısı sonucu darbecilerin tekrar sözde demokrasiye geçişi kabul etmesi, DP’nin devamı olan ve özel teşebbüssün giderek güçlenmesini hedefleyen burjuvazinin siyasi partilerinin iktidarlarını geri almalarının yol açmıştı.
Bu gericiler hiç bir zaman 27 Mayıs sonrası yürürlüğe koyulan bazı demokratik hak ve özgürlükleri içlerine sindirmediler ve onları ortadan kaldırmak için durmadan mücadele ettiler.
Onlara göre bu hak ve özgürlükler devleti zaafa uğratmış, onun otoritesini sarsmış ve gelişen ve genişleyen kitlelerin eylemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Mücadelenin gelişmesinin nedeni artan yoksullaşmayı değil de, devletin otoritesinin zaafa uğratılması olarak gösteriliyor ve 1960 öncesi diktatörlük biçiminin yeniden oluşturulmasını istiyorlardı.
DP-AP görüşlerine karşı çıkanlar ise 1950 öncesi devlet kapitalizminin özlemi içindeydiler. İşsizliğin, çaresizliğin ve yoksullaşmanın nedeninin de devlet-kapitalizm’inden vazgeçmeyi sağlayan ekonomik-politik uygulamalarda arıyorlardı.
Oysa Türkiye’nin uluslararası kapitalizmle tam kaynaşması ve onun bir parçası haline gelmesi yeniden 1950 öncesine dönülmesini objektif olarak imkânsız kılmıştı. Bir dönem özel teşebbüsçülüğü değil de devlet kapitalizmini tercih eden CHP dahi 1950 öncesinin ekonomik-politik uygulamalarına geri dönülmesini istemiyordu.
Bu düşünceyi, devlet kapitalizmini sosyalizm olarak lanse eden sosyalist kisveli revizyonistlerden başkaları savunmuyordu. Bunların yoğun çabaları, kapitalizmden soyutlanan sözde emperyalizmden bağımsızlık görüşleri, ordu içinde ve dışındaki aydınları etkileyip, 27 Mayıs’ın yarım bıraktığı görevleri tamamlayacak darbenin yapılması için ortam hazırlanmaya girişildi.
Onlar hala ordunun 27 Mayıs öncesi yapıda olduğunu zannediyorlardı; oysa tekelci burjuvazi tüm açıklarını kapatmıştı ve oligarşi iktidarına orduyu da kurum olarak dâhil etmişti.
Tüm değişikliklere rağmen hale ”ulusal kurtuluşçuluğun”, Kemalizm’in yoğun propagandasıyla askeri darbenin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi sayesinde her şeyin düzelebileceği savunuluyordu.
1966 yılına gelindiğinde uluslararası kapitalizmin krizi yenide başlamıştı ve bu durum dünyada kapitalizmin sömürü ve baskısı altında olan emekçilerin başkaldırılarının yoğunlaşmasına yol açtı.
Kapitalizmin krizinin etkileri 1968’de doruk noktasına erişti, Avrupa’da başlayarak, Türkiye’yi de içine alan mücadele, burjuvaziyi ve hükümetleri müşkül durumda bırakıyordu. Gerek Avrupa’da, gerekse Türkiye’ de öğrenci gençlik eylemleri olarak başlayan mücadele,  işçi sınıfına ve emekçi kitlelere doğru yayılıyordu.
Böylesine ideolojik ve siyasi çatışmaların devam ettiği bir dönemde, işçi, emekçi ve gençlik kitleleri, emperyalizme ve kapitalizme karşı talepleriyle sokaklara dökülerek ekonomik ve sosyal haklarını elde ediyorlardı.
Türkiye de özel teşebbüsçü kapitalizmin takipçisi Demirel Hükümeti’ne karşı kitlesel mücadelelerin, “sol” askeri darbenin oluşumuna doğru kanalize edilmesi, mücadelenin kapitalizmin çıkmazına hapsedilmesiyle eş anlamlıydı.
Ama bu süreçte kapitalist sistem içinde sözde çözüm aramaların dışında, kapitalizme karşı sosyalizm ve proletarya iktidarı taleplerini öne süren sosyalist hareketler ortaya çıkıp örgütlenmeye başlamıştı.
Bu dönemde Marksist- Leninist görüşler özellikle öğrenci gençlik üzerinde büyük etki göstermeye başladı. Ve proletarya devrimi olmadan, sömürüden, baskıdan kurtuluşun imkânsız olduğu görüşleri, devrimci gençliği egemenliği altına aldı. Artık gündeme gerçek sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışma girmiş. Devrimci görüşleriyle işçi ve emekçi kitlelere giden gençler, on binlerce işçi ve emekçiyi düzene karşı başkaldırıya itiyorlardı.
İşçi sınıfı devrimciliğinin gelişmesini görmezlikten gelerek 9 Mart 1971’de “sol” askeri darbeyi tezgâhlamak isteyenlerin “hevesleri kursaklarında kaldı”. Çünkü faşist generaller bunları oyuna getirip, darbeyi boşa çıkarabildiler ve kısa bir müddet sonra ordu içinde sosyalizm adına devlet kapitalizmini savunan güçler tasfiye edildi.
12 Mart 1971’de başlayan bu süreç, faşist generallerin orduya tam egemen olmalarına, 27 Mayıs’ın tüm kalıntılarını ortadan silmelerine yol açtı.
Ama aynı dönemde işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesini devrim amacına yönlendirmek için silahlı mücadeleye zamansız başlayanlara karşı faşizm azgın saldırıya geçti. Sözde onları yok ederek işçi ve emekçilere gözdağı verecekti. Ama sosyalist devrimciler, işçi ve emekçilere sınıfsal kurtuluşlarının kapitalizmin alternatifleri içinde olmadığını göstermeyi başlamışlardı.
Faşist generallerin,  kapatmadıkları parlamentoya dayanarak yeniden sözde demokrasiye geçiş girişimi Türkiye’nin yeni bir siyasal döneme girdiğini açığa çıkardı.
1946’da sözde çok partili demokrasi girildiğinden beri Türkiye halkı ilk kez 1973’te yapılan seçimlerde faşistleri, dinci gericileri, sağcıları, kısaca toplumsal gericileri değil de kendine “solcu, sosyal-demokrat” diyen, “düzen değişikliği” istediğini ileri süren partiyi tercih etti.
Ecevit’in  “sosyalist”,  hatta “komünist” olduğunu öne süren CHP’nin sağ kanadıyla birleşen İsmet İnönü’nün keskin taraftarlığına rağmen ülkedeki “solun”  giderek güçlenmesinden dolayı Ecevitçiler “solcu” kisvesiyle CHP’nin yönetimini ele geçirdiler. Ecevit’in sözde solculuğu,  sol sloganları demagojik tarz kullanması, CHP’nin seçimlerde güçlü birinci parti olarak çıkmasını sağlamıştı.
Ecevit, seçimler sırasında “evet bizde sömürünün ortadan kalmasını istiyoruz ve insanın insan tarafından sömürülmesine karşıyız, su kullananın, toprak işleyeni olacak” nutuklarıyla halkı aldatmaya çalışıyordu. Ama onun “sol”a sahip çıkmasının nedeni işçi ve emekçilerin uyanışıydı.
Bu durum, egemenleri, gerici ve faşistleri, dincileri tedirgin etti, korku ve paniğe sürükledi.
1950’den itibaren toplumu etkisi altına alan anti-komünist, gerici, dinci ve faşist düşüncelerin sayesinde seçimler ile iktidara gelerek “ demokrasi” havarisi kesilen uluslararası kapitalizmin uzantısı tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin partileri “demokrasi ve serbest seçimler” ile iktidarlarını sürdüremeyecekleri şüphesine kapıldılar. Demokrasi adına yıllarca sürdürdükleri demagojik propagandaları sosyal-pratik tarafından geçersiz hale getiriliyordu.
Göstermelik demokrasinin dahi iktidarlarını sürdürmenin bir aracı olmadığının ortaya çıkmaya başlaması, gericileri aralarındaki iktidar çatışmalarını bir yana bırakarak, komünizme gidişin yolunun açacağını iddia ettikleri sözde solcu CHP’yi de içine alan sola karşı Milli Cephe’yi kurmalarına neden oldu.
Demirel, bu vesileyle kendiden ayrılan ve Celal Bayar’ın tam desteğiyle kurulan DP isimli partiyle yeniden AP’de birleşti ve dinci gericilerle, Hitler faşizminin Türkiye’deki kolu MHP ile Milli Cephe’yi kurdu. Böylece sosyalistlere, devrimci sosyalist gençliğe, işçilerin ve emekçilerin uyanan kesimlerine karşı yoğunlaştırılan anti-komünist propagandayla siyasi saldırı dönemini başlattı.
Sivil faşist çeteler, ülkenin dört bir yanında işçilere emekçilere karşı saldırılara geçtiler. İşçilerin ve emekçilerin içinde (ülkenin her tarafında) örgütlenen devrimciler, MC hükümeti sayesinde devletin militarist kurumlarının, yani asker ve polislerin desteğini alan faşist sivil çetelerin saldırılarını geri püskürttüler. İşçileri ve emekçileri tekelci burjuvazinin ekonomik ve MC hükümetinin siyasi saldırılarına karşı seferber ettiler.
Sivil faşist çetelerin saldırıları devrimcileri, gençliği, işçi ve emekçileri sindiremedi aksine daha da gelişip genişlemelerine neden oldu. Türkiye’nin şehirlerinin, kasabalarının çoğunluğu, mahalleler, özellikle büyük şehirlerin varoşları, üniversiteler devrimcilerin egemenliği altına girdi.
Devrimci mücadelenin bastırılamamasının sonucunda, kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesi Türkiye’yi tam anlamıyla çıkmaz sokmuştu. Çünkü ülkedeki işçi ve emekçilerin mücadelesi, uluslararası bankaların yüksek faizli kredilerinin geriye ödenmesinin garantisini önlediği için Türkiye, acil ihtiyaçları duyduğu borç parayı dahi bulamıyordu.
Bu durum karşısında MC hükümeti Türkiye’nin iflasını açıklamakta dahi çekinmedi. Demirel “devlet 70 sente muhtaçtır” diyerek ”feryat figan” ediyordu.
Türkiye’de artık askeri darbe isteyen ve onun tezgâhlanmasına girişen “solcular” değil faşistler ve gericilerdi.  Demirel, bizzat kendisi askeri darbenin ortamı hazırlamaya soyunmuştu.
1977’lere gelindiğinde,  MC hükümetinin, izlediği ekonomik-politika ve faşist saldırılar halkın çoğunluğunun tepkisini çekmiş ve onları terk etmişlerdi.
1977 seçim dönemi, reformist politikalar ile halk kitlelerinin karşınsa çıkan CHP’nin seçimleri kazanacağı belli oluyordu.
CHP’nin seçimi kazanmasının devrimcilerin, sosyalistlerin daha da güçlenmesine yol açacağını düşüne tekelci burjuvazinin ve generallerin bir kesimi o dönemde askeri darbe yapılmasını istiyor ve bunun ortamını yaratmaya çalışıyorlardı. Diğer bir kesim ise kendi tanımlarıyla “solcu” CHP’ye karşı yapılacak askeri darbe, ona ümit bağlayan büyük halk kesimlerini karşıya almak, ülkeyi sağ ve “sol” diye cephelere bölmek ve daha korkunç siyasi çatışmaların ortamını yaratmak demek olduğunu öne sürerek, darbenin yapılmasını erken buluyorlardı.
Bu dönemde darbe yapılmasını isteyenler, seçimler sırasında Ecevit’e suikast yapıp ordunun devreye girmesinin ortamını yaratmaktan çekinmediler. Ama generallerden darbenin yapılmasını erken bulanlar (bu dönemde darbe isteyenler MHP ile birlikte hareket eden ordu mensuplarıydı) darbecilerin planlarını bozdular. Ve de yapılan seçimlerde CHP %42 oy oranıyla halk kitlelerinin büyük bir umudu olarak iktidara geldi.
Aslında Türkiye’nin ekonomisinin bataklığa gömüldüğü koşullarda CHP’nin iktidara gelmesine izin vermek onun intihara sürüklemek demekti. Çünkü kapitalizmin krizinin en şiddetli tarzda cereyan ettiği dönemde, sözde ekonomik ve sosyal reformlarla kapitalizmi yaşatmayı hedefleyen sosyal-demokratların halka vaat ettikleri demokratik özgürlükleri ve ekonomi, sosyal hakları yürürlüğe koymalarına imkân yoktur.
Tekelci burjuvazi bu durumu çok iyi tahlil etmişti. CHP’nin halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal durumların düzeltmek için hiç bir şey yapamayacağını biliyordu. Kapitalizm ve tekellerin egemenliğini savunan CHP, ekonomik krizden kurtulmak için krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmakta öte hiç bir şey yapamazdı.
Bunlardan dolayı CHP; kendinden öncesi MC hükümeti ne yaptıysa onu yapmaya, onun ekonomik politikasını takip etmeğe mahkûmdu, çünkü kapitalizme karşı olmadan ve kapitalistleri etkisiz hale getirmeden halkın çıkarına yönelik bir adım dahi atılamazdı. Ekonomik krizden, krizin yükü halkın veya burjuvazinin sırtına bindirmeden çıkılması imkânsızdı.
Kapitalizmin sözde reformlar ile yaşatılmasını isteyen CHP de, krizin yükünü işçi ve emekçileri sırtına bindirmek için yola çıkmıştı. İktidara gelir gelmez ilk yaptıkları iş, işçi grevlerin durdurmak, işçi ücretlerini ve tarım ürünlerinin taban fiyatlarının düşürmek oldu. TİP’nin etkinliğindeki DİSK yönetimleriyle anlaşan CHP,  işçilerin grev yaparak hak almalarının önüne geçti.
Ama CHP de, kendinden önceki Demirel Hükümeti gibi IMF’nın dayattığı şartlarda kredi bulma istemlerini reddetmesi, burjuvazi tarafından köşeye sıkıştırılmalarına, ekonomik krizin daha da derinleşmesine neden oldu.
CHP hükümetinin iş başında olması zaman kaybı olduğunu düşünen generaller ve burjuvazi, harekete geçerek faşist askeri darbenin ortamının hazırlamak için kolları sıvadılar.
Diğer yandan generaller, MHP’nin faşist çetelerini doğrudan, doğruya emir kumandaları altına alarak provokasyon üzerine provokasyon eylemleri tertip etmeye başladılar. Polisin gözetiminde İstanbul Üniversitesi’nin devrimci öğrencileri silahlarla taranarak katledildi.
Sınıf çatışmasını geri plana atmak için Türkiye’de mezhep çatışmalarını kızıştırmak amacıyla en uygun yerler seçildi.
Maraş, Çorum, Sivas, gibi yerlerde Alevi mezhebinden olanları katletmekten çekinmediler. Maraş katliamı, askerlerin iktidarda söz sahip olmasını sözde istemeyen Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmek zorunda bıraktı ve generallerin iktidar inisiyatifini ele almasına yol açtı.
Sıkıyönetim, mezhep çatışmaların bulunduğu yerlerde değil, devrimcilerin, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin yoğun olduğu büyük şehirleri içine alan bölgelerde ilan edildi.
Böylece devrimci hareketleri, işçileri, emekçileri sindirmek için ordu devreye giriyordu.
Sıkıyönetim döneminin başlaması faşist çetelerin provokasyonların yoğunlaşması demekti ve nitekim öyle oldu.
Önde gelen CHP’li olduğu söylenen öğretim üyeleri, gazeteciler, aydınlar birer birer sokak ortasında suikastlar ile öldürülüyordu. Ve toplumda can korkusu yaratılarak panik ortamının doğmasına yol açıldı. Bu cinayetlerin yakalanan katilleri sıkı yönetim hapishanelerinden kaçırılıyorlardı veya sıkıyönetim kumandanlarının verdikleri pasaportlar ile yurt-dışına çıkarılıyorlardı.
Generaller, kendilerini dinlemeyen polislere, emniyet müdürlerine dahi suikast yaptırdılar. Dönemin Adana Emniyet Müdürü’nün öldürülmesi, Adana halkının isyanına neden olmuş ve Adana’da tüm fabrikalar greve gitmişti.
Provokasyonların halkın başkaldırısına neden olduğunu gören burjuvazi, bu sefer Ecevit hükümetini ekonomik alanda sıkıştırmak için karaborsa yaratmaktan çekinmedi. Bu dönemde karaborsa başını alıp yürüdü. Zaruri ihtiyaç maddelerin hiç birisi piyasada bulunamıyordu ve karaborsadan yüksek fiyatlar ile satın almak zorunda kalınıyordu.
CHP’nin reformist siyasi çizgisini hedef alan devrimci hareketler,  faşist generallerin ardı arkası gelmeyen tertiplerine, katliamlarına, sıkıyönetimin saldırılarına, yasaklarına rağmen daha da güçleniyorlardı. Tertip ettikleri yasadışı grevler, fabrika işgalleriyle burjuvaziyi köşeye sıkıştırıp, krize rağmen ücret artışlarını ve ekonomik ve sosyal hakların elde edilmesini sağlıyorlardı. Böylece kısmen de olsa krizin yükü burjuvazinin sırtına bindiriliyordu.
1979 ara seçimlerine karşı başlatılan “seçime boykot” çağrısı halk kitlelerinde cevap bulmuş ve ilk kez Türkiye tarihinde seçime katılma oranının % 50’lerin altına düşmesi sağlanmıştı. Halkın hatırı sayılır bölümü CHP ‘ye oy vermediği gibi, diğer sağcı, faşist ve dinci partileri de tercih etmemişti. Böylece, “seçim değil, mücadele, genel grev” çağrısına pratikte kitlelerin cevap verdiği görülmeye başlandı.
1979 ara seçimlerinde CHP oy çoğunluğunu kaybetti. Bunun üzerine Ecevit hükümetten çekildi ve Demirel’in başkanlığında azınlık hükümeti kuruldu.
Demirel, hükümetini kurduktan sonra bir daha seçimlerin olacağını düşünmediği ve darbenin olacağını bildiği için IMF’nin programını kabul etti ve 24 Ocak Kararları’nı yayınladı. Bu programın hayata geçirilmesi, 12 Eylül öncesi siyasi ortama göre imkânsızdı. Bunun için Demirel, parlamento içi çözümün olamayacağını kanıtlamak için gericiler arası çatışmayı daha derinleştiren taktikler izlemeye başladı. Bilinçli bir tarzda cumhurbaşkanını seçtirmedi.  Bilinçsiz halk kitlelerine bu parlamentoyla hiç bir şeyin çözülemeyeceği inancını yerleştirmek istiyorlardı. Bunun için “yeni bir parlamento” hedefini gözeten erken seçim çağrılarını Demirel, duymazlıktan geldi.
Bu yolla, halk üzerinde  “askerlerin iktidarı almasından başka çare yok” intibasının doğmasını istiyordu. Çünkü 24 Ocak Kararları’nın yürürlüğe koyulması için ilk önce ekonomik krize karşı mücadele eden işçi ve emekçiler sindirilmeleri ve kesin olarak kontrol altına alınmaları gerekiyordu. Bu da ancak, işçi ve emekçileri, gençliği mücadeleye sevk eden sosyalist ve devrimci hareketlerin faşist zorbalıkla ve ülke çapında genel saldırılarla dağıtılıp, tasfiye edilmesiyle sağlanabilirdi. Bunun için generaller iktidara el koydu, partileri,  parlamentoyu, DİSK’i kapattı.
Sendikal faaliyetleri ve grevleri yasakladı. Tüm fabrikaları askeri işgal altına aldı. Diğer yandan hemen önüne gelenleri ve devrimci hareketlerin taraftarı oldukları iddia edilenleri tutukladı ve karakolları, kışlaları, bazı devlet dairelerini işkence merkezlerine dönüştürdü. Tutuklamalar öyle boyutlar aldı ki, stadyumlar aynen Şili’de olduğu gibi gözaltı merkezleri haline getirildi.
Bilinçsiz yığınların desteğini almak amacıyla, “sağ-sol çatışmasına karşıyım” intibasını yaratmak için kullandıkları, provokasyon eylemleri yaptırdıkları sivil faşist çeteleri, aynen Hitler’in harcadığı gibi harcamaktan çekinmediler ve onları da tutukladılar, işkenceden geçirdiler. Devrimcilere, sosyalistlere uygulanan korkunç işkence, zulüm halk kitlelerinin gözünü korkutup, sindirdi.
Bu ortamda 24 Ocak Kararları yürürlüğe koyuldu. IMF programıyla şekillenen neo-liberal ekonomik politika’nın amacı sadece, işçi ücretlerin ve tarım ürünlerinin taban fiyatların düşürmekle sınırlı değildi. Neo-liberalizm, kapitalizmin “yeni bir dönemiydi” ve bu politikanın ilk uygulandığı yerlerden birisi Türkiye oldu.
Kısacası neo-liberalizm, 2. emperyalist savaş sonrası gelişen ve genişleyen sosyalist dünya karşısında kapitalizmi yaşatmak amacıyla burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği ekonomik, sosyal tavizlerin geri alınması ve alabildiğine sömürünün yoğunlaştırılması demekti.
“Sosyal devlet, sosyal pazar ekonomisinin” yerine devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkan  “serbest rekabetçi” dönem adı altında sınırsız sömürü dönemi başlatılıyordu.
Türkiye gibi geri kapitalist ülkelerde, sosyalizme karşı kapitalizmin yaşatılması esas alan politika, orta ve küçük mülk sahiplerinin pazar ekonomisi ve serbest rekabet karşısında devlet tarafından korunma altına alınmasıyla şekillenmişti.
Türkiye’de neo-liberal politikalar, ilk önce devletin tekel dışı üreticileri koruma politikasına son vermekle başlandı.
Kapitalizmin aşırı üretim krizi doğal olarak üretimin daha da düşürülmesini ön görür.
12 Eylül öncesi burjuvazi, aşırı üretimin yarattığı üretimdeki gerilemeye ve durgunluğa rağmen işçilerin işine son veremiyor ve çalışan işçilerin ücretlerini düşüremiyordu. 12 Eylül faşizmi devrimci hareketleri tasfiye ettikten sonra, işçi çıkarmaları serbest bıraktı, 10 binlerce işçiyi işten attılar. Büyük fabrikaların önemli bir bölümü tasfiye edilerek küçük işletmelere bölündü. Ve geriye kalan çalışan işçilerin ücretleri düşürüldü.
Ama esas yöneldiği kesim küçük ve orta tarım üreticileriydi. Bunlara yönelik devlet desteğine ve tarım ürünlerinin taban fiyat uygulamasına son verildi. Böylece yaşamlarını sağlayamayan kırların küçük üreticileri iş bulma umuduyla şehirlere göç etmeye başladılar. Büyük şehirler, kırlardan göç eden fakirler, işsizler, çaresiz insanlarla doldu. Faşist generaller kırların boşalmasını önlemek için büyük şehirlere girişi zorlaştırmaktan dahi çekinmedi.
Tekeller, üretime yönelik olarak değil, rantiyecilikle yüksek gelirler elde etme yolunu seçtiler. Bankalar, yüksek faizli krediler ile üretimi yönlendirmekten koparak rantiyeyciliği esas aldı ve bankerler ile işbirliği yaptı. Bankerler, yüksek faiz vaatleriyle küçük mülk sahiplerinin ellerindeki mülklerin paraya dönüştürüp ellerinden aldı ve özel mülkiyetten arındırma tuzağına düşürdüler ve bu yolla milyonlarca insanın küçük mülklerini ellerinden alıp, tekelci burjuvaziye aktardılar.  Bankaların uyguladığı rantiyecilik sayesinde burjuvazi zenginleşmeleri büyük boyutlara çıktı.
Bu politika, IMF programı adı verilen uluslararası bankalardan alınan yüksek faizli borçların zamanında ödenmesini de sağladı. Böylece Türkiye halkı uluslararası ve yerli tekellerin rantiyeciliğiyle iliklerine kadar sömürülüp, yoksullaştırıldı.
Faşist generaller, 12 Eylül öncesi aşırı üretim sonucu artan stoklardaki malları, “ihracatı teşvik” adı altında maliyetlerinin çok altında dış pazarlarda satışa sundu. İhracatı teşvik adına tekellerin elde etmek istediği kârları devlet karşıladı.
Tüm bunlar 12 Eylül’ün zulüm, soygun demek olduğunun açık göstergesidir. Generaller sadece zulüm ve işkence, katliam yapmakla kalmadılar, korkunç bir sömürü düzeni kurdular. Köylü üreticiler büyük ölçüde tasfiye oldu. Bir avuç holding sahibi tekelci burjuva daha da zenginleşirken, halkın büyük çoğunluğu işsizliğin, yoksulluğun girdabına itildi. Zengin-fakir arasındaki uçurum büyük boyutlara çıkarıldı. 
Bu yoksulluk, dinci gericilik tarafından istismar ediliyor, halk kitleleri kandırılıyor. Çaresizlikle baş başa kalan insanlar, sosyal kurtuluş umutlarını yitirmişlerdir.
12 Eylül’den 30 sene geçmesine rağmen işçi sınıfı, gasp edilen ekonomik ve sosyal hakları hale geriye almış değil, işçilerin (esas olarak) sendika kurma ve grev ve toplu sözleşme hakkı yok, taşeron firmalara mahkûm edilmişlerdir.  İşçi sınıfı bilinçli bir tarzda darmadağın edilerek, kendiliğinden ekonomik mücadelenin etkin bir tarzda ortaya çıkması engellenmiştir.  İşçilerin güçlü topluluklar oluşturmalarını önlemek için küçük işletmelerle sınırlı istihdam politikasını uygulamaya sokulmuştur. Kısacası aradan geçen 30 seneye rağmen 12 Eylül’ün ekonomik, siyasi sisteminden bir adım dahi öteye gidilmemiştir.
 
YAVUZ YILDIRIMTÜRK
yyildirim1918@hotmail.com

Hiç yorum yok: