14 Eylül 2011

Kapitalizm her alanda çöküşe doğru yol alıyor


           Kapitalizm her  alanda çöküşe doğru yol alıyor.
Kapitalizm, derin “uykuda” olan işçileri ,emekçileri, yoksulları uyandırıyor. Yıllardır, kapitalist sınıfların anti-demokratik diktatörlüklerinin amansız saldırıları karşısın da sinenler, militarist güçlerin  ölüm tehditleri, işkenceleri,habisleri, daha doğrusu zulümü karşısında sesini çıkarmayanlar ve ” kaderlerine  razı” olanlar,kapitalizmin yarattığı sefalete artık yeter diyerek ve de  ölümleri göze alarak,isyan etmekten başka çarenin  olmadığını görmeye başlaması, burjuvazinin anti-demokratik diktatörlüklerinin “kağıttan kaplan” olduğu gerçeğini  gün yüzüne çıkarıyor ve  böylece Marksizm’in, faşist diktatörlüklerin,burjuva  iktidarlarının  en zayıf  halkası  olduğu tezi, sosyal pratik tarafından bir kez daha  doğrulanıyor.
Kuzey Afrika ve orta-doğu’daki anti-demokratik diktatörlüklerini, faşist diktatörlüklere dönüştüren  egemen sınıflar, uluslara arası kapitalizm’le bütünleştiler  ve özellikle Sovyetlerin dağılmasıyla  birlikte  yürürlüğe koydukları  neo-liberal ekonomik –politikalarının önünde engel gördükleri devrimci hareketleri, faşist devlet terörüyle acımasız bir tarzda   tasfiye  ettiler.
Bu faşist diktatörlükler, şimdiye kadar işçi ve emekçilerin isyanın kanla bastırmakta  zerrece tereddüt göstermiyorlardı.
Barışçıl gösterilerle seslerini duyurmaya çalışan   işçilerin  ve emekçilerin üstüne kurşun yağdırıyorlardı (ve yağdırmaya devam ediyorlar), binlerce emekçiği,yoksulları, özellikle gençleri katletmekten  çekinmediler.  
Ama günümüzün  “kapitalizm”, sömürüyü ve ekonomik krizleri büyük   boyutlara çıkarması,  isyanların önünün zorbalıklarla kesilmesini  imkansız hale getirmiştir.
Tüm bu gerçeklere rağmen,uluslararası burjuvazi ve onun “sol”dan destekleyicisi reformistler, kapitalist sisteme  karşı başlayan isyanları ,salt diktatörlüklere karşıymışçasına göstererek,   mücadeleyi burjuva demokrasi talebiyle  sınırlayıp, onu kapitalizmi hedef alan amacından  saptırtmak istiyorlar.
Burjuva siyasetçileri,1990lar da devlet kapitalizminden, liberal-kapitalizm’e geçmek için, Sovyetler de  ve doğu Avrupa’ da ki burjuvaların,  bürokrat diktatörlüklere karşı yığınları peşinden sürükleyerek oluşturduğu   gerici isyanlarla,kapitalist sömürüyü tasfiye etme ve  sefalete son vermek için, faşist diktatörlüklere karşı ortaya çıkan  isyanları aynı kefeye koyup, gerçekleri gizlemenin peşinden koşuyor. 
Oysa “diktatörlüklere karşı” oldukları iddia edilen bu iki “isyan”  arasında nitelik farkı var. Doğu-Avrupa ve Sovyetlerdeki  mücadele,devlet kapitalizminden,  liberal-kapitalizm’e geçişi  amaçlıyordu ve  bunun içinde (doğası gereği), bürokrat-diktatörlüğe karşı burjuva demokrasini  talebiyle harekete geçmişti. Nitekim, ekonomik alanda liberal-kapitalizme geçilirken,  siyasi alandaysa  burjuva-demokrasine geçildi.
Oysa, kuzey Afrika ve orta-doğudaki isyanlar, bizzat  kapitalist sistem tarafından ortaya çıkarıldığından dolayı, burjuva demokrasisinin elde edilmesiyle  sınırlı bir mücadele dönüştürülmesine imkan yoktur, tam tersine mücadele özünde kapitalizme ve parlamenter demokrasine karşı olma vasfını barındırıyor.
Kapitalist sisteme karşı isyan edenlerin mücadelesi, (süreç içinde)işçi ve emekçilerin doğrudan,doğruya  iktidara gelmelerini sağlayan; proletarya demokrasinin kurulmasını  zorunlu hale getirir,çünkü  başka türlü kapitalist sömürüden kurtulmanın  imkanı yoktur.
Ama “demokrasi havarisi “kesilen uluslararası burjuvazi, diktatörlüklere karşı burjuva demokrasine geçişi gündeme getirip, kapitalist sistemi ayakta tutmaya çalışıyor  ve bunun içinde diktatörlüklere karşı  savaş açıyor!. 
Hiç bir döneme (gerçek anlamda)burjuva demokrasi içeriğine dahi sahip olamayan ve  faşizmin maskesi  olmaktan öte bir işlevi yerine getirmeyen;  “Türkiye demokrasini”  demokrasi adına, kuzey Afrika’nın  ve orta-doğunun işçi ve emekçilerine  yutturulmaya çalışılmasıysa beyhude bir çapadır.  (1) Ve yine,sadece çok partili  parlamenter sistemin var olması  “demokrasinin” burjuva içerikte  olduğunu da  göstermez.
Kaldı ki, en demokratik burjuva demokrasisi bile, kapitalist  sömürünün gerçekleştirilmesinin önünde bir   engel değil ve olamaz.
Çünkü burjuva demokrasisi,kapitalist  toplumun bir ürünü olarak doğmuştur ve onun var olması sermayenin egemenliğiyle, kapitalist sömürüyle çelişmez.
Burjuva demokrasisinin en temel özelliklerinde birisi, temsil demokrasi niteliğinde olmasıdır.
Sermaye, bu temsili demokrasiyi kolayca kendi iktidarının bir aracına dönüştürür.
Feodal despotizmi,  işçi ve emekçileri siyasi hayatın dışında tutardı. Parlamenter sisteme geçen burjuvazi, işçi ve emekçilerin siyasi hayata katılmasından yanaymış gibi hareket etse bile,üretim araçlarına  sahip olan  sermayenin  egemenliği  sayesinde, onları (gerçekten) siyasi hayatın  dışında  tutmaya devam eder ve  parlamenter sistem sayesinde,işçilerin ve emekçilerin iktidarlarda “söz sahiplermiş” gibi  bir intiba yarattır ama, bu intibaının sahte olduğu çok geçmeden açığa çıkar. 
Fakat  ne var ki,kapitalizm koşullarında serbest seçme, seçilme hakkının varlığı, burjuvazinin gerçek iktidarın kimlerin elinde  olduğunu gizlenmesine de  hizmet ettiğiyse inkar edilemez.
Böylesine  koşullarda,henüz   kendi sınıf bilincine varamayan emekçilerin ve işçilerin, burjuvazinin peşine takılmalarından doğal hiç bir şeye olamaz  ve bunun için de, onların burjuvazinin  iktidarının kör bir aleti olma görevlerini yerine getirmeleri yadırganamaz. 
İşçiler ve yoksul emekçiler kendi sınıf bilinçlerine, inişli,çıkışlı uzun süreli sınıf  mücadelesi içinde  ancak  varabilirler.
İşçi ve emekçiler,  sadece  parlamenter  mücadeleyle  ve seçme ,seçilme hakkının  kullanılmasıyla sınıf bilinç’ine varamazlar. 
Kuzey Afrika ve orta-doğudaki işçilerin,emekçilerin isyanını ortaya çıkaran esas neden, kapitalist sömürü olduğuna göre, kapitalist toplumun zorunlu bir üst yapısı olan  parlamenter sisteme geçiş, serbest seçme, seçilme hakkına kavuşma esasta   hiç bir şeyi değiştirmez ve kapitalist sömürü, acımasız bir  tarzda varlığını sürdürmeye devam eder ve  ne  işsizliği azaltır, nede açlığa son verebilir.
Örneğin; Mısır’da üretimin %60 oranı,  ordunun Holdinglerinin elindedir.En düşük ücretlerle çalıştırılan ve sefil bir yaşama mahkum edilen işçilerin sırtından  elde edilen karlarla ordu mensupları ( özellikle subaylar), Mısır’ın imtiyazlı tabakası haline getirilmişlerdir  (Türkiye’de de  OYAK  bu işi yapıyor) ve işçilerin,  yoksul emekçilerin yanına dahi yaklaşamadığı, dikenli  tellerle  çevrili alanlarda,lüks  yaşamlarını sürdürüyorlar.
Şimdi bu ordu,işçi ve emekçilerin isyanını yatıştırmak için,30 senelik   Hüsnü  Mübarek’in diktatörlüğüne son vermeden   yana oldu! ve çok partili parlamenter sisteme seçmeyi kabul etti!. Peki sermayedar ordu, Mısır’da ki kapitalizme karşı herhangi bir girişimde buluna bilirim?!, tabii ki hayır.
Bugün kuzey Afrika’da, “diktatörlüklere karşı ve demokrasi havarisi ” kesilen  Avrupa burjuvazisine ait, 2700 firma faaliyet gösteriyor.Bir yandan kuzey Afrikalı işçiler, emekçiler,yoksulluğun,açlığı, işsizliğin kıskacı altında kıvranıyor,  diğer yandan Avrupalı firmalar, karlarına kar katıp,elde edikleri kazançların ülkelerine transfer ediyorlar. Ve de  Avrupalı milyarderlerinin lüks yaşamlarının  devam etmesini garanti altına alma adına.
Avrupa burjuvazisi, isyanlar karşında bu sömürü mekanizmaların zarar göreceği korkusuyla hareket ediyor
Durmadan kapitalist sömürünün  yarattığı işsizlik, açlık,  düşük ücretle karın dokluğuna çalıştırma, yokmuşçasına propaganda yürütülüyor ve kapitalist sistemi aklamak için de  diktatörlerin,  yaptıkları  yolsuzluklarla zenginleşmelerini gündeme taşıyor ve yolsuzluklar olmasaydı, işsizliğin,açlığın, düşük ücretle çalıştırmaların  olmayacağını intibasını yaratıp, kapitalizmin  herkese refah sağlayan bir toplum  olduğu (üstü kapalı bir tarzda)  iddiasına devam ediyor.
Oysa diktatörlüklerin yaptıkları yolsuzluklar, uluslararası firmaların elde ettikleri karların yanında “ devede kulak kalır”. Sadece emperyalist sömürünün “leşinden” faydalana Türkiye’nin  “ çakal” burjuvazisi, Libya’da, 25 milyarı Euro üstünde kar elde etmiş. Hüsnü Mübarek’in, Gaddafi’nin yolsuzluklarla elde ettikleri servetleri, 10 milyarlar  euro çıvarında olduğu iddialarının  doğru olduğu  kabul edildiğinde dahi,esas sömürücülerin yolsuzluk yapanlar değil, uluslararası kapitalist sistemin temel unsurları olan uluslar üstü bankaların egemenliği altında ki  büyük  tekellerin  olduğu tüm çıplaklığıyla açığa  çıkıyor.
Bunun için, kuzey Afrikalı işçilerin, emekçilerin sınıfsal  kurtuluşlarının,kapitalizmin ve  parlamenter sistemin varlığı koşullarında  sağlanmasının  imkansızlığı  bir kez daha gözler önüne seriliyor.
Burjuvazi ve onun “değirmenine su taşımaktan” başka bir şey yapmayan revizyonistler,“demokrasi”  aşığı bozlarda yaptıkları  demagojik propagandalarla, gerçeğin ne olduğunu Afrikalı  işçi sınıfından da, emekçilerden de gizliyorlar.
Tüm revizyonist,reformist partiler,1970’lerde  Şili’de Allende’in seçimlerle iktidara gelip, sosyalizmi kurabileceğini ileri sürmekteler di. “Barışçıl geçişin” propagandasını yapan revizyonistler,Şili’de Allende’nin seçimle iktidara gelmesini  “barışçıl geçiş” tezlerinin doğruluğunun kanıttı olarak  gösteriyorlardı.
Sovyet Revizyonistlerine göre  Şili ordusu,  Latin-Amerika’nın  diğer ülkelerindeki  darbe yapan ordulara benzemiyordu!. Ve demokrasiyi içinde sındırmış,”sivillerin iktidarına” karışmayan,  “tarafsızlığını” muhafaza eden  bir geleneğin temsilcisiydi!.
Bu revizyonist görüşler, Şilili, işçileri,emekçileri, özellikle devrimcileri uyuttu ve silahsızlandırdı.Ve böylece, faşist ordunun Şili’de korkunç katliam yapmasının zemini hazırlandı.(2) 
Burjuvazinin ordusu, militarist güçleri, daha doğrusu devleti  varlığını sürdürdüğü koşullarda, işçilerin,emekçilerin parlamenter sisteme dayanılarak iktidara gelebileceklerin ileri sürmek ve bunun için de “demokratik anayasanın” yürürlüğe girmesini amaçlayan siyasi taktikleri gündeme taşımak ve  burjuva devletinin demokratlaştırılmasının genişletilmesi ümidini  yaymak,işçilere  ve emekçilere kurulan korkunç  bir tuzaktan başka bir şey değildir.
Kuzey Afrika’da  ve orta-doğuda  isyan eden işçilere,emekçilere, özellikle gençlere yeni (Şili’dekine benzer)   bir tuzak hazırlanıyor ve bunun için  ordunun   “tarafsız” olduğuna dair görüşler de  yaygınlaştırılıyor. 
Ne  yazık ki,  bu gerçeği görmeyenlerden  ve revizyonistlerin yıllardan beri savunduğu “barışçıl geçiş” görüşlerine sahip çıkanlardan birisi de  “Tunus işçilerin komünist partisi” dir.
Bu parti, bir dönem  Enver Hoca’nın görüşlerini savunduklarını iddia ediyordu.
Ama şimdi, Enver Hoca’nın  en önemli eleştirilerinden birisinin , Şili’de burjuva devleti parçalanıp, dağıtılmadan  sosyalizmin kurulamayacağını inkar eden revizyonist, reformist görüşlere yönelik olduğunu unutmuşlar!.
Her şeyden önce,uluslararası burjuvazinin, Tunus’taki işçilerin,emekçilerin isyanın yatıştırmak için,Bin Ali diktatörlüğüne  son  verip, Tunus ordusunu devreye soktuğu biliniyor.
“Tunus işçilerin komünist partisinin” başkanı Hama Hammani,burjuvazinin  bu politik manevrasını; “Tunus ordusunun tarafsız niteliğinin” kanıtı olarak göstermekten çekinmiyor.
1970 öncesi MDD görüşlerini savunanlar, Türk ordusunun Menderes ve Bayar  faşist iktidara karşı 27 mayıs  darbesini gerçekleştirmesini, onun  yurt-sever,”halktan yana”  ulusal kurtuluş geleneğine sahip bir kurum olmasına dayandırıyorlardı.
Şimdi  buna benzer görüşleri, “Tunus işçilerin komünist partisi” savunuyor.(3) ve  “demokrasiye geçişin”, Tunus ordusunun  “tarafsızlığı” sayesinde gerçekleştirildiğinin izlemini yaratıyor.  
Oysa burjuva demokratik rejimi,ekonomik krizlerin üst,üste patlak verdiği, işsizliğin,yoksulluğun ve de açlığın çığ gibi  yığınları sarmaladığı dönemde, kapitalizmin hedef alınmasını gizlemede en  önemli araç olma görevini  yerine getiriyor. Burjuva demokrasisi sayesinde Sermaye,kapitalist sistemi koruyabiliyor ve yığınların önüne kapitalist sisteme uygun politikalar izlemekten başka bir şey yapmayan hükümetleri atıyor ve parlamenter rejimin işlevi gereği, burjuvazinin çıkarını savuna “yeni  hükümetler” seçimlerle işbaşına getirip, sahte ümitler yayıyor ve  krizin etkisi altında  yaşamlarını dahi sürdürmekte  zorlana işçi ve emekçi kitleleri oyalıyor ve bu yolla, ekonomik krizden çıkmada zaman kazanıyor.
İşçi ve emekçi kitlelere, “buyurun,sizi işsizlikten, yoksulluktan kurtaracak hükümetleri seçin”  denilerek aldatılıyor. 
Ne yazık ki bu dönemde, parlamenter sistemi hedef alacak, işçilere, emekçilere gerçek kurtuluş yolunu gösterecek ve sosyalist devrimi amaçlayacak,proletarya M.L  siyasi hareketleri de etkin bir tarzda  ortaya çıkamıyor.
Sosyalizmin dünya çapında tasfiye edilmesinin tahribatı henüz giderilememiş,Marksist-Leninsist   örgütler,revizyonizm, reformizm alt ederek, işçi ve emekçi sınıflarla kaynaşacak düzeyde bir  gelişme gösterememişlerdir.
Bu koşullarda bilinçsiz yığınlar, durmadan parlamenter sistem içinde kendilerini kurtaracak alternatif siyasi hareketleri arayıp,durmaktan başka şey yapamıyorlar.
Bunu kendi lehine avantaja dönüştüren  burjuvazi,durmadan diktatörlüklere karşı, insan haklarından, demokrasiden,halkların özgürce kendi kaderin tayin etmelerinden yana olduklarına dair, sahte ve  yoğun propaganda yürütüyor.
Çaresizlik içinde sömürüden kurtuluş yollarına arayan yığınlarsa,diktatörlüklerin zulümünden kendilerini “kurtaran” ve parlamenter demokrasiye geçişi sağlayan, emperyalist devletlere ve uluslararası burjuvaziye sempati duyabiliyorlar.  
Tüm bu olumsuz koşullara rağmen, burjuvaziyi   faşist diktatörlükleri  terk etmeye,  bir takım demokratik hakların  tanımasına zorlayan ,tabii ki işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin mücadelesidir.
Burjuvazinin, faşist diktatörlüğüyle, demokratik diktatörlüğü arasında hiç bir fark yoktu iddiasında değilim. Tabi ki  eğer proletarya diktatörlüğünün kurulması henüz gündemde değilse, burjuva demokratik diktatörlüğü, faşist diktatörlüğe tercih edilir. Ama bu tercih, proletarya diktatörlüğü için mücadeleden vazgeçmeyi ve burjuva demokrasine geçişi amaç haline getirmeyi ve burjuva ordusunu sınıflar üstü göstermeyi zorunlu kılmaz.  
Kaldı ki elde edilen  bu  gibi “kazanımlar”  proletarya devriminin bir aracına dönüştürülemese, zaman içinde uluslararası burjuvazinin isyanları  yatıştırma manevrasına dönüşür ve çoğu kez de dönüşmüştür.
Ekonomik yapıda temel  dönüşümler  olmadan  da, (sınıf mücadelesinin gereği olarak) işçilerin ve emekçilerin lehine  çeşitli siyasi  değişiklikle ortaya  çıkabilir.Çünkü siyasetle, ekonomi  arasındaki ilişki her dönem  bir birine direk  bağlı bir özellik taşımaz.
Siyasetin, ekonomik alt yapıdan göreceli bir özerkliği var ve siyasi demokrasi( burjuva demokrasisi) kapitalizm koşullarında elde edilir bir şeydir.
Bunun için kapitalist ekonomiyle uyum içinde olmayan, hata( geçici de olsa) kapitalist ekonomiye zarar veren, işçilerin ve yoksul emekçilerin lehine çeşitli siyasi değişikler ortaya çıka bilir. Eğer, bu siyasi değişiklikler, kendine uygun düşen ekonomik sistemle (başka değişle alt yapıyla) bütünleşmezse, bunlar  gelip,geçici siyasi değişikler olmaktan  öteye geçmez.
Köklü ekonomik dönüşüm sağlanmadıkça, sınıf mücadelesinin süreci içinde burjuvazi tekrar kayıp ediği  mevziler geri alır. Sarsılan siyasi ve ekonomik egemenliğini yeniden güçlendirir.
Çünkü belirleyici olan ekonomidir (toplumu alt yapısıdır). Ekonomi siyaseti belirler, siyaset ekonomiyi belirlemez.
Başka değişle, tayin edici olana insan iradesinin dışında var olan objektif olgulardır. Objektif olgular, sübjektif  olguları yaratır. Siyaset; iradi bir unsurdur, ekonomi ise iradenin dışında var olan objektif (yani maddi) bir unsurdur.
Çağımızda, insanın,insan tarafından sömürülmesini yaratan   (irade dışında var olan) kapitalist ekonomidir. Şimdi bu ekonomik sistemi tasfiye etmeden sömürü ve baskı ortadan kalmaz.
Kaldı ki kapitalizm tasfiye edilebilecek şekilde olgunlaşmıştır, hata da ölüm çağında yaşıyor
Bunun için, işçi ve emekçilerin sınıfsal (yani sosyal) kurtuluşlarının gündemde olmadığını  ileri süren  her düşünce, burjuvaziye aittir ve yalandır.
Bir dönem kendilerinin Marksist olduklarını ileri süren dönekler,Sovyetlerin dağılması ve  burjuva gericiliğinin  “şahsa” kalkmasıyla,  Marksizm temel düşüncelerine açıktan  saldırıya geçtiler.
Bunlar, yeniden idealizme sarılarak,maddenin tayın ediciliğine itiraz edip, bilinci  tayin edici  olduğu görüşlerini  ortaya atabildiler.Ama kapitalizmin varlığı onların heveslerini kursaklarında bıraktı.
Marksizm,çok  öncelerde yürüttüğü  ideolojik  mücadeleyle tarihin çöp sepetine attığı “yeni”   bu idealist düşünceler sadece burjuvaziyi kısa dönemli  sevindirmekten başka bir işe yaramadı.
 Bu idealist şarlatanlıklar,  bir süre sonra  ve arkasında  hiç bir iz bırakmadan tekrar   silinip gitti.

       Burjuva demokrasinin yeniden burjuvazinin gündemine girmesi.
2. emperyalist savaş sonrası, sosyalizmin  ve demokrasinin dünyaya egemen olma yolunda ilerlemesi karşında, Hitler faşizmin kalıntıları başta olmak üzere, her türlü gericiliğe dört ele sarılan ve açıktan faşist diktatörlükleri destekleyen uluslararası burjuvazi,Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte, sosyalizm  tehlikesinin ortadan kaktığı zansına kapılarak  hareket etmesi sonucu,işçiler  ve emekçilerle “sıcak bağlar” kurma adına  burjuva demokrasini  dünyanın dört bir tarafında egemen kılma çapası içine girdi.
Nitekim,1985’lerden itibaren, Latin-Amerika’da , uzak-doğu’da,orta ve doğu Avrupa’da  diktatörlüklere son verip, burjuva demokrasiye geçişler sağlandı.
 Ama,son dönemlere kadar,orta-doğu’da ve kuzey-Afrika’da diktatörlüklere son verip, demokrasiye geçişi sağlamada  tereddüt  içindelerdi.
Çünkü buralarda henüz  kapitalizm hedef alan, işsiz  ve aç bırakılan kitlelerin mücadelesi, uzak-doğu ve Latin Amerika’daki   boyutlara erişmemişti  ve diktatörler “istikrarlı”  bir tarzda iktidarlarını sürdürebiliyorlardı.
Bunun için, emperyalist devletler, diktatörlüklere dayanarak, bölgedeki etkinliklerini sürdürmekte bir sakınca görmüyorlardı. 
Ama 1970’lerde Enver Sedat’ın başladığı,batı-kapitalizmiyle kaynaşma, Sovyetlerin dağılması ve neo-liberal ekonomik-politik  uygulamaların  yoğunlaştırılması, orta-doğuda ve kuzey Afrika’da da kapitalizmin alabildiğine gelişmesine yol açtı.
Bölgedeki bu kapitalist gelişmeye rağmen, 1990’lardan başlayan uzak-doğu ülkelerin  ve Latin-Amerika’yı etkisi altına alan ekonomik  krizler, orta-doğu ve kuzey Afrika ülkelerinde daha  az his edilmişti.
2007-8 de başlayan kriz AB’ni  derinde etkilemesinin sonucu olarak,onunla  çok sıkı ve kapsamlı bir  tarzda   ekonomik ilişkiler içinde olan; orta-doğu  ve kuzey-Afrika ülkelerini de,  çok şiddetli  bir  tarzda etkisi altına aldı.  V e  bunun sonucu olarak,üst,üste kapana fabrikalar, duran ve gerileyen  üretim,işsizliği,açlığı  büyük boyutlara tırmandırdı.  
Bu durum aynı zamanda,yıllardan beri  bu ülkelerde  süre gelen diktatörlerle, şeraitçiler arasındaki  gerici  egemen sınıflar arası   mücadele yerini, sömürülenlerle,sömürenler arasındaki çatışmaya bıraktı. 
Bugün, Sovyetlerle, batılı emperyalist devletler arasındaki egemenlik mücadelesinin sürdüğü  dönemindeki gibi, tüm şeriatçılar (ilimlisi,radikalı)  kapitalizm savunmak için yeniden iktidarlarda olan  burjuvalarla aralarındaki  çatışmalara son veriyor. 
Kapitalist sömürüye karşı mücadelenin gündeme gelmesi, sınıflar arası mücadeleyi “inkar” eden şeriatçıların  kendi içinde,de  sınıfsal farklılıkları  ortaya çıkarıyor ve sınıfsal bölümlemelere  yol açıyor. Ve böylece, sermayedar şeriatçıların,işçilerden,emekçilerden tecrit olmalarının ortamı   yeniden oluşuyor.
Uluslararası burjuvazi, (artık) kendileri için   daha tehlikeli olan dinci gericiliğin değil,kapitalist sömürüye karşı isyan edenlerin olduğun anlamaya ve siyasi taktiklerin,ideolojik propagandalarını buna göre tespit etmeye başladı 
Bunun içinde uluslararası burjuvazi, kapitalizmden yana olanlarla  ve kapitalizm içinde sözde çözümler arayanlarla birlikte hareket etmede zaman kayıp etmiyor.
                   Kapitalizm savunma ittifakı !.       

Kapitalizm savunma temelinde  “demokrasiye geçişin” acı tecrübesini,II. emperyalist savaş sırasında,faşizm’e karşı militan bir mücadele yürüten, faşizmin yenilgisinde önemli bay sahip olan ve bundan   ötürü, ülkesindeki  işçi ve emekçi kitlelerinden büyük ve  önemli destek  alan  batı-Avrupa’nın komünist partileri yaşadı.
Önlerine çıkan proletaryanın demokratik diktatörlüğünün kurulması için elverişli ortamı  değerlendirmeği bir yana bırakıp,burjuva demokrasine yenide işlevlik kazandırılmasından ve son tahlilde kapitalizmi savunmakta başka bir şeye yaramayan, burjuva  partilerle birlikte hükümetlere katılma, komünist partilerin, açıktan kapitalizm savunan revizyonist partilere dönüştürdü ve siyasi , örgütsel etkinliklerini  yitirip, tarih sahnesinden silinmelerine yol açtı.
Sözde en demokratik anayasaları ve yasaları yürürlüğe koyarak,işçilerin  ve emekçilerin sosyal, ekonomik  ve demokratik hakları garanti altına alınmıştı!.
Oysa yaptıkları,  burjuvazinin  kapitalizmi yeniden inşa etmesine fırsat tanımaktan ve ona   yardım etmekten  başka bir şey değildi.
Burjuvazi,savaşın tahribatlarını  giderdikten ve kapitalizmin istikrar içinde gelişmesini sağlam zeminlere oturduktan  sonra, komünist partilerini  iktidarlarının  dışına ittiler ve kapitalizmin istikrarlı gelişmesiyle  yeniden ona  ümit bağlayan  işçi ve emekçi kitlelerinin, komünist partilerinden kopmalarını sağladı. 
Savaş sonrası köşeye sıkışan burjuvazi, fırsat bulur, bulmaz komünistleri  etkisiz hale getirmek için   zaman  kayıp etmedi. ve önüne çıkan her  fırsattı değerlendirdi. Ve böylece,  komünistlerin  devletin demokratlaştırılmasının garantisi  gördükleri  anayasaları, yasaları bire,bire yürürlükten kaldırdı.
Şimdi,sosyalizmin tasfiyesinin  başlangıcı  ve dünya işçi sınıfı için acılarla dolu olan bu  deneyler dahi göz önüne alınmadan,kendine “komünist parti” ismini  takanlar, aynı yanlış yolda yürümeğe devam ediliyor ve “kurucu meclislerin” yaptığı veya yapacağı  anayasalarla,parlamentodan çıkarılacak yasalarla, işçiler ve emekçiler için sözde demokrasinin   gerçekleştirile bileceğinin propagandasını yoğunlaştırıyorlar.
Bir yandan demokratik anayasa talebi gündeme getirilirken, diğer yanda (keskin pozlar takınılarak) “sadece seçimlerle değil, işçi ve emekçilerin mücadelesi sonucu demokratik anayasa “ talep ediyoruz” görüşlerini öne sürülmekten de  geri durulmuyor.
Aslında bu tip  görüşler, reformizm’in kendini gizlemesinin kılıfıdır. 
Eğer işçilerin, yoksul emekçilerin mücadelesine dayanarak, demokrasinin elde edilmesinden yanaysanız ?!, o zaman niye   mücadeleyi, burjuva devletinin demokratlaştırılmasıyla, “demokratik anayasa” talebiyle  sınırlandırılmasına yardım ediyorsunuz?!.
Neden, işçi ve emekçilerin mücadelelerinin amacı, proletarya demokratik diktatörlüğünün kurulmasına göre belirlenmiyor, neden sosyalizme geçiş aşamasında olunmadığı  ileri sürülüyor?!.
                          8’ler toplantısında alına kararlar
İşçi  ve emekçi kitlelerin kuzey Afrika ve orta-doğudaki mücadelesinin ve devrimci durumun kısa sürede ortadan kaldırılamayacağını düşünen ve  8’ler toplantısında bir araya gelen, dünyanın en büyük 8 kapitalist ülkesi, sadece demokrasiye geçişin isyan edenlerin isteklerine cevap veremeyeceğini düşünerek, işsizliği, açlığı ortadan kaldırmanın tedbirlerini yürürlüğe koymak adına   harekete geçiyorlar!.
Bunun için Tunus’a ve Mısır’ a 40 Milyar  dolar  tutarında yardım yapacaklarını açıkladılar!. Bu yardımları,”Avrupa yatırım bankası” ve “doğu-Avrupa bankası” yapacakmış!. Bunun 10 milyarını da “petrol zengini”  Kuveyt, Katar ve Suudi-Arabistan devleti karşılayacakmış.
Marshall planı şimdi de , kuzey Afrika ve orta-doğunun “petrol zengini” olmayan ülkelerine  yönelik başlatıldığı ilan edildi!
Büyük kapitalist devletleri böylesine  “cömert”  gösterilere  sevk eden Mısır’daki ve Tunus’taki gelişmelerdir.
Çünkü yoksulların, diktatörlüklerin tasfiye olması karşısında duydukları heyecan yerini,  yaşamlarında hiç bir şeyin değişmediğini ve değişmeyeceğini his etmelerinin yaratığı  ümitsizliklere bırakıyor.
Kapana fabrikalar, duran üretimle sıkıntı içinde olan Mısır ve Tunus ekonomisi,muhtemel turizm gelirlerindeki azalmayla da  daha da baş aşağı gidiyor. Mısır halkının %66 si işsiz durumda, asgari  ücret  45 euro’nun karşılığı olan 400 Mısır pound.6 kişilik bir ailenin geçimi sağlaması için ortalama geliri, 150 euro’nun karşılığı olan 1200 pound. 
“Mısır ulusal insan hakları konseyinin başkanı” Riad,  “bence en büyük düşmanlarımız  yoksulluk ve açlık.İnsanlar açsa,her şeyi yapmaya hazır olur.Bu yeni bir devrime yol açabilir,bir felakete sürükleyebilir” diyerek,devrimin korkusunun dile getirmekten çekinmiyor.
Riad’ın duyduğu korkuyu, 8’leri  oluşturan devlet yöneticileri de his ettikleri için sözüm ona ellerini çabuk tutuyorlar ve isyanları bastırmak için sözde ekonomik yardım başlatıyorlar!.
40 milyar doların 14 milyarını “acil yardım” adına bu ülkelere verileceği açıklandı. Sözde yeni iş yerleri açılacak! 
Tunus’ta, Mısır’da  işsizliği gidermek için, “yeni işleri” açılması,üretimin canlandırılmasına tabidir .
Şimdi tekrar gündeme getirilen “Mahrshall planı”  sosyalizmin genişlemesini önlemeye çalışan  ABD’nin savaş sonrası batı- Avrupa’daki kapitalizmin yeniden ayağa kalkması için başladığı ekonomik yardımların adıydı.
Savaş sonrası ABD’nin “Mahrshall planının”  batı-Avrupa’daki kapitalizmi yeniden canlandırmasındaki başarısının nedeni,kapitalist ekonomini tekrar istikralı bir kalkınma sürecine girmesinden dolayıydı.
Oysa, günümüzün kapitalizm, tam anlamıyla çıkmazın içine düşmüştür, üretimin canlanmasının gündemde olmadığı, aksine ekonomik krizini daha da derinleşeceği, burjuvazinin en yetkili “ağızlar” dile getiriyor.
Dünya bankası şefi, Robert Zoellick, burjuvaziye, yeni ekonomik kriz dalgasının gelmekte olduğu ve dünya ekonomik konjonktürü aşağıya doğru grafik çizerek sonbaharda  tehlike sınırına varacağının  “müjdesini” veriyor ve “finans krizi ,Avrupa’da borç krizine dönüştü, bu durum, Avrupa parasını (euro) ,bankaları derinde etkiliyor” da ilave ediyor.
Gelişmiş diye adlandırılan sanayi ülkelerinde ekonomik büyüme tahminleri ya sıfırda veya sıfır seviyesinin  altında olacağı ilan ediliyor.
OECD de   son yayınladığı ekonomik  durumla ilgili raporuyla “ felaket tellallığı” yapıyor.
Ve OECD,  “ krizden çıktık “ diye yaygara koparan Merkel hükümetinin aksine   2011 yılında gelişmiş sanayi ülkeleri içinde en zayıf  ekonomik gelişme konumda Almanya’nın  olduğunu ilan edilmesi Merkel’i “şapa oturtturuyor” ve yalana dayana propaganda malzemelerini birer,bire  ellerinden  alıyor.        
Bu gibi  örnekler;kapitalist ekonominin aşırı üretim krizinin devam ediği koşullarda “üretim canlandırmak” için “Mahrshall planlarının” bir işe yaramayacağının somut kanıtıdır.
Ekonomik krizin etkisiyle kapanan fabrikaları dahi üretime geçiremeyen uluslararası burjuvazi, “yeni iş yeri açma vaadiyle” sadece kuzey Afrika ve orta-doğu ülkelerinin  işsizleri kandırmayı amaçlıyor.
“ Serbest  Pazar ekonomisi”  uygulamalarından    en küçük tarzda  olsa dahi  vazgeçmeyen burjuvazinin , acil olarak işsizliği azaltma diye bir derdinin olmadığı ortadadır.
Obama’nın 350 milyar dolarlık iş yeri açma projesinin palavra olduğu, burjuvaziye yeni ikramlarda  bulunarak ,“iş yer açmayı ”  gündeme taşımasından  bellidir.
Bunun tersi olsaydı, bugün borç krizi içinde iflas eden AB’ne ait devletlerdeki üretimin daha da kısıtlanmasını ön göre ekonomik programlar yürürlüğe koyulmazdı.
Örneğin Yunanistan: AB komisyonu, AB merkez bankası ve İMF birlikte, Yunanistan’ın, özeklikle Alman bankalarına olan borçlarını ödemesini amaçlayan , tasarruf programının uygulanması için açtıkları krediler,Yunanistan’ın “derdine,dava ’” olmadı ve  hem de şimdiye kadar kamu alanında %5 kısıtlamalara tekabül eden  12,5 milyar euro tasarruf yaptığı halde.
Bu için   “Troika”  (3 kişilik yönetim) Yunanistan’a “üretim artırarak,borcunuzu ödeyin” demiyor, tam tersine  üretimin daha da kısıtlanmasını öneriyor. “Tasarruf programının” amacı; üretimle ilgili değil aksine, üretimi artırılmadan, işçi ve emekçi kitlelerinin tüketiminin daha da kısıtlanmasına yöneliktir.
Yunan devletinin istatistiklerine göre  bir sene önce %9,9 olan işsizlik oranı, tasarruf programının yürürlüğe koyulmasından sonra % 15,1 çıkmış.( bu kısa  sürede  bir milyon kişi işini kayıp etmiş) 
Bir yanda üretim daha  da kısıtlanıp, işsizlik artırırken,diğer yandan ücretler ve maaş’lar  durmadan düşürülüyor. Tüm bunların sonucu olarak, Yunan devletinin  borçları azalmıyor,aksine artıyor.
Kapitalist ekonomini nasıl bir krizi içinde olduğunu bilen Troika (İMF, AB komisyon ve AB merkez bankası),ocak ayına kadar, Yunanistan’a  işçilerin  ve emekçilerin alım güçlerini aşağıya çekilmesinin  borç taksitlerinin  ödenmesine yetmediğini öne sürerek, devletin elindeki varlıkların satılmasını ve elde edilecek 50 milyar euro’yu borç taksiti  olarak ödenmesini önermişti. Bu öneri yerine getirilemediği içinde, mayıs ayında Yunanistan’ın acil kredi istemi geri çevrildi.(5).
Yunan devletinin satışa çıkardığı malların alıcısıysa, Almanya’nın uluslararası  şirketleri. İlk önce Yunan devletinin özelleştirilen Telecom firmasında geriye kalan  hisselerini Alman Telecom firması alacak. Tabii ki  yok pahasına.
”Alman şirketleri”, Yunan devletinin satışa çıkardığı mal varlıklarını almak için sıraya girmişlerdir.
Almanya’nın meşhur bulvar gazetesi Bild; borçlarınız ödemek için turistlik adalarınız satın,manşetlerin atıyordu. Böylece alacaklarını karşılığı olarak Yunan adalarına el koymak istediklerini gizlemeği dahi gereksiz görüyorlar.    
Troika, borç pataklığına saplana, Portekiz, İrlanda, diğer  borçlarının taksitlerini zamanında  ödemekte zorluk çeken AB ülkelerinde.de, benzeri  programların yürürlüğe koymalarını  istiyor.
Bunların yanı sıra,borç içinde olan AB ülkelerinin  borçlarının  dev boyutlara erişmesinin  esas nedeni   sadece kapitalist ekonominin aşırı üretim kriz değil.
Kapitalistler arasında  neo-liberal dönemiyle birlikte başlayan “çılgın” rekabetin karşısında  dayanamaya ülkelerdeki üretim büyük darbe aldı  ve fabrikalarının önemli bir kısmı kapandı. 
Örneği, borç bataklığından çıkamayan,  Yunanistan, Portekiz,İrlanda,uluslararası burjuvaların “çılgın rekabetine” dayanamaya, üretimden kopman, Avrupa ülkelerinin başında geliyorlar.
1986 da AB üyesi olan Portekiz, o dönemde sahip olduğu ucuz iş-gücü sayesinde kendisine bir avantaj sağlayıp, ferdi tüketim maddelerinin üretiminde önemli bir konuma gelmişken, Sovyetlerin dağılmasından sonra kızışan  kapitalist rekabet karşında sadece ucuz iş-gücü avantajına sahip olan Asya ülkeleri karşında değil, AB’nin doğu-Avrupa ülkelerini içine almasıyla,  (keza Yunanistan da,da ) ucuz iş-gücüne sahip ülke olma   avantajını   kayıp etti
Avrupa’da ki  Sermaye de,özellikle  Alman Firmaları bu ülkeleri terk ederek, daha da  ucuz iş-gücü  sahip ve daha fazla kar elde edebilecek ülkelere  konumunda gelen doğu-Avrupa’ya   yöneldiler. Ve   böylece,2003 den 2006 kadar gecen  süre içinde  sadece Portekiz’de ki iş yerleri kayıp’ı % 25  oranında olmuş. Özellikle,Otomobil, Tekstil ve Ayakkabı fabrikalarının bir çoğu ( başta  küçük ve orta işletmeler olmak üzere )kapanmış.
Bu sefer, Portekiz’in de ithalatıyla, ihracatı, arasındaki farklılık, büyümüş, devlet borçlarının artmasının  yanı sıra, devlet garantili özel teşebbüsün, AB’nin büyük bankalarından aldığı  borçlar durmadan  artmış.
Yunanistan’da olduğu gibi “yapancı firmalar”, “yerli burjuvalarla” birlikte da,kar elde edemedikleri için,ranta yönelmişler. (6)
Borçlu ülkelere açılan sözde krediler,(yukarda da vurguladığım gibi) üretimi canlandırmaya yönelik değil, tam tersine bir yandan, borçlu  devletlerin çalışanların gelirlerindeki kısıtlamalarla  ve devletlerin   elerindeki mal varlıklarının satışıyla, elde edilecek paraların  alacaklı bankalara aktarmasına zaman tanımak için, yüksek faizli yeni krediler açılıyor. 
Burjuvazi, amansız rekabet koşullarında hem, sanayide, hem de tarımda üretimden kaçıyor.
Neo-liberal dönemle birlikte, yeterice kar getirmeyen, zarar eden, sanayi işletmeleri kapatılıyor ve tarım alanları terk ediliyor.(7)
Avrupa ülkelerinde verdiğim örneklerin sonucu olarak, kuzey Afrika ve orta-doğu ülkelerinde artan işsizliğin, sefaletin,açlığın yarattığı isyanların önünün, sözde yatırım alanları oluşturularak kesilmesine  imkan olmadığı bellidir. 
Tüm bunların yanı sıra,1929 kriz döneminde olduğu gibi, Keynesçi ekonomi-politikayla işsizliği azaltmak için  üretici olmayan ve kar amacı taşımayan  alanlara yatırıma gidile bilinir mi?!.
Burjuvazi, Keynesçiliği,(8)kapitalist üretim periyodik krizlerinin birini yaşadığı dönemde ve en şaşalı istikrarlı gelişme sürecini yaşayan  sosyalizm karşısında, karından fedakarlık ederek kapitalizmi yaşatma zorunluluğunda ötürü seçmişti.
Şimdi dünya burjuvazisi böyle bir zorunluluk his etmiyor. Dahası,işsizliği,açlığı,yoksulluğu, korkusuzca  büyük boyutlara çıkarmalarına rağmen,neo-liberal politikalardan vazgeçmeye niyetleri yok.
İsyanların henüz,  burjuvaziyi sosyalist devrimle tehdit edemediği ve yine (kuzey Afrika’dakileri  başta olmak üzere)hiç bir yerde, kapitalizmi tasfiye etmeyi amaçlayacak  ideolojik ,siyasi ve örgütsel   bilinç düzeyine  erişmediği,aksine kapitalizm içindeki “çözümlere” bel bağlandığı dönemde burjuvazi, karında feragat etmeyi gereksiz görüyor ve buna uygun ekonomik-politikaları  izleyerek, işsizliğin azaltılması bir yana, daha da artmasına neden oluyor. (9)
Burjuvazinin günümüzde kararlılıkla izlediği bu  ekonomik-politikaya baktığımızda, kuzey Afrika’da ve orta-doğu’da ,da işsizliği azaltmak için dahi ciddi hiç bir girişim de bulunmayacağını  rahatlıkla ileri sürebiliriz.
                      
                   
                                Burjuvazinin açmazı         
                  
Dünyanın  büyük kapitalist devletleri, kuzey-Afrika da ,orta-doğuda patlak veren isyanları,bastırmak ve kendi kontrolleri altına almak için yoğun çapa harcadıkları dönemde isyanların, güney Avrupa ülkelerinde başlayarak Avrupa’ya  sıçramasının önüne geçilemedi. 
AB’nin   ekonomik olarak en  güçlü ülkelerinde bir  olarak gösterilen  İspanya’da işsiz gençler, Mısır’daki gençler gibi ayaklandı ve son günlerde bu “ayaklanmalara” sendikalı işçilerde katılmaya başladı.
İspanya’daki ayaklanma,İspanya’daki  ekonomik koşulları da hangi düzeyde  olduğunu açığa çıkarıyor. İspanya’da işsizlik %21 oranında, genç işsizlerin oranı ise %41.İspanya’nın da yakın gelecekte, diğer güney Avrupa ülkeleri gibi borç taksitlerini zamanında ödeyemeyeceğini  ilan etmesi bekleniyor.
İngiltere’deki yoksulların mücadelesi, burjuvazinin “yüreğini ağzına getirdi”. Alman hükümeti, “bu isyanlar bizde de başlar mı” korkusuyla “yatıp, kalktı”.
Arkasından, İtalya’da genel greve patlak verdi, Berlusconi hükümeti, borçlarını ödemek için Çin’den yardım istediği, gazetelerin önemli haberlerinden birini teşkil ediyor.
Yunanistan’ın borçların ödeyemediği söylentisinin yayılmasından en fazla Alman hükümeti ve bankaları rahatsız.  
Ve yine İspanya’da borç taksitlerin ödenmesi için tasarruf programların yürürlüğe koyan ”sosyalist parti” hükümeti, ekonomik çıkmazın suçlusu gösterilip,”defteri dürülmek” isteniyor.
Bu yolla  gençlerin %41 oranında  işsiz kalmasının nedeni kapitalist sistem değil de, baştaki hükümetin izlediği ekonomik-politika gösterilerek, yine çalışanlar kandırılmak isteniliyor. Burjuvazinin,burjuva demokrasinin her derde dava olduğu yaygarası, yapılan seçimlere katılma oranlarını  durmana düşmesi karşında, burjuvazi çıkmaza sürüklüyor ve sahneye koyulmak istenen  atraksiyonsa, bir işe yaramıyor.
Kuzey Afrika ve orta-doğu ülkelerinde sahnelenmek istene burjuva parlamenter rejim, Avrupa’daki ekonomik kriz karşında, kitleleri  aldatma aracı olma vasfını kayıp etmeye başlıyor.
İspanya’da ara seçimler gündeme geldiğinde gençler, “seçim değil mücadele” sloganıyla,İspanya’nın dört bir yanında meydanları işgal ettiler ve yapılan seçimlere katılma oranı % 50’lerin altında kaldı.  Tasarruf programına destek almak için seçime giden Portekiz’deki parlamento seçimlerine,seçmenlerin % 60 oranı da kileri katılmadı.Almanya’da yapılan eyalet seçimlerine katılmalar %50 oranında  veya daha  altında kaldı.
Almanya’nın sosyal-demokrat partisi SPD, Merkel hükümetin, “insanları demokrasiden soğutmakla “ suçluyor ve “başbakan Merkel’in izlediği politikalar, seçimlerde insanları evlerinde oturmaya itmiştir” diye biliyor.
Tüm bu durum, işçi ve emekçilere gerçek sınıfsal kurtuluş yolunu göstermeden oldukça uygun ortam hazırlıyor.    


  
                         
...........................................................................................................................................
(1)Tayyip Erdoğan, bu 12 eylülün yürürlüğe koyduğu faşizmin maskesi demokrasiye dayanarak, dinci -faşist diktatörlüğü kurmaya çalışmakta ve de adım ,adım hedefine doğru yol almaktadır.
(2) Revizyonist komünist partileri (başta Şili’deki olmak üzere),yıllardan beri, Şili’deki faşist saldırının birinci derecede sorumlarının içinde oldukları göz ardı etmek için, ABD’lerin ve CİA’nın  Şili’deki darbeyi nasıl tezgahladıklarının  propagandasını yapıp,duruyorlar ve yine durmadan  faşistlerin  burjuva demokrasinin kurarlarını nasıl çiğnediklerini ispat etmeye çalışmaktalar!.
Bu propagandayı yaygınlaştırmalarının tek nedeni, kapitalizmin ve burjuva devletinin varlığı koşullarında işçilerin ve emekçilerin  parlamenter yolla iktidarlarını kurabileceklerini ileri süren görüşlerin doğruluğunu  kanıtlama isteğinden dolayıdır. 
Bunun için Lenin’in  “ revizyonizm; işçi hareketinin içine sızan burjuvazinin 5.kolu “ olduğun izah eden görüşleri hiç eskimiyor.
(3) Enversel gazetesinin ve EMEP’in “Tunus işçilerin komünist partisinin” ateşli bir savunucusu kesilmesi boşuna değil.Çünkü Evrensel gazetesi ve EMEP, Tunuslu “komünistler” gibi, kurucu meclis ve demokratik anayasa talebini siyasi mücadelesinin esası haline getirmiş . Parlamenter yolla,anayasa ve yasalarla  “demokrasi” arıyorlar!.       
(4) İşçi sınıfı kavramı sadece çalışan işçileri kapsamaz, aynı zaman işsizleri de kapsar,işçiler veya işçi sınıfı denildiğinde tüm işçiler kast edildiği unutulmasın.
(5)Almanya’daki “sol” parti, kapitalizmin ekonomik krizinin, kapitalist üretim kendi niteliğinde kaynakladığını bir türlü kabul etmiyor. Almanya da yayınlana “yeni Hayat” isimli derginin yazarları da,bu  görüşlere sahip çıkarak, ”sol partinin” kapitalist üretime “toz kondurmayan” görüşlerinin yaygınlaştırılmasını Türkçe’yle yerine getiriyorlar ve  Yunanistan’ın borç krizine de bu düşünceler doğrultusunda yaklaşıyorlar.
“Sol” parti 2007-8’de  başlayan ekonomik krize bu şekilde yaklaştı  ve kapitalizm hedef almadı, tam tersine, kapitalizm içinde sözde (krize) çözüm arayan siyasi taktikleriyle,kitleler üzerindeki etkisini  ve yarattığı “heyecanı” kayıp etti. Son yapılan eyalet seçimleri bu iddialarımızın somut kanıtıdır. Kapitalizm savunma düşüncelerine sahip olmalarından ötürü, kapitalist sisteme  karşı ayağa kalkan  kitleleri dahi kucaklayamıyorlar.
(6) Kapitalist Pazar ekonomisinin temel unsuru olan,kıran kırana rekabet karşısında, üretimden kopan  burjuvalar, (esas olarak  Bankalar) aşırı tarzda rant elde etmek için,karşılığı olmayan paradan,para kazanmayı amaçladılar. Daha fazla rant elde etmenin sonucu olarak, bankaların ve spekülatörlerin elinde boyutları trilyonlarca dolarla  ölçülecek şekilde para birikti.
Neo-liberal dönemle birlikte ”serbest Pazar ekonomisinden ”, “sermayenin serbestçe dolaşımından” kast edilen ,giderek üretimden kopan burjuvazinin,   spekülasyon faaliyetlerini yoğunlaştırılmasıydı.Üretimden kopan  Finans sektörünün elindeki, üretim için yatırıma dönüştürülmeyen  korkunç boyutlar da bir (“finans balonu” diye altlandırılan) para birikti.  Sendika bürokratlar başta olmak üzere, burjuvazinin bir kesimi,ekonomik krizinin patlak vermesinin nedeni olarak kapitalist üretimi değil, spekülasyon faaliyetlerini gösterdiler. Burjuvazi, bunun için ekonomik krize “finans krizi” adını veriyor.
Oysa spekülasyon, üretimden kopan, üretimle daha fazla kar edemeyen burjuvazinin rant yönelme eğilimin ifadesidir.Yani, kapitalist üretim biçiminin  ortaya çıkardığı doğal bir faaliyettir.Ama  kapitalist sömürüden bay alan bürokrat sendikacılar (ve bu sendikacıların sözcülüğüne soyuna “solcu gazeteler“) kapitalist  üretim ilişkilerinin;ekonomik krize nedeni olduğunu gizlemek amacıyla, spekülatörlerin borsalardaki faaliyetlerinin ve ellerinde biriken  paraların,ekonomik krizin esas nedeni olarak gösteriyorlar. Bunun içinde Spekülatörlerin, büyük bankaların batmasına, hata Yunanistan, Portekiz ,gibi ülkelerin borç bataklığına saptanmasına   neden olduklarını ileri sürüyorlar. 
Oysa borsalardaki tüm işlemleri belirleyen,kapitalist üretimdir. Borsalar, üretimi gerçekleştiren firmaların hisse senetlerinin  “soyut” değerleri üzerinden işlem yapıyorlar. Kapitalist üretimdeki her olumsuz gelişmenin ilk müjdecisi yine  borsalardır. Burjuvazinin , üretimde koparak rant elde etmeye yönelik  faaliyetlerinin  ana merkezleri  ve yine   borsalardır. Hiç bir şekilde üretimde kopuk bir tarzda borsalar, tek başına  ne ekonomik  kriz yaratabilir ve neden ekonomik krizin gerçek nedeni olurlar.
Bunun için,  borsalardaki hisse senetlerinin satışları ve alışlarıyla   ve tarım ürünlerinin piyasalarda ki  spekülasyon faaliyetlerle rant etmenin ana nedeni kapitalist üretim ilişkileri olduğu  göz ardı edilemez. Kapitalist üretim ilişkilerinden, özellikle  bankaların  faaliyetlerinden soyutlana  “casino (gazino) kapitalizm”  suçlu olarak gösterme, ancak kapitalist karlardan, rantlarda bay alan bürokrat sendikacıları ve bu burjuva tabakasını çıkarın gözeterek propaganda yapan “solcu” geçine gazetelerin iş olsa gerek.
(7)Kapitalizm koşullarına,tarım üretim alanlarını giderek,kar getirmeyen alanlar  haline gelmelerinden ötürü, terk edilmesi ve bunun sonucu olarak geçimlerini sağlayamayan tarım üreticileri büyük şehirlerin varoşlarında toplanmaları,tarım ürünlerine olan talebi çığ gibi  büyüttü ve bunun doğal sonucu olarak ta, tarım ürünlerinin fiyatlarının atmasının koşullarını oluşturdu.
Serbest Pazar ekonomisinin varlığının gereği olarak ta, burjuvazi, bu durumda yararlanıp, spekülasyon faaliyetleriyle  rant elde etmeye çalışıyor ve Pazar ekonomisinde bundan  doğal hiç bir şey ortaya çıkmaz
 “Sol” adına kapitalizm savunmayı baş görev edilenler,pazar ekonomisinin  ve rekabetin  (yani,kar için üretimin), tarım alanlarını terk etmesine  ve   tarımda çalışanların sayısının hızlı bir tarzda azaltılmasına, daha fazla tarım ürünlerine talebin ortaya çıkmasına neden olduğu gizliyorlar ve tarım ürünlerinin fiyatların artışını nedenini, sadece spekülasyon faaliyetlerini yoğunlaştırılmasına bağlıyorlar.
Oysa işçi ve emekçilerin yaşamını zorlaştıran Pazar ekonomisidir. Üretimin, Pazar (yani kar) için gerçekleştirilmesine son verilmeden, ferdi tüketim maddelerin gözeten sosyalist planlı ekonomiye geçilmeden,  (kapitalist ekonominin doğal sonuçları olan) bu  olumsuzlukları hiç birisi ortadan  kalkmaz.Kısacası, ne işsizlik sona erer, nede açlık ortadan kalkabilir. Tabii sosyalist planı ekonomiye geçmeni ilk şartı, burjuvazinin siyasi iktidarının temelli olan burjuva devletinin zor yoluyla parçalanıp,dağıtılmasını sağlayacak olan proletaryanın sosyalist devriminin zaferidir.
(8) “Solcu” burjuva iktisatçılar,1929 da kriz döneminde uygulamaya koyulan Keynes’in görüşlerini, (durmadan) ekonomik krizden çıkmak için ek talep yaratma ve üretimin canlandırılması olarak yorumluyorlar  ve krizin tüketim noksanlığından dolayı  patlak verdiği öne sürüyorlar.Almanya’daki  Sol parti de Keynes’in düşüncelerin bu şekilde yorumlayanların içinde yer alıyor. 
 (9)Burjuva hükümetleri, ekonomik krizin şiddetlendiği dönemde bile burjuvaların,firmaları,bankaların vergilerini artırmaları bir yana, daha da düşürüyorlar.Troika,  Borçlu ülkelerin , borç taksitlerinin  ödenmesi için ( ki çoğu borç, devlet garantili özel teşebbüsün borçlarıdır), firmaların, bankaların ve burjuvaların vergilerinin yükseltmemesini  kredilerin  ön koşullu olarak belirliyor. 

1 Eylül 2011

Kapitalizmin alternatifsiz olmadığı gerçeği

                               
          

  Kapitalizmin alternatifsiz olmadığı gerçeği

 Periyodik olarak  patlak veren  ekonomik krizlerden 2007 de başlayanı, aradan  gecen 4 yıla  rağmen  derinleşerek sürüyor.
Ne zaman sona ereceğine dair bir işaretin ortaya çıkmaması bu krizi,  en uzun süreli  kriz olma rekoruna doğru sürüklüyor.
Krizin süresinin uzamasında burjuva devletlerinin krizin “topluma zarar vermeden  giderilmesi “adına baş vurdukları siyasi  ve  ekonomik yöntemlerin önemli bayı var.  Ekonomik krizinin; kapitalist sistemin ortadan kalkmasını  sağlayacak olan  siyasi krize dönüşememesinin  avantajını kullanan burjuvazi, “nasıl olsa sosyalist devrim gündeme gelemez”  düşüncesiyle hareket ediyor ve   krizin süresinin uzamasından  rahatsızlık duymuyor.
Burjuva hükümetleri,2007 krizi başlar ,başlamaz hemen kolları sıvayıp,”devletin  tasarruf fonları güçlüdür, paniğe gerek yok” sloganıyla harekete geçti. 
Büyük  bankaları ve General motor başta olmak üzere ,kepenkleri indiren sanayi işletmelerini iflastan  kurtarma adına , üstü, üste trilyon dolar ve euro’luk  “yardım paketleri” açıklandı ve böylece  kitlelerin devletlere  güven duymaları sağlandı!. Bu sahte krize karşı mücadele politikaları ,1929 kriz dönemindeki paniğinin bir benzerinin ortaya çıkması (geçici bir sürede olsa) önlendiğiyse, bir gerçektir.
Burjuvazinin ekonomik kriz karşında tek izlediği yöntem; ekonomik krizi ortadan kaldırmaya değil, paniği önemeğe yöneliktir. Bunu dışında hiç bir amaç taşımıyor.
Burjuvazi,bu oyunlarıyla,mevduat sahiplerinin,  bankalar hücum ederek, ekonomik işleyişin  tamamen durmasının ve  bir,biri ardı sıra iflasların açıklanmasının önüne geçiyor. 
Oluşturulan bu ortam sayesinde,kapanan veya üretim kapasitelerini düşüren fabrika patronları  sesiz bir tarzda çalışanların işlerine son vere biliyor.
Sadece ABD’lerinde 2008 itibaren 10 bin fabrika kapanmış ve yine ABD, 2000 yıllarında dünya ihracatını %12,1 elinde tutarken, bu rakam 2010 yılında %8,4 düşmüş,işsizlikse çığ gibi büyümeye devam ediyor.
Burjuvazi, işten çıkardıkları işçileri,“kriz bittikten sonra  sizleri tekrar  işe  alacağız” ” vaatleriyle kandırıyor. 
Bu dönemde burjuva hükümetleri, merkez bankaları kanalıyla,  batık bankların ve firmaların  “çürük tahvillerini” toplayıp,  borsalardaki hisse senetlerinin  değerlerinin hızlı bir tarzda  düşmesini  engellemeğe çalışıyor ve kısmen  de başarılı oluyor.
Ama  bu politikalar   devamlı gündemde tutulmasına    rağmen, piyasayı yatıştıracak  bir aracın bulanamadığını; Almanya’da yayınlana  meşhur  Spiegel dergisi başta olmak üzere,burjuva basın ve yayın organları açıkça itiraf ediyorlar ve bu işin sorumlusu olarak ta hükümetleri  gösteriyorlar.  
Çünkü, İflasları öneme adına ,batık bankaların ve firmaların  karşılıksız çürük  tahvillerinin devletlerin elinde birikmesi, mevcut devlet borçlarını daha da büyümesini sağlamakta başka bir işe yaramıyor.
Ekonomik krizden nasıl çıkacağız diye çırpına burjuvazi, hale  bu ekonomik krizi de, gelip,  geçici “finans krizi” olarak lanse ediyor ve  “ kriz real –ekonomiye sıçramıyor ,real ekonomide  kriz yok” yalanıyla, işsiz ve çaresiz insanlara  sahte ümitler dağıtıyor.
Ama,burjuva hükümetlerinin “ aldığımız tedbirler sayesinde,  ekonomik krizi  bitirdik ” diye  övünmeye başladıkları dönemde, alına tedbirlerin ekonomik krizin daha da derinleşmesini sağlamaktan başka bir işe yaramadığıysa tüm çıplaklığıyla ortada çıkıyor.
Ekonomik krizi yendiğini iddia eden uluslararası burjuvazi, borçlarının taksitlerini zamanında  ödeyemeyen ve üst,üste, iflaslarını açıklayan devletlerin sayısının artması karşında paniği durduramamanın telaşına düşüyor.
II. emperyalist savaş sonrası kapitalist dünyanın, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda  lider konumuna gelen ABD, ekonomik gücü dayanarak , uluslararası piyasanın  ana reverz para birimi olan  altının yerine doları geçirdi ve tedavüldeki doların  karşılığı olarak  altın stokunun  gösterilmesinden dahi  vazgeçti. .ABD’nin  ekonomik gücü sayesinde dolar,   ana reverz  para birimi  olarak tüm dünya ülkeleri tarafından kabul gördü.  
Doların dünya’nın para birimi haline gelmesini  sağlayan ABD,artık var olan 14 trilyon dolarlık  devlet borçları karşında, borçlarını ödeme zorluğuyla baş,başa olan  ülke durumuna düşmüştür.
ABD’nin  ekonomik itibarını  kayıp etmesi neticesinde , Amerikanın  kredi değerlendirme kuruluşu Standard & Pool’s onun  kredi notunu 3 A’den ,2 A +  düşürdü.
Böylece ABD, 1917 den beri ilk kez dünya ekonomisinin birinci sınıf (birinci class) ekonomik güç olmaktan çıkarıldı ve borçlarını ödemekte zorluk çeken ülke konumuna getirildi,
Doların dünya para birimi olma özelliğini kayıp etmesi, sadece ABD zarar vermiyor; özellikle trilyonlarca doları elinde tutan Çin’de iflas sürüklüyor ve Çin’de başlayan enflasyon oranın artışını körüklüyor.
$ ve €  gibi para birimlerinin altın karşısında durmadan değer kayıp etmesi,ABD deki ekonomik durgunluğun sonucu  olarak ortaya çıktığıysa ,artık inkar edilemiyor.
Bu durum  karşısında, dünya ana rezerve  para birimi olarak işlem gören   doların altın karşında  değerinin düşmesi, onu  kapitalist pazarlarda karşılığı olmayan para birim konumuna itiyor ve bunun doğal sonucu olarak ta enflasyon oranının yükselmesi,, tüm dünya ülkelerinin  gündeminde  yerini alıyor.
Dünya pazarlarında enflasyon oranındaki  artışın ortaya çıkmasından, en fazla zarar görecek olan sabit gelirli, işçilerin ve memurların ve  diğer emekçi kesimlerin olması kaçınılmazdır. İşsizliğin artışına , ücretlerin durmadan düşürülmesine, şimdide yükselen enflasyon oranı ilave edilecek.
Şimdiye kadar burjuva  devletleri,  karşılıksız para basarak,  birden bire enflasyon oranının yükselmesiyle daha da  olumsuz koşulların  ortaya çıkmasından  çekiniyorlardı.
Ama ekonomik durgunluk, karşılıksız para basılmasa da ,dünya pazarlarında  tedavülde  olan, dolar ve Euro’yu, karşılıksız para birimleri  konumuna itiyor ve bu durum  enflasyon oranının artışını körüklüyor.(1) 
Kapitalist ülkelerin devletler topluluğu, devletin harcamalarını karşılamak için, karşılıksız para basıp, enflasyon oranını yükseltme riskini almanın yerine,işçi ve emekçilere,(genele olarak halka) yönelik devlet harcamalarının kısılmasını sağlayan  politikalar  izliyorlardı ve  tasarruf programlarını yürürlüğe  koyuyorlardı. 
Özellikle, memurların ve devlet sektörlerinde çalışan işçilerin  sayısını azaltıyor ve geriye kalanların maaşlarını,ücretlerini  düşürüyor ve bu yola çalışan sabit gelirlilerin  satın alma güçlerini daha da  aşağıya çekiyorlardı.
Son dönemlerde  emekçilerin yoksullaştırılmalarını hedefleyen  ekonomik saldırılar  dahi  yeteri görülmüyor.
1929’larda kapitalist dünyayı kasıp, kavuran enflasyon oranının yükselişi de   yeniden devreye sokuluyor.
ABD’nin “kaderini” yani  kredi notunun  3 A’nın  altına düşürülmesini  Fransa da  baylaşmak üzere.Fransa’nın en önemli uluslararası Banklarına,  uzak doğu ülke bankalarının güven duymadıklarının  açıklaması, Avrupa burjuvazisini oldukça tedirgin etti. Hemen, böyle bir durumu söz konusu değil denilerek , borsalardaki yatırımcıların telaşa kapılmaları sözde  engellendi  ve  paniğe meydan verilmedi!.
Ama Fransa’nın da borçlarını ödemekte zorluk çeken AB ülkelerinin, içine katılmasının an meselesi olduğuysa gizlenemiyor.
Dünya  ve Avrupa   borsalarındaki işlemler, ekonomik krizin daha da derinleş sürecine girdiğine dair  işaretlerin ortaya çıkması karşısında, İtalya ve İspanya hükümetlerinin,  kısa dönemli borsa işlemleri  durdurarak, ekonomik krizi ört bas etmeye çalışmalarıysa ayrı bir komedidir.
Almanya’nın önde gelen ekonomistlerden ve Merkel hükümetinin  ekonomik  uzmanlarının danışma kurulu  olarak faaliyet gösteren Freiburger Walter enstitüsünün müdürü Profesör  Lars Feld,Süddeutsche  Zeitgung  gazetesine  “kriz sonbaharda geriye geliyor” diye açıkça beyanatta bulunmaktan kaçınamıyor.
Oysa Merkel hükümeti, “Almanya, ekonomik krizde çıktı” diye yaygara koparıp duruyordu.
Bugün ekonomik krizden bahsetmeyen hemen, hemen hiç kimsenin kalmadığını ileri sürmenin  abartılı bir tespit olmadığı açıktır.
Ancak sorun, ekonomik krizinin ,kapitalizm zor durumda bırakacak ve onun ortadan kaldırılmasının zeminin oluşturacak ; siyasi krize dönüşüp, dönüşmeyeceğinde  düğümleniyor.(2)
Burjuvazi, bugünkü koşullarda,ekonomik krizin,siyasi krize, yani proletaryanın iktidar mücadelesine dönüşemeyeceğinden çok emin!. Bunun içinde,  şiddetlene kapitalist  sömürüye karşı kendiliğinde ortaya çıkan işsizlerin ve açların isyanını,  kendi sınıfsal çıkarlarına  göre yönlendiriyor. “Kendinin fare ile oynadığı” gibi  kendiliğinden sömürüye karşı isyan edenlerle oynuyor.
Kuzey Afrika ve orta –doğudaki isyan edenlerden yanaymışçasına  hareket  ederek,(diktatörlüklere karşı olma adı altında,) isyanların ortaya çıkmasına  gerçekten neden olan kapitalizmin hedef alınmamsı için  yoğun çapa harcıyor. İsyan edenler, burjuvazinin sahte diktatörlüklere karşı olma numaralarına kanmayıp, mücadelelerine devam ettiklerinde de yine devletin zorbalığının devreye girmesini  destekleniyor.
Kuzey Afrika’da başlayan isyanların, kaçınılmaz olarak Avrupa ülkelerini etkileyeceği belliydi.
Nitekim, İspanya’daki %45,7    oranda  işsiz olan gençler, İspanya çapında harekete geçip, meydanları işgal ettiler. “ Demokrasi aşığı” burjuvazi, zaman geçirmeden devletini, hak arayan gençlerin üstüne sürdü ve polisin zorbalığıyla  meydanlara toplana gençlik toplulukları  dağıtıldı.
İşçileri ve emekçileri iliğine kadar sömürecek,ama hiç kimse bu zulüm’e karşı çıkmayacak!, burjuvazi bunu istiyor.
Artık Avrupa  burjuvazisi,( bir dönem  olduğu gibi) kapitalizme karşı baş kaldıranların yükselen  mücadelesini sadece devleti güçlerine dayanarak bastırmakla yetinmeyeceğini, Norveç’te “solcu gençleri” acımasızca kurşuna dize neo-Nazi’nin eylemiyle de  gösteriyor.
Neo-Naziler şimdiye kadar  esasa olarak  yabancı işçilere saldırarak hedef şaşırtmaya  çalışıyorlardı. Artık,Yoğunlaşan kapitalist sömürüye karşı işçi ve emekçilerin mücadelesinin gelişmesinde kitlelere yol göstermeğe çalışan “solcularda” neo-Nazilerin saldırılarıyla karşı,karşıyadır.
Norveç’teki neo-Nazi’   saldırısının arkasında kimler var diye araştırmaya  girişilmedi ve olay oldu, bittiğe getirildi.
Oysa, Avrupa’nın her tarafında neo-Nazi’ler özelikle  “solcu gençlere” karşı  aralıksız saldırılar düzenliyorlar.
Bu arada, kapitalist sisteme  başkaldıranlara  karşı mücadele etmede (her dönem) aktif rol oynayan Katolik Kilisesi yine devrede.
İşsizliğe karşı isyan edene gençlerin  Avrupa’da en kitlesel eyleminin ortaya çıktığı yer olan İspanya’da, Katolik Kilisesi,  “dünya gençlik festivali” düzenliyor ve Papa’da, bu festivale katıldı ve  gençleri, biline dinsel ninnilerle uyutup, kapitalist sömürüye karşı çıkmanın “günah  olduğunu” gösterdi.
Gençlerin  yoğun  protestoyla karşılaşan Papa,”bildiğini okudu” ve gençleri  sömürüye boyun eğmeğe  çağırmaktan vazgeçmedi.
Katolik Kilisesinin İspanya’daki iç savaşta, faşist Franco’la birlikte, “komünizme karşı” kutsal savaşta yer aldığı, hale  hafızalar da tazeliğini koruyor.
Ekonomik krizinin, siyasi krize dönüşmemesi için burjuvazi, şimdiden tüm “anti-komünist” silahlarını devreye  sokmakta zaman kayıp etmiyor. O yine faşizme sermayenin koruyucusu  olma görevini veriyor.
 Aynı günlerde, Rusya’da,  burjuvazinin sadık uşağı Gorbatschow karşı, iktidarı kayıp eden  Sovyet revizyonistlerinin son çırpınışlarının eseri olan  darbe girişiminin yıl dönümü de sosyalizmi karalama kampanyası yine başlatıldı. 
Revizyonist burjuva diktatörlükleri,”komünist diktatörlük” diye lanse edilerek,Rusya’daki  kapitalizmin  zengin, yoksul ayrımını korkunç boyutlara çıkardığı gizlenmeğe çalışılıyor!
Ama  ne yaparlarsa yapsınlar,Rusya’nın  sokaklarında  10 binlerce çocuğun  yaşadığı, açlıkla boğuştukları ört, bas edilemiyor.
Çarlık dönemindeki gibi bir avuç Rus burjuvazisi lüks içinde yaşarlarken, milyonlarca insan yoksulluğu pençesinde kıvranıyor.
Bu gerçekler fark edilmesinin diye durmadan, burjuva demokrasine methiyeler düzülüyor.
Bu tantanalı törenleri düzenleyen burjuvazinin tek amacı,  yoksulluğun girdabında yaşam mücadelesi verenlerin sosyalizm yenide kurtuluş ümit olarak görmeleri engellemektir.  
İngiltere’deki gençliğin kapitalist sisteme karşı  duyduğu kin ve öfkeyle kendiliğinde ayaklanmasının Almanya’ya sıçrayacağı korkusuyla kıvranan  gericiler, hemen yine DDR’i karalama kampanyasını yenilediler.
Sosyalizm adı verdikleri devlet kapitalizmin ve revizyonist DDR iktidarın;sosyalizm ve “komünist diktatörlük” diye lanse etmeye devam ettiler. 
Revizyonistlerin inşa ediği Berlin duvarın yıl dönümünün  bahanesinin arkasına gizlenerek, her gecen gün işçi ve emekçilerin mücadelesinin ezmek için yenide donatılan burjuvazinin demokratik diktatörlüklerine  övgüler düzmeler, saldırganlaşa  burjuva demokratik rejimlerin varlığı  karşında artık bir işe yaramıyor.
DDR karalama  kampanyaların hiç bir şekilde  durdurulmasının  tek nedeni, sabahtan, akşama kadar “lanetledikleri” revizyonist DDR dönemine  dahi   doğu Almanyalıların  duydukları özlemlerin bir türlü bitmek bilmemesidir.
Bir yanda , burjuva demokrasinin militarist güçleri,  emekçi kitlelerin baş kaldırırlarını anında bastırmaları  için  yeniden organize ediliyor , diğer yandansa  “demokrasi” nutuklarının ardı arkası kesilmiyor!.
Burjuvazi, bu numaralarıyla  herkesi uyuttuğunu  zannediyor ama, kapitalizm onu hevesinin kursağında bırakıyor,çünkü kapitalizm, açlıktan, çaresizlikten, zulümden başka bir şey üretmiyor.              
                   İngiltere’deki isyan’ın değerlendirilmesi.    
 
İngiltere’de,  kapitalist sisteme ve onun yarattığı ( ve de hiç kimsenin inkar edemediği) zengin, yoksul ayrımının korkunç  boyutlara  çıkmasına  isyan eden gençlerin mücadelesi Avrupa’yı derinden sarstı.
Bugün AB bağlı ülkelerde gençlerin % 20’i işsiz durumda, bu işsiz gençlerin  başında %45,7 oranıyla İspanya geliyor. Almanya ve Avusturya gibi işsiz gençlerin oranı düşük gösteren ülkelerde ise genç işçilerin  büyük çoğunluğu, işçi kiralayan firmalar tarafından en düşük ücretlerle  fabrika patronlarına veya işverenlere kiralanıyor. Bu işçilerin tabi olduğu çalışma statüsü; istendiği zaman işten atılmalarına, günlük  8 saat’in üstünde çalışmak zorunda bırakılmalarına, sendikasız, greve  ve toplu sözleşme haklarından yoksun olmalarına   göre tanzim edilmiştir.
Burjuvazinin izlediği ekonomik-politika sonucu, genç işçilerin istihdam edilememelerinin nedeni; bürokrat-burjuva sendikaların, giderek sayıları  azalan, yüksek ücretlerle ve sosyal-devlet döneminden elde edilen hakların çoğunu kayıp etmeden çalıştırılan aristokrat işçilerin örgütleri haline gelmelerinden dolayıdır.
Burjuvazi,bu  bürokrat sendikalarla tam işbirliği içinde hareket ediyor. Bu sayede giderek güçlenen  ucuz iş gücü piyasası oluşturuluyor.  Ve yine burjuvazi  işçi sınıfını, bir yandan  kiralık firmalar ait  işçiler, diğer yanda süresiz  çalışma haklarına  sahip   kadrolu ve  sendikalı   işçiler şekillinde de  bölünmeyle  baş,başa bırakmıştır.
Bu temeldeki ayrışma aynı zaman da sendikalı ve sendikasız işçi ayrımına da tekabül ediyor.
Burjuvazi, sosyalizmin var olduğu koşullarda işçi çıkarmalarını zorlaştıran yasaları kabul  etmek zorunda kalmıştı.
Fakat,bürokrat sendikalardan gördüğü yardımlar sayesinde  yeni ucuz iş-gücü piyasası oluşturduğu   ve onlarla anti-komünizm ve  kapitalizm savunma temelinde kurduğu  ittifakı  henüz bozmak istemediği için, neo –liberal dönemde bile işçi çıkarmaları  serbest bırakacak   yasaları yürürlüğe koymada acele etmiyor.
 İşsizliğin  baskı altında süreli çalıştırılan ve işçi kiralayan firmalara ait olan işçilerin   azınlık bir kesiminin   kadrolu  işçi statüsüne  girmelerinin  karşılığıysa,daha düşük ücretlerle çalışmaya razı olmalarıdır.
Ama yeni istihdam edecekleri  işçilerin çoğunluğunu  işçi kiralayan firmalardan temin edildiği için,Patronlar işçiyle, iş ilişkisi içine girmiyor ve  işçilerle her hangi bir  iş sözleşmesi  yapmıyor. İşçiyle iş sözleşme yapan, işçi kiralayan firmalardır. Bunun için işten atılan bir işçilerle,  onu  çalıştıran fabrika  patronlarla arasında  her hangi bir ihtilafını ortaya çıkması da  söz konusu olamıyor. 
Bu durumda olanlar işçilerin  büyük bir kesimini, iş piyasasına yeni  giren genç işçiler oluşturuyor.
Gençlerin çoğunluğunun, burjuvazinin ucuz işgücü “deposu” olmasına   rağmen, yine  istihdam edilmeleri  mümkün olamıyor.  
Bir yanda  kiralık firmalara bağı  olan işçilerin,seneyi çoğunlukla   işsiz olarak tamamlamaları  ve   diğer yandan genç oldukları hale hiç bir yerde iş bulamayan gençlerin var olması,işsiz gençlerin sayısını  büyük boyutlara çıkarıyor.
Ve tüm bunlardan dolayı ve kapitalizmin ekonomik krizin en fazla etkilenen toplumsa kesimi oluşturmaları,  işsiz gençlerin baş kaldırmaya itiyor.
Fakat, burjuvazinin karlarında bay alan sendikalı işçilerse, sendika bürokratlarının da  etkisiyle, sessiz kalmayı, genç  issizlerle  mücadele  birliği kurmamayı tercih ediyorlar ve  böylece burjuvazinin karşısına güçlü işçi sınıfı hareketi çıkamıyor.
Gerek İspanya’da,gerekse Fransa ve İngiltere’de isyan eden gençlerin mücadelesi,kadrolu işçilerin örgütü sendikalar tarafından desteklenmediği için, burjuvazi tarafında “haksız ve başı bozuk yığınların eylemi” olarak tanımlanıyor  ve  mücadeleleri   polisin acımasız saldırısı sonucu bastırılıyor.
Özellikle  İngiliz burjuvazisi,  1850 den itibaren kapitalist dünyayı  en güçlü tarzda   sömüren ülkenin sahip   olmanın avantajıyla, ülkesindeki çalışanlara sömürüsünden verdiği  baylarla, güçlü bir  aristokrat işçi tabakası yaratmış ve toplumdaki sınıf farklıklarını belirgin bir şekilde ortaya çıkmasını önlemişti. Bu durum neo-liberal döneme girişi takip eden Sovyetlerin dağılmasına kadar  sürdü.
Özellikle, Sovyetlerin dağılmasından  itibaren İngiliz burjuvazisi, “vahşi- kapitalizm” denilen dönemi tekrar diriltti. Bu diriltmenin baş aktörlüğünü de, “kapitalizmde  toplumsal eşitlik mümkündür” sloganıyla sosyal-devletin savunucusu  “meşhur” İngiliz işçi partisi yaptı.
Bugün Muhafazakar partinin başkanı olan,İngiliz başbakan hariç, son günlere İngiltere’de ortaya çıkan gençlik eylemlerinin, toplumdaki sınıf farklılıkların belirgin bir hale gelmesinin  doğal sonucu olduğunu kabul ediyor.
Cambridge üniversitesinin tanımış  felsefe profesörü  Raymont Geuss, Almanya’nın ARD  TV ‘ine  İngiltere’deki son olaylarla ilgili  görüşlerini açıkladığında, İngiltere’nin nasıl sınıfsal temelde ayrıştığını izah etmekten kendini alıkoyamıyor. Örneği Londra’da  bir yandan siyahlar ve Asyalılar başta olmak üzere yoksulların yaşadığı  semtler, diğer yandan çoğunluğunu beyazların oluşturduğu, Villalarla dolu semtlere yaşayan  zenginler şekillindeki  bölünmüşlük, İngiltere’nin  büyük şehirlerinin temel özelliğini belirliyor.
Ama, BBC başta  olmak üzere, burjuva basın-yayın organları bu gerçeği gizlemek için yoğun propaganda yürütüyorlar  ve isyancı gençleri, “başı bozuk yağmacı sürüler” diye karalıyorlar.
Bu şekilde hareket edene Avrupa’nın  burjuva basın-yayın organları,İngiltere’nin  bugünkü toplumsal gerçeğini göz ardı edebileceklerini  zannettiler .Oysa, aç ve yoksul isyancıların bilinçsizce ve sadece yoksulluklarına duydukları öfkeyle yağmacılığa kalkışmalarından doğal hiç bir şey olamaz.
Tüm bu olayların esas nedeni,İngiltere’de, kapitalizmin yeniden dirilttiği sınıf farklıklarının ve sömürünün korkunç boyutlara çıkmasıdır.
Sınıf farklıklarının büyümesinin  ve giderek artan yoksulluğun,sosyal  patlamalara neden olacağını çok önceden tespit eden, İngiliz başbakan David Cameron, polisinin silahlandırılmasını gündemine almıştı.
İngiliz burjuvazisi ve özellikle aristokrat işçi  tabakasını siyasi ve ideolojik  örgüt olan İşçi partisi,Marksistlerin, devletin emeği gaspını sağlayan  şiddet örgüt olduğunu açıklayan  görüşlerini etkisi hale getirme,özellikle Lenin’in  burjuva demokrasisi bir diktatörlük biçimi olduğunu ispat eden  tezini “çürütme”  adına ve sözde   devletin toplumu koordine eden  bir organ olduğunu kanıtlama amacıyla,polisin silah taşıması  yasaklanmıştı!.
Bir yanda silahlı  profesyonel orduyu besleyecek, bu orduya dayanarak, dünyayı sömürge alanına dönüştürecek ve  emperyalist  dünya pazarlarını yeniden baylaşım savaşlarının   baş aktörü olacak !,diğer yandan, polisini silah taşımasını yasaklayarak, devletin  toplumu organize eden örgüt olduğu ispat edilecek!.
Şimdiyse, İngiliz burjuvazisi,bu yalanı daha fazla sürdürmenin gereksizliğine karar vererek, polisin devamlı silah taşımasını yasallaştırmaya çalışıyor.
David Cameron, giderek daha da gelişeceği belli olan toplusal patlamaların karşına polisin silahlandırmasına  ihtiyaç duydukların  gizlemek için “çetelere karşı savaş” çığırtkanlıyla  yoksullara karşı savaş açıyor.
Şimdi,“Silahsız İngiliz polis “ bu eylemlerde 5 kişiyi öldürdü, peki silahlı olsaydı kaç kişiyi öldürecekti!
Başbakan David  Cameron, göre olaylar,  kapitalist sistemin doğal sonucu olan toplumun hızlı bir  tarza yoksullaşma sürecine girmesi sonucunda  değil, toplum otoritesinin bozulmasından dolayı patlak vermiş!. Bu tezini kanıtlamak,yoksullaşan İngiliz toplumunun gerçeğini ört,bas etmek için, “çetelere” karşı mücadele başlatıyor.!
Oysa  yoksul semtlerde türeyen “çete” diye nitelendirdikleri, işsiz gençlerin bazı kriminal  olaylara bulaşmalarının nedenini belirleyen de , kapitalizmin orman kanunundur.
Sömürünü  olduğu yerde, devletin zorbalığının dışında ve bu  zorbalığı bir uzantısı olan, kriminal olayların ortaya çıkması ve bu  olaylar  için örgütlenmeler  kaçınılmazdır.
Ama İngiltere’nin  başbakanı,120 bin olarak  tespit ettikleri yoksul ailelere  ,maddi yardımda  bulundum,yoksul ailelerin çocuklarının  çetelere katılmalarını öneyecekmiş !.
 Başbakan David’e göre,İngiltere’deki son olaylar, “İngiliz  toplumun” uyandırmış. Baş bozukluk, otoritesiz bir “topluma dönüşme” açığa çıkmış!.
Burjuvazi, lafa geldiğinde otoriter rejimlere karşı olduğun dilinde düşürmüyor,ama toplumu üstündeki zorbalığın zedelendiğini görür, görmez,  toplumu “raptı zaptı” altına almada vakit kayıp etmiyor ve “ataerkil toplum kurarlarını ” tekrar güçlü bir tarzda diriltilmesi için çağrı çıkarıyor.
Babam otoritesinin ortadan kaktığından yakına burjuva başbakan, “babasız ” (yani baba otoritesinden mahrum  ) çocukların  çeteleştiğini öne sürüyor. “Babasız çocuklar, disiplinsiz okullar, ” ve bunları kanıksayan ve  sesiz kalan “egoist ve sorumsuz “ bir toplum  oluşması” olayların  çıkmasının esas nedenleriymiş.!
Zenginlerin oturdukları semtlere, büyük alış-veriş merkezlerine  saldırı olmadığı  için, zengin, fakir ayrımının var oluşu, olayların ortaya çıkmasının tahrik unsurunu teşkil etmiyormuş!.  Yoksul kitlelerin yürüyüşleri, parlamentoya doğru yönelmediği  için de  olayların hiç bir siyasi hedefi yokmuş!. Ve yine zengin beyazların yaşadığı semtlere yönelik  saldırılar olmadığı  içinde,  olaylar  ırkçı özellik taşımıyormuş!.
Oysa ırkçılığın esas göstergesi, siyahların ve Asyalıların yaşadıkları yerlere yönelik polisinin durmayan saldırılarıdır. Polisini saldırısı için yeterli neden, siyah ve Asyalı olmadır. İngilizlerin  saldırgan başbakanı, bunları ırkçılık olarak nitelendirmediği gibi,doğal karşılıyor. Zengin beyazlara saldırı oldu mu,ancak o zaman   ırkçılık  oluyor!.
Olaylar siyahların ve Asyalıların bulunduğu semtlere cereyan ettiği ve yağmalanan mağazalar siyahlara ve Asyalılara ait  olduğunu için , olayları “kendi,kendilerine zarar veren” eylem diye adlandıra biliyor. (3)
İngiltere’de gençlerin  %19,6 işsiz durumda. Ve bu işsiz gençlerin büyük çoğunluğunu siyahlar ve Asyalılar oluşturuyor.
Olayların ilk patlak verdiği Londra’nın  kuzey  Tottenham semtti,10 binin üstündeki genç işsizi barındırıyormuş.
Bu semtin Northumberland denilen yeri,, Avrupa’nın en fakir bölgesi olmakla ünlenmiş. Buna rağmen  muhafazakar partinin hükümetinin yürürlüğe koyduğu “tasarruf programın” gereği olarak,  belediye  bu yoksul semtlere  yönelik harcamalarından 41 milyonun kesmiş. Olayların çıkmasına neden olan  polisin kurşuna dizdiği gençte bu bölgede yaşıyormuş. Ve bu bölgedeki yoksullaşma 1985 den beri  huzursuzluğu geliştiğini herkes tarafında gözetlene biliniyormuş.
Bölgedeki huzursuzluğu kaynağının, yoksulluklarına karşına duyulan öfkenin olduğu polis dahi biliyormuş. Ve yine bu semtteki gençlerin %54 işsiz oldukları bilindiği halede belediye, 13 sayıda olan gençlik evlerinin 8 tanesini kapatmış.
Burjuvazi, bir taraftan insanları yoksulaştırıyor, bunu dahi yeterli görmüyor, daha da yoksullaşmaları için var olan ekonomik ve sosyal hakların elinde alıyor , arkasından da yağma ve  artan kriminal olaylarının ortaya çıkması  bahane edilerek , kapitalizmin pislikleri ört,bas edilmeğe çalışılıyor.
Burjuvazi bir yanda da,ekonomik ve siyasi saldırıların sürdüre bilmek için ırkçılığa dört ele sarılıyor.  Bunun için siyahları ve Asyalıları hedef gösteriyor.
  
            Ekonomik krizin siyasi krize dönüşememesinin nedenleri.
Kuzey Afrika ve orta doğuda olduğu gibi,, İngiltere’de ki yoksulların isyanının esas hedefinde   kapitalist sistem olduğu halde, ne yazık ki  kendiliğinden ortaya çıkan isyanların geri bilincin etkisi altın  olması, burjuvaziye geniş manevra alanı bırakıyor.
Kuzey Afrika ve orta-doğuda patlak veren isyanları, “burjuva demokrasisi” ninnisiyle uyutup, kabahati diktatörlerin üzerine atarak, kapitalizm “suçsuz” gösteriliyor.
Avrupa’daysa,var olan  burjuva demokrasinin toplumsal patlamaların önüne geçemediğini görülerek, ırkçılıkla, din ve mezhep farklılıklarının istismarıyla,yoksullaşan emekçiler birbirlerine düşürülüp,bölünüyor.
Yoksullaşanların, ekonomik krize karşı  yükselen  mücadelelerinin hedefinde  kapitalist sistemin yer almaması için, hükümette veya muhalefette olan  burjuva partilerin yürüttüğü propagandaların ve  izledikleri  taktiklerin mücadeleyi yatıştırmada  kafi derecede  etkisinin olmadığının anlaşılmasıyla,bu seferde “ emekçilerin dostu” bozlarına giren,  “sol” görünümlü, bürokratik sendikalar ve onlarla aynı politik görüşleri ve taktikleri izleyen partiler  veya siyasi gruplar devreye giriyor.
 Bu “solcu” geçine reformistler,kapitalizm “yaşatmayı” amaçlayan reformcu talepleri gündeme taşıyarak,yoksullaşmalarının  kızgınlığıyla ayağa kalkan  işçileri,işsizleri ve emekçileri  yatıştırmayı baş görev ediniyorlar.
Özellikle  bu dönem de Avrupa’da  kitleleri yatıştırmak için, reformcu içerikli  politik taktiklerle hareket edenlerin  başını  Trockist partiler ve gruplar  çekiyor.
Lafta, Marksizm’in temel  görüşlerini  savunmada, bunların  “üstüne kimse yok”,ama iş  pratik mücadelenin şiddetlenmesine gelindiğinde, hemen mücadeleyi yatıştırmayı kendileri için vazgeçilmez görev addediyorlar.  
Trockistler, Fransa’daki  emekli yaşının yükseltilmesi karşında mücadeleyi  girenleri pasifize   etmeyi amaçlayan  taktiklerinin aynısını, İngiltere’deki  son olaylar da izlediler ve   hemen “itfaiyeci” görevlerini yerine getirmede vakit kayıp etmediler.
Olayların daha büyütülmesi için,  işçilerin de bu mücadeleye katılmalarını sağlamanın yerine, isyan edenleri  nasıl yatıştırırız anlayışıyla harekete geçtiler.
İngiltere’de, İngiliz işçi partinsin kuyruğuna takılan ama, aynı zamanda   hatırı sayılır siyasi ve örgütlü güç olan, Trockist  “sosyalist parti”;“bizi 2010 dan beri bu bölgede huzursuzluğun geliştiği konusun da herkesi uyarmıştık” laflarıyla   gerçek  niyetlerini  açığa vuruyor ve  buna ilave olarak  da  biline reformist görüşleriyle “siyaset sahnesinde ” yerlerini alıyorlardı.
 Trockist  “sosyalist parti”,sanki sorunun ana unsurunu, olayların çıkmasının kıvılcımı olan ölüm olayında  ,polisin mi, yoksa öldürülenin yakınlarını mı doğru söylediğinin tespiti teşkil ediyormuş gibi,, sendikaların da  içinde yer alacağı  bir “tarafsız  komisyonun kurulmasını ve olayın araştırılmasını  istiyor!.
Buna ilave olarak, hemen issiz gençlerin oyalandıkları yerler olan,  ama   kapatılan, gençlik  evlerinin hemen açılmasını, genç işsizlere hemen çıraklık yerlerinin   bulunması  ve meslek öğrenimlerinin  ve çalışmalarının sağlanması hükümetten, (olayların yatıştırılması için) talep ediyorlardı.
Trockist “sosyalist  partinin” de esas olarak  gizlemeğe çalıştığı, kapitalizm zorunlu olarak işsizler ordusu yarattığını  gerçeğinin yanı sıra, aşırı üretim  krizinin kapitalist toplumları kasıp,kavurduğu,, üretimi durdurduğu ,çalışanların işine son verdiği ve işsizliği çığ gibi büyüdüğü bir dönemde, hükümetin yeni iş yerleri açabileceği yalanıyla sahte ümit “dağıtmasıydı”.
Ama  Yeni iş yerlerinin açılmasının daha kolay yolu olan  haftalık iş saat’lerinin  sürelerinin kısaltılmasını istemekse akıllarını ucundan geçmiyordu ama sosyalist bir ekonomik sistemin kurulması, burjuva militarist devletini varlığı koşullarında  mümkünmüş gibi propagandalarla  “göz boyamaya” faaliyetlerine  devam ediyorlardı.
Oysa, siyasi devrimle , burjuvazinin devleti parçalanıp, dağıtılmadan, proletaryanın demokratik diktatörlüğü kurulmadan, sosyalist bir ekonominin inşa  edilmesinin mümkün olmadığını açıktır.
Ama Trockistler,,”sosyalist ekonominin”  burjuva demokrasine  dayanarak inşa edilebileceği iddiasını sürdürmekte ısrarlılar.
Trockistlerin   gündeminde hiç bir zaman devrim diye bir sorun yer almadı. Bunun içinde dünyanın tüm ülkelerinde, güçlü siyasi  bir hareketler olma  konumuna erişemediler.  Hep  aynen “Stalinist” geçine reformistler  gibi ,devrimin zorunluluğu inkar ettiler ve şiddetin her türüne karşı  olmakla övündüler ve övünmeye devam ediyorlar.
Bugün kapitalizm yoğunlaşan sömürüsü ve her gün daha da derinleşen krizi karşında,Şili’den uzak –doğu ülkelerine, Hindistan’a,  İsrail’de için alan orta-doğu ülkelerine, Kuzey Afrika ve Güney Afrika devletinde  ve de Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerine doğru  yayılan emekçilerin ve işçilerin başkaldırısı, kapitalizmin dünya’dan silinmesinin zeminin hazırladığı halde, bu mücadele sosyalist devrim amacına tabi olarak henüz gelişemiyor. 
Bunun başında gelen nedeni, Sovyet revizyonizminin çökmesinin yarattığı tahribattır.
Bu tahribatın giderilmesinin baş engeli, burjuvazinin isyan eden kitlelerin karşısına sosyalizmin bir ümit olarak tekrar çıkmasını önleyen yoğun propagandasını yanı sıra,Kruşcevçi  revizyonizmin kalıntılarının, Trocksist parti ve grupların, kapitalizmi yaşatmak için, reformları amaç edine ve devrimin zorunluluğunu inkar eden, siyasi,ideolojik ve örgütsel faaliyetleridir.
Ama  dünyayı sarana  ve burjuvaziyi tedirgin eden ,yoksulluklarına ve yoksullaşmalarına karşı başkaldıran  sömürülenler, eninde, sonunda kendilerine  gerçek kurtuluş yolunu gösteren düşüncenin  sadece  Marksizm’in –Leninizm’in olduğunu  fark edecekler.
Çünkü gelişen  bu mücadele,, Marksizm-Leninizm   yeniden sınıf mücadelesine etkin güç olmasının  zeminini hazırlıyor.
Dolayısıyla, sömürülenler, her gecen gün yoksulluğa ve açlığa mahkum edilmelerinin ortadan kalması için sınıfsal kurtuluşlarını istiyorlar ve bunun arayışı içindeler.
    Bugün  kapitalizme karşı  emekçi kitlelerin mücadelesini geliştirecek    
                                         yöntemlerimiz.
Bugünün koşullarında, burjuva devletlerin en zor durumda bırakan, dünyanın dört bir tarafında işsizliklerine, açlıklarına, çaresizliklerine karşı isyan eden emekçi sınıflara mensup  gençlere yol gösterme ve onları   sınıf mücadelesinin keskinleştirilmesi için örgütleme  Marksist-Leninistlerin esas görevi olmalıdır.
Burjuva devletleri, isyan eden gençleri nasıl yatıştıracağının çaresizliğiyle kıvranıp, duruyor. Ya,işsiz gençlere  iş yeri bulamıyor, yada en düşük ücretlerle çalışmaya mahkum ediyor.
Toplumun en dinamik kesimini teşkil eden, işsiz ve düşük ücretlerle karın dokuluğuna çalıştırılan gençler, Marksist- Leninistler için  örgütlenerek, sosyalizm mücadelesine kazanılacak toplumsal grupların  başında geliyor.
Bu gençler için acil taleplerin başında, işçi kiralayan  firmaların,kapatılması, AB bağlı ülkelerin tümünde, asgari ücretin 10 € olması, haftalık çalışma saatlerini 30 saat’le sınırlandırılması ve her koşulda işçi çıkarmaların yasaklanması.
“Zarar ediyorum veya ekonomik kriz var” gerekçeleriyle işçi çıkaran fabrikalar, işçi komiteleri tarafından el koyulup, işletilmeli.
Burjuvazinin, üretimin işleyişinde ve  ürünlerin ortaya çıkmasında,en küçük bir katkısı yoktur.
Tüm fabrikalar, üretim aracı olan makineler, işçilerin emeği olduğu halde burjuvazi bunlara el koymuştur ve işçinin emeğini, işçinin sömürülmesinin aracına dönüştürmüştür.
Burjuvaziyi üretim araçların mülkiyetinde arındırmak, işçinin kendi emeğe sahip çıkmasından başka bir şey ifade etmez.
Bunun yanı sıra, kapitalizm koşullarında işçiler tarafından işletilen ve kar için üretilmeyen mallar satışı,çalışanların işsiz kalmasının koşullarını ortadan kaldırır  ve burjuvazinin daha az işçi çalıştırarak, daha fazla kar elde etme faaliyetine son verilir ve işsiz olanlara iş yerleri  açılmış olunur.
Devletlerin, bankalara olan tüm borçları iptal edilmeli.Bankalar, borç olarak  verdikleri ana  paraların çok üzerinde faiz almışlardır. Alacaklı olan,Bankalar değil , “borçlu” gösterilenlerdir.
Bankaların  alacaklarını iptal edilmesi, burjuva devletlerinin bankaların alacakların ödemek için,  işçi ve emekçi sınıfların daha da yoksullaşmaların sağlayan tasarruf  programlarının ortada kaldırılmasını sağlayacak ve memurların, devletin çalıştırdığı, işçilerin işlerine son vermeği  önleyecektir.
Burjuvaların , özellikle, banka ve kurumların vergileri vakit geçirmeden yükseltilmelidir.
Tekelci kapitalizmin can damarı olan bankalardır ve burjuva hükümetlerinin izledikleri ekonomik-politikalara yön veren esas müesses  büyük bankalardır.
Ve de tekelci kapitalizm döneminde bankalar,  işçi ve emekçilerin sömürülmesinin sağlayan en önemli araçtır.
Bunun için işçi ve emekçilerin mücadelesinin baş hedefinde tekelci sermayenin temel kurumu bankalar  yer almalı. 
Bankaları çökertmek, tekelci kapitalizme vurulacak en temel darbedir.
Sendikaların izlediği politikaları günü,gününe izlemek, onların amaçların kapitalizm savunmak olduğunu  teşhir etmek  zorunludur.
Sendikaların izledikleri politikalara karşı, devrimci sendikal muhalefeti oluşturarak, işçiler içinde  siyasi,ideolojik ve örgütsel olarak güçlenme faaliyetlerimizde,hiç   bir  fırsat kaçırılmamalı.
Tabii sendikaların politikaların destekleyen ve aynı propaganda ,ajitasyon faaliyeti yürüten “işçi sınıfını çıkarın savunur” bozlar takınan,  her türden reformistlere karşı günlük ideolojik mücadeleyi yoğunlaştırmak, en önemli görevlerimizden bir olmalı.
  

 ----------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Bu durumdan en fazla etkilenecek devletlerin içinde  “ kapitalist dünyanın yeni lideri” diye pohpohlana Çin geliyor. Ucuz iş-gücü sayesinde ve özelikle ferdi tüketim maddelerin üretim alanında, dünya pazarların da etkin ekonomik güç haline gelen ve elinde trilyonlarca dolar toplayan Çin, doların altın karşısında  değerini kayıp etmesinden en büyük zarar görmen ülke olması  kaçınılmazdır.
Zaten şimdiden  Çin’de  enflasyonunun yükselmesinin önüne geçilemiyor. Çin’den gelen haberler, bir yandan ekonominin durgunluğun derinleştiği ve diğer yandan, enflasyonu oranının yükselmeğe başladığına dairdir.
Emperyalist-kapitalist sistemin şiddetlene krizi  karşısında  sosyalizm gündeme gelmesinden öcü gibi korkan revizyonist ve reformist kesimler, özelikle,ABD ve AB gibi emperyalist-kapitalist mihraklara karşı, Çin’i, Rusya’yı alternatif güçler olarak öne sürerek, sözde “anti-emperyalistlik” taslıyorlar.
Evrensel gazetesi gibileri, İran’ın mollalarını, Çin’i ,   Saddam’ın  yerine geçirdikleri Kaddafi’yi,  “anti-emperyalist” güçlerin merkezleri göstermekten  bıkmıyorlar. 
Her dönemde gericiler arası çelişkiye bel bağlamayı ve 3 dünya görüşlerinin yılmaz savunuculuğunu hiç kimseye kaptırmayanlar, Çin’i ” anti-emperyalist güç”  olarak göstermeleri yadırganmaz ki.!
(2) Evrensel gazetesinin baş yazarı da artık (istemese de) kapitalist ekonominin krizden bahsediyor!,ama krizden çıkmanın çaresini,  kapitalist sisteme zarar vermeyecek talepler için mücadelede  aranmasını  konusundaki ısrarlınıysa sürdürmeğe devam ediyor. Türkiye işçi sınıfını %5 oranındaki  kesimin  örgütlerinin yöneticileri  olan bürokrat burjuva sendikacıları, kriz karşıda saldırıya geçecek patronlara ve hükümetin politikalarına karşı uyanık olmaya çağırıyor!. Dilinde düşürmediği tek lafsa;krizin yükünün emekçilerin ve işçilerin sırtına bindirileceğidir. İşçilerin var olan hakları ortadan kaldırılacak!, işsizlik paralarıyla biriken fonlar patronlara verilecek, ama bunlara karşı mücadele edelim,deyip durmayı alışkanlık haline getirmiş.
Sanki ekonomik krizinin yükü, işçi ve emekçilerin sırtına binmemiş gibi, durmadan “bindirilecek krizin yükünden” deme vurup, duruyor.
Ama “dilinin altında sakladığı baklaysa”, ekonomik krizin  siyasi krize dönüşmesinin önlenmesi isteğidir.     
(3) İngiliz başbakanın bu komik iddiaları öne  sürmesinin tek nedeni,İngiliz  muhafazakar partisinin  hükümete  geldikten sonra , hemen  devletin borçların işçi ve emekçilerin sırtına bindirmek için yoğun bir ekonomik saldırıya geçtiğini ört,bas etmek istemesinden dolayıdır.
İlk önce üniversite harçların büyük oranda  arttırarak, üniversite öğrenimin yoksul ailelerin çocukların kapattı, arkasından devlet memurların sayısını yarı, yarıya azaltarak, işsizliği daha da büyümesi için kapıları ardına kadar açtı.
Tüm bunların yanı sıra, İngiltere ekonomisi, dünya kapitalizminin  ekonomik krizinde en fazla etkilene ülkeleri başında geliyor.
Bunun için yoksulların başkaldırısını çeteleşmenin eseri gösteriyor.