22 Mart 2010

Kürt Halkının Ulusal Sorununun Çözümünün İki Alternatifi

Kürt halkının ulusal sorunu, ya sömüren ve sömürülen sınıflar arasında veya kapitalist-emperyalist sistem içinde ulusal çelişkilere göre çözülebilir. Bu iki çözüm arasında esasa ilişkin farklılıkları göz ardı eden reformist “sosyalist”ler, kapitalist-emperyalist sisteme tabi burjuva çözümün dışında başka çözüm yolunun bulunmadığı öne sürmeye devam ediyorlar.

Uluslaşma ve ezen-ezilen uluslar arasındaki çelişkinin kapitalizmin şafağıyla birlikte doğduğu biliniyor.Burjuvazi, kapitalist sistemi egemen kılmak için, feodalizme karşı, “ulusal” pazar etrafında uluslaşmayı sağlamaya çalışırken, diğer yandan uluslaşmayı ortadan kaldıracak olguların ortaya çıkmasına da neden olur. Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf farklılığının belirginleşmesi, üretim araçlarından arınan küçük burjuvaların sayısal artışı, burjuvazinin “ulus birliği” sağlama amacının maddi temellerini zayıflatır.


Eğer bir “ülkede” kapitalist gelişme bir yandan ulusal birliği sağlarken, diğer yandan ulusal birliği zayıflatan sınıf farklıklarını geliştirip, sınıflar arası çelişki ve dolayısıyla çatışmayı ortaya çıkararak, ulusal birliğinin parçalanmasının maddi koşullarını oluşturuyorsa, ezen ve ezilen ulus sorununu, içinde bulunulan toplum koşullarına uygun tarzda ele almak kaçınılmazdır.
Türkiye’de komünistlerle Kürt milliyetçileri arasında, Kürt ulusal sorununu toplumun maddi gerçeklere göre ele alma konusunda temel farklığını olduğu bilinmekte.
Kürt burjuvazisinin temsilcileri, yıllardan beri Kürt halkının ezilen ulus sorununu burjuvazinin egemenliğinde ve kapitalizm koşullarında çözülmesinden yana ısrarlı bir ideolojik ve siyasi çizgi izliyor.
Oysa Marksizm-Leninizm, ezilen ulus sorununun çözümünü ulusun ortadan kalkmasının zeminin güçlendirecek olan proletaryanın sınıf çıkarına göre ele aldı ve ele alır.
Revizyonistlerin dışında hiç bir komünist, tarihsel koşullara göre ilerici olan uluslaşmayı sadece savunmakla kalamaz, aynı zamanda onun ulusu ortadan kaldıran koşulları olgunlaştırıp olgunlaştırmadığına göre tavrını belirler (1) ve de çeşitli uluslara mensup proletaryalar arasındaki ulusal çitleri güçlendiren gerici ezilen ulusal hareketlerinden yana tavır alamayacağı gibi, proletaryalar arasında ulusal çitleri ören, ulusların ortadan kalkmasını önleyen ezen ulusa karşı olmaktan bir adım dahi geri durmaz.
Bunun için ezilen ulusun mücadelesi her koşulda “demokrasi içeriklidir” görüşleri gerçeğe tekabül etmediği gibi, ezilen ulus burjuvazisinin gerici hareketlerini aklamaya yarayan burjuvazinin milliyetçi düşüncesini dile getirilmesinden öte bir anlam ifade etmez. (2)
Kapitalizme karşı mücadeleyi dışlayan ve sosyalizmi (dolayısıyla işçi ve emekçilerin sosyal kurtuluşunu )amaçlamayan ezilen ulusun burjuvazinin önderliğindeki mücadele proletaryanın sınıf hareket tarafından hiç bir şekilde ve de özellikle kayıtsız, şartsız desteklenemez.
Türkiye’deki kapitalist gelişmenin boyutları göz ardı edilerek, Kürt halkını ezilen ulus statüsünden çıkma mücadelesini, ezilen ulusun egemen sınıflarının çıkarı doğrultusunda ve sınıf farklılıklarını inkâr eden “ulusal birliğe” tabii olarak ele almak bir sosyalistin görevi olamaz.
Kürt ulusal hareketinin (bazen) bu çıkmazın farkına vararak, “ilkel milliyetçiliğe” karşı olduğunu öne sürmesinin, onun maddi gerçekleri kabul ettiği anlamına gelmediğini özellikle vurgulamak gerekmekte.
“İlkel milliyetçilik” tanımı milliyetçiliği kategoriye ayırmanın bir izahıdır. Oysa milliyetçilik; burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğini kurmanın ve sürdürmenin önemli bir ideolojik silahıdır. Milliyetçiliğin (ulusalcılığın) amacı, çeşitli uluslara mensup işçi ve emekçileri birbirine düşürerek burjuvazinin sömürüsüne karşı mücadeleyi zayıflatmaktır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin ilerici, burjuvazinin devrimci olduğu ve işçi sınıfla, burjuvazi arasında çelişkinin belirginleşmediği dönemde, milliyetçilik doğal olarak ilerici, hatta devrimci bir vasıftaydı.
Feodal parçalanmaya, kapalı tarım ekonomisine karşı, uluslaşmayı ve merkezleşmeyi, kırlara karşı şehirleşmeyi savunan milliyetçilik, doğal olarak toplumun ilerlemesine katkıda bulunuyordu.
Ama emperyalist-kapitalist ve dünya proletarya devrimleri çağında, üretici güçlerin gelişmesine engel olan kapitalist üretim ilişkilerinin gerici niteliğinden ve proletarya devriminin gündeme gelmesinden dolayı, burjuvazinin milliyetçi ideolojisinin her türü gerici, karşı-devrimci saldırgan karakterdedir.
Bunun için artık, ister ezen isterse ezilen ulusa ait olsun milliyetçilik (ulusalcılık) tümüyle gericiliktir. Milliyetçilik, tümüyle sınıf farklılıkların ortaya çıktığı, ulusun yok olmaya yüz tuttuğu, ulusal devletlerin işlevsiz hale geldiği günümüz koşullarında gericiliğin simgesidir.
Bunun için ister “ilkel”, isterse “modern” olsun, milliyetçilik işçi sınıfına ve emekçi kitlelere karşı olan karşı- devrimci saldırgan burjuva ideolojisidir.
Ezilen ulus sorununu sınıf çelişkileri temelinde ele alma; ezen ve ezilen ulus farklılıklarını inkâr eden ve (sınıfın sömürüsünü öne sürerek) ezilen ulus gerçeğini gömemezlikten gelen bir düşünceye sahip çıkmayla hiç bir ilişkisinin olmadığı açıktır.
Tam tersine, ezen ulusun baskısını en fazla hisseden ve ulusal baskıdan ötürü de sömürülmeleri katmerleşen ezilen ulusa mensup işçiler ve yoksul emekçilerdir. Dolayısıyla ezilen ulusa mensup işçilerin ve yoksul emekçilerin üzerinde çifte baskı vardır. Ezen ulus baskısı, ezilen ulusa mensup işçi ve emekçilerin daha fazla sömürülmelerinin zeminini oluşturur. Bunun için ezen ulus baskısının tasfiye edilmesinden en fazla sınıfsal çıkarı olanlar, işçiler ve emekçilerdir ve dolayısıyla ezen ulusun zora dayana asimilasyon politikasından en fazla zarar gören ezilen ulusun işçileri ve yoksul emekçileri, ulusal baskının ortadan kalkmasını ezilen ulus burjuvazisinden daha çok ister.
Örneği, anadilin yasaklanmasından ve gelişmesinin önlenmesinden en fazla ezilen ulusa mensup işçi sınıfı ve yoksul emekçiler etkilenir.
Ezen ulusun zora dayanan asimilasyoncu politikasının esas hedefi, ucuz iş-gücü piyasasını yaratmak ve artı-değer sömürü oranın yükseltmektir. Bunun için Kürt ulusuna mensup işçilerin ve yoksul emekçilerin ana dilleri yasaklanarak, Türkiye’nin en geri toplumsal kesimi haline getirilip, iş-güçlerini en ucuz tarzda satmak zorunda bırakılıyor ve en acımasız tarzda sömürülüyor, yoksulluğun girdabına itiliyor.
En kötü koşullarda ve en düşük ücretle çalıştırılan iş kollarında istihdam edilenlerin çoğunluğunu veya önemli kesimini Kürt ulusal kökenli işçiler ve emekçiler teşkil ediyor. Özellikle tarım iş kolunda istihdam edilenlerin hemen,hemen tümü Kürt kökenli ve yoksul emekçilerdir.
Bunun için Türkiye’de “Kürt işçi” sınıfının sömürülmesiyle, üzerindeki ulusal baskı iç içe geçmiştir. Kürt burjuvazisinin inkâr etmeye ve sorunun sadece ulusal baskıyla sınırlamaya çalışmasının nedeni de bu gerçektir. Çünkü “Kürt” işçilerinin”, yoksul emekçilerin acımasızca sömürülmesinden Kürt burjuvazisi de yararlanıyor.
Tüm bunlardan ötürü, bir ulusal toplum için anadilin fonksiyonu sadece insanlar arası iletişimi kurmakla sınırlı değil ve yine anadil toprak bütünlüğü içinde ulusal birliği sağlamadan öte, o toplumun ve o topluma ait insanların gelişmesini sağlayan “üretim aracı” olma görevini yerine getirir.
Bunun için emekçilerin ve işçilerin toplumsal ilişkileri tanımada, kendi yeteneklerini geliştirmede anadil varlığı ve gelişkinliği önemli rol oynar.
Bugün Türk ve Kürt işçileri arasında sosyal farklılıkların ortaya çıkmasını belirleyen esas unsur, Kürt işçi ve emekçisinin ve de çocuklarının ana dil sayesinde kendini geliştirme imkânına sahip olamamalarıdır.
Türk ve Kürt uluslarına mensup emekçiler arasında “geriliği ve ilerliği” belirleyen esas unsurlardan biri de diller arasındaki eşitsizliktir.
Türkiye’nin, dünya kapitalist pazarlarının en ucuz iş-gücüne sahip olan ülke olmasının nedenlerden biri, Kürt ulusuna mensup emekçilerin “ucuz iş-gücü deposu” haline getirilmeleridir
Kürt işçi ve yoksul emekçilerinin çocukları, doğal olarak kendi anadillerini öğreniyorlar, bu dilin kendilerini geliştirmede katkı sağlayacak döneme girildiğinde ise, Kürtçe’nin bu görevi yerine getirmesi zorla engelleniyor.
Irkçı Türk devleti, Kürt çocuklarına zorla Türkçe öğretmeye çalışıyor. Böylece, anadili Türkçe olan bir çocuğun gelişmesiyle, olayları ve olguları kavramasıyla, anadili Kürtçe olan ve başka bir dil öğrenmeye zorlana bir çocuğun gelişmesi, olaylar ve olguları kavraması arasında büyük farklılıklar ortaya çıkıyor. Kürt çocuğu doğal olarak geri kalıyor ve Kürt çocuğu, ne anadili Kürtçe’nin kendisini geliştirmesi gereken araç görevinden yararlanabiliyor, ne de devletin zorla öğretmeye çalıştırdığı Türkçe’yi doğru, dürüst öğrenebiliyor. (3)
Son dönemde Kürtçe kurslar açılarak, Kürtçe TV, radyo yayınlarına başlanarak, “Kürtçenin üzerindeki baskıların” kaldığı intibası yaratılmak isteniyor. Bu gibi girişimler Türk burjuvazisinin atraksiyonlarıdır.
Anadili Kürtçe olan bir çocuğun, Kürtçe’yi öğrenme diye bir sorunun yoktur, çünkü doğal olarak Kürtçeyi “anasından” öğreniyor. Onun ihtiyacı, Kürtçe’nin onun yeteneğini geliştirmedeki görevini yerine getirebilmesinin ortamını yaratmasıdır. (4) Kürtçe’nin, ilk (hatta ana) okuldan, üniversite eğitimine kadar Türkiye Kürdistan’ın da öğretim dili haline getirilmesi zorunludur. Bu zorunluluk Kürdistan’ın özerk bölge olmasını gerekli kılar. Çünkü bu görevi günümüz koşullarında ancak devlet denilen örgütlenme yerine getirebilir.
Bunun için ilk önce Türkiye’nin demokratlaştırılması temelinde Kürt halkı özgür iradesiyle ve yapılacak demokratik referandumla, Türk halkıyla birlikte bir devletin çatısı altında yaşayıp, yaşamayacağına karar vermesinin ortamını oluşturmak gerekiyor.
Eğer Kürt halkı, Türklerle bir devletin çatısı altında birlikte yaşamadan yana karar verirse, Kürdistan’ın özerk bir bölge statüsüne kavuşturulması zorunludur. Ancak bu koşullarda Kürtçe, Kürt halkının, işçi ve emekçilerin ve toplumun gelişmesinde önemli rol oynayabilir. Uluslaşma aşamasında olan bir toplumda ana dilin dışında hiç bir dil bu görevi yerine getiremez.
Özellikle Kürt ulusuna mensup işçiler ve yoksul emekçiler, sınıf bilincine (her ulusa mensup işçiler gibi) anadilleri (yani Kürtçe) sayesinde kolayca Marksizm, Leninizm öğrenerek varabilirler.
Bunun için hiç bir koşulda ünite devletin çatısı altında Kürt halkının ulusal sorunu çözümlenemez. Bunu ileri sürenler veya “Kürtler” adına bu durumu kabul edenler sadece ve sadece Kürt ulusuna mensup, işçileri ve emekçileri kandırmaktan öteye gidemezler.
Türkiye’nin bu günkü koşullarına göre Kürt halkının ezilen ulus statüsünün ortadan kalkması işçi sınıfının iktidar mücadelesine tabidir.
İşçi ve yoksul emekçilerin iktidarı ve bu iktidar için mücadelenin dışında Kürt halkının ulusal sorununun tam çözümü mümkün değil.
Soruna genelde yaklaştığımızda, Kürt burjuvazisinin Kürt halkı üzerindeki ulusal baskıdan öyle çok etkilendiği ileri sürülemez. Kürtçe’nin yasaklanması, onun ve çocuklarının gelişmesini önlemede etkisiz bir rol oynadığını ileri sürmek bir gerçeği dile getirilmesidir.
Çünkü Kürt burjuvazisi, büyük toprak sahipleri, sermayeleri ve servetleri sayesinde bu sorunun üstesinde gelebilme gücüne sahiptirler.(5)
Bugün Türkiye’de Kürt burjuvazisi, ezilen Kürt ulusuna mensup olmasından dolayı, kapitalist ilişkileri sürdürme faaliyetinde herhangi bir baskıya ve sınırlamaya maruz kalmadığı açıktır. Çünkü çağımızın tekelci kapitalist sermayesi, tüm dünya ülkelerinde kendini yaratmış ve tüm kapitalist ülkeleri bir zincirin halkaları halinde bütünleştirmiştir. Ve böylece burjuvalar arasında ulusal farklılıkların herhangi bir olumsuzluğa yol açmasına imkân tanımıyor.
Bunun için tüm dünya burjuvazisi, “ayrı uluslara” mensup olsalar dahi bir bütünün parçalarıdırlar.
Tüm bu gerçeklere rağmen Kürt burjuvazisi, Kürt halkının ezilen ulus olmaktan kurtulma mücadelesini kendi sınıf çıkarlarına göre yürütülmesini istiyor ve mücadeleye öncülük ediyor. Burjuvazinin iktidar ve kar hırsı önlenemez. Kürt burjuvazisi, uluslararası kapitalizmin bir uzantısı olarak, Kürdistan egemen olmak ve böylece Kürt ulusuna mensup işçilerin ve yoksul emekçilerin sömürülmelerinden elde edilen “aslan payına” kendisi el koymak istiyor.
Kürt burjuvazisinin egemenliğindeki devlet, Kürt ulusuna mensup işçi ve emekçinin kendini geliştirmesi için ana dilin yasaklanmasına son vermesi, işçilerin, emekçilerin ve çocuklarının gelişmesinde kısmen olumlu bir oynayabilir. Çünkü burada ortadan kaldırılan sadece siyasi bir olgudur. Oysa işçilerin ve emekçilerin kendilerini geliştirmelerindeki en büyük engel kapitalist sömürünün yarattığı doğal toplumsal eşitsizliklerdir. Kapitalizmde eğitim, tamamen paranın ve sermayenin gücüne tabidir.
Amansız sömürü çarkı içine hapsedilen işçiler ve emekçiler, anadilin yasaklanmasının ortadan kaldırılmasıyla, kendilerin ve çocukların geliştirme, yaşamların düzeltme imkânına esas olarak sahip olamıyorlar. Bu durum tüm kapitalist ülkeler içinde geçerlidir.
Bunun için sadece iş-gücünün ucuz fiyatla satılmasının ortadan kaldırılması işçi ve emekçilerin sömürülmesini ortadan kaldıramaz.
İş-gücü meta olmaktan çıkarılmadıkça (yani kapitalizm ortadan kaldırılmadıkça) işçi sınıfının sömürülmesi devam eder.
Tüm bunların sonucu olarak, işçi ve emekçi sınıflar için ulusal baskıya karşı mücadele, sosyal kurtuluşa tabi olmak zorundadır. Kapitalizm varlığını sürdürdükçe siyasi (ulusal) eşitsizliğin ortadan kaldırılması esas olarak hiçbir işe yaramaz.


Sınıf çelişkisinin ortaya çıkmasını “önleyen” ezen ve ezilen ulus arasındaki
çelişki mi?

Kürt milliyetçisi çevrelerin ortaya attıkları “Kürt ulusal sorunu çözülmeden, anti-kapitalist mücadele gündeme gelmez” görüşlerine bazı “Türk sosyalistleri” de katılmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar.
Bu görüşlerin iki ana noktada yanlış olduğunu vurgulamak gerekir.
Birincisi: Türkiye’nin gündeminde olan burjuva demokrasinin elde edilmesi değil. Çünkü burjuva demokrasi tarihsel olarak miadını doldurmuş ve yine burjuvazi, proletaryanın iktidar mücadelesi karşında demokrasi taleplerinden vazgeçmiş ve gericileşmiştir. Bunun için burjuvazinin yerine getirmediği ve getiremediği bir takım burjuva demokratik hakların gerçekleştirilmesi de proletaryanın tali görevleri içinde yer almaktadır.
Türkiye, demokratik devrim aşamasını geride bırakmış kapitalist bir ülkedir ve dolayısıyla objektif olarak gündemde olması gereken sosyalizm ve sosyalist demokrasidir.
Sosyalist demokrasi için mücadele, kapitalizm koşullarında halledilmesi gerektiği halde, halledilmeyen burjuva demokratik taleplerin gerçekleştirilmesinin zorunluluğunu inkâr etmez.
Tam tersine burjuva demokratik talepler için mücadele, proletarya demokrasisinin (sosyalist demokrasinin) kurulmasında kaldıraç görevlerini yerine getirirler.
İkincisi: Eğer Türkiye’nin demokratik devrim aşamasından olsaydı, anti-feodal demokrasi talepleri yerine getirilmeden, sosyalist devrim aşamasına “geçmenin” imkânsızlığıyla karşı karşıya kalınsaydı; bu zaman gündemde olması gereken aşamalı ve kesintisiz devrim olmalıydı. Bu durumda devrimci mücadelede proletaryanın mutlak öncülüğü zorunlu olur.
Ama “sosyalistler” Lenin’in bu konudaki görüşleri inkâr edilerek, Menşeviklerin aşamalı devrim anlayışına göre hareket edikleri için, Kürt ulusal sorununu bahane ederek, sömürülen sınıflarla, sömüren sınıflar arasındaki çelişkinin gündeme gelemeyeceğini ileri sürebilmekteler.
Oysa toplumlarda çelişkilerin varlığını ve çözümünü irade belirlemez. Devrimin niteliğini objektif koşullara belirler. Bazı dönemlerde, devrim aşamasıyla ile uyum içinde olmayan ve onunla uzlaşmayan sübjektif koşullar siyasi gündeme egemen olabilir. Ama bu durum geçicidir ve de ne kadar şaşalı dönemini yaşarsa yaşasın; objektif koşulların tayin edici olmasından dolayı bu durumun eninde sonunda geçici olduğu kaçınılmaz bir tarzda ortaya çıkar ve objektif koşullara uygun düşen sübjektif koşulların egemenliği sağlanır.
Tabii ki o dönemdeki devrimin niteliği ile çelişki içinde olan sübjektif koşulları da yine objektif (Maddi) olgular belirlemektedir. Kapitalizmin ömrünü tüketen toplumsal sistem olması emek, sermaye çelişkisinin dışında, başka çelişkilerin olmadığını göstermez. Özellikle, burjuvalar arası çelişki varlılıklarını sürdürürler.
Bu çelişkiler dönem, dönem, egemen objektif duruma ters düşen sübjektif olguların geçici egemenliklerini belirlerler. Ama Proleter devrimler çağında bulunma ve kapitalizmin yok olmaya yüz tutan bir sistem olması, burjuvazinin egemenliğinin ve aralarındaki çelişkilerin ortadan kaldırılmasının zeminini hazırlar. Ve de bu dönemde, burjuvalar arası çelişki ve çatışma kapitalizmin sonunun gelmesini olgunlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Sovyetlerin dağılmasında sonra, dünyanın birçok bölgesinde, sosyalizm karşında birlikte harekete eden ve aralarındaki çelişkileri geri plana itten burjuvazi, aralarında hal edilmeyen çelişkileri yeniden su yüzüne çıkardı ve egemenlik çatışmalarını başlattı ve böylece, çeşitli uluslara mensup yoksul emekçileri ve işçileri bu çatışmaların içine sürükledi.
Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye’de, de patlak veren silahlı veya silahsız, uluslar ve mezhepler arası çatışmaları belirleyen, burjuvalar arası çelişkidir.
Bunun için kapitalizmin egemenliği koşullarında, burjuvalar arası çelişki çözülmeden, emek-sermaye çelişkisi gündeme gelmez görüşleriyle harekete etmek, istesen de, istemesen de siyasi mücadeleyi burjuvalar arası çelişkiye tabi kılmaktan öteye gidemez.
Burjuvalar arası çelişkiye tabii şekilde hareket eden “sosyalistler”,(kapitalist-emperyalist sistem içinde) Kürt ulusal sorununun çözümünü kayıtsız, şartsız destekliyorlar ve de yürütülen siyasi, ideolojik, örgütsel faaliyetlerini burjuvalara arası çelişkiye göre tanzim ediliyor ve siyasi taktiklerini buna göre belirliyorlar.
Böylece, kimisi Türk, kimisi de Kürt burjuvazisinin değirmenine su yaşıyor.
Bu ve buna benzer görüşlerin ışığında, sosyalizm için mücadelenin gündemde olmadığı ve sosyalizmin geleceği bir sorunun olduğuna dair propagandalara ağırlık verilerek, reformizmin devrimci harekete egemen olması sağlandı ve sağlanıyor.
Demokrasi mücadelesinde işçi ve yoksul emekçiler mücadele içinde örgütlenip, siyasi iktidarlarını (her alanda) inşa etmelerine öncülük etmek gerekirken, (6) tam tersine, bu konuda en küçük bir adım dahi atılmadan, 12 Eylül öncesine göre faşist generaller tarafından daha da pekiştirilen ve güçlendirilen faşist diktatörlükten, anayasa değişikliğiyle “kendini demokratlaştırması” isteniyor. Faşist diktatörlüğün “kendini demokratlaştırması da” Kürt sorununun, Alevi sorununun, Ermenin sorununun çözümüne bağlı!
Bunun içinde iktidardaki hükümetler hedef seçiliyor ve “demokrasileşmenin önündeki en büyük engel” olarak onlar gösteriliyor.
En ilginci de, “Kürtler”, “Aleviler”, “Ermeniler” diğer azınlıklar, sınıfsal farklılıkları içlerinde barındırmayan “sınıflar üsttü” topluluklar olarak lanse edilmeleridir.
Vahim olan ise, sosyalistlik adına sınıf farklılıkları, sömürülen ve sömüren sınıflar arası çelişkilerin inkâr edilmesidir.
Lenin’in “reformizm’e, revizyonizm’e karşı mücadele edilmeden, burjuvaziye karşı mücadele edilemez” görüşlerinin en kadar doğru olduğu, Türkiye’nin günümüzdeki “sosyalistlerin” izledikleri ideolojik, siyasi çizgile bir kez daha kanıtlanmıyor mu?


“Eski TKP”lilerin” Kürt ulusal sorununun çözümüne yönelik uğraşları


Eski TKP’liler, Kürt ulusal sorunun burjuva çözümünün yol göstericiliğine “soyunmuşlardır”.
Kimisi “silahları bırakın, Gandi’nin yolunu izleyin” diye nutuk çekiyor, bir diğer Kürt ulusal hareketiyle,”Türk işçi sınıfının” mücadelesinin birleşmesi sayesinde faşist devlet baskı altına alınıp, Kürt ulusal sorununun çözüle bileceğinden dem vuruyor. Ve bir an önce “çatı partisinin” kurulmasını isteniyor.
“Sivilisazyon” taraftarları revizyonistlere göre, Hindistan’da Gandi’nin gibi silahlı mücadeleye başvurmadan, barışçıl yolla kitleler hareket geçirilirse,(Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden kurtulduğu gibi) Kürt ulusal sorununda çözüme kavuşur.
Peki, revizyonistlerin bu iddiaları doğrumu? Gandi’nin pasifist mücadele anlayışı sayesinde Hindistan bağımsız devlet statüsüne mi kavuştu?
Hindistan’da İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele, Gandi’nin izlediği yol sayesinde “zafere” erişmediği bilinen bir gerçektir. Çünkü Hindistan’da, da İngiliz sömürgeciliğine karşı, iki sınıfın öndeliğinde mücadele yürütülüyordu; Mahatma Gandi’nin önderliğindeki (ister İslam dinine, istese Hindu dinine ait olsun) burjuvazinin kapitalizmden kopmayı amaçlamayan bağımsızlık mücadelesinin yanı sıra, Komünist partisinin, siyasi bağımsızlığı, kapitalizm’den kurtuluşla birleştiren, sosyalizm için mücadele vardı.
II. emperyalist savaşın sonlarına doğru, Mao’nun önderliğindeki Japon işgaline ve Çan Kay Şek’e karşı verilen mücadelenin zafere doğru ilerlemesiyle birleşen Hindistan komünist partisinin mücadelesinin büyük bir hızla gelişmesi, İngiliz emperyalistlerini, yıllardan beri direndikleri ve silahlı saldırılarla ezmeğe çalıştıkları, Hindistan’ın sömürgecilikten kurtulma talebini, Mohandas Karamçand Gandi öndeliğindeki burjuva egemenliğine bırakmayı tercih etmeye zorladı ve Hindistan’ın sömürge statüsünü devlet bağımsızlığıyla sınırladı. Böylece, kapitalizmin ve İngiliz emperyalizminin ekonomik egemenliğinin (dolayısıyla siyasi etkinliğinin) tasfiyesini önlendi ve Hindistan, Çin’in tam tersine emperyalist-kapitalist dünyanın bir parçası olarak kaldı.
Revizyonist “eski” TKP’nin örgütsel varlığına dahi son vermekten çekinmeyen ve siyasi mücadelesi boyunca devrimci mücadeleyi pasifleştirmeyi kendisi için vazgeçilmez bir görev addeden Nabi Yağcı (namı diğer Haydar Kutlu) yine işbaşında. Türk faşist devletine hizmete kusur etmemek için, Kürt ulusal hareketini silahtan arındırma görevini gönüllü olarak üslenerek, Gandi örneğini gündeme taşıyor ve Kürt halkını uyutmaya çalışıyor. Nitekim son günlerde “Gandi gibi hareket edeceğiz” görüşlerini dilerine dolayan “Kürt çevreleri” ortaya çıkmaya başladı.

Kürt ulusal hareketi “1960–80” arası Türkiye devrimci mücadelesinin
devamı mı?


Artık sosyal olaylara ve sınıf mücadelesine; sömürülen ve sömüren sınıf çelişkilerinin temelde değil, etnik köken esasına göre yaklaşılma moda oldu. Bunun için kendini “sosyalist” hata “Marksist” diye adlandıranlar dahi Kürt milliyetçiliğinin sosyal olaylara yaklaşım tarzlarını benimsiyorlar.
Burjuvazinin milliyetçi düşüncesi, kapitalist sistemin esasın belirleyen sınıf farklılıklarını ve sömürülen ve sömüren sınıflar arası çatışmaları göz ardı etmeğe özen gösterir.
Marksizm yozlaştırmak görevini üstlene TKP’li revizyonistler, Kürt burjuvazisinin temsilcilerinin, sosyal olayları milliyetçi görüşler göre yorumlamalarını “Marksist düşünceler” diye lanse etmekten çekinmiyorlar.
Eski TKP yöneticilerinden Veysi Sarısözen’e göre, 1980 öncesi 20 senelik devrimci mücadele “Fırat’ın batısındaki Türk etnik kökenlilerin” mücadelesiymiş, 1984 den günümüze kadar devam eden mücadele de, “Fırat’ın batısındaki mücadelenin uzantısı olan Fırat’ın doğusu” diye adlandırdığı,”Kürt etnik kökenlilerin mücadelesinden” başka bir şey değilmiş! Ve de gündemde olması gereken de aynı içerikli, ama ayrı etnik kökenleri mücadeleyi birleştirmekmiş!
1980’den önceki devrimci mücadele (hiçbir şekilde) aynı ideolojik, siyasi içerikli bir bütünlük arz etmedi. Ve Bu mücadeleye damgasının vuran etnik kökenlilik değildi.
Kısaca 1960’tan1971’e kadarki mücadele, burjuva devletini tasfiye etmeği hedef almayan, çeşitli siyasi yollarla, kapitalizmin restorasyonunun ve burjuva devletinin demokratlaştırılmasını amaçlayan reformist siyasi hareketlerdi.
1971’lerde 1980’lere kadar devam eden mücadele döneminde, burjuva devletini ve kapitalizmi tasfiye etmeği amaçlayan devrimci siyasi hareketler etkinlik kurmuştu. Bunların yanı sıra, devletin güçlü desteğini arkasına alan ve devrimci mücadeleyi pasife etmekle görevlendirilen revizyonist ve reformist siyasi örgütlerde şu veya bu ölçüde varlıklarını sürdürüyorlardı.
Veysi Sarısözen, bulunduğu revizyonist konumuna göre mücadeleyi yorumladığı için, bugünkü Kürt ulusal hareketiyle, 1980 öncesi mücadelenin aynı ideolojik ve siyasi içerikte olduğunu öne sürebiliyor.
Veysi’nin, reformist ve revizyonist hareketlerin izledikleri politikalara göre, “Fırat doğusuyla, batısı bir bütünün parçalarıdır” iddiası aslında bir gerçeğin ikrarıdır.
Kürt ulusal hareketinin, (burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını savunan “Türk reformistlerinin” de desteğini yanına alan) siyasi mücadelesinin kapitalizmle bir sorunu olmadığı doğrudur.
Çünkü sosyalizm varlığı karşısında, kapitalizmin restorasyonun isteyen sosyal-demokrasi, artık reform talepleriyle kapitalizmi yaşatma politikalarından, da vazgeçmişlerdir.
Bunun için Türkiyeli reformistler de kapitalizmin restorasyonunun ifadesi olan “sosyal-adalet” taleplerini bir yana bırakarak, sadece “devletin demokratlaştırılmasını” savunmakla yetinmekteler.
”Devletin demokratlaştırılmasının” esasını belirleyen taleplerde, Kürt ulusal sorununun çözümü, alevi mezhebine mensup olanlara daha fazla inanç özgürlüğünün tanıması, Ermenilerin 1.emperyalist savaş sırasında ellerinde alınan haklarının geri verilmesi ve 12 Eylül faşizmin sendika ve grev haklarını kısıtlayan yasaların değiştirilmesi vs.dir.
Bunların yani sıra, burjuva devletinin, “gizli örgütlerden” temizlenerek, ”demokratik hukuk devletine “ yakışır bir biçime kavuşturulması, demokrasinin gerçekleştirilmesi adına savunulan taleplerin içinde yer alıyor.
Tüm bu “demokratik” taleplerin gerçekleştirilmesi de, anayasanın ve bazı yasaların değiştirilmesine bağlanıyor. Sabahtan, akşama kadar her gün “sosyalistlik” adına yazılı ve sözlü basın aracılığıyla anayasacı anlayışın propagandası yapılıyor.
“Demokrasiye geçiş” ancak anayasanın ve yasaların değişmesiyle elde edilebilirliğinden dolayı, da, parlamenter mücadele esas alınıyor! Bunun içinde, seçim kanununun değiştirilmesi, seçim barajının aşağı çekilmesi vs. demokrasinin vazgeçilmez talepleri! Olarak karşımıza çıkıyor. (7)
“Fırsatın doğusuyla, batısının siyasi hareketlerini ” bir partinin çatısı altında birleştirilmesi, yeni bir politik ittifakın oluşturulmasıyla hiç bir ilgisi yoktur; çünkü bu ittifak, 2002 Ekim genel seçimleri vesilesiyle, Kürt ulusal hareketiyle, “Türk sosyalistleri” arasında zaten kurulmuştu. Bu ittifak, “seçim ittifakı” olmaktan çıkarak, sürekli politik ittifaka haline geldiği de bilinmektedir.
Ama ne var ki, bu politik ittifak amacına ulaşamamıştır. Çünkü “Türk sosyalistleri” diye adlandırılan partiler, işçi ve emekçi kitlelerin nezdinde siyasi, ideolojik ve örgütsel bir etkinlikleri söz konusu değildir.
Bu partilerin hemen, hemen hepsi, 12 Eylül 1980 öncesi örgütlerin sözde devamı olduklarını ileri sürmelerine rağmen,1980 öncesi siyasi ve örgütsel güçlerinin 1/100’üne dahi ve de aradan geçen 30 seneye rağmen erişememişlerdir. İzledikleri reformist, ekonomist siyasi çizgileriyle ve Marksizm inkâr eden ideolojik görüşleriyle, de erişmelerine de imkân yoktur.
Şimdi, tüm gerçekler herkesin gözü önündeyken, Kürt ulusal hareketiyle, “Türk sosyalist” partileri ve “Partiler dışı” burjuva aydınları birleşerek, “Türkiye’nin demokratik cephesini” oluşturmalarına ve bunlara dayanarak Türkiye’nin parlamenter yolla “demokratlaştırılmasına” imkân var mı?
En önemlisi ise bu ittifak, kendine sosyalist diyen örgütleri daha da etkisiz hale getirmekten başka bir işe yaramamış olmasıdır.
Çünkü 2002 yılında seçimler vesilesiyle kurulan bu ittifak öncesi, Kürt burjuva hareketiyle ittifak yapan partiler, işçi ve emekçilerin ekonomik ve kapitalizm koşullarında elde edilmesi mümkün siyasi talepleri için mücadeleyi esas alan bir politika izliyor ve buna göre örgütleniyorlardı.
Bu politik çizgi reformist nitelikte, de olsa, dolaylı olarak kapitalist sömürüye ve bu sömürünün yoğunlaştırılmasına karşı çıkmayı zorunlu kılıyordu. Bunun içinde, şu veya bu şekilde işçi ve emekçiler içinde güçlerini geliştirme imkânına sahip olabilmenin avantajını yakalaya bileceklerini ümit ediyorlardı.
2002 seçimler vesilesiyle, kapitalizm’i her hangi tarzda hedef almayan, aksine kapitalizmin neo- liberal ekonomik-politikalarını dahi açıktan savunan ve Kürt ulusal sorununa, emperyalist-kapitalist sistem içinde ve sadece siyasi taleplerle sınırlı bir “çözüm” arayan, buna göre Türkiye’de ezen ve ezilen uluslar arasındaki çelişkiyi keskinleştiren ve de bu politik taktiklerin sonucu olarak ta, Kürt halkın etrafında toplayarak, kitlesel bir hareket güç haline gelen Kürt ulusal hareketi, kendi platformunu (kendi tabiriyle) “Türk soluna” kabul ettirdi.
“Türk solunun” yasal partiler kurarak, parlamenteriz mücadeleyi esas almaları, önlerine çıkarılan “kitlesel oy gücüne” teslim olmakta başka yol bırakmıyordu. Kısacası izlenen, reformist, ekonomist, parlamenteriz politik çizgi, kapitalizm savuna Kürt burjuva hareketine teslim olmanın zeminini hazırlamıştır.
2002 seçimleri öncesi, işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının elde edilmesini esas alan bir politik hat izlendiği sırada, Kürt burjuva hareketinin, ulusal soruna emperyalist-kapitalist sistem içinde çözüm aramasına, şu veya bu şekilde karşı çıkılıyordu. Bu eleştiriler dahi 2002 seçimlerinde sonra bir yana bırakılarak, Kürt ulusal sorununun bu şekildeki çözümü, siyasi mücadelenin esası haline getirildi ve Türkiye halkının tüm sorunları, ulusal sorunun çözümüne bağlı olduğu ilan edildi.
“Seçim ittifakının” yaptığı tek şey, Kürt burjuva hareketinin izlediği politikalara karşı çıkanları zayıflatmak oldu.


Kürt ulusal sorununun emperyalist-kapitalist sistem içindeki çözümünün
çelişkileri


Bugün Kürt ulusal sorunun emperyalist-kapitalist sistem içinde çözümü konusunda anlayış birliğine varıldığı bir vakadır. Ulusal çelişki temelinde çatışan taraflar ve bu çatışmayı sona erdirmek isteyen ABD ve AB, emperyalist-kapitalist sistem içinde bir çözümden yanalar. Ama “uzlaşmazlık”, bu çatışmanın ne bir şekilde sona erdirileceğiyle ilgilidir.
Türk burjuvazisi ve faşist devleti, Kürt halkının ayrı bir ulusa mensup olduğunu kabul eder görünümü altında, Kürtleri zorla asimile etmeği amaçlayan Türkleştirme politikalarında zere kadar vazgeçmek istemiyor.
Zora dayana asimilasyoncu politikaya zarar vermeme şartıyla, sözde Kürt halkının ayrı bir ulusa mensup olduğu kabul ediliyor! Ve bu “kabul” atraksiyoncu bazı girişimlerle göz boyamak için sahneleniyor.
Amaçları, Kürt ulusal hareketini silahtan arındırıp, cumhuriyetin kuruluşundan beri süregelen asimilasyoncu politikayı sürdürmektir.
Kürt ulusal hareketinin uzlaşmadan yana olduğunu, silahlı çatışmaların yerine “barışı” tercih ettiğini ilan etmesi, ABD ve AB, Türk devletini barışa gitmesi için baskı yapmasının zeminini doğurduğu bir vakadır.
Türk devletinin, AKP’nin “açılım politikası” gündeme gelinceye kadar bu baskılara karşı direndiği bilinmekte. AKP, (Kürt açılımının gerçek yüzü) başlıklı yazımda belirttiğim nedenlerden dolayı, “Kürt sorunun çözme” adı altında Kürt ulusal hareketiyle bilindiği gibi görüşme sürecini başlattı ve ne istediklerin sordu. Kürt ulusal hareketin Türkiye Kürdistan’ın özerk bir statüye kavuşturmasını isteyen haklı talebini gündeme getirdi. Ama Türk devletinin ve AKP hükümetinin, Türkiye Kürdistan’ın özerk bir statüye kavuşturma diye bir niyetlerin olmadığı bilinmekteydi. Bu görüşmelerle bunlar, bir daha kanıtlandı.
Ve böylece ,“Silahlı mücadelemiz sayesinde, Türk devleti bizimle anlaşmaya oturdu” görüşlerinin gerçeklerle hiç bir ilişkisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla açığa çıkmış oldu.
Bu vesileyle, “barış talebi için mücadelenin” AKP hükümetini uzlaşmaya zorladığı görüşlerinin de bir palavradan ibaret olduğu anlaşılmış oldu.
“Dışı dinamiklerin yanı sıra iç dinamiklerde” AKP’sini Kürt ulusal sorunun savaşın dışında barışçıl yolu seçmeye zorladığını ileri süren görüşlerin, DTP’nin kapatılmasıyla, Kürt ulusalcıların yığınsal olarak tutuklanmalarıyla, boş laflardan öte bir anlam ifade etmediği kısa bir dönemde açığa çıktı. (8)
Çünkü ABD’nin ve AB’nin Türkiye Kürdistan’ın özerk bir statüye kavuşturulmasına yönelik herhangi bir talebinin olmadığı bilinmektedir. AKP’nin “Kürt sorununun çözüm” diye gündeme getirdiği girişimler, ABD’nin ve AB’nin kabul ediği “ulusal sorun” çözümüdür. Hata bu şekildeki çözümü “Kürtlerin liderleri” diye lanse edilen Barzani ve Talabani’ de destekliyor.
Türkiye, ne Saddam’ın Irak’ıdır ne de emperyalistler, Irak’taki Kürt ulusal sorununun çözümünün bir benzerini Türkiye’ye dayatıyor.
Türkiye Kürdistan’ın özerk bir statüye kavuşması ancak Türkiye devrimiyle gerçekleşe bilir.
Bunun için proletaryanın devriminin ve devrimci mücadelesinin dışında Kürt ulusal kökenli işçi ve emekçilerin zorla asimile edilme politikasına son verilemez. Bu gerçeğin dile getirilmesi, Kürt burjuva çevreleri tarafından “şovenizm” diye kararlanmasının hiç bir değeri yoktur.
Bu görüşleri 12 Eylül 1980 öncesi, Sovyetlerin ve Arnavut sosyalist cumhuriyetinin yıkılmasından sonra ve bugünde savunduk ve savunmaya devam ediyoruz.
Çünkü Kürt halkını ezilen ulus olma statüsünden çıkmanın yolunu Marksist, Leninist düşünceler gösteriyor. Marksizm-Leninizm, burjuvazinin tüm karalama kampanyalarına rağmen sosyal-pratik tarafında her gecen gün doğrulana yegâne düşüncelerdir.
Tüm bunlardan ötürü, Kürt halkının ulusal sorununu, ulusal çelişkileri ön plana çıkararak, Türkiye’yi ulusal farklılıklara göre kamplaştırarak değil, sınıf çelişkilerini ve sınıf farklılıklarını önüne çıkaran politik taktiklerin ışığında çözmeye çalışmak kaçınılmazdır.
Ulusal çelişkileri keskinleştiren politikaların ve taktiklerin izlenmesi, sadece Kürt halkını Kürt ulusal hareketin etrafında toparlamakla kalmadı,aynı şekilde Türk halkını, Türk milliyetçiliğini savuna faşist, ırkçı, partilerin ve Türk şovenist kesimlerin etrafında toplanmalarına neden oldu.
Ulusal kamplaşma, Türk ulusal kökenli işçi ve emekçileri, yoğunlaşan sömürüye ve kapitalizmin ekonomik krizlerin yarattığı yıkımlara rağmen etkisiz hale getirmiştir. Burjuvazi ve onun çıkarın savuna partiler, hükümetler, yoğunlaşa sömürünün yarattığı yoksulluğun, açlığı işsizliğin öfkesinin kendilerine yönelmesini önlemiş, sömürünün yarattığı sosyal felaketleri ört, bas edebilmelerine imkân tanımıştır.
Ne yazık ki, bu gerçek, tam anlamıyla 26 senelik silahlı mücadele süreci boyunca Kürt ulusal hareketi tarafında ya görünmek istenmemiş veya savundukları, pratiğe geçirmeğe çalıştıkları yanlış politikaların etkisini, güçsüz “Türk soluyla” sözde demokrasi ve barış cephesi kurarak gidermeğe yeltenmişlerdir.
Oysa “Türk Solu’nun güçsüz kalmasının esas nedenlerinden bir Kürt ulusal hareketin izlediği politik taktiklerin etkinliğidir.
Bu açmazdan kurtulmanın tek yolu, burjuvaziyle, işçi ve diğer sömürülen emekçi sınıfların mücadelesini esas alan politik taktiklerin izlenmesinin gerekliği ileri sürüldüğünde, Kürt ulusal çevreler “hışımla ayağa kalkmakta” ve bunun Kürt ulusunun sınıf temelinde bölünmesine nede olacağı ve Kürt ulusal hareketini zayıflatacağı iddia etmekteler.
Evet, böyle bir politik dönüşüm, emperyalist-kapitalist sistem içinde ulusal soruna sözde çözüm arayan, ama esas olarak çözümsüzlüğü savunan, Kürt ulusal hareketinin gücünü zayıflatacağı gerçektir. Ama Kürt halkının ulusal sorununun gerçek çözümünü çok güçlendireceği ise gerçeği ta kendisidir.
Çünkü hangi ulusundan olursa, olsun işçi ve emekçilerin burjuvaziye ve kapitalizme karşı birlikteki mücadelesi, aynı zamanda Kürt halkını zorla asimile etme politikalarını da hedef alır. Çünkü “Türk işçisini ve emekçisini” sömüren güç, aynı zamanda Kürt halkını zorla asimile etmeğe çalışandır. Sömürüye karşı çıkan sınıf “istese de, istemese de” direk Kürt halkını asimile edilmesine karşı çıkar. Yani işçilerin burjuvaziye karşı mücadelesi, aynı zamanda zora dayana ulusal asimilasyon politikası hedef alır. İşçileri son dönemlerdeki mücadelesi, bu iddialarımızın somut kanıtlarının ipuçlarını veriyor.
Burjuvaziyi ve kapitalizm hedef alan politikaların dışında hiç bir güç , Türk ulusuna mensup işçi ve emekçileri, Türk burjuvazisinin milliyetçi, faşist, ırkçı politikalarının ve ideolojisinin etkisinden kurtaramaz ve Kürt halkının zora dayana asimile edilme politikasına karşı çıkmasını sağlayamaz.
Bunun için sosyalistlik veya Marksist adına Kürt ulusal hareketinin bugün savunduğu politikayı desteklememelidir. Bu politika “barış ve demokrasi” adına desteklenmeye devam edildikçe, bağımsız proletarya hareketin güçlenmesine imkân yoktur.
Kürt ulusal hareketinin izlediği politika, Kürt ulusal sorununu çözemez, aksine Kürt halkının ulusal mücadelesinin çıkmaza girmesine neden olacağı gibi, Türkiye işçi sınıfın devrimci mücadelesinin gelişimine engel olmaya devam eder ve ediyor.

**

(1) Yani her türlü burjuva demokratik talepleri için mücadeleyi sosyalizm amacına tabi kılmaktan geri durmaz ve sosyalizmin zaferinin bir aracı olarak ele alır.
(2) 1980 öncesi bu düşünceye karşı olduğunun ileri süren ve bu düşünceyi savunanlara karşı tavır alan Kadir Yalçın’ın, şimdi bir dönem karşı olduğu görüşlerin propagandasını yapmasına, ulusalcılığı aklamasına ne demeli! Ezen ve ezilen uluslar arasındaki ilişkiyi sınıflar üstü bir anlayışla yaklaşmak sosyalistlerin işi olmasa gerek.
Proletaryanın iktidarına karşı, ezilen ulus burjuvazisinin ulusal direniş ve mücadelesi hiç bir koşulda demokrasi içerikli olamaz. Ve yine, feodal gericiliğin, kendisini ezen devrimci veya ilerici burjuvaziye karşı (ezilen konumda olmasına rağmen) direnişi hiçbir koşulda “demokratik içerikte” olmasına imkân yoktur.
Kapitalizme karşı feodal sistemi savunan gerici bir sınıfın mücadelesinin “demokrasi içerikli” olmasına imkân var mı? Her koşulda ezilen ulusların mücadelesinin demokrasi içeriğinde olamayacağının en vurucu örneği, sosyalist iktidarlara karşı direnen ve mücadeleye girişen, gerici azınlık toplumların ulusal mücadeleleriydi. Bulgaristan’da, Sovyetlerde, sosyalist iktidarlara karşı, karşı-devrimci azınlık ulusların direnişlerine tanık olundu. Özellikle, Hitler faşizminin saldırılarını destekleyen, kapitalizmi geri getirmeye çalışan azınlık “ulusların” mücadeleleri ortaya çıkmıştı. Bunlara nasıl “demokrasi içerikli” ezilen ulusun mücadelesi denile bilinir?. Ama Kadir Yalçın diyor.
(3) Kürt halkının erkek çocukları, bir tek kelimesini dahi bilmediği Türkçe’yi çoğunlukla askerde öğreniyor, kız çocuklar ise Türkçe’yi dahi öğrenemiyor. Bu yola burjuvazinin ucuz iş-gücü hazır kıtası haline getiriliyorlar.
(4) Dil konusu, Lenin’in ulusal sorunları ele alan eserlerinde önemli yer tutuyor. Lenin’in görüşleri bugün de ulusal sorunun ne olduğunu aydınlatmaya devam ediyor. Hiç kimse Lenin’in görüşlerini yok farz edemez.
(5) Artık Türk burjuvazisinin gelişiminde ve yeteneğinin ortaya çıkarılmasında Türkçe’nin de yetersiz kaldığının tespiti, Kürtçe bazında, Kürt burjuvazisi içinde geçerlidir. Günümüzde kapitalist gelişme, en gelişmiş dili dünya dili haline getirmeye çalışıyor.
Bugün beklenen seviyeye gelmese dahi İngilizce artık dünyanın ortak dili olma yolunda mesafe alıyor. Bu gelişme, diğer dillerin de ortadan kalkmasının da zeminin hazırlıyor ama bu durum ana dilin oynadığı fonksiyonu değersiz hale getiremiyor ve getiremez.
(6)Bu konuda 12 Eylül öncesi hapishane arkadaşım Terzi Fikri’nin öncülük ettiği, Fatsa’da işçi ve emekçileri örgütleyerek, siyasi kararlar almalarını sağlayan ve temsili demokrasinin yerine direk demokrasiyi hayata geçiren ve demokrasiyi bu şekilde uygulayan belediyecilik anlayışının “demokratik iktidar” örnekleri dahi “sosyalistlerimizin” gündeminde yerini alamıyor.
(7) Bu talepleri hararetle savunan EMEP, parti konferanslarının esas kararları haline getirdiği seçim barajının kaldırılmasının kendisine hiç bir faydasının olamayacağını anlaşılır bir şeydir. Çünkü şimdiye kadar yapılan seçimlerde boy gösterdi ve siyasi etkinliğini ölçtü. Peki sonuç! Seçime katılan partiler içinde en düşük oyu alan parti olmakla rekor kırıyor!.
Parlamenter mücadeleyi amaçlamanın yanlışlığını bir yana bıraktık; “senin” bu mücadeleyi yürütecek siyasi etkinliğin ve gücün yok. Seçim barajının aşağı indirip, indirilmemesi seni niye ilgilendiriyor, sana faydası ne? Ama reformist bir yola girdin mi, buradan geri dönmek çok zor! Bunun için size hak vermemek elde değil!
(8) AKP hükümetinin Kürtlere yönelik başlattığı yoğun saldırılar karşında “barışın müdavimi” Evrensel Gazetesi’nin “Başyazarının” paniğe kapılmasına da ne demeli. Kürt ulusal hareketini destekledikleri ve “barışı” savundukları için saldırılar genişleyerek kendilerini de kapsayacağını ileri sürüp, durdu. Ve de yasal mevzileri kaybedeceklerinin telaşına kapıldı. Burjuvazinin yasallığının hiç bir şekilde garantisinin olmadığını düşüneceğine, “Bu saldırıların arkasında ABD var” diyerek “ABD’ye karşı olan ulusalcıları” harekete geçmeye çağırmaktan kendini alıkoyamaması ise ibretle seyir edilmesi gereken bir manzaraydı.

1 yorum:

YAPICI dedi ki...

selam yoldaş

yapiciusta@hotmail.com adresini eklermisin

görüşmek dileğiyle hoşçakal