2 Nisan 2008

Kemalistler

Kemalistler ile Şeriatçılar Arasındaki “Bitmeyen” İktidar Savaşı


Osmanlı devletinin tasfiye edilmesi, aynı zamanda Osmanlı dönemindeki egemen sınıf ve tabakların da iktidarlarına kısmen de olsa son veriyordu.
Osmanlının feodal ekonomik ve siyasi sistemine karşı ortaya çıkan burjuva devrimci hareketleri, Avrupa kıtasındakilerin ne bir benzeri ne de onun doğrudan devamıydı. Başka bir deyişle, feodal devlete karşı aydınların öncülüğünde, feodal sömürü ve baskının girdabında yaşayan topraksız köylülüğün ayaklanması sonucu burjuva devrimleri ortaya çıkmıyordu.
Toprak devrimine dayanmayan burjuva devrimleri, feodal sömürüden ve siyasi baskıdan kurtulmak isteyen köylü yığınlarını arkalarından sürükleyemediler. Çünkü merkezi-feodal devletin militarist güçlerini darbeci yolla ele geçirerek, sadece siyasal devrim yapmalarının esas nedeni, toprak devrimini ortaya çıkaran kapitalist ilişkilerin (özellikle Anadolu'da) çok clız bir gelişme aşamasında bulunmasıydı.
Osmanlıda 1908 burjuva devrimi bu koşullarda oluşmuştu. İttihat-Terakki, Osmanlı ordusu içinde örgütlenerek darbe yoluyla yönetimi ele geçirip, şeriatçılara dayanarak burjuva devrimci hareketlerini ezmeye çalışan Abdülhamid'i tahttan indirip, II. Meşrutiyet’i ilan etmişti.
İttihat-Terakki, Osmanlıda egemen olan şeraitçı devlet biçimine son vermemesine rağmen, İslam-hukukunun Osmanlıdaki ifadesi olan Mecelle’yi yürürlükten kaldırmamasına rağmen, Padişahın yetkilerini kısıtladığından dolayı, şeriatçılar ile ortaya çıkan çatışması, günümüz koşullarında bile varlığını ve devamlığını sürdürebilmektedir.
100 seneyi aşan bir geçmişi olan bu çatışma “devlet ile halk arasında” bir iktidar mücadelesiymiş gibi lanse edilip duruluyor .
Böylesine bir görüşün etkinliğini sürdürmesinin baş nedeni, feodal sistemin bir üst yapısı olarak doğan tek tanrılı dinlerden İslam’a karşı serflerin anti-feodal burjuva hareketlerinin ortaya çıkmamasıdır.
Örneğin, Almanya’da ve Avrupa’da feodal sömürüye ve siyasi sisteme karşı mücadele, ilk önce bu sistemi savunmada önemli rol oynayan Kiliseye, Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik mezheplerine karşı yönelmiş ve Rönesans dönemini başlatmıştı. Dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle uyum içinde olan yeni bir Hıristiyan mezhebi, Protestanlık ortaya çıkmıştı. Protestanlığın giderek Hıristiyan dininde egemen bir mezhep olmasında köylülüğün anti-feodal mücadelesinin (özellikle Thomas Münzer’in önderliğindeki Almanya’daki köylü hareketinin ) belirleyici rol oynadığı bilinmektedir.
Avrupa'da feodalizm döneminde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma, feodal üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında idi. Bir diğer yandan, yeni toplumsal ilişkiler olarak ortaya çıkan kapitalist ilişkiler, üretici güçlerin gelişmesiyle uyum halinde idi ve onun gelişmesini devrimci ve ilerici bir tarzda etkiliyordu.
Burjuva devrimleri döneminde de toplumun gelişmesine göre ölmeye yüz tutan üretim tarzını ve ilişkilerini yaşatmada, geri toplumun üst yapı kurumları önemli rol oynadı. Tek tanrılı dinler, bu gerici rolü oynayan en önemli üst yapı kurumlarıydı. Bunun için yeni bir toplumun ortaya çıkmasına karşı direnen eski toplumun üst yapı kurumları tasfiye edilmeden yeni toplumsal sistemin ortaya çıkmasına imkan yoktur ( bu tasfiye evrimci veya devrimci tarzda olur). Dolayısıyla, gerek Osmanlının son dönemlerinde, gerekse Cumhuriyetin ilanından sonra eski toplumu yaşatmak için çabalayan gerici üst yapı kurumlarının tasfiyesine ve toplumsal etkinliğine son verilmesi zorunlu bir öncelikti. Bu da ancak devlet gücü ile yerine getirilebilinirdi.
Bunun için özellikle Kemalistler, kapitalist ilişkilerin gelişmesinin önündeki engelleri bertaraf etmek için şeriatçı devlet biçimini ortadan kaldırma ile işe başladılar.
Ama, halk kitleleri ile hiçbir bağı olmayan sadece devlete dayanan İttihat-Terakki bu zorunluluğu gerektiği tarzda yerine getiremedi ve Padişahla, şeriatla uzlaşmanın yolunu seçti.
Kurtuluş savaşına karşı olan Padişaha ve şeriatçılara rağmen “halkın desteğini” alma fırsatını ele geçiren Kemalistler, Padişahlığa ve şeriatçı devlet biçimine son verme imkanını da yakaladılar.
Ama feodal toprak ağalığına son verip, serflik ilişkilerini tasfiye etmek için topraksız köylüleri toprak sahip yapmamaları, “ devlet eli ile kapitalizmi geliştirme “ yolunu seçerek evrimci bir tarzda feodal üretim tarzını tasfiye edip, kapitalizmi egemen kılmaya çalışmaları, feodal kalıntıların ve özellikle feodal üst yapı kurumuna tekabül eden şeriatçı örgütlenmelerin tasfiye edilmesinde kalıcı bir başarı sağlanamadı .
Kurtuluş savaşına karşı çıkan ve işgalci güçler ile işbirliği yapan şeriatçıların , Kemalist burjuva ilerci girişimlere karşı başlangıçta karşı çıkamamaları , onların “halk kitleleri” içinde yeniden örgütlenme ve faaliyete geçme imkanlarına sahip olmadıklarını göstermiyordu.
Tam tersine yavaş gelişen kapitalizmin, güçlü feodal kalıntıları istenilen tarzda tasfiye edememesi, kapalı ve feodal tarım ekonomisinin varlığı , şeriatın yeniden güçlenmesinin maddi zeminini oluşturuyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan şeriatçı ayaklanmaları , “çok partili döneme geçme “yi fırsat bilerek, Ali Fethi Bey'in “Serbest Cumhuriyet Fırkası” hareketinin etrafında toplanıp iktidara doğru yürüyüşe geçmeleri, şeriatçı devlet biçiminin yeniden inşa edilebileceğinin güçlü göstergeleri idi.
1950'ye kadar Kemalist iktidar, devlet zoruyla şeriatçılara ve şeriatçı örgütlenmelere nefes aldırmadı .Ama 1950’lere gelince, artık Türkiye'de de feodalizm ile kapitalizm arasındaki çelişki yerini kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çatışmaya bırakmıştı . Dünya sosyalizmi korkusuna kapılan emperyalist-kapitalistler, tüm özel mülkiyetçi güçleri ve gericileri etrafında topluyordu. .
Dinci gericilik ve özellikle şeriatçı İslam gericiliği , Komünizme karşı bir panzehir olarak öne sürüldü ve yeniden diriltildi .Halk kitlelerini uyutması için yeniden örgütlenmelerine, serbestçe faaliyet göstermelerine izin verildi.
1950’lerde "çok partili dönem"le birlikte iktidara gelen DP , bu emperyalist-kapitalist politikayı Türkiye’de hayata geçirmek için kolları sıvadı . Nakşibendi tarikatının ve onun önemli bir kolu olan Nurculuğun yeniden toplumda etkin olmasının kapıları aralandı.
Kurtuluş savaşıyla başlayan Kemalizm ile şeriatçılar arasındaki çatışmaya son verildi ve Kemalistler ile şeriatçılar arasında yeni barış platformu oluşturularak , ortak düşman “komünizme” karşı cephe kuruldu . Şeriatçılar da ortak düşman komünizme karşı ittifakı zayıflatmamak için , Kemalist burjuva devlet biçimine karşı itirazlarından geçici de olsa vazgeçtiler. Ayrı bir parti olarak değil DP içinde örgütlendiler ve DP’yi desteklediler. Özellikle , ortak düşmana karşı cepheyi zayıflatmamaya özen gösterdiler.
DP ise , İslam dininin toplum üstünde etkinlik kurmasını önleyen tedbirleri yumuşattı. Bir yandan İmam -Hatip okullarını açarlarken diğer yandan okullarda din dersinin mecburi ders olarak okutulmasına karar vererek, İslam dininin yeniden toplumsal olarak öğrenilmesinin ortamını hazırladılar .
27 Mayıs 1960 darbesini DP iktidarına son vermesi rağmen, özel olarak şeriatçılara yönelik bir saldırı başlatmadı. Çünkü şeriatı yeniden diriltme, esas olarak DP değil , emperyalist-kapitalist sistemin önemli bir politikası idi .
NATO’ya , SENTO’ya bağlılığını ilan eden 27 Mayıs cuntası, anti-komünist cepheyi dağıtma diye bir niyetinin olmadığını da açıklamış oluyordu . Zaten emperyalistler ile açık ve zımni olarak anlaşma içinde olan şeriatçı tarikatlar, emperyalist- kapitalist sistemin 5. kolu olarak hareket etmekten çekinmiyorlardı.
27 Mayıs sonrası yeniden “demokrasiye geçişle” birlikte DP'nin yerini alan AP, şeriatçılarla yani tarikatlar ile ittifak politikasına devam etti .
1960’ların sonlarına doğru Türkiye'de artık şeriatın açıktan propagandası yapılıyor ve komünizme karşı şeriat devleti kurulması talep edilmeye başlanıyordu. Çünkü ortak düşman “komünizm” Sovyetlerde kapitalizmin yeniden inşa edilmesi ile birlikte korkulacak bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Bunun için “demokrasiye” karşı şeriatın İslam ülkelerinde yeniden egemen bir siyasi sistem haline getirilmesi için faaliyete geçildi.
12 Mart 1971 darbesi ise faşist generallerin, sözde Demirel’i zayıflatma adına şeriatçıların parti kurmalarına izin verdiler. 12 Mart öncesi “sol cunta” tehlikesinden korkarak Suudi- Arabistan’a kaçan , oradan da İsviçre’ye geçen Erbakan geri çağrıldı.
1970’lerin sonlarına doğru ise şeriat adına yeni bir dönem başlıyordu . İran İslam devrimi, arkasından gelen Sovyetlerin Afganistan işgali, şeriatçıların tüm “İslam dünyasına” egemen olmalarının koşullarını oluşturuyordu. Özellikle, Afganistan’dan “İslam ülkeleri”ne doğru yayılan şeriatçı akımlar, Türkiye'de de faaliyetlerini güçlendirdiler.
12 Eylül'ün faşist generalleri , “sol”un yeniden “dirilmemesi” için dinciliğin halk içinde etkin olması için ellerinden geleni artlarına koymadılar.
Sovyetlerin, Afganistan işgaline son verdikten sonra dağılması ve neo-liberal kapitalist döneme geçilmesi , emperyalist devletler ile şeriatçıların bir kesimi arasında çatışmanın ortaya çıkmasına vesile oldu . Çünkü bu şeriatçılar , yıllardan beri emperyalist devletlere sadakatle hizmet eden ve kendileri gibi onların egemenliklerini sağlayan , İslam ülkelerindeki laik veya kısmen laik iktidarların yerine geçmek istiyorlardı . İran ve Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi şeriat rejiminin halk kitlelerini daha güçlü bir tarzda kontrol altında tuttuğu ve emperyalist-kapitalist sistemin sömürüsüne daha elverişli ortam hazırladığı görüşü şeriatçıların iktidar taleplerini güçlendiriyordu .
İslam ülkelerinin bazılarında “demokrasi” adına yapılan seçimler şeriatçıların kitleler içindeki etkinliklerinin hangi boyutta olduğunun bir göstergesini teşkil ediyordu .
İran’ın şeriatçı rejimi , ABD emperyalizminin sadık müttefiki Şah'ın iktidarına son vererek ABD ile çatışmaya girmesi ve sözde anti-Amerikan cephe kurması , ABD emperyalistlerini şeriatın bir kesimine karşı kesin bir tavır almaya itti ve bunların iktidara gelmelerine fırsat vermedi.
Türkiye, İslam dünyasındaki bu gelişmelerden etkilenen ülkelerin başında geliyordu. İran İslam devriminin Türkiye’nin laik sistemini baş düşman ilan etmesi , Türkiye’deki şeriatçıların harekete geçmelerini teşvik ediyordu . Ve böylece, şeriatla laiklik arasındaki çatışma yeniden kızıştı.
12 Eylül'de faşist generallerin, ABD ve Avrupa emperyalistleri ile birlikte Sovyetlere karşı şeriatçı akımları desteklemesi , Türkiye’nin şeriatçı örgütlerinin gücüne güç kattı. Bununla da yetinmediler,1984 yılında başlayan silahlı Kürt ulusal hareketinin bastırılması için, şeriatçılar özel olarak silahlandırıldı. Tüm bu gelişmeler sonucu, 1995'deki seçimlerde şeriatçı parti %21 oy oranıyla en güçlü parti konumuna erişti ve arkasından Erbakan başbakan oldu. Bunlar şeriatın Türkiye'de egemen olması yönünde çok önemli adımlar atıldığını gösteriyordu.
Bu tehlike karşısında , ordunun müdahalesiyle Erbakan hükümetinin düşürülmesi, arkasından 21 Mayıs 1997'de Refah partisinin kapatılması ve Erbakan’a siyasi yasak koyulması, Erbakan’ın o zamana kadar izlediği politikaların gözden geçirilmesi ve taktiklerin değiştirilmesi konusundaki tartışmaların ve ayrılıkların gündeme gelmesine vesile oldu .
Erbakan’ın izlediği siyasi çizgi ve taktikler sonucu ayrı ayrı isimler ile kurulan şeriatçı parti 5 kez kapatılmıştı. Bunun için de Erbakan’a yönelik yoğun bir eleştiri başlatıldı. Erbakan’ın muhalifleri olarak ortaya çıkan, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan milli görüş diye ifade edilen siyasi çizgiyi sözde terk ettiklerini ilan ettiler. "Kapitalizme karşı", "İslam dünyasının birliğini" hedefleyen strateji terk ediliyor ve Batı kapitalizmi ile açıktan bütünleşme savunulmaya başlanıyordu..
Kendilerine “yenilikçi” ismini verenler, aslında Nurcu tarikatın lideri Fetullah Gülen’in yolunu takip etmekteler. Emperyalist-kapitalist sistem ile birleşip ,burjuva demokrasisinden yararlanarak şeriat istemini “İslam ülkelerinde” egemen kılma stratejisi takip edilmektedir. Bunun içinde Laisizme cepheden saldırmanın , silah zoruyla tasfiye etmenin yerine, devlet kadrolarını ve mekanizmalarını ele geçirdikten sonra şeriatı egemen kılma stratejisi geçirildi .
Erbakan’ın izlediği siyasi çizgi, (kapitalizme karşı sosyalizmin alternatif olarak öne sürülmesini engellemek için) “ kapitalizme karşı, İslam’ın birliğini” kurmayı amaçlıyordu.
Hitler faşizminin, sosyalizme karşı “nasyonal sosyalizm”i (ulusal sosyalizm ) öne sürerek kapitalizmi yaşatmayı amaçlamasının bir diğer benzeri de “İslam ülkelerinin birliği” (bazı yerlerde ise “İslam sosyalizmi”) idi .
Sovyetler dağıldıktan sonra , “soğuk savaş” döneminde tespit edildiği ileri sürülen siyasi çizgilerin eskidiği ve gereksiz hale geldiği iddia edilmeye başlandı. Neo-liberal dönem içinde şeriatın egemenliğinin nasıl sağlanacağı tartışması , tabii ki Erbakan’ın “soğuk savaş “ dönemine ait düşüncelerini ve izlediği siyasi çizgiyi geçersiz hale getiriyordu. Bunu Türkiye’de ilk tespit eden Nakşibendi tarikatına mensup olan Turgut Özal idi. Özal’ın yolunu takip eden Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül de neo-liberal dönemde şeriatın egemenliğinin kapitalist-emperyalist sistemle bütünleşmekten geçtiği düşüncesine sahip çıktılar.
Bunun için de neo-liberal ekonomi politika ile uluslararası kapitalizm ile bütünleşmeyi savunarak, (Erbakan’ın tam tersine) , Türkiye’nin AB’ye katılmasına kesin olarak taraftar olduklarını ilan ettiler.
Böylece bir yandan da, “Batı kapitalizmi ile kaynaşma “ temelinde, sözde burjuva demokrasisini savunur pozlarına bürünerek , Kemalistlerin şeriatın egemenliğini önlemeye yönelik engelleri bertaraf edilmek isteniyordu.
Oysa şeriatçı Tayyip Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin burjuva demokrasisi taraftarı olmalarına imkan var mı? Şeriat , demokrasinin inkarıdır. Şeriat hükümlerine göre hareket eden , İslam’ı referans olarak kabul eden birisinin , burjuva demokrasisi taraftarlığı göz boyamadan öteye gidemez ve gitmiyor.
Burjuva demokrasinin en temel haklarını ret eden , hukukun İslam’a göre yorumlanmasını ve Ulema sınıfının görüşlerine göre hareket edilmesini isteyen , sanki dinler arası bir çatışma varmışçasına kendine “dinler arası barışın misyoneri “ sıfatını takan , birisinin burjuva demokratı olmasına imkan var mı? Faşist sözde laik Kemalistlerin karşısına “demokrasi taraftarı” pozlarda çıkan şeriatçıların demokratlığı sahtedir.
Şeriata göre laikliği ele alan görüşler bazında Erbakan ile Erdoğan arasında en küçük bir farklılık söz konusu değil. İşte kanıtı :

“İslâm; dini kurumların (diyanet teşkilatlarının) ilim, iktisat ve idare gibi diğer kurumlara hakimiyeti esasına dayanan teokrasiyi kabul etmediği gibi (1), dinin, devlet düzeninin ve hayat sisteminin tamamen dışında tutulması, sadece vicdanlara kapatılması şeklindeki bir ”laiklik” anlayışını da kabul edemez. Laiklik, dini kurum ve kişilerin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmadığı, her din mensubuna hürriyet ve hoşgörü imkanının hazırlandığı bir sistem olmalıdır.... Laiklik , laiklik deyip duruyorsunuz. Nedir şu laiklik? Dinin devlete, devletin dine karışmaması değil midir? O halde:
- Devletin, genel müdürlük seviyesinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı`na sahip olması laikliğe uygun mudur?
- Kabinede, din işlerinden sorumlu bir devlet bakanının bulunması laikliğe uygun mudur? Böyle bir bakan, eski Şeyhülislâm`ın, Cumhuriyet`in başındaki Şer`iye ve Evkaf vekilinin (Şeriat ve Vakıf işleri bakanının) benzeri değil midir?
- Devletin beş yüz İmam-Hatip okuluna, on yedi ilahiyat fakültesine sahip olması laikliğe uygun mudur?
- Devletin, resmî memur statüsünde yüz binden fazla imama, müezzine, müftüye, hatibe, din dersi öğretmenine sahip olması laikliğe uygun mudur?
Siz hangi laikliği sayıklıyorsunuz?Türkiye`de laiklik falan yoktur. Bizdeki sistem "Devlet dini" sistemidir. Rejim, İslam diye çeşitli ekleme ve çıkarmalarla yozlaştırdığı bir düşünceyi topluma dayatmak istemektedir.
Dünyadaki ciddî ve büyük devletler içinde gerçekten laik olan tek devlet Fransa`dır. Orada:
- Katolik kilisesinin , Müslümanların ve başka dinlere mensup olanların özel okullar, liseler, üniversiteler açmasına izin verilmektedir.
- Bütün Fransız üniversitelerine başörtülü Müslüman kızlar serbestçe gidip okuyabilmektedir. Bazı sürtüşmeler olsa da, liselere de gidebilmektedir. Fransız Danıştay`ı başörtüsü lehinde karar vermiştir.
Ülkemizde, hakları Lozan anlaşması ile uluslararası garanti altına alınmış Rum, Ermeni azınlıklarının kendi okulları bulunmaktadır. Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar niçin özel din liseleri, din üniversiteleri açamıyorlar?
Niye açamazlarmış... Çünkü Müslümanlar böyle okullar açarlarsa Türkiye`deki Mason, Sabataycı saltanat ve hakimiyeti altına girermiş...
Dünya ülkeleri ve devletleri içinde biz mi daha demokratız, yoksa İngiltere mi? İngiltere`de:
- Devlet ve millî Anglikan kilisesi birdir. Kral veya kraliçe hem devletin, hem de kilisenin başıdır.
- Orada en az beş milyon Müslüman yaşıyor. Orada başörtülü Müslüman kızların ilkokuldan üniversiteye kadar dinî kıyafetleriyle tahsil yapması serbesttir.
- Londra emniyeti son bir karar aldı ve Müslüman emniyet memurlarının sarık sarmalarına izin verdi. Bundan haberiniz oldu mu? (Bu haber Hürriyet`de çıktı)
Siz, olmayan bir laikliğin korunması için feryat edip duruyorsunuz. Önce gerçek mânâda laiklik olsun, sonra onun korunması için çareler düşünürsünüz.
Stalin rejimi de laikti. Yoksa siz oradaki sisteme laik mi diyorsunuz? Hayır, Stalinist bir laiklikle demokrasi, insan hakları, hukuk bir arada olamaz.
Laiklik evrensel bir değer değildir.
Hiçbir insan hakları bildirgesinde, temel haklarla ilgili hiçbir metinde laiklik diye bir değer, bir madde yoktur. Laiklik ne bir haktır, ne de bir vazife.
Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti ise temel bir değerdir, temel bir haktır. İnsan hakları ile ilgili bütün metinlerde bu hak ve hürriyet yer almaktadır.
Dünyanın hiçbir medenî, hukukun üstünlüğünü tanımış, evrensel insan haklarına bağlı, demokratik ülkesinde müzmin din ve devlet kavgası yoktur. Laik Fransa`da da yoktur.
İslâm zaten laik bir sistemdir.(a.ç Y) İslâm`da, Katoliklik de olduğu gibi ruhban sınıfı yoktur.
Hindistan`da Hinduizmin, Birmanya`da Budizm’in, Japonya`da Şintoizm’in, Polonya`da Katolikliğin, Mısır`da İslâm’ın siyasette, sosyal hayatta, kültürde ağırlığı olmasından daha tabiî bir şey olabilir mi? Türkiye Müslüman bir ülke olduğuna göre, tabiatıyla burada da İslâm`ın etkileri ve belirtileri olacaktır.
Çoğunluğu teşkil etmedikleri halde Sabataycılar ülkeyi, devleti, bütün faaliyetleri kontrol edecekler; Müslümanlar ise bir şeye karışmayacak. Böyle demokrasi, böyle laiklik, böyle eşitlik olur mu?
Samimî bir laiklik taraftarı olanların Müslümanların serbest bırakılması yönünde yayın yapmaları gerekir. Bırakınız:
- Müslümanlar kendi eğitim sistemlerini, liselerini, üniversitelerini kurabilsinler.
- Müslümanlar, bütün medenî ve demokrat ülkelerde olduğu gibi, üniversitelere başörtüsü ile gidebilsinler.
- Müslümanlar, İngiltere`de olduğu gibi kız çocuklarını bütün okullara başörtülü olarak gönderebilsinler.
- Müslümanlara sadece teorik ve kağıt üzerinde kalan bir din hürriyeti değil, inançlarına göre bir hayat sürebilmek hürriyeti tanınsın ve bunun bütün imkânları verilsin.
- Müslümanlar, dinlerinin tavsiye ettiği kıyafetleri kullanabilsin.
Böyle demokratik, ılımlı, insan haklarına uygun bir laikliği içinize sindiremiyorsanız o halde Müslümanlara gösterdiğiniz sertliği Sabataycılara ve Masonlara da gösteriniz. İslâm, devlet ve Cumhuriyet için de ve tehdit oluşturuyor da , Masonluk ve Sabataycılık niçin oluşturmuyor? Açıklayabilir misiniz?
Bu memlekette çok büyük değişiklikler oluyor. Şu anda binlerce Müslüman çocuğu dış ülkelerin okullarında ve üniversitelerinde okuyor, yetişiyor.
Bütün baskı ve engellemelere rağmen yurt içindeki okul ve üniversitelerde de Müslüman bir gençlik yetişmektedir.
Belki haberiniz yoktur. Yüzlerce Müslüman Türk genci İbranice öğreniyor. Niçin öğreniyor? Roman veya gazete okumak için değil
Henüz yeterli olmasa da binlerce Müslüman genci sosyal, edebî, tarihî konularda araştırmalar, incelemeler, yüksek lisans tezleri, doktoralar yapıyor; bunların bir kısmı kitap halinde basılıyor.
Din düşmanları ve boyunları altında kalasıca bazı din baronları Müslümanları varoş ve bedevî kültürü seviyesinde tutmaya çalışıyor ama bir kısım Müslümanlar medenîleşiyor, şehir kültürü dairesine giriyor.
Laiklikse gerçeği uygulansın... Din işleri, din hizmetleri devletten bağımsız bırakılsın. Müslümanlar; Ermeniler, Rumlar, Museviler, Bahailer, Masonlar, Sabataycılar (Onların da baş hahamı var) gibi bir ruhanî lider seçsinler ve dini hayatlarını kendileri ayarlasın.
Haydi samimî iseniz, bunları isteyiniz.
Hem din hürriyeti, dinî serbestlik, laik devletten ayrı bir İslâm Cemaati Teşkilatı olmayacak; hem de Müslümanlara baskı yapılacak, laiklik elden gidiyor diye bağırılacak. Olur mu böyle şey?” Necmettin Erbakan

Erbakan’ın buradaki düşünceleri aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ın da düşünceleridir. Durmadan isimlerini saydıkları Avrupa ülkelerinde şeriata karşı bir sınırlama getirilmediği ileri sürülmektedir ki , bu esas olarak doğrudur. Çünkü Avrupa burjuvazisi şeriatçıları kullanarak, yabancı-yerli ayrımını körükleyip, işçi sınıfını bölmeye çalışmakta ve bir yandan, şeriatın etkisi altındaki işçileri grev kırıcısı olarak kullanmakta , diğer yandan şeriatın katı kurallarını ve uygulamalarını bahane ederek, yerli işçileri , yabancılara karşı kışkırtmaktadır. .
Bugün İngiltere'de başlayan “Müslüman topluluklar” içinde şerri kanunlarının geçerli hukuk kuralları sayılması , tüm Avrupa ülkelerini kapsayacak tarzda genişletiliyor.
Avrupa burjuvazisi , şeriatın Avrupa ülkelerinde “Müslüman toplulukları “ açısından egemen hukuk sistemi haline getirilmesini mevcut burjuva rejimleri için bir tehlike olarak görmüyor. Feodalizm ile kapitalizm arasındaki çatışma döneminde devlet üzerindeki etkisi kırılan Hıristiyan dini ve mezhepleri, çoktan beri laikliği içlerine sindirmiş ve kendilerini burjuva demokrasisine adapte etmişlerdir. Bunun için günümüz koşullarında , ortaçağın din esasına dayanan devlet biçimlerinin Avrupa’da yeniden ortaya çıkmalarının (hiçbir şekilde) objektif ve sübjektif koşulları mevcut değildir. Bunun için Avrupa burjuvazisi, İslam’ın , azınlık Müslüman topluluklar için geçerli olmasını “inanç özgürlüğü” adına savunmakta bir sakınca görmüyor.
Avrupa burjuvazisinin bu uygulamalarından güç alan Tayyip Erdoğan’ın da içinde yer aldığı Türkiye’nin şeriatçıları ,”devlet laik olur , insanlar laik olmaz “, ”Laiklik , devletin dinlere ve mezheplere karşı eşit uzaklıkta olması demektir.”, “devlet dine, dinde devlete karışmamalı” gibi şeriatın toplumsal etkisini sağlayarak , devletin biçimini şeriata göre biçimlendirilmesinin ortamı oluşturulmaya çalışılmaktadır.
“Devlet laik olur , insanlar laik olmaz “ yani insanlar şeriatın hükümlerine göre hareket etmek zorunda imiş , devlet ise insanlar arasındaki ilişkilere (yani dine) karışmadıkça “laik” oluyormuş!.
Şayet din , insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyecekse , sadece tanrı ile insan arasında bir inanma ilişkisi olarak ele alınmayacaksa, insanlar arasındaki ekonomik ve sosyal ilişkileri düzenleme de esas unsur olacaksa ve bu ilişkileri İslam hukukuna göre tanzim edilecekse, devlet bu ilişkilere karışmayacak, sadece dinlere karşı eşit mesafede kalacaksa “dinin devlet işlerine karışmaması nasıl olacak” sorusunu sormaya gerek yok. Çünkü “laik devlet” din ve mezheplere karşı eşit mesafede olan devletten başka bir şey değilmiş! Bunun için de dinlere karşı eşit mesafede olduğu iddia edilen “Osmanlı” da en büyük “laik devlet”miş!.
Şeriatçıların ileri sürdükleri bu sözde laiklikle, laik devlet tanımı arasında (en küçük tarzda bile olsa) bir ilişki yoktur.
Burjuvazi, yıllar süren bir mücadele sonrası, ortaçağın ürünü olan tek tanrılı dinlerin , toplumun sosyal, ekonomik, siyasi ilişkilerini düzenlemesine son vermiş, dini sadece insanlar ile tanrı arasında bir inanç ilişkisine dönüştürmüş ve dincilerin üzerinde devamlı bir baskı kurarak, onların tekrar ortaçağdaki işlevlerini yerine getirmelerine fırsat vermemiştir.
Kapitalizm geliştikten sonra da zaten dinin toplumun siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilerini düzenleyen fonksiyonunun objektif ve sübjektif koşulları ortadan kalkar ve din sadece insanla tanrı arasında bir inanç ilişkisine dönüşür ve de devletin laikliğini egemen kılmak için dinciler üzerinde baskı kurmasına gerek kalmaz..
Ama kapitalizm öncesi geri toplum ilişkilerinin güçlü etkisi altında olan “ Müslüman ülkeler” henüz bu aşamaya varamadıkları için din, toplumun sosyal , ekonomik ve siyasi ilişkilerini düzenlemede esas rol oynamaya devam etmektedir .
Türkiye ise , ( bu aşamayı aşmasına rağmen) , kapitalizmin az gelişmişliği sonucu laik devlet biçiminden geriye dönüşün objektif koşulları devam ediyor. Bunun için , burjuva devletinin şeriatçılar üzerindeki baskısı sürdürülmeden, laik devlet biçimi ve burjuva demokrasisi egemen olamaz ve yaşamına devam edemez . Bu gerçeği “ sosyalistlik”, demokratlık adına kim inkar ederse o, ortaçağın şeriatçı düzenini savunmaktan öte bir işlevi yerine getirmemiş olur.
Müslüman toplumlar da şeriat burjuva demokrasisinin azgın bir düşmanı olduğu için faşizmden hiçbir farkı yoktur ve esas olarak işçilerin ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini yok etmeyi hedef alır. Bu somut gerçeğe rağmen şeriatın halk tarafından benimsenen “demokratik” bir halk hareketi olduğu iddia edilebilmektedir.
Bilindiği gibi faşizmin de “halkın siyasi rejimi “ olduğu ileri sürülmüştür. Ve Hitler seçimlerde oy çoğunluğunu sağlayarak iktidara gelmiştir. Demokrasiyi inkar eden bir siyasi hareketin sözde seçimlerde oy çoğunluğunu sağlaması, onun ne bir halk hareketi ne de demokratik bir hareket olduğunu gösterir. Bu olayda var olan tek gerçek halkın kandırılmasıdır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın tek amacı, Türkiye devletinin 12 Eylül ile pekişen demokrasi düşmanı despot yapısını koruyarak, laikliğe son verip şeriat rejimini egemen kılmaktır. Bunun için 2002'de ilk önce Erbakan’ı terk ederek dinci parti olmadıklarına, Erbakan’ın milli görüş çizgisini terk ettiklerine, şeriat yolunda yürümediklerine,12 Eylül faşizminin biçimlendirdiği devleti demokratlaştıracaklarına herkesi inandırmak için yola çıktılar. Tabii ki AKP’nin bu görüşleri ve “yeni siyasi tutumu” onların tek başlarına iktidara gelmelerini sağlayamayacaktı. 2002 yılında onları iktidara getiren esas neden Türkiye’yi derinden sarsan ekonomik krizdi. AKP ekonomik krizin nedeni olarak kapitalist üretim biçimi ve neo-liberal politikaları değil , iş başındaki hükümetin izlediği yanlış ekonomi uygulamaları olduğunu ileri sürüp, iktidar olduklarında “doğru bir ekonomi politika” izleyerek ekonomiyi krizden çıkaracaklarını iddia ettiler. 2002'de erken seçim kararı alan hükümetteki partiler henüz ekonomik krizden çıkmamanın faturasını pahalıya ödediler, iktidarın 3 partisi ve “ana muhalefet partisi” olan DYP ve Erbakan’ın partisi %10 barajın altında kalıp meclise giremediler. Ve böylece AKP %34 oy oranıyla mecliste %60'ın üzerinde çoğunluğu elde ederek hükümete geliyor ve devleti ele geçirerek şeriatı egemen kılmanın fırsatını yakalamış oluyorlardı.
Tayyip Erdoğan ve AKP, esas hedef olarak Cumhurbaşkanlığını ele geçirmek olarak tespit edip ona göre hareket etti. Çünkü 12 Eylül faşizmi , Cumhurbaşkanlığını devletin en kilit organı haline getirmişti. Cumhurbaşkanlığının var olan yetkileri , yasama ve yürütme organlarının yanı sıra anayasa mahkemesi başta olmak üzere yargı organının da mecliste çoğunluğun sağlayan partinin eline geçmesine de imkan tanıyordu.
Bilindiği gibi, 2007 yılında yeni Cumhurbaşkanının seçiminin gündeme gelmesi Türkiye’yi bir kamplaşmanın ve çatışmanın içine itti. Anayasa mahkemesinin kararıyla AKP’nin Cumhurbaşkanlığını ele geçirmesi önledi . Bu engeli aşmak için AKP'nin erken seçim kararı aldığı biliniyor.
AKP’nin yeni seçimle %46,7 oy oranını yakalaması, Cumhurbaşkanlığını ele geçirmesinin önündeki engelleri bertaraf etmeye yetti. %46,7'lık oy oranı şeriata karşı laikliği savunanları hareketsiz hale getirdi. Ve Cumhurbaşkanlığı AKP’nin eline geçti.
Fakat birden bire Tayyip Erdoğan henüz yargıya ve devletin temel organlarına egemen olunmadan, şeriat hükümlerinin yerine getirilmesi için harekete geçti ve herkesi “şaşkına çevirdi”.
Peki niye, acelesi ne idi sorusunun cevabı; çünkü Amerika'da başlayan ekonomik kriz dalga dalga tüm kapitalist ülkelere doğru yayılıyor. Ve bu krizden en fazla etkilenecek ülkelerin başında yine Türkiye yer alıyor. Tayyip, ekonomik krizin kendisini de götüreceğinin telaşına kapıldı. “Ekonomimiz çok sağlam temele oturdu “ nakaratını tekrarlayarak “karanlıkta ıslık çalma” ya devam etse de ekonomik krizin Türkiye’yi derinden etkileyeceği bilgilerini edinmeye başladı.
İngiltere başta olmak üzere , Avrupa’nın tanımış ekonomi gazeteleri ve dergileri krizden en fazla etkilenecek ülkelerin içinde Türkiye’nin yer aldığını tespit ve ilan ediyorlar.
Tayyip'in, İspanya'dan türbanın üniversitelerde serbest bırakılması için düğmeye basmasının nedeni ekonomik krizin büyük boyutlarda olduğunu somut olarak görmesidir. Tayyip Erdoğan, ekonomik krizi istismar ederek iktidara gelmişti. Şimdi gündemdeki ekonomik kriz onun kazdığı kuyuya düşmesinin önünü açıyor. Bunun içinde durmadan çeşitli siyasi sorunları gündeme getirerek, siyasi gerginliği (bilinçli bir tarzda ) yaratmaya çalışıyor. Böylece ekonomik krizin sebebinin kendi izlediği ekonomi politikalarından kaynaklandığını göz ardı ederek, başka sahte nedenlerin gündemde yer almasını arzuluyor. Bile bile partisinin kapatılması için dava açılmasını tahrik etti.
Oysa, Erbakan’ı sorumsuz davranarak , mevcut yasaları hiç sayarak partilerinin kapatılmasına yol açmakla suçluyorlardı ve Erbakan’ın partisini bu gerekçeler ile bölüp küçülttüler. Şimdi hiç çekinmeden anti-laiklik kampanyalarını ve uygulamalarını kendileri yapıyor. Böylece Kemalistler ile çatışmaları kızıştırmaya çalışıyor. 2007 seçimleri öncesi Kuzey Irak’a saldırmamak için direnirken, Kürt sorununa barışçıl çözümden yanaymış gibi davranırken, seçim sırasında PKK'ye karşı ordu güçlerini yeterince harekete geçirmediğine dair kendilerine yönelik yoğun bir faşist saldırganlığı kızıştıran propaganda kampanyasını bizzat genel kurmayın teşviki ve desteğiyle yürüttüğü dönemde tınmaz iken, ekonomik krizin dünyayı sardığı dönemde, kendi elleriyle siyasi kriz yaratmaktalar. Bir yandan Kürt-Türk ulusal çatışmasını keskinleştiriyorlar, işçilerin sosyal haklarına saldırıyorlar, diğer yandan Kemalistlere yönelik saldırılara geçerek Kemalistler ile aralarında mevcut olan laiklik-anti laiklik çatışmasını keskinleştiriyorlar.
Sonuç olarak Tayyip kendi mezarını kazıyor. Çünkü ne yaparsa yapsın kapitalist üretimin neden olduğu ekonomik krizin tahribinden kurtulamayacaklardır. Kapitalizmin krizi sonuçta; artan işsizlikten, yoksulluktan, sefaletten, açlıktan kurtuluşun, kapitalizme son vererek sosyalizmi kurmaktan geçtiğini göz ardı ederek işçi ve emekçi kitleleri uyutamayacaklardır. Yeter ki; burjuvazinin sahte krizden kurtuluş alternatiflerine karşı, sosyalizmi amaçlayan gerçek alternatifler ortaya çıkarılabilsin, aynen Latin-Amerikanın bazı ülkelerinde olduğu gibi.


Yavuz Yıldırımtürk
yyildirim1918@hotmail.com

Hiç yorum yok: