29 Mart 2007

Türkiye de milliyetcilik

TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE SON GELİŞMELER


12 Eylül faşist darbesinin “sosyalist hareketleri” dağıtıp, zayıflatmasıyla birleşen Sovyetlerin tasfiyesi ve bunu fırsat bilen burjuvazinin başlattığı anti-Marksist histeri kampanyası, siyasi, sosyal ve ekonomik olaylara veya olgulara bakış açısında, burjuvazinin (maddi temelli olmayan) idealist, iradeci, şarlatan düşünceleri egemen oldu. Burjuvaziye göre “Marksizm eskimişti ve tarihin çöp sepetine atılması gerekirdi”! Her şey bir yana, Marksizm, proletaryanın ideolojisidir, burjuvazinin ideolojisi ise metafizik ve idealizmdir. Proletaryadan daha önce tarih sahnesine çıkan burjuvazinin ideolojisi “eskimiyor!” ondan sonra tarih sahnesine çıkan ve onu tarihin çöp sepetine atacak olana sınıfın ideolojisi “Marksizm” eskimiş oluyor!

Türkiye’de son dönemlerde moda olan ve ortalığı kasıp kavuran, milletler ve milliyetçilik sorununa burjuvazinin idealist düşüncelerine göre yaklaşılıyor. Ne “yazık” ki burjuvazinin bu bakış açısı kendine “sosyalist” diyenler tarafından da kabul görüyor.

Feodal toplumun belirleyici özelliklerinden olan toprağın temel üretim aracı olmasını ve buna uygun olarak feodal parçalanmışlığı ve kırların egemenliğini, Feodalizm’in bağrından çıkan ve gelişen kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileri tarafından tasfiye edilmesi ve süreç içinde gelişen meta ekonomisi sayesinde, üretimin merkezleşmesi ve tüm üretim dalları bir birine bağımlı kılınması, kırların egemenliği şehirlere ve şehirleşmeye bırakması milletin (veya ulusun) ortaya çıkmasına vesile oldu.

Bu aynı zamanda dil, toprak ve yaşam birliğiyle bir araya gelen ve aynı etnik kökene sahip olanların bir millet olarak şekillenmesi demekti. Millet, kapitalizm’in şafağında ortaya çıkmaya başlamıştı.

Tüm sömüren ve sömürülen sınıfların bir millet olarak bir araya gelmesi, burjuvazinin, pazarlarını korumak ve başka pazarlar elde etmek için “milli menfaat” sloganıyla, milliyetçiliği topluma egemen kılmasını sağladı.

Ama kapitalizm (doğası gereği) sınıf farklılıkların geliştirip, sömüren ve sömürülen sınıfları çıplak bir tarzda ortaya çıkarmasıyla “milletin birliğinin” parçalanmasını da “kendi eliyle” hazırlamış oluyordu.

Ve yine kapitalizm, siyasi bir olgu olarak milli devleti ve millet ortaya çıkarırken aynı zamanda milletin ve milli devletin (ulusal devletin) ortadan kalkmasını sağlayan bir zemin hazırlar.

Kapitalizmin bu özelliği, kapitalist ekonominin varlığıyla birlikte ortaya çıkar. Çünkü Kapitalizm kendinden önceki üretim tarzları gibi yeniden üretim ekonomisi değil, genişleyerek yeniden üretim ekonomisidir ve dolayısıyla, sermeye durmadan yeni pazarlar arar. Kapitalist üretimin gelişmesinin motoru olan burjuvalar arası rekabet, kıyasıya bir çatışmayı ortaya çıkarır ve burjuvazi, rakiplerini yenerek, alt ederek büyür. Bu durum burjuvaziyi tüm dünya pazarlarına egemen olmaya iter. Dolayısıyla kapitalizm geliştikçe, millileşmeyi ve milli devlet olmayı sona erdirme sürecini başlatır ve bitirir.

Bu dönemden sonra, burjuvazi için, kendi egemen olduğu pazarları korumada, rakiplerine kaptırmamada ve aynı zamanda yeni pazarlar elde etmede, sadece ekonomik yayılmacılık yeterli olmaz, siyasi ve askeri yayılmacılık da devreye girer. Bu durum aynı zamanda, burjuvazinin devletini arkasına alarak egemenlik peşinde koşmasının bir diğer göstergesini teşkil eder.

Burjuva devleti, uluslaşma sürecini tamamlamasına rağmen, başka ülkelerdeki pazarlara egemen olmak amacıyla maddi temelleri ortadan kalkmış “milleti” etrafında toplamak için özel çaba harcar. Burjuvazinin, sınıf farklılıklarının ortaya çıktığı, sömürülen ve sömüren sınıfların mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde, zor yoluyla başka pazarlara egemen olmak için “millet’i” arkasına alma çabaları, ırkçılığı esas alan bir milliyetçiliğe sarılmayı zorunlu kılar. Çünkü kapitalist gelişme ile uluslaşma tamamlanmış, sınıf farkları derinleşmiş, sömürülen işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadele, iktidar savaşı boyutlarına tırmanmış ve sosyalizm sınıf mücadelesinin sosyal pratiği gündeminde yerini almıştır. Dolayısıyla ulusal pazar etrafında bir millet oluşturma mümkün değil ve tarihsel olarak ortadan kalkmıştır.

Bu objektif gerçeklik karşısında gelişmiş kapitalist ülke burjuvazisi, sınıf mücadelesini yumuşatmak, sosyalizm’in bir alternatif sistem olarak öne sürülmesini sınıf mücadelesinin gündeminden çıkarmak ve paylaşılan dünya pazarlarını yeniden paylaşmak için, tekelci kapitalist sömürüden sağladığı aşırı karlarının bir kısmını kendi milletine (işçisine, köylüsüne, emekçisine) dağıtıp imtiyazlı bir “millet” yaratır.(2) Veya güçlü ekonomisinin varlığına dayanarak “imtiyazlı millet” yaratma vaatlerinde bulunup, dünya pazarlarına egemen olma sloganıyla ırkçılığın esasları üzerinde milliyetçiliği topluma egemen kılmaya çalışan Hitler gibi “imtiyazlı ulus” yaratmayı, iktidara gelinceye kadar pratik olarak değil, güçlü propaganda ağıtlarıyla bir vaat olarak topluma empoze eder. Buna rağmen, Hitler, iktidara gelinceye kadar işçi sınıfının büyük çoğunluğu, onun peşinden gitmedi. Bu dönemde Hitler, işsizleri, ümitsiz küçük burjuvaları etrafına toplamıştı.

Hitler’in darbeyle ırkçı milliyetçi faşist hareketini iktidara getirmesine neden olarak gösterilen seçimlerde, KPD ve SPD (işçi sınıfının desteklediği partilerdi) birlikte Hitler’in Nazi partisinden daha çok oy almışlardı. Birlikte iktidar olmalarını önünde engel yoktu.(3)

Hitler’i dünyaya egemen olma sevdasına iten, güçlü Alman kapitalizm’in varlığıydı. Hitler, iktidara geldikten sonra, faşist terörle başka uluslara mensup, işçileri, emekçileri baskı altına alıp, karın tokluğuna fabrikalarında çalıştırarak elde edilen aşırı artı-değer ve sömürü sayesinde “imtiyazlı Alman ulusunu” yarattı. Bu dönemden sonra, Hitler’in izlediği ekonomi-politika, Alman işçi sınıfının da Nazi partisini desteklemesine vesile oldu.

Millileşmenin (uluslaşmanın) tamamlandığı, ulusal birliği tarumar eden sınıf farklılıklarının ortaya çıktığı bir dönemde, maddi temel olmayan milliyetçiliğin topluma empoze edilmesi, uluslararası tekelci kapitalizmin sayesinde gerçekleşebilir ve gerçekleşiyor.

Feodalizm’in bağrında çıkan kapitalizmin oluşturduğu milliyetçilik, bu dönemde tarihsel olarak devrimci ve ilerici vasıflara sahip iken, kapitalizmin gerici bir sistem haline gelmesinden sonra gerici niteliktedir ve azılı bir karşı devrimciliktir.(4)


Türk Milliyetçiliği


Türkiye’de, merkezi-feodal Osmanlı devletinin bağrından gelişen kapitalizm (5), Türk milletinin de ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Feodalizm’e karşı, kapitalizm’in gelişmesinden yana olan ve kapitalist üretim tarzının egemenliği sonucu, ulusal pazarın oluşmasını isteyen Türk milliyetçiliği, doğası gereği, feodal-despot Osmanlı imparatorluğuna, padişahlığa karşı burjuva demokrasini, şeriata karşı laikliği alternatif siyasi rejim olarak öne sürüyordu. Jön Türk hareketi, iktidara gelinceye kadar ve 1908 devrimini gerçekleştiren İttihat-Terakki partisi (6) devrimci ve ilerici Türk milliyetçiliğinin öncülüğünü yaptılar.

Mustafa Kemal’in temsil ettiği, Anadolu tefeci-tüccar ve Osmanlı feodal-merkezi devleti dışında yer alan ve kapitalist ilişkiler içine girmeye başlayan, feodal ve yarı-feodal toprak ağalarının önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşının zaferi ve bu sınıfların iktidara gelmeleri, feodal Osmanlı devletine ve onun feodal şeriatçı devlet biçimine son verip, ulusal burjuva devlet biçiminin ve onun üst yapı kurumlarının egemenliğini sağlaması, kendinden 50, 60 yıl öncesinden başlayan, milli devlet oluşturma mücadelesinin zaferle sonuçlanmasının ifadesiydi.

Kurtuluş savaşının egemen sınıfları, kapitalist ilişkiler içinde yer almalarının doğal sonucu olarak, kapitalist üretim geliştirecek, onun egemen üretim biçimi olmasını sağlayacak bir ekonomik-politik yol izlemeleri, uluslararası kapitalizm ile kaynaşmalarını kaçınılmaz kılıyordu. Nitekim Kemalistler, doğru bir tarzda ve sınıfsal karakterleri gereği bu kapitalist yolu izlediler (7) ve süreç içersinde uluslararası kapitalizmle daha da kaynaşıp onun bir parçası haline geldiler.

1924 İzmir iktisat kongresi, Kemalist iktidarın nasıl bir ekonomik-politika izleyeceğini çıplak bir tarzda ortaya koyuyordu. Bu dönemden sonra, Uluslararası tekelci sermaye, Türkiye’ye yatırım yapmaya çağırılır iken, diğer yandan Osmanlı döneminden itibaren Türkiye’de faaliyetini sürdüren, uluslararası tekelci sermayeye her türlü güvence vermekten geri durulmuyor ve durulmayacağı açıklanıyordu. (8)

TKP’nin merkez komitesi üyelerinden, Şevket Süreyya Aydemir’in ve Vedat Nedim Tör’ün çıkardığı “Kadro” dergisini uluslararası kapitalizm’e karşı, sözde “milli kapitalizm” savunması ve bu yönde propaganda yapması, göz boyamadan öte bir anlam ifade etmediği gibi, Kemalist devletin izlediği ekonomik-politikaya (en küçük tarzda bile olsa) tesiri olmamıştır. Bizzat Mustafa Kemal’in kendisi liberal kapitalizm’in Türkiye de öncüsü olarak hareket etmiş ve liberal-kapitalizm’i (özel teşebbüsçü kapitalizm’i) desteklemek için, uluslararası mali sermaye ile birlikte İş Bankası’nı kurmuş ve başına da liberal kapitalizm yanlısı Celal Bayar’ı getirmiştir. Bununla da yetinmemiş, liberal-kapitalizm’i daha da geliştirmek için, Celal Bayar’ı başbakan yapmıştır.

Tüm bunlar Türkiye’de, kapitalizm’in egemen bir sistem haline gelmesi ile Türklerin uluslaşma sürecinin sona ermeye başladığını göstergesini teşkil ediyor.

Özel olarak, kapitalist gelişme sonucu, Türklerin uluslaşma (millileşme) süreci tamamlanmıştır. Bu dönemden sonra, Türk milliyetçiliği, ilerici olan tüm özelliklerini yitirmiş ve Tekelci kapitalizm’i yaşatmanın güçlü aracına dönüşmüştür.

Sınıf farklılıklarının derinleşmesi, sömürücü burjuva sınıfının ve sömürülen işçi sınıfının varlığı ve de bu sınıfların arasındaki mücadelenin güçlü bir tarzda ortaya çıkması ve işçi sınıfının iktidarı ve sosyalizm için mücadele etmesinin maddi temellerinin olgunlaşması, Ulusal Pazar etrafında milletin birliğinin sağlanmasının sona erdiğini göstergesi idi.

Nitekim bu dönemden sonra, Kemalist burjuvazi, işçi sınıfının ekonomik ve siyasi hareketini ezmek için, 1922’de İtalya’da iktidara gelen Mussolini, faşist yasalarını alıp yürürlüğe koymaktan çekinmedi ve komünizmi baş düşman ilan etti. Türkiye kapitalizm’inin bu süreci giderek gelişti.

Uluslararası tekelci burjuvazinin ideolojisine dönüşen Türk milliyetçiliği, 2. emperyalist savaş döneminin “parlayan yıldızı” Hitler faşizm’in ırkçı-milliyetçiliğini takip ederek, tekelci kapitalizm’in azgın, gerici ideolojileri kategorisi içinde yerini aldı.

O dönemin, başbakan’ı Saraçoğlu (9) Türk ırkçı-milliyetçiliğini topluma egemen kılmak için özel çaba harcamıştı. Bir yandan Anti-Sovyetler birliği kampanyasını yaygınlaştırırken, diğer yanda Alman faşist devleti ile “can ciğer” bir ilişki kuruyor ve Hitler faşizm’inden kaçıp Türkiye’ye sığınanları, Yahudi kökenli entelektüelleri açtırdığı kamplarda topluyordu. Türk olmayan, Türkiye vatandaşlarına karşı, özel baskı metotlarını yürürlüğe koyuyor ve “varlık vergisi” adı altında çıkardığı kanunla, Rumları, Ermenileri, özel mülkiyetten arındırmaya çalışıyordu. Hitler hayranı, Türk ırkçı-milliyetçisi Türkeş, bu dönemde orta çıkmış ve Türk ordusu içinde örgütlenmeye başlamıştır. (11)

Gelişen ve güçlenen Türkiye burjuvazisi, 2. emperyalist savaş sonrası, sosyalizmle kapitalizm arasında keskinleşen çelişki ve çatışma sırasında, (hiç bir şekilde) tereddüt göstermeden uluslararası burjuvazinin saflarında gönüllü olarak yerini aldı. Sosyalizm’e karşı kapitalizmi savunma, Türk devletinin ve Türk milliyetçiliğinin baş görevi oldu.

Hitler faşizm’ine karşı demokrasi havarisi kesilen, başta ABD emperyalist burjuvazisi olmak üzere batı burjuvazisi, tüm dünyadaki ırkçı-milliyetçilere kol kanat gerdi. Irkçı-milliyetçiliğin bir diğer ifadesi olan faşistler, komünizm’e karşı yeniden örgütlendi. Aynısı Türkiye’de de tezgâhlandı.

1960 sonrası Türkiye de gelişen işçi sınıfı ve sosyalist hareket karşısında CIA hemen Türk ırkçı-milliyetçilerini devreye soktu. Türkeş, komünizm’e karşı ABD’den ve “Batı Dünyası’ndan” yana olduğunu açıkça ilan ediyordu.

Türkeş, ABD, Batı-Avrupa ve Türkiye’nin tekelci burjuvazisinin tüm desteğini arkasına almasına ve özel askeri kamplarda faşist komandolar yetiştirmesine ve Türk ırkçı görüşlerini topluma egemen kılmaya çalışmasına rağmen, siyasi bir güç haline gelip kitleleri peşinden sürüklemediği gibi, Türkiye halkının nefretini üzerinde toplamıştı. 12 Eylül’ün faşist generalleri, bu nefretten yararlanmadan, işçi sınıfının mücadelesini ezmede ve sosyalist hareketleri tasfiye etmede, sıradan yığınların desteğini kazanamayacağını düşünerek, Türkeşçi faşistleri de tutukladı ve örgütlüklerini (geçici bir süreyi de kapsasa) dağıttı. (12)

Günümüzün Türk Irkçı Milliyetçiliği


Sovyetlerin dağılması ve revizyonizm’in estirdiği yılgınlık, kapitalist-emperyalizm’in anti-sosyalist kampanyasına güç verdiği sırada, Türk faşistleri “zafer kazanmış büyük kumandalar” edasıyla, “Büyük Türk Dünyası’nı” birleştirmek için yolla çıktılar. (11)

Çok geçmeden, yıllardan beri kapitalist-emperyalist dünyanın bekçiliğini yaparak geçinen Türk devletinin “Türk dünyasını birleştirme” potansiyeli taşmadığı anlaşıldı. (12)

Bu durumda, Türk faşistlerine düşen görev,12 Eylül generallerinin oluşturduğu faşist devlet biçimini savunmaktı. Türkeş “Biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidardadır” diyordu. Ve öyle idi. Tüm faşist talepleri ve istedikleri faşist devlet biçimini generaller fazlasıyla yerine getirmişti. Artık Türkeşçi faşistler, bu devletin “sivil” toplumsal gücü olabilirlerdi. Ama ne var ki, faşist devleti korumak için, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalistlerin yeniden toparlanmasını önlemek yeterli olamıyordu. Çünkü bir yanda, Türkiye’nin tekelci kapitalizm’i “ulusal devlet”in çatısı altında varlığını sürdüremeyecek konuma gelmişti ve uluslararası kapitalizmle bütünleşerek, uluslararası siyasi örgütlerin egemenliği altında faaliyetini sürdürmek istiyordu, diğer yanda ise 12 Eylül faşizm’in zulmü karşısında silaha sarılmak zorunda kalan Kürt ulusal hareketinin başkaldırısını ortaya çıkıp, Kürt halkını etrafında topluyordu.

Generaller ve onların sivil uzantıları faşistler, bir dönem sosyal-şovenizmi kendine bayrak edinen, Sovyetlerin dağılmasıyla “komünizm tehlikesinin” ortadan kaldığının farz ederek ırkçı milliyetçiliğe dört ele sarılan “sosyal-demokratlar!” şimdi bu tehditlere de karşı (12 Eylül’ün faşist devlet biçimini savunmak amacıyla) bir ittifak kurmuşlardır ve hep birlikte ırkçı milliyetçiliği toplumsal bir güç haline getirmeğe çalışmaktalar. Bu amaçlarına erişmede, ellerinde, maddi temelden yoksun ırkçı milliyetçiliğin güçlü propaganda araçlarını devreye sokmaktan başka bir şey yok. Çünkü Türkiye gibi kapitalizm’in egemenliği altında olan ve sınıf farklıkların en belirgin şekilde oluşması sonucu milyonlarca, aç, işsiz insanların ortaya çıktığı, iş bulup çalışanların geçimlerini dahi sağlayamadığı, burjuvazisinin, uluslararası tekellere “en ucuz iş gücü bizdedir, bize yatırım yapmaya gelin” diye çağrı yaparak insanını satışa çıkardığı bir ülkede, ırkçı milliyetçiliğe dayanarak “ulusal birliğin” sağlanmasına imkân var mı? (12)

Ortadoğu’da, özellikle Irak’taki çatışmalar, Türk ordusunun ve sivil faşistlerin “yeni pazarlar elde etme” sevdalarının kımıldamasına vesile olsa da, bunun boş bir hayal olduğu açıktır. Çünkü karşılarındaki güçler onların bu sevdalarını kursaklarında bırakacak durumdalar.

Ama generaller ve sivil uzantıları bu sevdadan bir türlü vazgeçmiyorlar. Özal, “Baba Bush”la birlikte, Saddam’a karşı sefere çıkarak, 1 koyup 3 alacaktı, ama olmadı.

G.W. Bush’un Irak işgalinin gündeme girmesiyle birlikte çok büyük fırsat yakaladıklarını düşüne generaller, Kuzey Irak’ı kontrolleri altına alarak, Kerkük ve Musul petrollerine el koymayı amaçlıyorlardı. Bunun içinde Kürt düşmanlığını özel olarak körükletmekten geri durmadılar. Generaller, bu amaçlarından hâlihazırda vazgeçmemişlerdir. Bunun için Kerkük sorununu “pişirip pişirip” Türkiye’nin gündemine taşıyorlar. Kürt düşmanlığını diri tutmak için, Kürtlerin, Iraklı Türkmenlere nasıl zülüm yaptıkları, Türkmenleri nasıl katlettikleri yalanını yayarak, Kürtlere karşı intikam duygularını geliştirilmeye çalışıyorlar.

PKK’nın öne sürdüğü, Kürt ulusal sorununun, Türkiye’nin üniter-devlet içinde çözüm önerilerini ellerinin tersiyle itmelerinin nedeni de, Kuzey Irak’a müdahale etme bahanesini ellerinden kaçırmak istememelerinden dolayıdır. Musul ve Kerkük petrollerini ele geçirmek istedikleri için, Türkiye’de Kürt ulusal sorununun barışçıl çözümüne yanaşmıyorlar. PKK, Kuzey Irak’taki kamplarını kapatıp ve gelip teslim olsa; bunu ilk önce generaller istemez. Böyle bir şey ortaya çıkarsa, generallerin, PKK’ya “kamplarınızı kapatmayın” çağrısı yapmaktan geri durmayacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Amaçları, “üzümü yemek değil, bağcıyı dövmektir”. Generallerin bu politikasını destekleyen Deniz Baykal ve diğer faşist güruhlar da aynı amacı taşıyor.

ABD’de, Irak’tan ve Ortadoğu’dan askerlerini çekme tartışmasının giderek yaygınlaşması ve Amerikan halkının çoğunluğunun talebi haline gelmesi, en fazla Türk generallerinin iştahını kabartıyor. Ortadoğu’nun en güçlü ordusuna sahip olduklarını düşünerek, ABD gittikten sonra buraları kolayca ele geçirebileceklerini zannediyorlar. Bunun için de yoğun propagandayla Türk ırkçı-milliyetçiliğini topluma egemen kılmak istiyorlar.

Türkiye halkını yeni maceralar bekliyor. Türkiye’nin yoksul halkı, Araplarla, Kürtlerle petrol için, 10’larca yıl sürecek bir savaşın girdabına sürüklenmek isteniyor. Tabiî ki, Osmanlı döneminde olduğu gibi kaçınılmaz emperyalist askeri müdahaleler de dâhil. ABD emperyalizm, Türk generallerinin bu amaçlarına karşı durdukları için sözde “Anti-Amerikacılık” Türkiye’de yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Bunun için, ABD, Kürt yanlısı ilan ediliyor. ABD’nin, PKK’ya karşı askeri müdahalesi teşvik ediliyor. Böylece, ABD ile Kürtler karşı karşıya getirilmeye çalışılıyor, dolayısıyla, Kürtlerle ABD’nin arasının açılması isteniyor.

Generaller, durmadan PKK’nın Türkiye’yi bölerek ayrı devlet kurmak istediği yalanıyla Türk halkını etkilemeye çalışıyor. Oysa Abdullah Öcalan’ın ve PKK’nın böyle bir amaç taşımadığı açık ve nettir. Öcalan, uluslaşmanın aşıldığı, uluslar arasılığın geliştiği bir dönemde, ulusal devlet peşinde koşmanın yanlış olduğunu ileri sürüyor ve Kürt Ulusal Sorunu’nun, AB normları temelinde ve AB’yle bütünleşen Türkiye içinde çözümünü istiyor. Türkiye’nin üniter devletini kabul ediyorum diyor. Ve de “Ulusal Kürt Devleti” isteyenleri ilkel milliyetçilikle vasıflandırıyor. En önemlisi, PKK’dan önce ortaya çıkan Kürt isyanlarını, Barzani, Talabani siyasi hareketlerini, Kürt feodal aşiretlerin isyanını, gerici başkaldırıları olarak nitelendirmesidir. Bu görüşlerinden dolayı, Şeriat isteyen Şeyh Sait hareketin dahi “Ulusal Kürt Hareketi” olarak gören, Kürt Feodal-burjuvaları, Öcalan’a karşı saldırıya geçtiler ve PKK’yı bölmek için sosyalizm düşmanlığı temelinde seferberlik ilan ettiler. (13)

Tüm bunlara rağmen generaller, Kürt ulusal sorununun Türkiye’nin üniter devletin çatısı altında dahi çözümüne yanaşmıyorlar. Çünkü amaçları (devamlı vurguladığım gibi) Ortadoğu’ya egemen olmaktır. Bunun için Türk halkı ırkçı milliyetçilikle zehirlenmek isteniliyor.


Türkiye Sosyalistlerinin Milliyetçiliğin Etkinliğindeki Rolü


Sovyetlerin dağılmasından, Arnavutluk Sosyalist Cumhuriyeti’nde kapitalizm’e geriye dönüşün gerçekleşmesinden ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin (hiç kimsenin itiraz edemeyeceği tarzda ve açıktan) uluslararası sermaye ile kaynaşmasından sonra “Türkiye sosyalistlerinin!” gündeminden, kapitalist-emperyalizm’e karşı, sosyalizm talebini öne sürme ve sosyalizm için mücadele etme çıktı. Burjuvazinin, “global döneme” girildiğini ilan etmesiyle, neo-liberal ekonomik ve siyasi saldırılarını başlatması karşısında “sosyalistler!”, globalleşmeye karşı, “ulusal devleti” ve (ulusal ekonomi adı altında) “ulusal kapitalizm!”, neo-liberalizm’e karşı da neo-liberalizm öncesi, burjuva ekonomik-politikayı savunmaya başladılar. Oysa gerek kapitalist dünya da globalleşmenin gelişmesi, gerekse de (burjuvazinin neo-liberal saldırıları sonucu) kapitalizm’in yüzündeki cilaların silinmesi ile kapitalizm’in ekonomik kanunlarının, tekrar çıplak bir tarzda ortaya çıkması, sosyalizm’in objektif koşullarının daha da olgunlaştığını gösteriyordu ve gösteriyor. Ve kapitalizm’in bu gelişmesi karşısında, sosyalizm daha güçlü bir tarzda, işçi ve emekçi kitlelerin önüne alternatif bir sistem olarak sunulması zorunluydu. (14) Oysa “Sosyalistler” liberal kapitalizm yanlılarıyla, ekim devrimi sonrası, liberal kapitalizm’e karşı devletin ekonomiye müdahalesinin savunan Keynes’çiler arasındaki çatışmaya tabi bir tarzda soruna yaklaşıp, neo-liberal dönem öncesi kapitalizm’i “devlet kapitalizm’ini” savunmaktan geri durmadılar. Bu bakış açısı zorunlu olarak onları, uluslararası tekel arası rekabette “yerli olan tekeller!”den yana bir politika izlemeye itti. Yerli, yabancı tekel ayrımının baş kıstası, “ulusal” olma veya olmama olarak tespit edilmişti. Ve böylece, Marks’ın, kapitalizm esas niteliğinin belirleyen uluslararası karakteri olduğu görüşleri inkâr ediliyor. Globalleşmenin gelişip genişlediği dönemde burjuvazi, “Marks’ın görüşlerinin doğruluğu kanıtlandı” dediği sırada, kendine “Marksist” diyenler, muhafazakârlarla aynı saflarda yer alarak, globalizme karşı “ulusalcılığı”, “ulusal kapitalizmi!” savunuyorlardı ve savunuyorlar.

Emperyalizm, gelişen ve tekelci döneme giren kapitalizm’in bir üst aşaması olarak değil de “dış siyasi sistem” olarak görülüyor. “Kievski emperyalizmi dış siyaset sistemi olarak ilan ediyor” (Lenin, sol yayınları Marksizm’in bir Karikatürü. s–47) Lenin, Kautsky’nin emperyalizmi siyasi bir olgu olarak ele almasını şiddetle eleştirdiği de biliniyor.

Ama Türkiye’de egemen olan emperyalizm tanımı ve görüşleri, tamamen Marksizm inkârı üzerinde inşa edilmiştir. Kendine “Kemalist” diyen bazı küçük-burjuva aydınlarının, kapitalizm’i savunmak için, emperyalizm dış olgu olarak ele almaları yadırganamaz. Çünkü onlar somut gerçekleri, Marksizm’i inkâr eden idealist düşünce sahipleri burjuvalardır. Ama kendilerinin “Marksist” olduğunu iddia eden birilerini, küçük-burjuva aydınları tarafından yönlendirmesine ne demeli? (15)-(16)

Sosyalistlerin”, milliyetçiliği bugünkü etkinliğinde paylarının olmasının önemli nedenlerinden bir AB sorununa yaklaşım tarzdır. Türkiye’nin tekelci burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri, Türkiye’nin AB’ye girmesi ile refah ve kalkınma döneminin başlayacağı konusundaki demagojik propagandası karşında, iddia edilenlerin doğru olmadığını kitlelere açıklamak için mevcut ekonomik ve siyasi düzeni savunmaya, sözde “Ulusal Devlete” ve “Ulusal Ekonomiye” sahip çıkmaya gerek yoktur. İşçi ve emekçi kitlelerin önüne “ölümden ölüm beğen” alternatifini sunmanın, dinci gericilerle, faşistlerle (özellikle Doğu Perinçek gibi Irkçı milliyetçilerle) aynı anti-AB platformda bir araya gelmenin af edilir bir tarafı yine yoktur. Çünkü tekellerin AB’nin karşıtı, Türkiye’nin mevcut ekonomik ve siyasi sistemi değil, Sosyalist Türkiye ve Sosyalist Avrupa’dır. Ama Marksizm elinin tersiyle bir tarafa iten “sosyalistin” burjuvalar arası çelişkiden, çatışmadan ötesini görmesine imkân var mı?

Ulusalcılığı” birbirine kaptırmamak için yarışa giren “sosyalistlerin” en hızlısı ise TKP’dir. TKP, milliyetçiliği kimseye kaptırmamak için, hemen AB karşı kendi sempatizanlarından oluşan “Yurt-Sever” (aynen Demirel gibi) milli cepheyi kurdu, AB ve ABD emperyalistlerine karşı mücadeleyi, “vatan (yani ulusal pazarların) savunması” temelinde yürütmek gerektiği ilan etti.

Yıllardan beri faşistlerin ve burjuvazinin dilinden düşmeyen “Vatan hainliği”, “vatanının satıcıları” lafları “sosyalistlerin” ağızlarında pelesenk olmuştu. (17)

Marksizm’i inkâr eden olaylara yaklaşım tarzı, kendini en belirgin biçimde, Irak’ta, Afganistan’da, Ortadoğu’da patlak veren gerici savaş konusunda gösterdi. Emperyalistler ile şeriatçılar arasındaki savaşta; “anti-emperyalistlik” ve emperyalist işgale karşı olma adına şeriatçılar desteklendi. Oysa Ortadoğu’nun, Irak’ın, Afganistan’ın gerici egemen sınıflarının, Krallarının, şeriatçı devletlerin varlığının yanı sıra, hiçbir suçları ve sınıfsal çıkarları olmadığı halde gerici savaş sonucu telef olanlar, yerlerini, yurtlarını terk edip, başka ülkelerde göçmen durumuna düşen yoksul işçiler, emekçiler de var. Onların sınıfsal çıkarları, bu gerici savaşa karşı olmayı, birbirleriyle savaşarak egemenlik mücadelesi yürüten gericilere karşı çıkmayı, gerici savaşı devrimci savaşa dönüştürmeyi zorunlu kılıyor. En önemlisi, gerici savaşın sürdüğü ülkelerde, savaşan her iki gericiliğe, emperyalist işgale ve şeriatçılara, milliyetçilere karşı çıkan, sosyalist örgütlerin mücadelesini görmezlikten gelinmesidir. Somut koşullarda, emperyalistlere karşı kim olursa olsun, güçlüyse o destekleniyor. Böylece emperyalist-kapitalizm öncesi feodal unsurlardan yana tavır alınıyor ve onların lehine propaganda yapılıyor. Bugün Türkiye’nin şeriat yanlılarının yanı sıra, ırkçı milliyetçiler de (özellikle Doğu Perinçek) emperyalist işgale karşı, şeriatçıları, Saddamcı milliyetçileri hararetli bir tarzda destekliyorlar. Böylece Türkiye’nin “sosyalistleri”, şeriatçılarla, faşistlerle, Kemalist milliyetçilerle zımnen de olsa aynı platformda buluşmuş oluyorlar.

1980 öncesin de hiç kimsenin akılının köşesinde geçmeyen, bu “ortak platform” nasıl oluşabildi sorusunun cevabı, faşistlerin ve şeriatçıların, ideolojik ve siyasi değişikliğe uğrayarak, sosyalizm’in azılı düşmanları olmaktan çıkmadıkları, anti-emperyalist kapitalist bir konuma erişmedikleri, daha doğrusu nedamet getirmediklerinin açık ve kesin olduğunun ifadesidir. Emperyalizm’i, kapitalizm’den soyutlayarak “dış siyaset sistemi” ve salt siyasi bir olgu olarak ele alırsan, şeriatçı da “antiemperyalist!” olur faşist de. Emperyalistlerin, bu gericilerin kapitalist sistem içindeki ekonomik ve siyasi egemenliğine karşı olması, tabii ki bunları emperyalistler ile çatışmaya iter ve bunların, “anti-emperyalist” pozlara girerek, emperyalistlere karşı demagojik bir propaganda yürütmelerine vesile olur. Bunda yadırganacak hiçbir şey yok. Ama bu çatışma ve giderek gelişen barış gericiler arasındadır, ya emperyalist-kapitalizm’e karşı feodalizmi geri getirmeyi veya burjuva demokrasisine karşı faşizm’i egemen kılmayı amaçlar.

Lenin diyor ki “Emperyalizm, bizim kapitalizm kadar ‘amansız’ düşmanımızdır. Bu böyledir. Ne var ki hiç bir Marksist, feodalizmle karşılaştırıldığı zaman kapitalizmin ilerletici olduğunu, tekelcilik öncesi kapitalizmle karşılaştırıldığı zaman emperyalizmin ilerletici olduğunu unutmayacaktır”. (age. s.76)

Lenin’in bu düşünceleri değerinden ve doğruluğundan hiç bir şey kayıp etmediği kesindir ama “Türkiye sosyalistleri” farklı düşünüyor. Emperyalist-kapitalizm’e karşı feodalizmi, tekelci kapitalizm’e karşı tekelci kapitalizm öncesi kapitalizmi savunmakta, sosyalizm’i akıllarının köşesine dahi getirmemekte kararlıdırlar.

Sosyalistlerin” bu bakış açılarına, Türkiye’nin ulusal sorunlarını ele alış tazında da rastlıyoruz.

Abdullah Öcalan “dünyadaki kapitalist gelişme sonucu, ulusal devletler aşılmıştır, ulusal devlet oluşturma peşinde koşmak ilkel milliyetçiliktir” dediği için, Kürt burjuva milliyetçilerinin eleştiri saldırısına uğradığı günümüz koşullarında, bu Kürt burjuva milliyetçilerini “4 parçayı birleştirerek büyük Kürdistan’ı kurma sevdalarına” ortak olarak, ulusların kaderinin tayin hakkının mutlak savunmasını bu görüşleri birleştirmek, sadece ve burjuvazinin istediği tarzda çeşitli ulusal kökenlere sahip işçi ve emekçileri, ulusal bazda bölmekten, burjuvaziye karşı güçsüz düşürmekten başka bir işe yaramaz. “İlkel milliyetçilik” diye adlandırılan, Kürt milliyetçi görüşleri ile Türk ırkçı-milliyetçiliğine karşı çıkılamaz.

Ulusların kaderini tayin hakkı, demokratik bir istekten başka bir şey değildir; ilke olarak öteki demokratik isteklerden farklı değildir” (Lenin, a.g.e, s.38). İster ezen, isterse ezilen ulusa mensup olsun, işçi sınıfının temel ve baş görevi, kapitalist sisteme son verip, sosyalizmi kurarak, kendi üzerindeki baskı ve sömürüyü ortadan kaldırmaktır. Bu amacı doğrultusunda kapitalizm’in ve burjuva demokrasinin çözmesi gereken ama çözmediği, burjuva demokratik talepleri yerine getirip, işçi ve emekçilerin sınıf savaşını güçlendirmekte zorunludur. Herhangi burjuva demokratik istekten farkı olmayan, Kürt ulusal sorununun çözümü de, Türkiye işçi sınıfını sosyalizm mücadelesinde sadece bir araçtır. Hiçbir şartta ve hiçbir koşulda ulusal sorun, işçi sınıfı için bir amaç haline getirilemez. Oysa burjuva demokrasiyi elde etme veya genişletme amaç haline getirildiği, sosyalizm’in “geleceğin bir sorunu olarak” görüldüğü için, burjuva demokratik bir talep olan, Kürt ulusal sorununun çözümü de bir amaç haline getiriliyor. Bundan da Kürt burjuvaları yararlanıp, kendi sınıfsal çıkarı için mevzi kazanıyorlar.

Sosyalistler, ulusal sorunun, işçi sınıfının arasına inşa edilen ulusal çitleri ortadan kaldırmak, işçi sınıfının birliğini sağlamak, burjuvazinin işçileri ulusal temelde bölmesinin önüne geçmek amacıyla demokratik çözümünden yanadırlar. Bunun için, sosyalistler, ulusal sorunu sosyalizm mücadelesi temelinde çözümünü istemelerine ve bu esaslar üzerinde mücadele etmelerine rağmen, işçilerin arasına dikilen ulusal çitleri zayıflatan ve işçi sınıfının birliğini sağlamada olumlu adımlara tekabül eden, ulusal sorunun çözümüne olumlu bakarlar.

Ulusal sorunun çözümü emperyalist-kapitalist sistem içinde de mümkündür. Burjuvazi, ulusal sorunu, işçi sınıfının sosyalist mücadelesini zayıflatmak amacıyla, ezilen ulus burjuvazisini yanına alıp gerici bir çözüm dayatmıyorsa ve onun çözümü işçilerin birliğini güçlendiriyorsa; işçi sınıfı ve sosyalistler bu çözümü (istemeseler dahi) olumlu olduğunu kabul ederler.

Lenin, bunun için ulusların kendi kaderinin tayin hakkın mutlak savunulmasıyla, bu hakkın kullanılması arasıda kesin ayrım çizgisinin var olduğunu söyler. Ulusların kendi kaderinin tayin hakkını savunulması mutlak iken, ulusların kendi kaderini tayin hakkının kullanılması mutlak değil, bu işçi sınıfının çıkarına, demokrasi ve sosyalist mücadelenin gelişmesine tekabül edip, etmemesine tabidir. Bunun için ezilen ulusun mücadelesi özünde “demokrasi içeriklidir” görüşleri yanlıştır, demokrasi içerikli olabileceği gibi, demokrasi düşmanı, gerici içerikte de olabilir. (18) Bunun ulusal mücadelenin sınıfsal karakteri belirler.

Kürt milliyetçileri, Türkiye’deki Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının çözümünü salt Türkiye içinde ezen ve ezilen ulus sorunu olarak ele almadığı için (19) Lenin’in, ezilen ulus şovenizmine, tolerans göstermek gerektiğini öne süren düşünceleri, Kürt milliyetçiliğini şahsında geçerliğini yitirir. Çünkü buradaki “ezilen ulus şovenizmi” diye nitelendirilen Kürt milliyetçiliği, salt egemen Türk ulusunun ulusal baskısına tepki olarak ortaya çıkmıyor. Tam tersine, emperyalistlerin, özellikle ABD emperyalizm’in çıkarları gereği ve onların yardımla, dört ülkede ezilen ulus durumda olan Kürtlerin birleşerek büyük Kürt devletinin kurulması hedefleniyor. Bunun içinde Kürtler bulundukları ülkelerden ayrılarak, Kürdistan’ın parçalarının birleştirilmesi talep ediliyor. Kürt milliyetçiliği bu temelde şekilleniyor ve şekillendi.

Türk ordusu ve Türk faşistlerinin Kerkük ve Musul petrollerini, ABD ve AB’ye rağmen ele geçirme amaçları taşıdıkları gibi, Kürt egemen sınıfları da, özellikle Kerkük petrollerini ele geçirmeyi amaç haline getirmişlerdir. (20) Irak Petrollerinin %45 kapasitesine tekabül eden Kerkük petrollerine sahip olmanın “büyük Kürdistan’ı” oluşturmada önemli bir potansiyel güç teşkil ettiğini hiç kimse inkâr edemez.

Kürt milliyetçilerine göre, Irak’ta Kürt federe devletinin oluşması, Kerkük’ün Kürt federe devletinin sınırları içine dâhil edilmesi ve böylece Kerkük petrollerine sahip olmak, “büyük Kürdistan’ın inşasında çok büyük adımlardır. Oysa tam tersine, bu, Kürt halkının telef olmasına neden olacak bir maceradır. Farslarla, Türklerle, Araplarla birlikte yoksul Kürt halkı da, onlarca sene sürecek bir savaşın girdabına sürüklenmek isteniyor.

Ama Kürt milliyetçileri, bu macerayı göze almaktan çekinmediklerini gösteriyorlar. Kerkük Irak’ın bir iç sorunudur. Türk devletinin, Türkmenleri bahane ederek, Kerkük petrollerin ele geçirmeğe çalışması ne kadar yanlışsa, Kürtlerin tek başlarına Kerkük petrollerine sahip olmak istemeleri de o kadar yanlıştır. Böyle bir olay, Kürtlerle, Iraklı Arapları tekrar bir çatışmanın içine iteceği gibi, Irak Kürdistan’ına müdahale etmek için pusuda bekleyen, ülkesindeki Kürtlerin ayrılmasını silah zoruyla engellemeye çalışan Türkiye’nin, İran’ın ve Suriye’nin ve diğer Arap devletlerinin, hemen devreye girmesine neden olacak. Kürt milliyetçiliği sırtını emperyalist devletlere dayayarak, karşısındaki bölge güçlerini alt edeceklerini zannediyor. Oysa bölgedeki devletlerin büyük çoğunluğu, Kürtlerden kat ve kat daha fazla emperyalist devletlerin sadık müttefikleridirler.

Abdullah Öcalan, bunları gördüğü için “ilkel milliyetçiliğe” karşı çıkıyor ve Kürt ulusal sorunlarının bulundukları ülkelerin bütünlüğü içinde çözümünü istiyor. Ama Kürt milliyetçileri, Türkiye’deki Kürt ulusal hareketine egemen olarak ve Abdullah Öcalan’ı sözde “Önder” konumuna getirerek, bildiği yolda yürümekte kararlı olduğun göstermek için elinden geleni ardına koymuyor. Bir yandan Türk devletine “Kerkük’e müdahale ederseniz biz karşınızda bulursunuz” diyerek ve diğer yandan “Talabani, Barzani, Öcalan kardeş” olduklarını ilan ederek, Kürtlerin Dört parçaya bölünmesine rağmen bir bütün olduklarını göstermek istiyorlar.

Aynı fabrikada, aynı işyerinde çalışan, burjuvazi tarafından aynı şekilde sömürülen bir Kürt işçisinin, Kürt emekçisini, Türk işçi ve emekçiye değil de, Kürt burjuvazisine yakın olduğu göstermeğe çalışılıyor. Kürt burjuva temsilcileri, Kürt ulusal sorunun dışında, Kürt işçisinin emekçisinin (en küçük tarzda dahi olsa) sınıf sorunuyla, sömürülmeleriyle ilgilenmiyorlar. Kürt işçilerinin emekçilerinin de içinde yer aldığı Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin, ekonomik-sosyal hakları için mücadelesi, Kürt milliyetçilerini zerre kadar ilgilendirmiyor. (21) Kürt işçi ve emekçilerini salt ulusal sorunla uyutuyorlar. Sosyal kurtuluşları ve sosyalizm için mücadele etmelerinin önünü kesiyorlar.

Tüm bunlara rağmen “Türkiye sosyalist hareketi” Kürt milliyetçiliğine karşı, (hiçbir şekilde) ideolojik mücadele yürütmediği gibi, Kürt milliyetçiliğini destekleyen, Kürt halkının sorunları ulusallığını dışında görmeyen, görüşlerin yaygınlaştırılmasına yardım ediyor. Her şey bir yana, Kürt ulusal sorununun burjuva çözümünün yanı sıra, proleter çözümü de var. Yani proletarya diktatörlüğü altında ulusal sorunun çözümü. (22)

Maoculuğun güçlü etkisi altında olan, bazı “sosyalist”ler ise, Türkiye işçi sınıfı ve yoksul emekçileri ile Kürt ulusal hareketinin, Türk devletine karşı ittifakını savunuyorlar. Bu şekilde devrimci sınıflar arası ittifakın yerine, ulusal hareketi ile ittifakı öne sürmek, Kürt milliyetçiliğine teslim olmak ve ulusal sorunun tek çözümünün burjuva çözümü olduğunu kabul etmektir. Oysa burjuvazinin önderliğinde, ayrı Kürt ulusal devletini oluşturmayı amaçlayan çözüm, Kürt emekçi ve işçilerinin sosyal kurtuluşlarına en küçük tarzda bile bir katkıda bulunmayacağı gibi, onların sömürülmelerinin devamını garanti altına almayı sağlar. Kürt burjuvazisinin istediği de budur. Onlar, bugünkü koşullarda Türkiye sosyalist hareketinin geçici olan güçsüzlüğünden yararlanmanın peşindeler. Bunun için de, kendilerini destekleyecek, Kürtler içinde kurulan “ulusal birliğe” zarar vermeyecek, Kürt işçi emekçiler ile Kürt egemen sınıfları; burjuvazi ve toprak ağaları arasındaki sınıfsal çelişkileri kışkırtmayacak ve sadece demokrasi mücadelesinde, Kürt ulusal sorununu inkâr eden, ulusal sorunun çözümüne yönelik en küçük bir adım atmaya dahi yanaşmayan Türk devletine karşı, kendilerini destekleyecek, görevleri bunlarla sınırlı olacak bir “Türk sosyalist ve demokrat hareket”le ittifak aranıyor. Ve bu isteğe uygun olarak da “Türkiye sosyalist hareketi” ile Kürt ulusal hareketi arasındaki ittifak savunuluyor. İşçi sınıfının sosyalist mücadelesine tabi bir tarzda ulusal sorunun burjuva demokratik bir talep olarak ele alınıp çözümü ise reddediliyor. (23)


Sonuç Olarak


1980 öncesi faşist MHP ve onun uzantılarına karşı, Türkiyede güçlü bir anti-faşist hareket doğmuştu. Sivil faşistler, devlet güçlerinin koruması sayesinde, anti-faşist, sosyalist ve demokratik hareketler karşısında ayakta kalabiliyorlardı. Ama ne var ki, bu anti-faşist hareket, Sovyet emperyalizmi ile Batı-emperyalizm arasındaki çatışmaya göre mevzilenmişti ve anti-kapitalizmden soyutlanan bir “anti-emperyalist”, “anti-faşist” mücadele anlayışı ulusal motiflerle süslenmişti. Sovyetler ile Batılı emperyalistler arası çatışmaya göre şekillenen ve ulusalcılığı da içeren bu “anti-faşist” mücadele, sosyalist gördükleri Sovyetlerin Türkiye’ye egemen olmasına karşı savaşan faşistler ile zımnen de olsa ortak bir “ulusal platform”da bir araya gelmelerine imkân tanımıyordu. Çünkü faşistlerin sözde “ulusalcılığı” anti-Sovyetizm ve antikomünizmdi.

Sovyetlerin dağılması ve Türkiye sosyalist hareketin geçici güçsüzleşmesi, faşistlerin komünizm’e karşı mücadelesini ister istemez geri plana atmasına neden oldu. Ama bu durum, Türkiyeli faşistlerin azılı anti-komünist olmalarında en küçük tarzda bile olsa bir değişikliğe yol açmadığını ve açamayacağını gösterdiği halde, faşizm’e karşı mücadelede eskiye oranla önemli zaafların ortaya çıkmasına neden oldu.

Çünkü Türkiye’de egemen olan anti-faşist mücadele, hiç bir zaman anti-kapitalist içerikte olmadı. Anti-faşist mücadelenin esasını, kapitalizm koşullarında burjuva demokrasisini elde etme amacı belirledi. Burjuva demokrasi konusunda ileriye doğru atılan her adım faşizme karşı mücadelenin zayıflamasında birliğinde getirdi. Oysa faşizm, kapitalizm’i savunmada en gerici, en saldırgan siyasi ve ideolojik bir burjuva hareketidir. Ve toplumda sınıf çelişkilerin ve çatışmalarının ortaya çıkmaması ve çatışmaların bastırılması için yoğun çaba harcar. Bu konuda elindeki en önemli silahı milliyetçiliktir (ulusalcılık). Bunun için düşman gördüğü başka uluslarla çatışmaların ve çelişkilerin gündemden düşmemesi için özel uğraşı verir.

Bugün Türk faşistleri, ırkçıları bu görevleri layıkıyla yerine getiriyorlar. Böylesine bir mücadelenin stratejisini ve taktiklerini, yönlendirilmesini belirleyen ise Türk Ordusu’nun Genelkurmayıdır. Genelkurmay, Rum, Ermeni, Kürt düşmanlığını diri tutmaya özen gösterdiği gibi, karşı oldukları, düşman ilan ettikleri ulusları destekleyen emperyalist devletlere karşı (kendisi tam bir işbirliği içinde olmasına rağmen) sözde anti-emperyalist bir propaganda kampanyası yürütüyor. (24) “Anti-emperyalistlik” Türkiye’nin menfaatine belirleniyor. Ve böyle bir “anti-emperyalist” düşünce Türkiye toplumuna empoze ediliyor.

Bugün Türk Irkçıları, milliyetçileri, emperyalizm kavramının içini boşatıp, yozlaştırıp, işçi ve emekçilerin gerçek emperyalizm’e karşı mücadelesini önlemek istiyorlar. Kapitalizm’i hedef almayan sözde anti-emperyalist ulusal mücadele burjuvazinin emperyalizme karşı mücadeleyi yozlaştırmasına zemin hazırlamaktan başka bir görevi yerine getirmiyor.


***************************************


(1)Bugün, dünya ekonomisinin % 45’lik üretimi 500 büyük holding’in elindedir.

(2)Bunun en vurucu örneğini 2. emperyalist savaş öncesi dönem için İngiltere teşkil eder. SPD’nin anti-komünistliğinden dolayı KPD ile ittifaka yanaşmaması, Hitler’in darbe ile iktidara gelmesinin esas neden idi.


(3)Tekelci kapitalizm döneminde milliyetçilik, yeniden pazarları paylaşım savaşında tekelci burjuvazinin elindeki güçlü ideolojik silah olması nedeniyle, emperyalist ve gerici savaşın yarattığı tahribat sonucu toplumdaki etkisini kayıp eder ve etti. Bu durum karşısında, sosyal-şoven sosyal-demokratlar gibi revizyonistler ve 3 dünyacı (4)Maocular gerici savaşları “vatan savunması” olarak lanse etmek için, milliyetçilik kavramının yerine “yurt-severlik” tanımıyla, gericileşen, ırkçılığa dönüşen milliyetçiliğin zayıflayan toplumsal etkisini diri tutulmaya çalışmaktalar. Batı Avrupa’da, iki emperyalist savaş sonrası, “yurt-severlik” kavramının milliyetçiliği ifade ettiği anlaşılmasından dolayı, “yurt-severlik” tanımı milliyetçiliği ört pas etmeğe yetmediği, hiç kimseyi aldatamadığı kesinken, Türkiye gibi ülkelerde hala milliyetçiliğin yurt-severlikle özdeş bir kavram olduğu gizlenmeye çalışılmaktadır.


(5)Osmanlıda, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, 1839’da ilan edilen Tanzimat dönemi ile başlar. Makine sanayi dönemiyle birlikte yeni pazarlar arayan İngiliz sanayi burjuvazisi, merkezi-feodal Osmanlı devletinin meta üretiminin gelişmesini önleyen feodal yasalarını kaldırtarak, meta ekonomisinin ve de iş-gücünün meta haline gelmesinin ortamını oluşturdu. İngiliz Burjuvazisi, Osmanlı topraklarında fabrikalar kurarak, özellikle tekstil sanayi için, pazar için üretimi teşvik etti, başta pamuk olmak üzere tarım ürünleri meta olarak üretildi. Marks ve Engels, Osmanlıda başlayan bu kapitalist ilişkilerin gelişmesini desteklediler. Çünkü üretici güçlerin gelişmesini hızlandıran makine sanayisi, işçi sınıfının doğuşunu sağlıyordu. Gerek Osmanlıda ve gerekse Türkiye’de kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, uluslararası kapitalizm sayesinde gerçekleşmiştir. Bu gelişme aynı zamanda Türklerin de uluslaşmasının ve ulusal pazarın ve ulusal devletin ortaya çıkmasının zeminini hazırlamıştır.


(6)İttihat-Terakki, iktidara geldikten sonra merkezi-feodal Osmanlı Padişahlığının şeriatçı rejimiyle uzlaştı ve Osmanlı devletinin saldırgan politikasına devam etti. Sonunda yeni pazarla elde etmek amacıyla emperyalist savaşa katılıp, Türkiye yi felakete sürükledi.


(7)Ama Türkiye’de de kapitalist gelişme, işçi sınıfın bağımsız bir sınıf olarak tarihi sahnesi de yer almasının ve sosyalizm için mücadele etmesinin maddi temellerini oluşturduğu halde, işçi sınıfının temsilcisi olduğunu iddia eden, sosyalistlerin, sosyalizm için mücadeleyi bir kenara bırakmalarına, Kemalist kapitalist yolu desteklemelerine “ilk önce kapitalizm egemen olsun, sonra sosyalizm’e sıra gelir” Menşevik düşüncelerle hareket etmelerine hiç gerek yoktu. 1929 kapitalizm genel bulanımı döneminde, iflas etmekle yüz yüze kalan, Türkiye’deki bazı “yabancı işletmelerin” satın alınıp devletin malı yapılmasını, Kemalizm’in yabancı sermayeyle “milli sermaye” ayrımı yaptığının kanıtı olarak öne sürülmeğe çalışılıyor.


(8)Bu iddialar doğru olmadığı gibi, kapitalist bir yol izleyenlerin, ululararası kapitalizm’i karşılarına alacak kadar aptal olmadıkları dünyadaki bir sürü örnekle ispatlanıyor. Bir yandan pazar ekonomisinden yana olacaksın, diğer yandan pazar ekonomisin temel taşı olan uluslararası kapitalizm’i karşına alacaksın! Ekonomi, insan iradesinin dışında yer alan bir maddi olgudur. Onun ilkelerinin dışına çıkamazsın ve çıkmana da imkân yok. Bunun imkânının bulunduğunu ancak, Doğu Perinçek gibi papazlar iddia edebilir.


(9) Saraçoğlu, Mustafa Kemal döneminde de bakandı.


(10) Faşizm’in yenilgiye uğraması, Milli-Şef İnönü’nün, siyasetin de U dönüşü yapmasına vesile olmuştu. İnönü’nün, Hitler Almanya’sıyla sıcak ilişkilerine son verip, İngiltere ve Fransa’yla ilişkiye girmesi, Saraçoğlu dönemini son erdirmiş ve onun yerine başbakanlığa Hasan Saka getirilmesine yol açmıştı. İnönü, İngiltere’ye ve Fransa’ya, sözde Hitler’ci faşistlere karşı olduğunu kanıtlamak için de, Türk ırkçı-milliyetçiliğinin önde gelen önderleri, Türkeş ve Nihat Atsız’ı (sonra berat ettirse de) tutuklatmaktan geri durmamıştı.


(11)Türkî devletlerin hepsi, gerek ekonomik alt yapı, gerekse yeraltı madenlerine sahip olma ve işletme bakımından, Türkiye’den çok ileri konumda olduklarının anlaşılmasının yanı sıra, Türkiye emekçilerinin ve işçilerinin daha yoksul olduklarının orta çıkması, Türkiyeli işçilerin iş-güçlerini satmak için bu ülkelere gitmeleri, Türkiye’nin “Türk dünyasını” birleştirmede bir cazibe merkezi olamayacağı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştı.


(12)Türk faşistleri, hep Hitler’e özenirler ve dünya pazarlarına egemen olacak güçlü bir faşist devlet oluşturma sevdasına tutulmuşlardır. Hitler’in, dünya pazarlarına egemen olma amacı, güçlü Alman tekelci kapitalizminin varlığına dayanıyordu. Sıçramalı gelişme göstererek rakiplerini geçen, diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle rekabete girişen, Alman kapitalizm’in yeni sömürgelere ihtiyacı vardı. Sömürgelerin ve dünya pazarlarının yeniden paylaşılmasını istiyordu. Almanlar, ancak bu talep için ırkçı-milliyetçi bir temelde bir araya getirilebilinirdi. Türkiye kapitalizm’i, bırakın böyle bir gücünün olmasını, kendisini dahi gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürü pazarı olmaktan kurtaramamıştır. Bunun için, Türkiye’de ırkçı milliyetçiliğin hiçbir maddi temel yoktur. Sadece Suni ve yoğun bir propagandayla, ırkçı-milliyetçilik topluma egemen kılınmaz. Faşistler, ırkçı milliyetçi görüşlerle zengin olmanın yolunu arıyorlar ve zenginler kervanına katılarak, işçi sınıfına ve emekçilere karşı, emperyalist kapitalist sistemin koruyuculuğunun yapmanın mükâfatını topluyorlar. Türkeş’in kendisi bu sayede milyar dolarlara sahip olabildi. Türk faşistleri, ilk önce kendi çıkarlarının düşünen tetikçilerdir.


(13)Öcalan’ın bu düşüncelerinden ötürü, sosyalist Sovyetler birliğini ve sosyalizmi kararlayan ve neo-liberal kapitalizm’den yana olduklarını “göğüslerini gere, gere” ilan eden Kürt milliyetçileri, PKK’ya ve Öcalan’a karşı ideolojik saldırılarıyla küçük bir mevzi dahi elde edemediklerini görerek, şimdi yeniden, PKK’yı, Barzani ve Talabani hareketlerini aynı kefede koyup, PKK’yı destekliyorlarmış gibi takınmaktan geri durmuyor.


(14)Tabiî ki sosyalizm’in bir alternatif sistem olarak öne sürülmesi, Sovyetlerde, Doğu-Avrupa’da ve dünyanın 1/3’ünün sosyalizmden geriye dönüşünün nedenlerinin tartışılması zorunlu bir görev olarak sosyalistlerin önünde duruyordu. Kapitalizm içindeki restorasyonun peşinde koşanların, siyasi ve ideolojik hattını buna göre belirleyenlerin, böyle sorunları tartışmaya ihtiyaç duyması yadırganmaz. Çünkü duymasına da gerek yok ki, sosyalizm onun sorunu değil ki.


(15)Kemalizm ile sosyalizm arasında “aşılmaz çitler yok” diyen Mihri Belli (ve de H.Kıvılcımlı) Kemalistler ile ittifak kurmayı amaçladıklarından dolayı, kapitalizm’i hedef almamak arzusuyla, emperyalizm’i (bilinçli bir tarzda) Lenin’in tanımıyla, dış siyasi sistem olarak ele aldılar ve “Türkiye sosyalist hareketi”ne bu görüşleri egemen kıldılar. Bunların, bu anti-Marksist görüşlerine itiraz edenlerin Başında Mahir Çayan geldi. O genç yaşında, Marksizm’i “eski tüfek” Marksist’lerden dahi iyi kavramıştı. Ve “emperyalizmin iç olgu olduğu” düşüncesi ile Lenin’in emperyalizm konusundaki görüşlerine daha doğru bir biçimde yaklaşıyordu. 1971 sonrası bu görüşleri daha da geliştirdik. Ve emperyalist-kapitalizm’in gittiği ülkede kendini ürettiğini tekelci kapitalizm yarattığını ileri sürdük. Oysa 1971 öncesi, Türkiye’de kapitalizmin tekelci döneme girecek tarzda gelişmediği görüşleri ile Türkiye’de tekelci kapitalizm’in varlığı inkâr ediliyordu. “Türkiye’de de tekelci kapitalizm egemendir” görüşlerini savunan bizler, Türkiye kapitalizm’in gelişmesi sonucu sanayi sermayesinin egemenliğine son vererek, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasından doğan mali sermayenin varlığından bahsetmiyorduk. Türkiye kapitalizm’inin böyle bir aşama kat etmediği açık ve kesindi. Ama uluslararası mali sermaye, girdiği ülkede kendini üretir. Çünkü onun dış ülkelere yayılmada belirleyici özeliği, meta ihracı değil, sermaye ihracıdır. Bunun için gittiği ülkelerde kendini oluşturur ve tekelci kapitalizm’i egemen kılarak tüm ekonomiyi kendine bağlar ve kendine tabi kılar. Bunun için emperyalizme karşı mücadele, iç olgu haline gelen uluslararası tekelci sermayenin uzantısı o ülkedeki egemen sınıf, tekelci burjuvaziye ve kendine bağımlı kıldığı kapitalizme karşı vermek gerekir. İç gericilik hedef alınmadan emperyalizm’e karşı mücadele edilmez. Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasi yapısındaki gelişmeler, kurtuluş savaşı dönemini çok gerilerde bırakmıştır. “Dış güçler tarafından işgal edilen Türkiye” artık mazide kalmıştır. “İşgale karşı yeniden 2. kurtuluş savaşı” bir safsatadır. Kurtuluş savaşı dönemindeki gibi feodalizmin bağrından çıkıp gelişen kapitalizm söz konusu değil. O kapitalizm çoktan uluslararası sermaye ile kaynaşarak tekelci kapitalizm haline gelmiştir. Türkiye’de finans-kapital (mali sermaye) egemenliğini kabul etme ile H.Kıvılcımlı’nın Finans-kapital’in egemenliğine ait görüşleri arasıda bir benzerliği veya aynılığı söz konusu değil; çünkü onun tanımladığı finans-kapital; sanayi sermayesinin egemen hale gelmediği, manüfaktür (imalat-sanayi) dönemindeki tefeci, banker sermayesidir. H.Kıvılcımlı hiç bir zaman Türkiye’de tekelci kapitalizm egemenliğini kabul etmedi. O “Türkiye kapitalizm”inin gelişme seviyesini, sanayi sermayesinin egemenliğini belirleyen makine sanayi dönem öncesi düzeyde gördü. Yani, 1848’ler Fransa’sı ile aynileştirdi.

(16) Bir dönem “sosyalizm’in sempatizanı”, “anti-emperyalist” Kemalist burjuva aydınları, Sovyetler dağıldıktan sonra, Marksizm’e küfür etmenin müritleri kesildiler. Bunlara göre, Marks’ın kapitalizm’i esas karakterinin globalleşme olarak tespit etmesi, kapitalizm koşullarında dahi, ulusal devletlerin süreç içersinde ortadan kalkacağını öne sürmesi “yanlış”tı! Çünkü Ulus (millet) ve ulusal devlet (milli devlet) ebediyen yaşayacaktı! Bunun tersini iddia etmek, “Dahi!” Mustafa Kemal’in düşüncelerin ret etmekti. Oysa Marks, Lenin vs. ölmüş, Mustafa Kemal yaşıyordu! Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerinde iktidara gelen burjuvazinin, Marks’ın, Lenin’in heykellerine saldırılarını, adice alkışlayarak ve bunlara dayanarak, Marksizm’in, Leninizm’in öldüğünün kanıtlamaya yelteniyorlardı. Mihri Belli, bu burjuva aydınların, o dönemki tavırlarını nazar dikkatte alarak, “Kemalizm’le sosyalizm arasında aşılacak duvarlar yoktur” tespitleriyle sosyalistlerin Kemalizm sempatizanlıklarını ebedi kılmaya çalışıyor ve bir türlü, 100 yıla aşkın bir süreç boyunca, Kemalizm’den yedikleri tokatlara rağmen, Kemalizm’in azgın bir anti-komünizm olduğunu kabul etmeğe yanaşmıyorlardı. Bugün, Kemalist burjuva aydınların ortaya çıkan gerçek yüzleri, Kemalizm’in, azgın anti-komünistlik olduğunu öne sürenlerin görüşleri doğrulanıyor. Tüm bu ortaya çıkan gerçeklere rağmen “sosyalistlerin” Kemalist sempatizanlığının devam etmesi, onların “sosyalist” kisvesine bürünmüş gizli Kemalistler olmalarından dolayıdır.


(17) “Sosyalistlik “adına milliyetçiliği kimseye bırakmamak için MHP’nin bilinçsiz yığınlar üzerindeki milliyetçi etkisini sözde zayıflatmak adına milliyetçiliğe daha fazla sayıp çıkılıyor. MHP’yi “milliyetçi olmamakla” suçlayabilmek için, “sosyalist parti” imzasıyla duvarlara “sen nasıl milliyetçisin” anlamına gelen yazıları yazarak, sözde MHP teşhir ediliyor! Kitleler, milliyetçi düşüncelerin etkisi altında mı? “Sosyalist” de hemen milliyetçi olmalı! Kitleler şeriatımı savunuyor, “sosyalist” de hemen şeriatçı olmalı! Yoksa kitlelere ters düşer, onlarla bağ kuramaz! İşte bu kitle kuyrukçuluğu, geri bilince (yani egemen sınıfın ideolojisine ve siyası egemenliğine) boyun eğerek ekonomist mantıkla olaylara yaklaşıldı ve yaklaşılıyor. Bunun için milliyetçiliğe sahip çıkılarak, milliyetçiler sözde teşhir ediliyor!


(18) Marksizm’in bu görüşlerinin, Doğu Perinçek gibi gericiler tarafından istismar etmesi, onun doğruluğundan her hangi bir tereddüdün ortaya çıkmasına yol açmaz. Bu gerici, durmadan Kuzey Irak’taki federe Kürt devletini “Kukla devlet” diye kararlamaya çalışıyor. Güya sadece İsrail ile Kürt federe devleti emperyalizm’in Ortadoğu’daki egemenliğinin dayanakları imiş! Peki, Ortadoğu’da veya (Latin Amerika’daki son gelişmeler hariç) dünyanın herhangi bir yerinde, hangi devleti, emperyalist-kapitalist sistemin dayanağı değil? Eğer Kürt federe devleti emperyalizm’in kuklasıysa, Türk devleti ve onun temel dayanağı olan Türk ordusu, ondan kat ve kat üst düzeyde emperyalizm’in kuklasıdır. 60 yıla yaklaşan süre boyunca emperyalist-kapitalizm’i için can siper mücadele eden, OYAK gibi holdinglerle uluslararası sermayenin direk ortağı haline gelen Türk ordusu kukla olmuyor, düzenli ordu haline dahi gelmemiş peşmergeler, emperyalizm’in kuklası oluyor. Ve emperyalistler, egemenliklerini bunlara dayanarak sürdürdüğü iddia ediliyor! Oysa emperyalistlerin dayanağı olmada, Türk ordusundan bunlara sıra gelmez.


(19) Kürt milliyetçileri, Türkiye sosyalist hareketini oluşturanların Kürt kökeninden gelenler büyük çoğunluğu teşkil etmesine rağmen, “Türk solu” diye bir tanım ortaya attı ve işçi sınıfının enternasyonal karakterine karşı, ulusalcılığı ön planda tutmak için özel çaba harcadı. Çünkü onun amacı Kürt ulusal sorununu, Kürt burjuvazisinin egemenliği altına ve kapitalizm’in varlığı temelinde çözmektir. Bunun için, Kürt işçi sınıfının ezilmesi, sömürülmesi onu ilgilendirmiyor. Yeter ki bu sömürüden Kürt burjuvazisi büyük pay alsın. Tek istediği bu. Bunun için Kürt feodal sisteme övgü düzüyor. Burjuvalaşma sürecine giren feodal toprak ağalarının tasfiyesine karşı çıkıyor, feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu toprakların yoksul köylülüğe dağıtılmasını, köylülerin feodal bağımlıktan kurtulmasını istemiyor. Sömüren, sömürülen sınıf farklarının ortaya çıktığı Kürdistan’da, (Kemalist burjuvazinin kurtuluş savaşı sırasında ortaya sürdüğü benzer görüşlerle) sınıf farklılıklarının varlığını inkâr ediyor. “Burjuvazi ve proletarya arasında sınıf çelişkisi ortaya çıkmamıştır, tek sorun ezilen ulus sorunudur” yalanını durmadan yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bu görüşlerin tersin ileri süren “Türk soluna” da, (Kürt milliyetçisi olduklarını övünerek ilan ettikleri halde) “sosyal-şoven!” diyebiliyorlar.


(20) Molla Mustafa Barzani döneminde, Irak hükümetinin, Kürt federe devletinin varlığını ve statüsünü kabul etti halde, Kerkük’ü Kürt federe devletine bırakmadığı için anlaşma sağlanamadı. Bu dönemden sonra Molla Mustafa Barzani, Irak hükümeti ile kendi arasında arabuluculuk yaparak barışı sağlamaya çalışan Sovyetler Birliğini terk edip, ABD’ye ve İran Şah’ına yaklaştı. Bu politikasına karşı çıkan Talabani ise Hain ilan edildi.


(21) Toprak ağasının başında bulunduğu bir partiden başka ne beklenir ki!


(22) Sosyalizm artık “devreden çıktığı” için, böyle bir çözümün var olduğu “hiç kimsenin” aklına gelmiyor.


(23) Kürt milliyetçiliğinin amacını gizlemeye, “kraldan fazla, kralcı” kesilen ve her olaya burjuvalar ve egemen sınıflar arasındaki çelişkiye göre yaklaşmayı kendine üslup edilen “Üstat” sözde beni muhatap almadığı izlemeni vererek, benim bir yazımda “Türk, Kürt, Ermeni milliyetçiliği fark etmez” dememi eleştiriyor, Ezen ve ezilen ulus milliyetçiliği arasında fark gözetlemediğimi ve “Türk şovenizmi” yaptığımı iddia ediyor. Yukarda da ısrarla vurguladığım gibi, Kuzey Irak’taki federe Kürt devletinin egemen olduğu bölgenin dışında, Kürtler bulunduğu ülkelerde ezilen ulus konumunda olmalarına rağmen, Kürt milliyetçiliği, ezen ulus milliyetçiliğine haklı olarak tepki duyan bir ezilen ulus milliyetçiliği olarak biçimlenmedi ve biçimlenmiyor. Her koşulda, hiçbir şekilde, Kürtlerin bulunduğu ülkelerin bütünlüğü içinde ulusal sorunun çözümünü istemiyor ve ezilen işçi ve emekçilerin, ulusların kaderinin tayin hakkının savunulmasında, ayrılmadan değil, birleşmeden yana propaganda yapması gerekliğini inkâr ediyor. Ulusal devletin kurulmasının mutlak olarak ön görüyor ve de bunun için millet temelinde işçi ve emekçilerin ayrılmasını savunarak “dört parçanın” bir araya gelmesi ile büyük Kürt devletinin kurulmasını amaçlıyor vs. Şimdi bu milliyetçiliğin “Ezilen ulus milliyetçiliği” ile ne ilgisi var? “Üstat!”, Abdullah Öcalan’ın “İlkel milliyetçilik” ile ne kast ettiğinin dahi farkında değil. Bunun için Kürt milliyetçiliğinin destekleyici olmakta sakınca görmüyor.


(24) Doğu Perinçek’in, Türk Genel Kurmayı tarafından yönlendirdiği tüm çıplaklığınla ortaya çıkıyor. Doğu Perinçek, (her zaman iddia ettiğim gibi) Genel Kurmayının kuklasıdır. Bu kuklalığının 12 Eylül öncesinden itibaren layıkıyla yerine getiriyor. !2 Eylül sonrası onu hapisten çıkaran da genelkurmaydı.