13 Nisan 2009

Burjuvazinin Cikmazi

Burjuvazinin Çıkmazı

Dünya burjuvazisi kapitalizmin ekonomik krizinin gerçek nedenlerini örtpas etmek için elinden geleni ardına koymuyor. 2. emperyalist savaştan sonra 1965-66 yıllarında tekrar başlayan ve inişli çıkışlı bir grafik izleyerek 1980’lere kadar devam eden aşırı üretim bunalımının nedeni olarak, sosyalizme karşı kapitalizmi korumak için devletin ekonomiye müdahalesi ve devletçilik gösterilmekte idi. Bu ekonomik-politik adına vazgeçilmesinin esas nedeni (hiç şüphesiz ki) revizyonizmin, sosyalist sistemi gerek Sovyetlerde ve gerekse doğu Avrupa ülkelerinde tasfiye etmesi, batı Avrupa’nın güçlü komünist partilerini revizyonist bir yola girerek kapitalizmi ve burjuva egemenliğini savunan 2. Enternasyonal’in sosyal-demokrat partilerine benzer örgütsel, ideolojik, politik çizgileriyle sınıf mücadelesinin arenasında boy göstermeleri idi.(1-a) Bu durum burjuvazi tarafından “sosyalizm tehlikesinin” artık ortadan kalkması olarak görüldü. Dolayısıyla devletin ekonomiye müdahalesi ve devletçilik de yerden yere vurularak tu kak edildi. Bu ekonomik-politikanın, sermayenin pazarlara yayılmasını ve serbest rekabeti önleyerek pazar darlığına yol açtığı ve bu neden ile aşırı üretim krizinin ortaya çıktığı iddia ediliyordu.

Nitekim bu görüşleri savunan Milton Friedman, Nobel ödülü ile mükafatlandırılarak, tüm burjuva devletlerinden onun görüşleri doğrultusunda neo-liberal ekonomik politikaların yürürlüğe konması istendi. Şimdi ise 80 yıl sonrasının en büyük ekonomik krizi olduğu öne sürülen bu krizin nedeni olarak da neo-liberal ekonomik-politikalar gösterilmekte. Aslında burjuvazi, kapitalizmin çıkmazı karşısında çaresizlik içinde yuvarlanıp duruyor. Dünyanın dört bir tarafını saran ekonomik krizden nasıl çıkılacağının tartışmasını dahi bir kenara iterek, gelecekteki ekonomik krizleri nasıl önleyebiliriz’in tartışmasını gündemlerine alıyorlar. 2 Nisan’da 20 “gelişmiş ve gelişmekte olan” kapitalist ülke, Londra’da bunun için bir araya geldi. En ilginci ise bugünkü krizden nasıl kurtulmak gerektiği tartışması gündemlerinde olmamasıydı. Çünkü ekonominin durgunluğa girmesiyle bankaların, büyük sanayi işletmelerinin birbiri ardı sıra iflaslarının açıklaması karşısında 2 trilyon euronun üstünde para harcanmasına rağmen ekonomik durgunluğun depresyona dönüşmesinin önü kesilemedi. Artık ekonomik durgunluktan, ekonomik depresyon (yani çöküntü) dönemine girildiği telaffuz edilmeye başlandı. ABD ekonomisinin depresyona girdiği açıklanıyor. Sırada Avrupa ülkeleri var.

Avrupa da ilk depresyona girecek ülkelerinin başında Almanya geliyor. 1998 yılında IMF’nin başkanlığına getirilen ve döneminde uzak-doğu ekonomik krizini yaşayan Almanya’nın şimdiki cumhurbaşkanı Köhler, Almanya’nın krizi en şiddetli tarzda yaşamasının kaçınılmaz olduğunu, ‘Almanya’nın dünyanın en büyük kapitalist ülkesi ve dünyanın ihracat şampiyonu’ olmasından dolayı da bunu doğal gördüğünü açıklamak zorunda kaldı. Köhler, IMF başkanı iken neo-liberal politikaların (özellikle) ‘gelişmekte olan ülkeler’ diye adlandırılan yeni sömürge ülkelerde uygulanması için her türlü zorbalığa başvurduklarını unutarak, şimdi devletlerin ekonomiye müdahale etmesinden ve devletçilikten yana olduğunun ileri sürebiliyor. Hatta o dönemde yapılan 7 ‘gelişmiş’ diye adlandırılan emperyalist-kapitalist ülkelerin toplantısında finans sektörünün kontrol altına alınmasını önerdiğini ve 7’lerin bu önerileri kabul etmediğini de iddia edebiliyor. (Ki son yapılan G20 toplantısında finans sektörünün kontrol altına alınması kabul edildi)

Bilindiği gibi Oskar Lafontaine, Sahra Wegenknecht (Linke (sol) parti içindeki ‘Marksist platform’ isimli grubun başkanı) ve Linke partinin merkez yönetimi de aynı görüşleri savunmaktalar. Kapitalist ekonomik krizin nedeni olarak neo-liberal politikaları göstermekteler. Lafontaine’e göre krizin sorumlusu SPD’nin izlediği neo-liberal ekonomik-politikalardı. Schröder hükümetinin işçi ücretlerini ve holdinglerin vergilerini düşürmesi, markın Almanya’nın para birimi olmasına son vermesi ve Avrupa para birimi euroya geçmesi, iç pazarın daralmasına yol açmış ve ihracata yönelik sanayi üretimine ağırlık vererek, iç pazar da talep yetersizliğinin ortaya çıkmasına neden olunmuş ve de bunun sonucu olarak aşırı üretim krizi ortaya çıkmış!.. (1)

Aslında Oskar Lafontaine, sadece kapitalizmin ekonomik krizinin gerçek nedenlerini reddetmekle yetinmiyor, Marks tarafından ortaya çıkarılan kapitalist ekonominin özünü inkar ediyor. Daha doğrusu kapitalizmin artı-değer sömürüsünü gerçekleştirme niteliğini inkar ediyor ve dolaysıyla artı-değer sömürüsünün (yani işçi sınıfının sömürülmesinin) ortadan kalkmasının gerekliliği olarak işgücünün meta olmaktan çıkarılması için proletarya demokrasinin ve sosyalizmin kurulmasının zorunlu olduğunu reddediyor. Lafontaine’nin sosyal-demokrasinin siyasi ve ideolojik görüşlerine bir itirazı yok, ona göre neo-liberalizm sosyal-demokrasiden sapmadır. Bunun içinde neo-liberal politikalara karşı çıkarak kapitalizmi savunuyor ve neo-liberalizme karşı mücadelenin kapitalizmi hedef almasının önünü kesmek istiyor.

Bu düşüncesinin ana kaynağını, 2. emperyalist savaş sonrası sosyalizmin dünya sistemi olma yolunda ilerleyişi karşısında, burjuvazinin sosyal-devletin ve refah toplumunun oluşturulmasından yana tavır alan tutumu oluşturuyor. Sosyal demokrasi ve burjuva ideologları bu gelişme karşısında Marks’ın yanıldığının, kapitalizm gelişip büyüdükçe, sefalet, işsizlik ve yoksulluk yaratmadığı, aksine devletin de müdahalesi ile sosyal-devlet, sosyal pazar ekonomisi ve refah toplumu doğabildiğini iddia etmekteler. Oysa Marks, Engels ve Lenin’in yaşadıkları dönemde dahi işçi sınıfının kapitalizme karşı sosyalizmi amaçlayan mücadelesi karşısında burjuvazinin sömürgelerden elde ettikleri aşır karların bir kısmını kendi ülkelerindeki işçi sınıfına ve halkına vererek, imtiyazlı toplumlar, sınıflar ve tabakalar yarattıklarını ve yaratabileceklerini tespit etmişlerdi. Bu olay kapitalizm gelişip büyüdükçe, yoksulluğun, sefaletin artışından başka bir şey yaratmayacağı tezinin yanlışlığını gösteren en küçük bir veri dahi teşkil etmez.

Batı Avrupa’nın, ABD’nin, Japonya’nın sosyal-devletinin, refah toplumunun ceremesini, bizi (Türkiye) gibi yeni sömürge ülkelerin emekçileri, işçiler çekti. ‘Senin refah toplumun’ için Türkiye’nin, Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Uzak ve Orta-Doğu’nun, Asya’nın işçileri ve emekçiler en acımasızca baskı ve sömürü altına alındı. Bir yandan iliklerine kadar sömürüldüler, diğer yanda beslediğiniz faşist ordular sayesinde acımasızca baskı altına alınarak, her direnişleri terörle, kanla bastırıldı. Bu züllüme başkaldıran, on binlerce devrimci ‘terörist’ damgasıyla öldürüldü.

Eğer kapitalizmi gelişip büyüdükçe yoksulluk ve sefalet artar tezi ‘yanlışsa’ Avrupa’nın emperyalist aşırı karları sayesinde oluşturulan sosyal-devletin, refah toplumunun dışına çıkın ve sömürge ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi bir inceleyin, yoksulluklarından ve işsizliklerinden ötürü, ‘yurt’unu yuvasını terk ederek, iş-gücünü Batı-Avrupa’nın kapitalist pazarlarında satışa çıkaran işçilere karşı dahi kıskançlıkla korumaya çalıştığın refah toplumunu neyi üzerinde sosyal-demokrat politikalar ile inşa ettiğinizi bir görün. Kapitalizme karşı değil, sadece neo-liberal politikalar karşı olan sosyal-demokratlar ve bu görüşleri savunan ‘sosyalistler’ ısrarla kapitalist üretim, ferdi tüketim, yani işçilerin emekçilerin tüketim maddelerinin üretimi (başka bir deyişle işçi ve emekçilerin tüketim mallarına yönelik talepleri) harekete geçirdiğini ileri sürmekteler. (2)

Kapitalist üretimi hiçbir şekilde ferdi tüketim maddelerine olan talep yönlendirmez ve yönlendirmedi. Bunun için ferdi tüketim maddelerinin üretimi kısıtlanması ne aşırı üretime yol açar ve ne de ‘gerek iç pazarda, gerekse dış pazarda’ kapitalist üretimin büyük bir gelişme ve büyümesine engel olur. İşçilerin ve emekçilerin tüketim maddelerine yönelik talepleri, kapitalist pazar üretiminin gelişip büyümesinde cüzi bir etkisi vardır.

Burjuvazi kar elde etmek amacından dolayı, ferdi tüketim maddelerinin üretimini gözeten sosyalist planlı ekonomiye karşı çıkarak, pazar için üretimi ve serbest rekabetti savunur. Onun karını, rantını, sermaye birikimini vs. iş-gücünün meta oluşundan kaynaklanan artı-değer yaratır .Bunun için burjuvazi iş-gücünün maliyetini ne kadar ucuza elde ederse, o kadar daha fazla gelir elde eder, mutlak ve nispi artı-değerin oranını (kapitalist ekonominin kanunlarına göre) iş-gücünün maliyeti ve harcanmasının yoğunluğu belirler. Bunun için ‘iç pazarın daraltılması’ olarak lanse edilen işçi ve emekçilerin ‘talep yetersizliği’ sadece neo-liberal ekonomik-politikanın bir sonucu değil kapitalizmin genel kanunudur. Ve sömürünün varlığının gereğidir. Sınıflı ve sömürücü toplumlarda emekçilerin sömürülmesinden dolayı talep yetersizliği (defalarca tekrarladığım gibi) var olur ve bu kaçınılmazdır. Örneğin feodal ekonomide aşırı üretim bunalımı görülmez, çünkü feodal sistemde ne kıran kırana bir rekabet, ne meçhul pazar için üretim ve ne de nerede kar varsa oraya yönelmek zorunda kalan sermaye vardır. Ama buna rağmen feodal sömürünün gereği olarak burada da talep yetersizliği söz konusudur. Bunun için kapitalist ekonomik kriz neo-liberal politikalar sonucu ortaya çıkmadı. Neo-liberalizmin sadece krizin bugünkü dünyadaki boyutlara tırmanmasını tetikledi.

Neo-liberal ekonomik politikalar sayesinde kapitalizmin dünya çapında çok hızlı bir tarzda gelişmesi ve yoğunlaştırılan sömürü sonucu ortaya çıkan yoksulluk sadece ‘gelişmekte olan ülkeler’ ile sınırlı kalmadı, gelişmiş kapitalist ülkelerde de tekrar yoksulluğu, sefaleti, işsizliği diriltti. Ve böylece refah toplumunun işçilerinin gözlerinin önüne unuttukları kapitalizmin gerçeklerini yeniden sergiledi. Lafontaine gibi neo-liberalizme karşı olan sosyal-demokratları, revizyonistleri, reformistleri rahatsız eden aslında bu durumdur. Onların kapitalizme umut bağlayan tüm düşüncelerini neo-liberalizm yerle bir etti ve Marksizm’in inkar edilen doğrularının tekrar ortaya çıkmasın sağladı. Bunun için kapitalizmin ekonomik krizinin nedenlerin neo-liberal politikalarda arıyorlar ve kapitalizmin ekonomik krizinin ortaya çıkmasının etkisi ile kapitalist sistemden koparak arayış içine giren işçilerin, yoksullukla karşı karşıya kalan işsizlerin önünü kesmek istiyorlar. Suçu neo-liberal ekonomik politikanın üstüne atmak için ‘iç pazar daraltıldı, ihracata yönelindi’ yalanına başvurmaktan dahi geri durmuyorlar. (3)

Kapitalizmin bugünkü ekonomik krizi 1929 krizinin çok ve çok üst düzeyindedir. Çünkü 1929 yıllarında kapitalizm bu boyutlarda gelişmemişti. Bunun için de 29 krizinin etkileri, kapitalizmin egemen olduğu ABD’de ve (esas olarak da) batı Avrupa ve Japonya’da hissedildi. (4) Bugün ise dünyada hemen, hemen kapitalist üretim ilişkileri içine girmemiş ülke kalmamıştır. Bunun için ekonomik kriz tüm dünyayı sarmış durumdadır. Tüm bunlara rağmen soruna kapitalizmin sömürüsü sadece ekonomik kriz dönemliyle sınırlıymış gibi yaklaşılıyor. Kriz öncesi yoğunlaşan sömürü karşıdan öne sürülen işçi ve emekçilerin acil talepleri yine kriz koşullarında da ‘işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarı’ adına gündeme getiriliyor. Yani kapitalizmin çıkmazı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasına rağmen değişen hiç bir şey olmuyor, kapitalist ekonomik kriz sosyalizmin kurulamasının zorunluluğunun politik gündeme taşmamış gibi sözde kapitalizm içinde krize çözümler aranıyor. Böyle bir politikayı burjuvazi ile sınıfsal ve çıkar bütünlüğü kuran bürokrat sendikacıların izlemesi yadırganılmaz, çünkü kapitalist dünyada varlıklarını sürdüren işçi sendikalarının hemen, hemen tümü (özellikle Türkiye’dekiler) kapitalizmi savunmayı baş görev edinmişlerdir. Kapitalizmin ekonomik ve siyasi krizinden en fazla bunlar rahatsız oluyor, çünkü ekonomik krizden, yoksulluktan, sefaletten, işsizlikten kurtulmanın tek yolunun sosyalizmin olduğunu gündeme getiriyor. Burjuvazi bunu çok iyi gözetlediği için sosyalizmin gündeme gelmesini önleme faaliyetlerine sosyal-demokrat, revizyonist, reformist partilerin yanı sıra “işçi sınıfı örgütleri” adına bürokrat sendikacıları da kattı. (5)

Ekonomik krizin sosyalist devrimi ön plana getirmesinden rahatsız olanlara sadece Avrupalı sosyal-demokratlar ve revizyonist sözde komünist partiler vs.ler değildir, aynı yolun yolcusu Türkiye’nin revizyonistleri ve reformistleri, itfaiyecilik görevlerini yerine getirmek için zaman kaybetmeden harekete geçiyorlar. ÖDP’de sadece Ufuk Uras’ı reformist ilan ederek kendi burjuva liberal ve reformist düşüncelerin gizleyen “devrimcilerin”, sözde Mahir’in yolunda yürüyenlerin lideri profesör Hayrı Kozanoğlu’dan alıntı: “Ama şu andaki krizde egemenlerin de geçici olarak da olsa yoksullara harcama gücü kazandırmaları gerekir. Çünkü en önemli sorun talebin olmayışı. Hepimiz biliriz ki üst sınıfların harcamaları gelirleriyle orantılı değildir. (yani cimriler!-YY) Onların daha çok yatırımları ve tasarrufları etkilenir. Orta sınıflar ise savunmaya geçer, güvenleri azalır ve tüketim eğilimlerini askıya alırlar. Halbuki krizin çıkışı yani talebin canlanması ancak alt sınıfların satın alma gücünün artmasıyla mümkündür. Türkiye 2001 krizini ihracata yönelerek iç pazarı kısıp dış piyasaya yönelerek atlattı. Ancak bugün tüm dünyada üretim daralıyor, satın alma gücü düşüyor. Böyle bir çıkış yolu yok. O yüzden alt sınıflara satın alma gücü kazandırmak gerek”. (www.birgun.net) ‘Ama bu öneri kapitalizmin restorasyonunu sağlayan bir öneri değil mi, yani reformist bir öneri değil mi’ diye sorana Kozanoğlu’nun cevabı: “Ama bu öneri insanların sosyal hayatlarında nispi rahatlama yaratacak bir uygulama. Bu sadece insanlara gelir vererek değil, kamunun eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik gibi alanlara el atmasıyla olabilir. Emekçiler açısından da istenen bir şeydir. Sonuçta hükümet bize tavsiyede bulunun diyorsa, devrim yapın diyemeyiz. Ama ÖDP programı, sistemin sınırlarını aşan öneriler içerir. Bir çelişkiyi şöyle vurguladık. Emekçiler ve konfederasyoncular (yani bürokrat burjuva sendikacılar-YY), krizin bedelini zenginler ödesin diyor. Ana muhalefet partisinin önerileri ise TÜSİAD tarafından kabul görüyor”. (agy)

Bu satırlar, reformistlerin soruna nasıl yaklaştıkların açıkça gösteriyor. Dünya Bankası’nın açıkladığı rakamlara göre şimdiye kadar ekonomik kriz, 50 trilyon dolar tutarındaki servetin yok olmasına neden olmuş. ABD’nin, kriz nedeni ile iflasla karşı karşıya olan bankalara ve holdingleri kurtarma adına 2 trilyon doları aktardığı iddia ediliyor. Almanya ve diğer AB’ye bağlı ülkeler ise iflasları önlemek için 5 trilyon euro harcamışlar. Çin iflasları önleme adına 700 milyar dolarlık paket hazırladığını ilan ediyor. Ve Rusya keza aynı trilyon doları krizi önlemeye harcamış, ama tüm bunlara rağmen ekonomik krizin durgunluk döneminden depresyon dönemine girmesinin önü kesilemedi. Eğer Kozanoğlu gibi reformistlerin iddiaları doğru olsa idi, yani işçilerin ve emekçilerin (alt sınıfların) sosyal durumlarını düzelterek talep artışı sağlanıp, krizden kurtulmak mümkün olsa idi, burjuvazi “geri zekalı mı ki” kayıp ettiği trilyon dolar ve euro tutarındaki servetlerinin milyonda birini “talep yaratma” adına alt sınıfların sosyal durumlarını düzeltmek için harcamasın, neden bundan kaçınsın? (6) Ama kapitalizmin yıkılmazlığına inanan reformistin gerçekleri görmesine imkan var mı? Var olmadığını Evrensel Gazetesi’nin “baş yazarı” da kanıtlıyor. Neo-liberalizme karşı devletin ekonomiye müdahalesini ve korumacılığını savunanların safında yer almaktan geri durmuyor. Evrensel gazetesinde çıkan yazısıyla açıktan “serbestçiliye” karşı “devlet korumacılığını” savunuyor. “Kapitalizmin iktisatçıları ve politikacıları, bu toplantıyı (20 kapitalist ülkenin 2 nisan toplantısı-YY) ‘küresel krize karşı mücadelede en önemli girişim’ olarak görüyorlar. Çünkü, 2008 sonunda toplanan G-20 ve Şubat 2009 ortasında toplanan G-7 zirveleri ‘krize karşı ortak önlemler’ almada başarısızlıkla sonuçlanmıştı”. (3 Nisan 2009 / Evrensel / G-20 Zirvesi ve Türkiye makalesi) Devletin finans sektörüne müdahalesinden yana görüşler savunan ve bunun için Almanya Başbakanı Merkel’i ve Fransız devlet başkanın Sarkozy’i desteklemekten çekinmeyen “yazarımız” Tayyip Erdoğan’ın serbest piyasadan taviz verilmemesini isteyen görüşlerini de eleştiriyor ve Tayyip’e, herkesin korumacılığa gittiği, serbest piyasa kurallarına devam kararları alınsa dahi bu kararlara hiç kimsenin uymayacağının açığa çıktığı dönemde, sen niye serbest piyasa yanlısı kesiliyorsun diye de sitem ediyor!.. “Erdoğan ve hükümeti, piyasanın inançlı bir kulu olarak, piyasa sihrine inanmaya devam eden ‘son piyasacılardandır. ... Ve bütün ekonomik veriler, Türkiye’yi hızlı kendi korumacılık önlemleri almaya; üretim ve istihdam politikalarında, kendi halkının ihtiyaçlarını esas alacak bir temele dönmeye zorlamaktadır” vurgulamasından sonra ama hükümetin de aklı fikri “uluslararası kapitalizm ve büyük sermayenin çıkarını” gözetmekle sınırlı olduğu için halkını düşünmüyormuş!..

En ilginci ise Tayyip’in de imzaladığı “20’ler Toplantısı”nda istenen devletin müdahalesi ve korumacılığının kararın alınması idi; hem de Merkel’in ve Sorkozy’nin istediği şekilde. Böylece, bu kararı imzalayan Tayyip Erdoğan, “yazarımızın” iddialarının tam tersine “uluslararası kapitalizmin, en büyük sermaye odaklarının çıkarlarını nasıl koruyacağını” değil “halkının çıkarını” da gözetlemiş oldu! Kapitalist üretimin niteliği gereği aşırı üretim bunalımına girdiği, işsizliğin dünyayı kasıp kavurduğu dönemde, “başyazar” kapitalizm koşullarında devletin ekonomiye müdahalesi ile “üretim ve istihdam politikaları” oluşturulup halkı ihtiyaçlarının karşılana bilineceğini öne sürebiliyor.

“Bu müdahaleyi hangi devlet yapacak” sorusunu sormaya gerek yok, çünkü sadece görevi tekelci kapitalizmi korumakla sınırlı olmayan, bizzat kendisi tekelci sermayenin ortağı olan militarist ve bürokratik devlet bu görevi yerine getirecek!.. “Başyazar” yıllardan beri devleti sınıflar üstü bir kurum olarak lanse ediyor ve devleti, verilen sınırlı yetkiler ile yönetmekte başka bir fonksiyonu olmayan hükümetleri hedef göstererek devleti savunuyor. “Uluslararası kapitalizmin çıkarını savunan” dünya tekelci kapitalizmin bir parçası olan “Türkiye kapitalizmi” ve onun koruyuculuğunun üstlenen sermayedar devlet değil, sadece Erdoğan hükümetiymiş!

Aslında uluslararası burjuvazinin bir kesimi bilinçli bir tarzda, ekonomik krizin kapitalizmin niteliğinden kaynakladığının göz ardı etmek için tartışmayı, neo-liberal politikalar mı, yoksa devletin müdahaleciliği mi tartışmasına dönüştürdü. Ve böylece işsiz kalan veya kalacak korkusu içinde olan işçilerin kapitalizme karşı gelişen öfkesini neo-liberal politikalara doğru kaydırarak, kapitalizmi akladılar ve gündemden Marksizm ve sosyalizm tartışmalarını kaldırdılar. “Başyazar” da Marksist görüşlerin tartışılmasının, geri plana itilmesinin verdiği rahatlıkla bu kervana katılmakta geri kalmadı. Oysa devlet-kapitalizmi, devletçilik, devletin korumacılığı ve müdahalesi, işçi ve emekçilerin sömürüp, ezilmesine karşı, bir ekonomik-politik uygulamalar olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.

Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkelerde” devletin ekonomiye müdahalesi ve korumacılığı faşizmin zulmünden öte “halkın çıkarı” için hiçbir gelişme sağlamamıştır. Ve yine (yukarıda da vurguladığım gibi) ekonomik kriz, kapitalizmin korumacılığın ve devletin ekonomiye müdahalesinin egemen olduğu dönemde de patlak verdi, burjuvazi bundan dolayı neo-liberal döneme giriş yaptı. Sosyalizmde kurtuluşlarını arayan insanları mücadelesinde caydırmayı kendine görev edinen “baş yazar” gibi kapitalizmden medet umanlar, somut gerçekleri görmezlikten gelerek, kapitalizmin sömürüsü altında, işsizliğin, sefaletin, açlığın pençesinde kıvranan işçi ve emekçilerin önüne kapitalizm içinde sözde alternatifler ve çözümler sunmaya devam ediyorlar ve emperyalist-kapitalist burjuvazinin ancak yerine getirebileceği reformları Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerin burjuvalarının da yerine getirebileceği yalanıyla yoksulları, işsizleri, karın tokluğuna çalışan işçiler kandırıp oyalıyorlar. Eğer bu ileri sürdüğümüz görüşlerin tersi olsa idi, ne Latin-Amerika da ne Türkiye ne Uzak-Doğu’da burjuvazi askeri faşist diktatörlüklere baş vurmaya ihtiyaç duymaz. “Başyazar” reformlar için mücadelenin değil, Avrupa’daki reformların gerçekleşmesinin Türkiye gibi ülkelerde maddi bir temelinin olmadığını devamlı inkar etti ve insanları boş hayaller peşinde koşturmayı kendine görev edilenlerin kervanına katıldı.

Ekonomik krizin siyasi krize doğru tırmanışı
Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, ABD’nin ve AB’nin açıkladıkları önlemler ve destekleme paketleri hiç işe yaramayacağını açıklayarak “... küresel ekonomiye sürekli para enjekte etmek kaçınılmaz olarak yeni bir çökmeye neden olacak ... bu paketler olsa olsa şeker sarhoşluğu (sugar high) yaratır” diyordu BBC’nin sorduğu sorulara karşı. Nitekim bu ve buna benzer öngörüler her geçen gün pratik tarafından doğrulanıyor. Krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında, bürokrat kapitalizmden kaçarak uluslararası emperyalist burjuvazinin kucağına düşen Doğu-Avrupa ülkeleri geliyorlar. İflas eden Macaristan ve Letonya’yı, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna diğerleri takip ediyor. Sadece Macaristan’a borç veren Avusturya banka sermayesi, Avusturya’nın bir yıllık milli gelirinin % 70’ine ulaşmış durumda. Bunun için Macaristan’ın borçlarının ödememesi Avusturya’yı da iflasa sürüklüyor. Avusturya’nın çökmesi Almanya’nın ekonomisinin çıkmaza girmesini kaçınılmaz kılıyor, çünkü Avusturya ekonomisinin büyük bir kesimi Almanya sermayesinin elinde. AB’nin en büyük ekonomik gücüne sahip Almanya’nın çökmesi, AB ekonomisinin çökmesi demektir. Tüm bunlara rağmen Macaristan’ın iflasını önlemek için istediği parayı (özellikle Almanya’nın itirazı üzerine) AB vermedi, çünkü para vererek Macaristan’ın iflasını önlenemeyeceğini öne sürmekteler.

Bu krize karşı Macar halkının harekete geçmesi üzerine hükümet ve başbakan istifa etti. Ve yine Letonya’da da hükümet istifa etti. Bu istifaları İzlanda ve İrlanda hükümetlerinin istifaları takip etti. Çek Cumhuriyeti’nin başbakanı muhalefetin güvensizlik oyları ile başbakanlıktan düşürüldü. Almanya’da hükümet krizi son anda (seçimlere az bir zaman kaldı diye) şimdilik önlendi. Şubat ayında 120 bin İrlandalı kapitalizmin krizini protesto etmek için sokaklara döküldü ve genel greve gitti. Fransa’da iki kez işçiler ve öğrenciler genel grevlere ve boykotlara giderek Sorkozy’nin “burnunu sürttüler”. İtalya’da bir milyonun üstüde işçi ve emekçi sokaklara çıkarak kapitalizmin krizine karşı tepkilerini dile getirdiler. Bunları Almanya ‘da ki gösteriler,Yunanistan’daki genel grev takip etti. Avrupa’daki ekonomik kriz işsizliği birdenbire artırdı. Almanya’da resmi rakamlara göre 2008 yılın da 3.5 milyon olan işsizlik, 2009’un ilk aylarında 4.5 milyonun üstüne çıktı. İspanya’da işsizliğin “korkulacak” boyutlara tırmandığı itiraf ediliyor ve 2008’de inşaat sektöründe çalışanların 1/3’ü işini kaybetmiş. İspanya’da bu yılın 3 ayında 600 bin işçi işsiz kalmış, İngiltere’de, ABD’de işsizlik çığ gibi büyüyor.

Asya Kıtası’nın 44 ülkesi ekonomik krizin pençesi altında. Kapitalist üretim ilişkilerinin yeni, yeni geliştiği Afganistan’dan da dahi ekonomik krizin etkileri gözetleniyor. Asya Kıtası’nın en büyük ülkesi ve emperyalist-kapitalist dünyanın “parlayan yıldızı” Çin’deki ekonomik krizin halk ayaklanmasına yol açacağı korkusu Çin’in burjuva yöneticilerinin uykularını kaçırıyor. (7) 40 milyon geçici işçiden 20 milyonu işsiz kalmış. Çin Hükümeti bu işçilerin sanayi bölgelerinde kalıp iş aramaya devam etmelerini çok tehlikeli görüyor. Bunun için de bu işçileri köylerine geri dönmeleri için teşvik ve (onlara yardım adına) 400 milyar dolarlık bir paket hazırladıklarını ilan ediyor. Bu geçici işçilere, “köylerinize dönün, balıkçılık, ormancılık yapın sizi destekleyeceğiz” çağrıları çıkarıyorlar. Aslında tek istedikleri, bu işçileri ve işsiz kalmak korkusu içinde olan işçileri şehirlerden uzaklaştırıp, topluluklarını dağıtarak ayaklanmalarını önlemektir.

Ekonomik krizin dünya kapitalizmini salladığı, çöküntüye sürüklediği, “kapitalizmin sonu geldi mi” tartışmalarını gündeme taşıdığı, işsiz kalarak açlığın girdabına sokulan işçi ve emekçilerin sokaklara dökülerek “krizin sorumlusu” olarak gördükleri hükümetleri birbiri ardı sıra işbaşından uzaklaştırdıkları dönemde, ne yazık ki, özelikle Avrupa’da (Latin Amerika’nın bazı ülkeleri hariç) gerekse “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan ülkelerin tümünde bu krizi anti-kapitalist mücadeleye dönüştürerek, sosyalizmin kurulması hedefine doğru yönlendirecek, işçi ve emekçilerin mücadelesine, ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak önderlik edecek, işçi ve emekçi kitleleri ile sık bağları olan gerçek Marksist-Leninist partilerin olmaması, siyasi krizin şiddetlendirilmesinin önünü kesiyor.

Bolşevik devrimde büyük bir gelişme gösteren ve işçi sınıfının mücadelesine önderlik ederek burjuvaziyi köşeye sıkıştıran dünya Marksist-Leninist hareketi, faşizmin egemenliği dönemin başlayan burjuvaziyle uzlaşmayı esas alan siyasi ve ideolojik görüşleri ve bürokratik örgütsel yapısıyla, 2. emperyalist savaş sonunda da proleter devrimini reddederek revizyonist yola girerek burjuva sistemini açıktan savunan konuma erişti. 1968’lerden itibaren revizyonizmin reformist yoluna karşı devrim savunarak ortaya çıkan hareketler ise revizyonizmi etkisiz hale getiremediler ve Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte açıktan reformist ve revizyonist saflara ilhak ettiler .Tüm bunlardan dolayı bugün, kapitalizmin dünya çapında en büyük bunalıma girdiği dönemde bile işçi sınıfı güçlü gerçek Marksist-Leninist partilerinden mahrum durumdadır.

Kapitalizmin ekonomik krizine karşı işçi ve emekçilerin mücadelesine ise, burjuvaziye hizmetlerinden dolayı mükafatlandırılarak imtiyazlı aristokrat bir tabaka haline getirilen bürokrat sendikacılar “önderlik” ediyor. Kapitalizmin krizine karşı olmayı, kapitalizmin savunulmasına dönüştüren burjuva sendikacıları (var oldukları kadarıyla) sınıf mücadelesinde boy gösteren “sosyalist partileri de” kendi platformlarına çekiyorlar. Kapitalizmin savunmasını vazgeçilmez görev addeden “sosyalist partiler”, “işçi sınıfıyla birleşme” kamuflesi adı altında burjuva sendikacılar ile kol kola girmede (hiç bir şekilde) tereddüt göstermiyorlar.

Bürokrat sendikacıların ekonomik krize karşı tespit edikleri “en vurucu” şiarı ise “sizin krizinin yükünü biz üstlenmeyeceğiz”, “krizi kim çıkardıysa, yükünü o üstlensin”dir. Şimdi, krize karşı açıktan kapitalizmi savunan, ekonomik krizinin nedeni olarak kapitalist ekonomiyi değil de burjuvazinin aç gözlülüğü ve politikasını gösteren bu şiara sahip çıkmayan, bunu desteklemeyen, gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de bir tek “sosyalist hareket” çıkmadı. Tabii “sosyalist partiler” de büyük bir gayretle burjuva sendikacılara “yol göstermeye” devam ediyorlar ve hükümetlerin iflas eden veya etmek üzere olan holdinglere ve bankalara aktardıkları “vergileri” onlara değil, talep yaratarak krizden çıkmak için işçilerin ve emekçilerin satın alma güçlerinin ve sosyal durumlarının yükseltilmesi için harcanmasını istiyorlar ve sendikacıları da bu talepler için mücadeleye çağırıyorlar. Oysa ekonomik kriz döneminde yapılması gereken ilk şey, aristokrat burjuva sendikacıların işçi sınıfının üstündeki egemenliklerine son vermektir. Bu da ancak, ekonomik krizinin gerçek nedeni olan kapitalizme karşı mücadele ile sağlanabilir. Kapitalizme karşı mücadele, doğrudan doğruya onun yılmaz savunucu ve sosyalizm düşmanı sendikacıları da hedef alır. Ama ne var ki “sosyalist parti” ismi ile ortada cirit atanlardan bunun beklenmesi bir hayaldir.

Özellikle Türkiye de, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi dahi “seçimler devreye sokularak, dikkatleri o yöne çekip, ekonomik krize karşı mücadeleyi geri plana itiler” dediği dönemde, kurulduklarından itibaren parlamentarizmi amaç haline getirerek seçimler ile sözde işçilerin iktidarının kurma iddialarıyla seçimlere katılan sözde sosyalist partiler, herhangi bir başarı sağlamaları bir yana,aldıkları oy oranlarıla siyasi olarak hiçbir varlıklarının olmadıklarının her seçim sonrası ortaya çıkması, seçim çalışması adına gecelerini, gündüzlerine katan genç insanların morallerinin bozulmasına ve “ümitsizliğe” kapılmalarını sağlamaktan öte hiç bir işe yaramıyor.

Sosyal-pratiğin ortaya çıkardığı “seçim başarısızlıklarının” nedenlerini araştırmak zahmetine dahi katlanmayan reformistler, takip ettikleri çıkmaz yolda yürümeye devam ediyorlar. İşçi sınıfı mücadelesinin tarihi, işçi sınıfı hareketinin burjuvazinin seçimleri vesilesiyle bir güç olarak ortaya çıkması ancak burjuvaziye karşı işçi sınıfı mücadelesine önderlik eden sosyalist partinin kıran kırana kitlesel mücadeleye önderlik etmesi, işçi ve emekçileri etraflarında toplayabilmesi sonucu, seçimlerde bir siyasi güç olarak siyasi arenada yer aldığını göstermiştir. Tarihsel olarak çok uzaklara gitmeye dahi gerek yok; Venezüella, Bolivya vs. ülkelerde sağlanan seçim başarıları, kitlelerin ayaklanması ve burjuvaziyi köşeye sıkıştırarak ikili iktidarların ortaya çıkması sonucu gerçekleşmiştir.

Ama Türkiye’nin reformist “sosyalist” partileri, 12 Eylül faşizmini yeniden inşa ettiği devletin faşizan yapısının kitlelerin ayaklanması sonucu ortadan silinebileceğini unutarak, 12 Eylül “demokrasisine” uyum gösterip, seçimler ve yasal parti faaliyeti ile bir güç olmanın sevdasına tutulmuşlardır. Kitlelerin ayaklanmaların gerekliliğini bir kenara itip, bu ayaklanmaya siyasi, ideolojik ve örgütsel olarak önderlik edebilecek sosyalist parti örgütlülüğünü ve militan parti mücadelesini tasfiye etmişlerdir. 1980 öncesi işçi ve emekçilerin mücadelesine önderlik edikleri için faşist terörün zulmüyle dağılan güçleri yeniden toparlayıp,bürokrasizmden arınmış militan parti örgütlüğünü inşa edeceklerine, her türlü zorluğa göğüs geren fedakar parti militanlığına ve militan sosyalist partinin varlığına son vermekten çekinmediler.

İşte bunun için 12 Eylül’den 29 sene sonra bile sınıf mücadelesinde hiç bir gücü olmayan “sosyalist partiler” vakasıyla karşı karşıyayız. Bugün Türkiye egemenlerini ve kapitalizmi çıkmaza sokan ekonomik kriz döneminde en çok ihtiyaç duyulan Marksist-Leninist siyasi çizgiye sahip, militan ve fedakar, her türlü zorluğun altından kalkabilecek, sömürülen, açlığa, işsizliğe mahkum edilen kitlelerin ayaklanmasına önderlik edecek militan komünist partisidir. Ama reformizm buna engel olıup, kitlesel ayaklanmaları önlemeyi baş görev edinerek, “aman Arjantin olmayalım” lafları ile devrimcilerin önünü kesmeye devam ediyor.


YAVUZ YILDIRIMTÜRK

yyildirim1918@hotmail.com

--

(1-a) Burada vurguladığım olay tamamen gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeler için geçerlidir. Yeni-sömürge statüsündeki ülkelerde esas olarak devletin sosyalizm tehlikesi karşısında ekonomiye müdahalesine gerek görülmedi, tam tersine faşizmin bakısıyla sosyalizm tehdidine karşı duruldu. Yukarıdaki tahlil, Türkiye gibi ülkeleri kapsamıyor.
(1-b) Almanya’nın cumhurbaşkanı ve eski IMF başkanı Köhler’in buna benzer görüşler savunması, Lafontaine’ni sevince boğdu ve Köhler’in, Hıristiyan dininin propagandacısı ve CDU’lu olduğunu dahi unutularak ona övgüler düzmekten kendini alıkoyamadı.
(2) Bir çok yazımda bu görüşlerin yanlışlığını açıklamama rağmen tekrar bu konuya girmek zorundayım, çünkü bu düşünce kendini “Marksist” diye adlandıran kişi tarafından dahi savunulmaya devam ediliyor.
(3) En ilginci de “İç pazara yönelik üretimden, ihracata yönelik üretime geçildi, talep daraltıldı” iddialarına somut bir kanıt gösterememeleridir. Çünkü Avrupa tekelleri de, neo-liberal dönemden çok önceleri verimli karlı alanlar olarak görmedikleri ferdi tüketim (lüks tüketim maddeleri üretimi kısmen hariç) maddelerinin üretimini terk ederek, bu alanları “gelişmekte olan kapitalist” ülkelere bıraktıkları bilinmektedir. Batı Almanya dönemi dahil olmak üzere (daha gerilere gitmeye gerek yok) bugünkü Almanya’nın hata Batı Avrupa’nın ithal mallarının (petrol hariç) % 70’ini ferdi tüketim maddeleri teşkil ediyor. Dünya ihracat şampiyonu Almanya’nın ihraç mallarının makineler, kıyma ürünleri ve sanayi üretimi için gerekli olan diğer tüketim maddelerinin oluşturduğu bilinmekte idi. Yani ferdi tüketim maddelerinin üretiminin, neo-liberalizm öncesi iç pazara, neo-liberalizm döneminde dış pazarlara yönelik olması dahi söz konusu değildir.
(4) Kendini “büyük Marksist ekonomist” olarak lanse ettiren Korkut Boratav gibi burjuvazinin adamına göre, 1929’da sosyalist Sovyetlerin yanı sıra devletçi bir politika izlenen Kemalist Türkiye’de de ekonomik kriz his edilmedi!.. Oysa o yıllarda Türkiye, feodal, yarı-feodal, kapalı tarım ekonomisinin egemen olduğu bir ülke idi. 1924’de İzmir İktisat Kongresi’yle “batı-kapitalizmi” ile kaynaşmayı amaçlayan kararlar alınmasına rağmen kapitalist-emperyalist burjuvazi, Türkiye’yi verimli kar getiren alanlar kategorisinde görmemişti; çünkü ne zengin ve ucuz hammadde kaynaklarına sahipti, ne de kapitalist pazar için alt yapısı vardı. Kemalist burjuvazinin “ülkeye gelecek yabancı sermayeye her türlü kolaylığı göstereceğini” ilan etmesine (yani aşırı sömürüsünü gerçekleştirmesini garanti altına alacaklarını taaddüt etmesine) rağmen yabancı sermaye Türkiye’ye akın etmedi. Aksine Osmanlı döneminden ellerinde kalan işletmeleri ve mal varlıklarını 1929 krizi döneminde Türk Devleti’ne sattılar. Bunun nedeni Türkiye’de kapitalist gelişmenin çok yavaş bir seyir izlemesi idi. Sovyetlerin yaptığı ve işletmeye soktuğu (ki bunların çoğu da 29 krizinden sonradır) fabrikaların dışında sanayi işletmeleri dahi söz konusu değildi. Şimdi böyle bir ülkede izlenen “devletçi Kemalist ekonomi-politika” sayesinde kapitalizmin ekonomik krizinden etkilenilmediği iddia edile bilir mi?!! Ama burjuvazinin yardakçıları bu iddialarıyla kafaları karıştırıp, ekonomik krizden tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğunu inkar edebiliyorlar. Bugün Dünya Bankası’nın açıkladığı rakamlara göre 114 gelişmekte olan ülkeden 94’ü ekonomik krizin etkisi altındalar. Geriye kalanlarında ise kapitalizm gelişmediği için ekonomik kriz görülmüyor. Ve yine 1929 krizi sırasında kapitalizmin gelişmediği Asya’nın, Latin Amerika’nın, Uzak ve Orta Doğu’nun hiç bir ülkesinde kapitalizmin ekonomik krizinin hissedilmediği bilinmektedir. Demek ki bu ülkelerde de Kemalist devletçi ekonomi politikalar izleniyormuş!
(5) “20 gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ve NATO” toplantısı için Avrupa kıtasına gelerek bir sürü toplantıya katılan ABD’nin yeni başkanı Obama, hemen Dünya Sendikalar Birliği adında kapitalist ülkelerde işçileri hegemonyaları altına alan burjuva sendikacılar ile toplantı yapıp, işçileri nasıl yatıştıracaklarını tartıştı ve onlara yol gösterdi. Ve Türkiye’yi de Türk-İş’in başkanı temsil etti!
(6) Kozanoğlu “kapitalizmin restorasyon”undan yana olan reformist bir konumda dahi değil; çünkü Türkiye burjuvazisi, emperyalist karlarının bir kısmını “alt sınıflara” aktararak kapitalizmi “restore” edebilme niteliğine sahip değildir. Onun tek dayanağı devletin faşist terörüdür. Bunun için Kozanoğlu gibilerin önerilerinin amacı kapitalizmin krizle işsiz kalarak açlığa mahkum edilen insanları uyutmak, boş hayalleri ile oyalamaktır. Reformist görüşlerin bu kadar fütursuz ve cesaretle savunulduğunu gördükten sonra, 12 Eylül’den 29 sene geçmesine ve üst üste patlak veren ekonomik krizlere rağmen “Türkiye sosyalist hareketinin” niye bir varlık gösteremediği daha iyi anlaşılıyor. Bir sürü genç devrimci insan “devrimcilik” adına Ufuk Uras’a karşı Hayri Kozanoğlu’nu devrimci coşkuyla desteklediler. Oysa esas reformist bir platformda olan ÖDP’yi kuran eski Dev-Yol’culardır. Ufuk Uras bu politik ve ideolojik görüşleri daha çıplak tarzda pratiğe geçirmeye çalışmaktan başka bir şey yapmadı. Hiç kimse Mahir’lerin devrimci yolu adına hayale kapılmasın, Marksizm’den kaçan, onu ellerinin tersi ile bir kenara itenlerden devrim adına umut bağlamak sadece hayal kırıklığı yaratır.
(7) Deng Xiao Ping’in yolundan yürüyerek, var olduğu kadarıyla sosyalizmin tüm kazanımlarını yok edip, yoksulluğu yeniden dirilten burjuva Çin yönetimi, şimdi kapitalizmin bulanım karşısında yalan ve dolanla Çin emekçi halkını ve işçilerini oyalayıp, uyutmaya çalışıyor. Sözüm ona bu şekilde Çinli emekçilerin ve işçilerin ayaklanmalarını önleyecek! Kapitalizmin gereği olarak, tarım üretiminin de pazar ve kar için üretilmesi, kar getirmeyen tarım alanlarının terkine ve kırların boşaltılmasına neden oldu. Kooperatif tarım işletmelerinin tasfiyesi, tarım emekçilerini geçimlerini sağlamak için iş-güçlerinin satışa çıkarmak zorunda bırakarak şehirlere göç etmelerine neden oldu. Birden bire sendika, grev ve toplu sözleşme haklarına dahi sahip olmayan ucuz iş-gücü 40 milyon geçici işçi tabakası ortaya çıktı.

Hiç yorum yok: