31 Ağustos 2008

68 OLAYLARI ...

68 Olayları ve Revizyonizmin Rolü

68 olaylarının 40. yıl dönümü vesile edilerek Avrupa’da ve özellikle Türkiye’de sözde anma toplantıları adı altında, ardı arkası kesilmeyen açık oturumlar, paneller tertip edildi. En ateşli tartışmalar ise TV kanallarında yapılarak sözüm ona 68 olaylarının patlak vermesinin nedenler anlatıldı! 68 olaylarında yer aldıklarını ileri sürerek anılarını anlatanların birkaçının dışındakilerin tümünün kapitalizm ile birleşen yaşamlarının oluşturduğu “yeni siyasi bilinçleri”ne göre, geçmiş olayları bugünkü nesillere aktarmaya yeltenmeleri ise ayrı bir komedi idi.

1968 Mayıs’ında patlak veren yığınsal isyan hareketinin esas nedeninin kapitalizm olduğu, kitlesel başkaldırının kapitalizmi hedef aldığı ve sosyalist toplum arayışına girildiğini göz ardı etmek için yoğun çaba harcanılıyor.

Kapitalizmin 1 milyara yakın insanı açlıkla baş başa bırakarak ölümlerle boğuşmaya ittiği günümüz koşullarında, anılan 68 olaylarının kapitalizme karşı bir isyan ve onu yıkmayı amaçlayan bir mücadele olduğu inkâr edilerek, işsizlerin, açların, çaresizlerin kapitalizmi hedef almalarının önünün kesilmek istenmesi burjuvazinin niyetinin ne olduğunu açıklığa kavuşturuyordu.

Sosyalist” veya “solcu” kisvesine bürünen revizyonistler, reformistler yine iş başında idiler. 68 olaylarının kapitalizm koşullarında elde edilmesi mümkün olan nedenlerden çıktığını anlatarak, kapitalizmi aklayıp işçi ve emekçilere sorunlarının kapitalizm içinde çözülebileceğini ileri süren yol göstermelerine devam ediyorlardı.

68 olaylarının neden patlak verdiğini anlamak için, 2. emperyalist savaş sonrası kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çatışmaya ve bu çatışma sırasında tarihsel olarak ortadan silinme ile yüz yüze kalan kapitalizmin kendini yaşatmak ve korumak için hangi çareye ve yollara başvurduğuna bakmak gerekir.

2. emperyalist savaş sonrası, savaşa neden olan kapitalizmin ve pazarların zorla paylaşımının, 50 milyon insanın ölümüne, korkunç bir yıkıma, açlığa, sefalete yol açtığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığı dönemde, sosyalist devrimin gündeme gelmesinin objektif ve sübjektif koşullarının oluşmadığını hiç kimse iddia edemezdi. Birinci emperyalist savaş sonrasıyla, ikinci emperyalist savaş sonrası arasında esas açıdan hiç bir farklılık yoktu.

Faşist saldırgan bloğa karşı mücadelenin, aynı zamanda kapitalizmi hedef alması sosyalizmin zaferini (özellikle batı Avrupa’da) pratik bir olay haline getirdiğini hiç kimse inkâr edemez.

İşçileri ve emekçileri etrafında toplayan komünist partiler, kapitalizme ve faşizme karşı mücadeleden güçlenerek çıkmışlardı. İtalya Komünist Partisi’nin (İKP) 1943 yılarında 15 bin olan üye sayısını, 1945’lerde 1 milyon 700 bine, Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) üye sayısı aynı şekilde 300 bin iken 1946’da 900 bine, Büyük Britanya Komünist Partisi’nin (BBKP) 1936’da 18 bin olan üye sayısı 1945’lerde 45 bine yükselmişti. Aynı gelişme Avusturya KP’de, Belçika KP’de, Danimarka KP’de de görülmüştü. Ve savaş sonrası yapılan seçimlerde çok sayıda batı Avrupa ülkesindeki komünist partiler görülmemiş başarılar elde ettiler. İtalya’da, Fransa’da seçmenin 1/4, 1/5’i komünist partilere oy vermişlerdi. Çok sayıda Batı Avrupa ülkesinde komünist ve sosyal-demokrat partiler birlikte seçimlerde çoğunluğu sağlamışlar idi.

Ama hiç kimsenin inkâr edemeyeceği gerçek, faşizme karşı mücadelenin motoru ve esas savaşan gücünün güçlenen sosyal-demokratlar değil, komünistler olduğu idi. Bunun için de komünistler sosyal-demokratlardan çok fazla oy aldılar.

Ama ne var ki Avrupa komünist partileri Ekim Devrimi’nin yolunu izleyerek savaş koşullarında elde ettikleri askeri ve siyasal güçlerini sosyalist devrimin zaferine doğru yönlendirmediler.

Lenin’in “Nisan Tezleri” ile eleştirdiği, Şubat 1917 Devrimi sonrası kurulan Kerenski hükümetini “eleştirerek destekleyen” (Stalin’in de içinde yer aldığı) Bolşeviklerin izlediği siyasi çizgi ve görüşler, 2. emperyalist savaş sonrası tüm komünist partilere yol gösterdi ve sosyalizmi ve proletarya demokrasini kurmanın yerine, burjuva devletine dayanarak kapitalizm içinde sözde “sosyalizm” hedefine doğru yol alma politik taktikleri esas alındı. Sözde Kerenski hükümetini destekleyen görüşlerin yanlışlığı kabul edilmiş ve öz eleştiri yapılmıştı.

Oysa Lenin’in ölümünden sonra bu özeleştirinin samimi olmadığı, burjuva kesimleri ile yapılan ittifakların komünistlerin tasfiyesine neden olmasıyla kanıtlandı. (1)

Burjuva kesimleri ile yapılan ittifaklar da devamlı verilen tavizler, burjuva tarafının ve kapitalizmin güçlenmesinden başka bir işe yaramamıştır.

Dünya sosyalizminin zaferine hiç bir zaman inanılmadığından dolayı, Lenin tarafından dünya sosyalizmi amacı için kurulan Komintern burjuvaziye “kurban” edildi. Lenin’in ölümünden sonra Komintern, ilk önce esas hedefinden saptırılarak yalnızca Sovyetlerdeki sosyalizmi destekleyen örgüt haline dönüştürüldü, 1943’lerde ise “komünist partiler güçlendi, artık onlar kendi başlarına sosyalizm amacı için savaşabilirler” gerekçesinin arkasına gizlenerek ittifak kurdukları burjuva devletlerine sosyalizm için değil, demokrasi için mücadele ettiklerini kanıtlamak için feshedildi.

2. emperyalist savaş sonrası komünist partilerin izledikleri çizginin esasını, kapitalizme karşı mücadeleyi erteleyen ve faşizme karşı (esas olarak) burjuva demokrasini savunan ve onu geliştiren görüşler belirledi. (2)

İşte böyle bir bakış açısına sahip olunduğu için 2. emperyalist savaş sonrası Sovyet veya Paris Komünü tipi örgütlenmelere, Paris Komünü biçimindeki devletin inşa edilmesine girişilmedi. Tam tersine Hitlerci faşistler yenildikten sonra burjuva devletinin dağılan ordu ve polis kurumlarının yeniden inşa edilmesine yardım edildi, silahlı partizan gurupları dağıtıldı ve silahlar burjuvaziye teslim edildi. İşçi ve emekçiler parlamenterist sisteme (temsil demokrasiye) doğru yönlendirildi.

Burjuvazi, proletarya devriminin önünü kesmek için ayaklanan işçi ve emekçileri aldatmak amacıyla parlamento seçimleri (genel seçimleri ) gündeme alır ve bu yolla egemenliğini pekiştirmeye çalışır. Çünkü devrimin sübjektif koşulları olgunlaşmasına rağmen, hali hazırda kendi sınıf bilincine varmamış milyonlarca işçi ve emekçi yığınları, burjuvazinin çıkarı doğrultusunda hareket etmeye devam eder. Burjuvazi bu durumdan yararlanmak için, genel seçimleri gündeme alarak, seçimler yoluyla “çoğunluğun” kendinden yana olduğunu ileri sürüp, siyasi ve ekonomik iktidarını sağlamlaştırır. Bunun için işçi ve emekçi kitlelerin devrimci ayaklanmasına alternatif olarak, parlamenter sistem ve genel seçimler öne çıkarılır. Oysa sınıf bilincine varmış işçi ve emekçi kitlelerin ayaklanması, henüz kendi sınıf bilicine varmamış, geri işçi ve emekçi kesimleri hızlı bir tarzda sınıf bilincine varmalarını sağlar. Çünkü somut eylem ancak sınıf bilincinin sıçramalı gelişmesine olağanüstü katkıda bulunur.

Çarlık Rusyası’ndaki Bolşevik Devrimi bu ileri sürdüğümüz görüşlerin somut kanıtıdır. Bolşevik Devrimi’nin zaferi sonrası milyonlarca işçi ve emekçi kendi sınıfının bilincine vararak, iç savaşta burjuvazinin, beyaz ordunun saflarına değil, Bolşeviklerin, Kızıl Ordu’nun saflarında yer aldılar. Lenin, bunun için Bolşevik devriminin hemen öncesi Menşeviklerin, sosyalist-devrimcilerin ve Kerenski hükümetinin önerdiği genel seçimlere gidilmesini kabul etmedi, bu tuzağa düşmedi. O koşullarda yapılacak genel seçimlerde henüz sınıf bilincine varmamış, burjuvazinin çıkarına göre hareket eden yığınların varlığı nedeni ile Bolşeviklerin azınlıkta kalacağı kesindi. (3) Sosyal pratiğini de kanıtladığı gibi, komünistlerin işçi ve emekçi halkın nezrinde çoğunluğu sağlamasının aracı parlamenter sistem ve genel seçimler değil, kitlesel eylemler, ayaklanmalar ve devrimdir.

Oysa Lenin’in, devlet ve parlamentarizm konusundaki görüşlerini inkâr eden komünistler, 2. emperyalist savaş sonrası tam tersi bir yol izlediler.

Ama Lenin, burjuva parlamentosu için yapılan seçimlerin sadece, komünistlerin siyasal gücünü belirlemede bir araç olmaktan öte bir işlevinin olmadığını özelikle vurguluyordu.

Tüm bunlara rağmen, 2. emperyalist savaş sonrası Lenin’in en temel görüşlerinin inkârıyla yola çıkan komünist partileri, devrimin yerine parlamenter sisteme ve burjuva devletine dayanarak “iktidara gelme” sevdasına kapıldılar ve İtalya, Fransa, Belçika, Finlandiya, Danimarka, Norveç, Avusturya, Luxemburg ve İzlanda’da hükümetlere katıldılar.

Savaş sırasında anti-faşist cephenin, savaş sonrası ise burjuva hükümetlerinin en aktif üyesi olan Avrupa’nın komünist partileri, derinlemesine sosyal ve ekonomik reformları “sosyalist” perspektif ile (barış içinde sözde sosyalizme geçiş bakış açısıyla) yerine getirilmesinin mücadelesini yürüttüler. Bu konuda ilk kez savaş sonrası yılların başlarında başarılı oldular ve anti-faşist koalisyon hükümetleri sırasında önemli ekonomik, demokratik ve sosyal hakların (sonradan çoğu kâğıt üzerinde kaldı) kazanılmasını sağladılar.

İtalya’da, Fransa’da kabul edilen yeni anayasalarla, çalışan kitlelerin demokratik haklarının sözde garanti altına alınması da sağlamış olundu. Fransa’da, Büyük Britanya’da, Avusturya’da temel sanayi sektörleri devletleştirildi (yani devlet kapitalizminin inşasına girişildi). Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, sosyal sigortalara, sağlık ve eğitim hizmetlerine yönelik devletin katkısı büyük oranda artırıldı ve işçilerin, emekçilerin eylemlerinin sınırlandırılması kaldırıldı.

Bu politikalarla aynı zamanda, işçilerin ve emekçilerin kapitalizme duydukları kin ve öfke de yatıştırıldı ve sosyalist devrim gündemden çıkarıldı.

Burjuvazi, vermek zorunda kaldığı tavizlerle (ve özellikle komünistlerin olağan üstü katkılarıyla da) kapitalist ekonomiyi savaşın yıkımından kurtararak, yeniden istikrar içinde gelişmesinin yollarını açtı. (4)

1947’ye gelindiğinde, ülkesinde savaşın tahribatını yaşamayan ABD burjuvazisi, kendi ekonomisini daha çabuk toparlayarak, Avrupa kapitalizminin yardımına koştu ve kapitalist ekonominin ve burjuva devletinin varlığı koşullarında sözde mevziler kazanmaya çalışan Sovyetlerin ve komünistlerin etkinliklerini tasfiye etmek için, anti-komünizm bayrağını yeniden eline aldı. Roosevelt’in ölümü sonrası, başkan yardımcısı Truman’ın devlet başkanı olmasıyla birlikte “Truman Doktrini” adı altındaki plan yürürlüğe koyuldu ve komünistleri hükümetlerden atma ve tecrit etme hareketi başlatıldı.

ABD emperyalizmi, 12 Mart 1947’de Truman’ın kongre önünde konuşmasıyla anti-Sovyet anti-komünist seferberliği ilan etti. Diğer yandan, dışişleri bakanı Marshall’ın adıyla anılan ekonomik yardımların da düğmesine basıldı.

İlk önce Sovyetlerin tehdidi altında oldukları ileri sürülen Türkiye ve Yunanistan’a 1947 yılında 400 bin dolar yardımla işe başlandı.

Batı Avrupa kapitalizmini yeniden diriltmek için 13 milyar dolar tutarındaki Marshall yardımları, ABD’nin, Batı Avrupa kapitalizmi üzerinde etkinlik kurmasının yollarını da açıyordu. Bu yardımlardan yararlanmanın tek koşulu, komünistleri hükümetten atmak ve komünistleri tecrit etme hareketine girişmekti.

1947 ilkbaharında sosyal demokratların içinde yer aldığı burjuva partiler bloğu, Fransa’da, İtalya’da, Belçika’da komünist partilerin bakanlarını hükümetlerinden attılar ve komünistlerin halk kitleleri nezrindeki itibarlarını sarsmak, toplumdan izole etmek için anti-komünist kampanyalara hız verdiler.

23 Nisan 1947’de ABD’nin Fransa Büyükelçisi Winkler, sosyalist partinin başkanı olan başbakan Ramadier’e “eğer komünistleri hükümette tutmaya devam ederseniz Amerika ile Fransa ilişkileri kesin olarak kopar” tehdidinde bulunuyordu.

Fransız başbakanı kendine iletilen direktifi yerine getirmek için (hükümetteki komünist partisiyle işçileri karşı karşıya getirme amacıyla) işverenler ile birlikte işçilerin ücretlerini dondurmak için harekete geçti.

Tabii ki, başta Renault fabrikası işçileri olmak üzere, işçiler bu ekonomik saldırı karşısında sessiz kalmadılar, giderek yaygınlaşan grevleri başlattılar. Komünist partisinin bakanları ve milletvekilleri grevci işçilerden yana tavır alıp, ücretlerin dondurulmasını amaçlayan yasaya (hükümet krizini göze alarak) ret oyu verdiler.

Bu gelişmeler sonucu hükümet krizi ortaya çıktı ve sosyalist partili başbakan Ramadie (5) 5 Mayıs 1947’de FKP genel sekreteri Maurice Thorez’in de içinde bulunduğu 5 FKP’li bakanı hükümetten attı.

Buna benzer bir gelişme de İtalya da yaşandı. “Hıristiyan Demokratik Birlik” partisinin başkanı ve savaş sonrası İtalya’nın ilk başbakanı olan Gasp Eri (6) 1947’nin Ocak ayında ABD’yi ziyaret eder. Truman, Gasperi’ye açık bir tarzda “komünistleri ve onlar ile işbirliği yapan sosyalistleri hükümetten atmadıkça, ekonomiyi destekleyerek, istikrarın ve demokrasinin sağlamlaştırılmasına yardım etmeyeceklerini” söyler. Gasperi bunun üzerine harekete geçer ve ilk önce sosyalist partiyi böldürmek için kollarını sıvar.

Çünkü sosyalist parti, komünistler ile işbirliği yapmaktan vazgeçmediği gibi, 1934 yılında komünistler ile yaptığı birlik anlaşmasını tekrar yeniler. Bu gelişme karşısında sosyalist parti bölünür ve “sosyal demokrat” adıyla yeni bir parti kurulur. İtalyan hükümeti, işçi ve emekçilerin çıkarını gözeten ekonomik önlemleri ve ekmek fiyatlarına yapılan sübvansiyonları kaldırır ve böylece zaruri tüketim maddelerinin fiyatlarının hemen yükselmesi karşısında, kitlesel protestoların ortaya çıkmasına neden olur. İKP ve sosyalist parti, hükümetin bu politikasına karşı (hükümetin içinde yer almalarına rağmen) açıktan muhalefet yürütürler ve emekçilerden yana tavrı alırlar. Gasperi, bunun üzerine 13 Mayıs 1947’de hükümetin istifasını verir. 31 Mayıs’ta kurduğu “yeni hükümetinde” komünistlere ve sosyalistlere yer vermez. Ve böylece komünistler hükümet dışına atılmış olunur. Bu uygulama savaş sonrası komünistlerin içinde yer aldığı diğer batı Avrupa ülkelerinin tümünde de geçerli hale getirilir.

Amerikan yardımlarının hızlanması, savaş sonrası kurulan koalisyonların dağılmasına ve “soğuk savaş” adı verilen dönemin başlamasına vesile olur.

Batı Avrupa komünist partileri, hükümetlerden atılmalarına nispi bir tepki göstermekten öteye geçmediler. Çünkü burjuvazinin oyunlarına karşı bile, işçi ve emekçi kitleleri ayaklandırmak ve iktidara yürütmek için ne bir faaliyetleri, ne de bir örgütlenmeleri söz konusu idi. Tam tersine sosyalist devrim karşıtı bir tutum belirledikleri için, burjuva demokrasisine ve parlamenter sisteme dört elle sarılarak burjuvaziye güven vermeye çalışıyorlardı. Bunun için de, kitleleri seferber etmeye yönelik ellerindeki tüm imkânları burjuvaziye teslim etmişler idi.

Amerikan burjuvazisi ile Batı Avrupa kapitalist toplumuna egemen olma amacıyla yürütülen mücadelenin kaçınılmaz yenilgisi (Marshall yardımlarının da katkısıyla) istikrar ve kalkınma sürecine giren kapitalist ekonominin varlığı koşullarında kısa sayılabilecek bir süreçte ortaya çıktı.

Bu durum karşısında yanlışlardan dönüleceğine, burjuva hükümetlerine yeniden katılmanın yolları arandı ve yeniden burjuvazinin “komünistlere” ihtiyaç duyması gereken günlerin gelmesinin beklentisi içine girildi.

Bu anlayışla hareket eden FKP, 1947’nin Haziran ayında Strassburg’da yaptığı XI. parti kongresinde “potansiyel olarak hükümet partisi olduklarını” onayladı. Yani izlenen politikalar doğru kabul edildi. Böylece parlamenter sistem içindeki mücadeleden şaşmadan yola devam etme kararı alındı.

Kongre sonrası alınan kararlar doğrultusunda FKP adına Jacgues Duclos (7) FKP’ye sosyalist ve cumhuriyet partileri ile birlikte hükümet kurma çağrısı yaptı. Ama bu çağrıyı hiç kimse ciddiye almamasına rağmen, revizyonist yolda ilerlemeye devam ettiklerini göstermek için hükümet dışına itilmelerine rağmen “hükümet partisi olma” amaçlarından vazgeçmediklerini Fransız meclisinde ilan etmekten çekinmediler.

Ve Thorez, Haziran 1947’de “ülkemizin ekonomik kalkınmasına sunulan yardımlara karşı değiliz” diyerek Marshall yardımlarına karşı olmadıklarını ve kapitalist ekonomiden yana olduklarını açıkça ilan etmekten kaçınmıyordu.

FKP’nin yolunda ilerleyen İKP, ortaya çıkacak muhtemel bir hükümet krizinde kendilerine ihtiyaç duyulacağından, anayasa çalışmasına etkili katkılarda bulunmaya devam edeceklerinden çok emindi! Ve politikalarını buna göre saptadılar.

Batı Avrupa komünist partileri yeni duruma kendilerini uyarlamak için çaba harcadıkları sırada Stalin “Truman Doktrini” ve Marshall yardımları kanalıyla, Batı Avrupa’da savaş sonrası ortaya çıkan ve Sovyetler Birliği’nin etkilerinin tasfiye edilmeye başlayan girişimleri görerek, komünist partilerini yeniden bir örgüt çatısı altında toplamak için harekete geçti. Ve 1947 Eylül’ünün ortalarında komünist enformasyon bürosunun kuruluşu başlatıldı.

22 Eylül 1947 Kominform’un kuruluş kongresine Batı Avrupa’dan sadece FKP ile İKP davet edildi.

Bu toplantıda Sovyet delegesi Shadanow (8), FKP ve İKP’nin hükümetlerden atılmalarından dolayı, onlara en ağır eleştirileri yönetmekten çekinmedi. Bir yandan hükümetlerin dışında kalmalarına neden olan tavırlarını en ağır tarzda eleştirirken, diğer yandan (yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali) onları oportünistlikle, parlamenterlikle suçlamaktan geri durmuyordu. Fransız ve İtalyan komünistlerini, sihirbaz karakterleri gereği hükümetlerde huzursuzluk çıkarmakla itham ediliyorlardı.

Sovyetlerin, savaş sonrası Avrupa komünistlerinin sosyalist devrim yerine, burjuva hükümetlerine katılarak burjuvazinin ve kapitalizmin güçlenmesine neden olan politikalara yönelik (en küçük tarzda bile olsa) bir itirazı yoktu.

Onların itirazları, burjuvazinin işçilere yönelik saldırılar karşısında işçilerden yana politikalar izlenmesiyle, hükümetlerden atılmalarına neden olan tavırlarına yönelikti.

Sovyetler, Avrupalı komünistlerin, sosyalist devrime, proletarya iktidarına karşı olmalarını yeterli bulmuyor, burjuvazi ile birlikte işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarına karşı saldırılara katılmalarını da istiyordu. Çünkü önemli olan Sovyetlerin çıkarıydı! Sovyetlerin çıkarı için Batı Avrupa işçilerinin ekonomik çıkarları dahi feda edilebilirdi! Burjuvazinin sömürüsünün ve baskısının artmasına dahi göz yumulabilirdi! (9)

ABD emperyalizminin başını çektiği dünya burjuvazisi, 1947’de Sovyetlerin etkinliğini kırmak için, bir yandan silahlanmaya ve NATO gibi saldırgan askeri bloğu kurmaya yeltenir iken, diğere yandan işçi ve emekçi kitlelerinin mücadelelerini ve ayaklanmalarını önlemek için burjuva demokratik hak ve özgürlükleri dahi kısıtlamaya başladı. Başta Hitlerci faşizmin artıkları olmak üzere, tüm dünya gerici güçlerini etrafında topladı. Doğal olarak ve her zaman olduğu gibi anti-komünizm, ilk önce işçi ve sömürülen emekçi kitlelerin siyasi, ekonomik ve sosyal haklarını hedef seçti. İşçi ve emekçileri kapitalist sömürüye, burjuvazinin siyasal baskılarına karşı harekete geçirmeye çalışan komünistleri sindirmek, dünya burjuvazisi baş görev oldu. Bunun için komünistlerin tüm yasal siyasi haklarının ortadan kaldırarak korku ve sindirme hareketini başlattı.

Batı Almanya başta olmak üzere kendileri için kritik ülke olarak ilan ettikleri yerlerde komünist partilerin yasal örgütlenme ve faaliyet gösterme hakları devlet zoruyla ortadan kaldırdılar.

ABD’nin emperyalist burjuvazisi, en kapsamlı anti-komünist hareketi ilk önce kendi ülkesinde başlattı. “McCarthycilik dönemi” diye adlandırılan bu anti-komünist karşı devrimci saldırı “komünist avına” dönüştürüldü. (10)

Fransa’da, komünist partisinin iktidardan dışlanmasından sonra yeniden istediği yetkiler ile devlet başkanı seçilen General Charles de Gaulle, Fransa’da yeni bir anti-demokratik diktatörlük dönemini başlattı. (11)

1960’la başlayan kapitalizmin krizi ve gelişmeler

Gelişmiş kapitalist ülkelerin burjuvazisi başta olmak üzere, tüm dünya burjuvazisi, savaş sonrası kapitalist ekonominin istikrar içinde gelişmesinden yararlanarak, parlamentoya ve anayasalara dayanan anti-demokratik diktatörlüklerini sağlamlaştırdılar.

1960’lara kadar Fransa’da ekonominin her yıl % 6 oranda kalkınma periyodunu yakalaması, halkın yaşam standart oranını 1950’lere göre iki katına çıkarmıştı.

Fransız hükümeti ve patronları, sanayi ve tarım işletmelerini ve Fransız bankalarını, uluslararası pazarlarda rekabet edebilecek önemli bir güç haline getirdiler.

Ama bu işletmelerin çoğunda sendikalar yoktu ve işçiler haftalık asgari 45 saat çalışmak zorunda bırakılmıştı. Fabrikalar, özel silahlı koruma birliklerinin kontrolü altına alınmıştı.

1968’lere gelindiğinde işçi ücretlerine çok az artış yapmanın alışkanlık haline getirildiği açığa çıktı. Bu durum karşısında işçiler de “kalkınmadan pay alma” duyguları giderek gelişiyordu.

Avrupa burjuvazisi, işçilerin ekonomik hak arama girişimlerini boşa çıkarmak amacıyla devletin ve özel silahlı güçlerin baskısının yanı sıra, kendiliğinden sınıf bilincine dahi varmamış, küçük mülk sahibi olma duygulardan arınmamış köylü kökenli, her an grev kırıcısı olarak kullanılmaya ve düşük ücretler ile çalıştırılmaya hazır emekçileri “ucuz iş gücü” olarak ithal etti. (13)

1960 sonrası kapitalizmin iflah olmaz ekonomik krizinin yeniden başlaması, işçilerin ve çalışan emekçilerin memnuniyetsizliğini giderek arttırıyordu.

1963 yılında maden işçilerinin Fransa’daki grevi, işçileri yeniden uyandırdı. 3 ay süren bu grevler, çok sayıda işletmelerde grevlerin yaygınlaşmasına neden oldu ama bu grevlerin karşısına De Gaulle diktatörlüğü çıktı. De Gaulle, bu grevleri devlet zoruyla bastırarak burjuvazinin kendine duyduğu güveni daha da pekiştirdi.

2. emperyalist savaş sonrasında, 1960’lara kadar devam eden “kapitalizmin güzel günlerinin” sona erdiğinin işareti, sadece Avrupa ile sınırlı bir gelişme olmadığı, Küba devriminin zaferiyle ve Güney Vietnam’da, uluslararası tekellerin uzantısı yerli egemen burjuvaziye karşı silahlı mücadelenin yaygınlaşmasıyla, Küba devriminin Latin Amerika’da yarattığı devrimci etkinin su yüzüne çıkmasıyla anlaşıldı.

Burjuvazi, kapitalizmim kriziyle sömürülen ve ezilen işçi ve yoksul emekçilerin uyanışıyla yine karşı karşıya kalmıştı.

1960 ekonomik krizinin Batı Almanya’daki etkileri

Kapitalist-emperyalist sistemin dibinde biriken yeni sorunların Batı Avrupa’da patlamaya yol açacağı, Batı Almanya’daki gelişmeler ile açığa çıkıyordu. (14)

1960’ların ortasıyla birlikte Batı Almanya’da “parlamento dışı muhalefet” görüşleri ve faaliyetleri yaygınlaşmaya başlamış ve yeni bir boyut kazanmıştı. İşçi ve emekçilerin parlamenter sistemin kendi sınıfsal çıkarları için bir çare olmadığının farkına varması, yeni bir devrimci dalganın ortaya çıkacağının da habercisi idi.

2. emperyalist savaş sonrası Batı Almanya’da, işgalci ABD ve İngiltere tarafından oluşturulan anti-demokratik parlamenter sistemin seçimleri, aşırı anti-komünist CDU/CSU gibi muhafazakâr partilerin hükümete gelmelerinin yolunu açmıştı.

SPD ise 1965’e kadar bir seçim başarısı elde edememişti.SPD, 1965 seçimlerinde ekonomik krizden etkilenen işçilerin ve çalışanların memnuniyetsizliği kendine çeken “reaksiyon” bir siyasi güç olarak siyaset sahnesinde yerini almaya çalışıyordu.

Alman burjuvazisi, ekonominin durgunluk dönemine girmesiyle kalkınma oranlarının inişe geçmesi ve işsizlik oranının 3 katına çıkması karşısında, bir yandan olağan üstü yasanın çıkarılmasına ön ayak olup, kitlesel eylemlerin bastırılması için orduyu devreye sokarken, diğer yandan, SPD’nin yeniden hükümete girmesinin yollarını açarak, kendisi için olumsuz gelişmeleri sosyal demokratlar eliyle kontrol altına almak istemekte idi.

1965 seçimlerine “demokrasi ve özgürlük” sloganıyla sözde sert muhalefet yürüterek, anti-demokratik parlamenter diktatörlüğe karşı bir umut ve alternatif olarak ortaya çıkan SPD, işçileri ve gençleri, demokrasi yanlısı aydınları etrafında toplamıştı. Ve de nitekim 1949’dan beri ilk kez 1965 seçimleri ile CDU’dan daha fazla oy alarak, daha fazla milletvekili çıkarıp, hükümet partisi olma şansını yakalamıştı.

Ama her zaman olduğu gibi SPD, kuvvetlenen siyasi gücüne dayanarak kapitalist sistemi savunmak için harekete geçmekte gecikmedi. Seçimler vesilesiyle söz verdiği vaatlerin tümünü bir kenara atıp (CDU/CSU ve FDP hükümetine devam edilmesinin muhalefeti daha da güçlendireceğini görerek ve de burjuvazinin isteği doğrultusunda) hemen CDU/CSU ile büyük koalisyon hükümetini kurdu.

SPD’nin amacı gelişen muhalefetin kapitalizmi hedef almasının önünü kesmekti. Çünkü krizle birlikte Almanya’da işçi sınıfı harekete geçmeye başlamıştı. 1965-67 arası süreçte 300 bin işçi mücadeleye katılmıştı.

1947’den beri, işçiler ilk kez yeniden yasadışı protestolara katılıyorlardı. 1966’da Offenbach’da baskı makineleri üreten Faber ve Schleicher fabrikalarının işçileri yasadışı grevlere gitti ve bunu 1967’de Hamburg Pinnerberg’deki İLO Werk işçilerinin kanunsuz grevleri ve fabrika işgalleri takip etti. İşçi sınıfının bu ve buna benzer eylemleri “sosyal barış ve devlet baba” nakaratlarını yerle bir ederek Batı Almanya’yı sarstı. (15)

Almanya’daki işçi sınıfı gerek 1930’lardaki kapitalist ekonominin bulanımı sonucu ortaya çıkan yoksulluğun, gerekse savaş sonrası baş gösteren sefalet ve açlığın, yeniden ortaya çıkan kapitalist krizle birlikte tekrarlanacağının korkusu içinde idi.

Oysa Almanyalı işçiler ve emekçiler, savaş sonrası her türlü zorluğa göğüs gererek, düşük ücretli, uzun süreli çalışmaları ile Almanya’yı yeniden inşa etmişlerdi ve kısmen de olsa “refaha” kavuştuklarını zannediyorlardı. Ama krizle birlikte yeni yoksullar evlerinin açılması onları tedirgin etmeye yetti.

SPD’nin tüm bu durumu istismar ederek, kendini “düzen karşıtı alternatif bir parti” gibi lanse ettikten sonra CDU/CSU gibi partiler ile hükümet kurması, işçilerin ve gençlerin (tam anlamıyla) hayal kırıklığına uğramalarına neden oldu ve onların yeni arayışlara girmelerinin zeminini hazırladı.

Kapitalizme alternatif yeni sistem arayışına giren savaş sonrasının nesil, “ bizler ailelerimiz gibi yenilmiş, yıpranmış, halsiz düşmüş bir nesil olmak istemiyoruz” diyerek ortaya çıkan yeni duruma isyan ediyordu.

Yeni neslin sözcüsü olarak ortaya çıkan Rudi Dutschke’in 10 Aralık 1966’da “parlamento dışı muhalefet” çağrısı yapması büyük bir yankı uyandırdı.

SPD’nin sahte sol görünümü karşısında, Marksist görüşler tekrar kapitalizme karşı yeni düzen arayışlarının rehberi olarak tartışmaların odak noktasında yer alıyordu.

1966’da ortaya atılan “parlamento dışı muhalefet” görüşlerinin parlamenter sistemi hedef alması gençliğin üzerinde coşkulu bir heyecan yaratıyor ve üniversitelerde ardı arkası kesilmeyen kitlesel tartışma toplantılarının yapılmasına vesile oluyordu. Bu toplantılarda Lenin’den sonrası Sovyetlerin izlediği çizgi başta olmak üzere, sosyalizmin tüm sorunları tartışmaların ana konusu idi.

Sosyalist Almanya Öğrenci Birliği SDS’nin kurulması ve faaliyete geçmesi kapitalizme karşı protesto eylemlerin sokaklara taşmasını sağladı. Yeni bir toplum umudunun yeşermesine neden olan kitlesel toplantılarda, Lenin sonrası izlenen ve Kruşcevci revizyonizm ile birlikte açıktan kapitalizmin savunmasına dönüşen görüşler, Marksizm’in yozlaştırılması ve bürokratizmin ideolojisi olarak nitelendiriyordu. Ve de sosyalist devrim yeniden gündeme getirilmekte idi.

Aynı zamanda toplum da devlete ve onun somut baskılarına karşı büyük bir öfke birikiyordu. Tam bu sırada, 2 Haziran 1967 günü İran halkına kan kusturan, binlerce İranlı devrimciyi, sosyalisti gözünü kıpmadan katleden İran şahı, Batı Almanya’yı ziyaret etmeye başladı. Bu ziyaret aynı zamanda “demokrasi” havarisi kesilen Alman burjuvazisinin ikiyüzlülüğünün somut göstergesi idi.

Faşist Şah’ın ziyareti 10 binlerce üniversiteli genci sokaklara döktü. Gençler, Alman burjuvazisinin ikiyüzlü politikasını da protesto ettiler. Alman burjuvazisi, patlak veren bu protestoları bastırmak için özel olarak kurulan polis birliklerini harekete geçirdi ve gençlere acımasızca saldırıldı. Sivil polisler protestocuların içine girerek gözüne kestirdiği gençlere ateş açtı ve Benno Ohnesorg isimli genç, sivil polisin arkadan açtığı ateş sonucu öldürüldü. Bu saldırılar sonucu öfkelenen üniversiteli gençler, kitlesel protesto eylemlerini 9 Haziran 1967’de yaygınlaşarak üst boyutlara çıkardılar.

Burjuva devleti, barışçıl gösterilere dahi tahammül edemiyor, anında saldırıya geçiyordu. Devletle, gençler arasında çıkan çatışma, burjuvazinin devlet ve demokrasi konusunda yaptığı propagandanın gerçekle bir ilgisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla ortaya seriyordu

“Demokrasi savunucusu” kesilen Batı Almanya’nın burjuva devleti, demokrasi düşmanı bir faşisti savunmak için barışçıl gösteriden başka bir şey yapmayan gençleri katletmekten çekinmiyordu. Muhafazakâr, liberal ve sosyal-demokrat burjuva partilerinin devlet konusunda yaptıkları demagojik propaganda somut pratik tarafından tüm çıplaklığıyla açığa çıkarılıyor ve Marksizm’in devlet konusundaki doğru görüşleri gençleri derinden etkiliyordu.

ABD’de, Vietnam savaşına karşı 1965-66 yıllarında başlayan protesto eylemleri, Avrupa’yı ve özelikle kapitalizmin neden olduğu savaşın tüm yükünü çeken Batı Almanya’yı derinden etkileyerek, savaş karşıtı eylemlerin yaygınlaşmasına neden oldu.

17-18 Şubat 1968’de Batı Berlin’de yapılan Vietnam Konferansı 12 bin kişinin katıldığı gösteri ile sona eridi. (16)

Sözde savaş karşıtı olduğunun ileri süren Alman burjuvazisi, ABD emperyalistlerinin saldırganlığını desteklemekten çekinmiyor ve savaş karşıtı eylemlere saldırmaya devam ediyordu.

Fransa’da 1968 olayları

1968’lere doğru gelindiğinde Batı Almanya çalkantılar içinde iken, 68 hareketlerinin ana üssü olan Fransa sakin görülüyordu. Ama 3 Mayıs 1968 günü Paris’teki üniversitelerin açılmasıyla birlikte gençler harekete geçti.

Gençlerin öfkelenmesinde, De Gaulle diktatörlüğünün, sosyalizm için mücadelenin toplumu özgürleştirme tehlikesi karşısındaki hoş görüsüz, gerici ve toplumu despotizm altında tutmasının kolaylaştıran görüşlerin ve uygulamaların önemli payı vardı.

De Gaulle, toplumsal ilerleyişin karşısına, Hıristiyan dininin toplum üzerindeki etkilerini yeniden “güçlendirerek” ortaçağın gericiliğini “geri getirmeye” yelteniyordu. Bu tavrıyla toplumun özgürlüğünü savuna Fransız burjuva devrimine dahi adeta meydan okuyor ve kapitalizmin aile kurumunu ve ataerkin toplumsal ilişkileri zayıflatması karşısında kişisel özgürlükleri ve ilişkileri baskısı altına almaktan vazgeçmiyordu.

Üniversite gençliği bu baskıdan en fazla nasibini alan toplumsam kesim idi. Örneğin, genç erkeklerin ve kızların, üniversite yurtlarını ziyaret etmesi yasaktı. Kadın, erkek ilişkileri devletin kontrolü altına alınarak kişisel özgürlüklere açıktan saldırılıyor ve böylece, devletin toplum üstündeki baskısının her an hissedilmesi sağlanmaya çalışılıyordu.

Fransa’da 1960’ta 250 bin olan üniversiteli örgenci sayısı, 1968’de 500 bin olarak iki katına çıkmıştı ve yine toplumun %33’ünü 20 yaş altı gençler oluşturuyordu. (17) Fransız toplumun da ortaya çıkan bu ve buna benzer değişikler ve başlayan ekonomik kriz, De Gaulle’ün anti-demokratik parlamenter diktatörlüğünün üstüne oturduğu zemini sarsıntıya uğratıyordu. 1947 sonrası anti-komünizmini ve McCarthy’ciliğin oluşturduğu devlet sistemi toplumsal değişiklikler ile işlevsiz hale gelmeye başladı.

Nitekim bunun ilk belirtisi, 3 Mayıs 1968’de binlerce öğrencinin, sıkı disiplin kurarlarını protesto etmek için Sorbonne Üniversitesi’nde toplanmalarıyla ve o zamanki öğrenci liderlerinden Dantel Cohn Bendik’in çağrısı üzerine üniversite dışında yürüyüşe geçilmesiyle açığa çıktı.

1947/48’de maden işçilerinin grevlerini dağıtmak için kurulan polis örgütü CRS öğrencilere karşı saldırıya geçmekte gecikmedi. Önüne geleni acımazsızca dövmeye başladı. Öğrenci olmayan sokakta yürüyen insanlar dahi bu dayaktan nasibini almaktan kurtulamadı. Çok sayıda öğrenci yararlandı. 6 Mayıs 1968’de yayınlana resim rakamlara göre 481 öğrenci yaralanmış, 279 öğrenci gözaltına alınmış ve 81’i ise tutuklanmıştı. Bu acımasız saldırılar karşısında öğrenciler barikatlar kurarak karşı durmaya çalıştılar ve arkasından Sorbonne’u işgal ettiler.

Hükümet ve gericiler (yaygara kopararak) öğrencilerin eylemini “düzeni ve huzuru bozan büyük anarşist hareket” olarak nitelendirip, öğrencilere karşı hemen bir gerici “cephe” oluşturmak istiyorlar idi. Ama tüm bu gerici propaganda ve faaliyetlere rağmen (eylemlerin patlak verdiği bölge halkı başta olmak üzere) toplum da, devletin öğrencilere karşı acımasız saldırıya geçilmesi öfke ve kızgınlığına yol açtı. Halk öğrencilerle dayanışmaya geçti. 10 Mayıs’ta lise öğrencileri ayaklanarak üniversiteli öğrencilere katıldılar.

Halk kitlelerinde kabaran bu öfke karşınsında değişimci FKP’nin denetimindeki sendikaların öncülüğünde gönülsüz ve sadece saldırıları protesto etmekle sınırlı, bir günlük genel grev çağrısı yapıldı ve 13 Mayıs’ta 1 milyon insan Paris’te sokağa döküldü. “İşçi, gençlik el ele” sloganıyla eylem giderek dozajını arttırdı. 2000 işçinin çalıştığı Bouguenasi’daki uçak fabrikası Sud Aviatıon 14 Mayıs’ta greve gittiler ve fabrikayı işgal edip, grev komitesini seçtiler, hemen arkasından fabrika şeflerinin bürolarını kapattılar.

Ve de proletarya devriminin marşlarını yüksek sesle söylemeye başlayarak Fransa’nın proletarya devriminin eşiğinde olduğunu ilan ediyorlardı. Revizyonistlerin etkinliği altında olan sendikanın 15 Mayıs için yalnızca sembolik 1 saatlik greve gitmek istediği, Roune yakınındaki Renault Cléon fabrikasındaki işçileri, radyodan Suda Aviston fabrikasındaki işçilerin eylemlerini duymaları üzerine 150 genç işçi yetkililer ile çalışma saatlerinin kısaltılmasını üzerine konuşmak istemelerinin reddedilmesi karşısında fabrika kapılarına barikat kurup fabrikayı işgal ettiler.

FKP’nin etkinliği altındaki CGT isimli sendika istemese de bu eyleme katılmak zorunda kaldı. (18) Aynı günün akşamı Renault fabrikasının 60 bin işçisi Fransa çapında greve gitti. (19) Bir saat içinde işçilerin hareketi volkan gibi Fransa’yı sardı. 16 Mayıs saat 17.00’de 300 bin işçi greve giderek fabrikaları işgal etti, bu sayı saat 22.00’de iki katına çıkmıştı.

Cannes film festivali grevler yüzünden iptal edildi. Kısa bir sürede 10 milyon işçinin greve gitmesi ve fabrikaları, işyerlerini işgal etmesiyle mücadele en üst boyutuna çıktı.

Banque de Frence’edeki grev, para akışını azalttı ve kapitalist pazarı felç etti.

Akaryakıt istasyonları işlevsiz hale geldi, benzin ve mazot istasyonlarının ¾’ü kapanmıştı ve grevler nedeniyle çalışmıyorlardı.

Beklenmeyen bu eylemler karşısında egemen burjuvazi içinde çatlaklar ve hizipler ortaya çıktı. Bir kesim De Gaulle’ü harcayarak işçilerin ve gençlerin öfkesini bastırmak istiyordu. Bunun üzerine 16 Mayıs’ta parlamentoda De Gaulle’e karşı verilen güvensizlik önergesi çok az bir sayıyla reddedildi.

Muhafazakârlar içinde de Gaulle’ün istifa etmesini isteyen sesler durmaz iken, diğer yandan geniş reformlar yapılması vaatleri ile (ve de devlet başkanını kurtarmak amacıyla) referandum yapılması ve de Gaulle’ün istifa edip etmemesinin referandum sonucuyla tespit edilmesi isteniliyordu. Ama grevler yüzünden referandum organize edilemedi.

De Faulle 25 Mayıs’ta ABD’nin büyük elçisi Sargent Shriver’e “bay büyük elçi, bizim geleceğimiz belli değil, tanrıya sığındık” demekten kendini alı koyamıyordu.

Başkan De Gaulle 10 yıl demir yumrukla ülkeyi yönettikten sonra Almanya’nın Baden bölgesine kaçtı. 28 Mayıs’ta içişleri bakanlığındaki çalışanlar greve katıldı. Çeşitli bakanlıklar arası haberleşme (iletişim) en asgari düzeye inmişti. Çok sayıda bakanlık dokümanları ortada kaldırılmaya, yakmaya ve yok etmeye başlanmıştı.

1968 Mayıs’ında Fransa’daki ikili iktidar gerçeği

16 Mayıs’a başbakan Georges Pompidou, yedek askerleri silâhaltına almak zorunda kaldı. Ayaklanmanın büyümesi karşısında, zaman geçirmeden polis ve ordu güçlerini işçilerin karşısına dikmek istiyordu, ama Mayıs ayının sonuna doğru Grennobe’da jandarma yedeklerinin kalmadığını bildiriyordu. Polisler ya yorgunlar idi veya kullanılamıyordu. Tours ve Rouen’de göstericilerin karşısına çıkarılacak polis birlikleri yoktu. Yaşlı devlet aygıtı havada asılı kalmıştı. Aynı zamanda grev ve eylem komiteleri de Gaulle’ün bütün güçlerine ve iktidarına meydan okuyorlardı.

Böylece ikili iktidar meydana geldi. Bir tarafta kapitalistlerin, büyük toprak sahiplerinin köhnemiş düzeninin ordusu, polisi, hukuk sistemi işlevsiz hale getirilerek, köşeye sıkıştırılıp savunmaya geçmek zorunda bırakılmış ama dağıtılmamış devleti, diğer yandan embriyon hali ile ilk adımları biçimlenen grev ve eylem komitelerinin oluşturduğu işçi sınıfının demokratik devlet organları.

Tüm bunlara rağmen devrimci durumun uzun dönem devam etmeyeceği açıktı. Bir hafta veya en çok bir ay içinde, ya kapitalistleri mülkiyetten arındırılarak iktidarlarına son verilip, işçi sınıfının demokratik iktidarı kurulacaktı veya karşı devrim atağa geçerek dağılmaya yüz tutan iktidarlarını yeniden pekiştirecekler idi.

Eylem ve grev komiteleri

Çok sayıda otomobil fabrikaları, çelik sanayi ve demiryolları işçilerin eline geçmişti. Her yerde, yerden bitercesine işçilerin ve çalışanların oylarıyla seçilen eylem ve grev komiteleri oluşmuştu. Hastanelerde hastabakıcılar, doktorlar, hastalar birleşerek komiteler kurmuşlar idi. Okullarda öğrenmenler, öğrenciler birlikte komitelerini oluşturmuşlar idi. Ve yine üniversitelerde öğretim üyelerinin ve öğrencilerin oluşturduğu komiteler vardı. Köylerde ise köylü komiteleri ortaya çıkmıştı.

Nantes ve çevresindeki işçiler, köylüler ve üniversiteliler iktidara yürümeye başlamışlar idi. Trafiği kontrol ediyor, su ve elektrik gibi ihtiyaçların giderilmesini yürütmeye çalışmaktalar idi.

Tüm bu olaylar devrimin objektif koşullarının hazır olduğunu, eksik olanın, devrimin zaferinin fırsatını kaçırmayacak tutarlı Marksist program ile işçilerle sıkı bağları olan devrimci-sosyalist bir partinin olmaması idi. Kısacası eksik olan devrimin sübjektif şartları idi. 1968 Mayıs’ta Fransa’da kurulan eylem ve grev komiteleri iktidar için birleştirilebilirdi. O dönemde ikili iktidarın varlığından ziyade iktidar boşluğu söz konusuydu. Eğer, ülke çapında delegeler konferansı toplanabilse idi, egemen sınıflara ve onu işlevsel hale gelen devlet aygıtına karşı topyekûn saldırıya geçilebilirdi.

Devlet başkanı De Gaulle Mayıs ayında “yandık komünizm geliyor” diye bağırıyordu. Ve de haklı idi. Çünkü ülke çapında, eylem ve grev komiteleri Sovyetler biçiminde örgütlenerek kongresini toplayıp, işçi hükümetini seçmesinin, üretimi toplumun çıkarına, demokratik planlı ekonomiye göre düzenlenmesi için fabrikaların kamulaştırılabilmesinin imkânları var idi. Çünkü polisler ve askerler de komiteler kurmuşlardı. Bu durum polis ve askerlerin grevci işçilere ve diğer emekçilere karşı kullanmalarının önüne önemli engel çıkarıyordu.

Ve yine Fransız işçileri ve emekçileri, diğer ülkelerdeki işçiler ve emekçileri dayanışma ve mücadeleye katılma çağrıları çıkarabilir ve onların desteğini kazanabilirdi.

Ama buna yönelik bir faaliyetin olmamasına rağmen, Belçikalı baskı işçileri, Fransız işçi sınıfıyla dayanışmaya girerek, De Gaulle’ün referandum için oy pusulalarının basılmasını reddettiler.

Bu devrimci durumun, devrime dönüşmesinin nasıl olacağının Lenin’in önderlik ettiği 1917 Ekim Devrimi göstermişti. Ulusal çapta birleşen Sovyetler, işçi sınıfının iktidarının kurmuş, ekonomiyi ve toplumu yeniden düzenlemiş ve işçi sınıfının demokratik iktidarını inşa etmişti.

Lenin, ekim devriminden çok önce, işçileri ve Bolşevik Partisi’ni proletarya devrimi için hazırlamayı kararlı bir tarzda sürdürdüğü bilinmektedir. Ve yine Lenin, devrimin arifesinde “Nisan Tezleri” eseri ile devlet ve proletarya devrimiyle ilgili tüm sorunlara açıklık getirmiş ve devrimin zaferi için kararlı tavrından (en küçük tarzda bile olsa) taviz vermemişti.

Devrimin itfaiyecisi; revizyonist Fransız Komünist Partisi

Ne yazık ki, Lenin’in ifade ettiği devrimci durumun koşulları 1968 Mayıs’ında Fransa’da mevcut olmasına rağmen bunu proleter devrimin zaferine dönüştürerek kapitalizmi ortadan kaldırmayı hedefleyecek bir sol örgüt yoktu.

FKP, o dönemde de mücadeleyi sabote etmeyi kendine görev edinmişti. Bunun temel nedeni, özellikle 2. emperyalist savaş öncesi ve sonrası başlayan, Stalin’in ölümünden sonra da kapitalizmi açıktan savunmaya dönüşen, proletarya devrimini ve Lenin’in devrimci çizgisini reddeden ideolojik ve siyasi bir hattın izlenmesi ve de bu siyasi hattı (çizgiyi) sınıfsal olarak belirleyen, bürokratik, imtiyazlı bir sınıfın Sovyetlere egemen olması idi. Bu sınıfın proletarya devriminden sınıfsal olarak hiç bir çıkarı olmadığı için her yerde proleter devrimi sabote etmeyi kendine görev edindi.

FKP, Fransa’da Kruşcevci revizyonizm’in bir uzantısı idi ve özellikle 2. emperyalist savaştan sonra, Fransız işçi sınıfının değil, Fransız burjuvazisi ile birleşen kapitalizmden sınıfsal çıkarı olan, işçi aristokrasinin bir partisi haline geldi. Bunun için de, kendisini sık bir tarzda burjuva parlamentarizmine uyarlamış ve ona tabi kılmıştı. (20)

Ama tüm bunlara rağmen o dönemde FKP’nin ve onun egemenliği altındaki CGT’nin Fransız için sınıfı üzerinde çok büyük etkisi vardı. FKP’nin faşizme karşı mücadelede çok büyük saygınlık kazanması, bürokratik parti örgütünün anti-demokratik yapısı ve Sovyetlere bağlı bir parti oluşu, kendisine karşı Marksist-Leninist bir muhalefetin ortaya çıkmasının önündeki en büyük engel idi. Nitekim Fransa’da 1968 olayları sırasında dahi işçi sınıfının içinde FKP’nin etkisini kıracak M-L bir proleter örgüt ortaya çıkamadı.

Öğrenci hareketinin içindeki diğer sol gruplar ise devrimci bir bakış açısına sahip olmaları bir yana, FKP’den bile daha fazla Marksizm’e uzak reformist burjuva aydın hareketi özelliği taşıyorlardı. En önemlisi de bu küçük burjuva öğrenci gruplarının hiç birinin işçi sınıfıyla bağları ve bağ kurmak amacıyla her hangi bir örgütlenmeleri ve faaliyetleri yoktu. Ve de, devrime inançsız entelektüellerin ve küçük burjuva öğrencilerin temsilcisi olmaları ve onların sınıfsal çıkarlarını savunmaları, devrimci durumu, devrime dönüştürecek bir potansiyele sahip olmadıklarının göstergeleri idi.

Grevlerin devam etmesi ve sonucu

FKP ve CGT yöneticileri iktidar sorununu gündemlerine alacaklarına, bunun yerine ücretlerin yükseltilmesi, iş günü saatlerinin kısaltılması vb. talepler için hükümetle pazarlığa oturdular.

CGT başkanı, grevci işçilere, hükümetle imzaladıkları anlaşmanın sonuçlarını açıklamak için yaptıkları toplantıda, işçilerin tepkileri ve yuhalamalarıyla karşılaştı ve de işçiler anlaşmayı reddedip, grevlere devam kararı aldılar.

Kısa bir süre sonrası, Citroen, Güney Aviation ve diğer büyük fabrikalardan 30 binin üstünde işçi ve öğrenci, 27 Mayıs’ta Charleyt’teki stadyumdaki bir toplantıya katıldılar. Tekstil işçi sendikası CFDT başkanı Maurice Labi, işçilere “bizim taleplerimiz anlaşma değil mücadeledir” diyerek grevlere devam çağrısını yapıyordu.

İşçilerin bu tutumu karşısında, De Gaulle 29 Mayıs’ta kara ormanları bölgesine kaçtı.

De Gaulle bir gün sonra ve FKP’nin önerisi doğrultusunda parlamentoda çözüm aramak ve yeni seçim yapmak için tekrar Paris’e geri döndü. (22)

FKP önderliğinin bir hafta boyunca işçilere yönelik süren baskısı, işçiler arasında çatlakların ortaya çıkmasına neden oldu.

İşçiler arasında çatlaklıkların ortaya çıktığını gören hükümet ve gericiler hemen hareket geçmekte gecikmedi, panzerler ile Paris’i kuşattılar ve 1 milyon gericiyi sokaklara döktüler. 4 Haziran’da saldırıya geçen polis Flint Werk ve diğer iş yerlerini işgal etti. FKP’nin çabası sonucu tereddüde düşen işçiler polise karşı mücadelede kararsız davrandılar. 15 Haziran’da Renault fabrikaları işçileri tekrar çalışarak iş başı yaptılar. 19 Haziran’da mücadele kayıp edilmesine rağmen 150 bin işçi grevlerine devam ediyordu.

Ama kısa bir dönem sonra sokaklara egemen olan gerici güçler iktidara geri döndüler. Bir biri ardı sıra grevler sona erdi ve De Gaulle tekrar “krallık asasını” eline geçirdi.

Karşı devrimin havuç ve kırbaç politikası

Mücadelenin (değişimci FKP’nin ihaneti sonucu) yenilgi ile sonuçlanması, fabrika ve işletmelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ve bu hayal kırıklığı seçimlere de yansıdı. 23 Haziran’da yapılan seçimler muhafazakârların büyük zaferi ile sonuçlandı. Seçimler de Gaulle’ün partisi aldıkları % 44 oyla meclisteki 485 sandalyenin 358’ni kazandı. “Sosyalistler” (FGDS) 61 sandalye, FKP ise 39 sandalye kayıp etti. Seçimler sırasında önceden alınan tedbir sonucu baskılar artırıldı. Sorbonne ve Odeon’da toplanan 11 sol örgüt yasaklandı. Polisin saldırıları sonucu 17 yaşın altında olan 3 genç öldürüldü.

Ama her şeye rağmen egemenlerin zaferi kendilerine “pahalıya” mal oldu. Asgari ücreti %35 oranında yükseltmek zorunda kaldılar. Tarımda çalışanların ücretleri %65 oranında, ortalama ücretler ise %10 oranında artırıldı. İşletmelerdeki sendikalar tanındı ve onların temsilcileri kabul edildi. Haftalık çalışma saatlerinin süreç içinde 40 saate indirilmesinin üzerinde anlaşıldı. Sağlık hizmetlerinin grev günleri için iyileştirilmesi amacıyla ücretlerin yan giderleri %50 oranında artırıldı. Şubelerde ve işletmelerde yapılan anlaşmalar ile daha fazla ekonomik haklar elde edildi.

İşçilerin mücadelesi karşısında burjuvazi önemli tavizler vermek zorunda kaldı, ama bu ekonomik tavizleri almayı kendisi için amaç edinen değişimci FKP, giderek işçi sınıfından tecrit olma sürecine girdi. Çünkü işçi sınıfı, FKP’yi reformlar için değil, proletarya devrimi için destekliyordu. Devrimci durumu, devrimin zaferine dönüştürmeyen, kapitalizm ve burjuvazinin devletini kurtarmak için çırpınan bir partinin işçi sınıfının, sınıfsal (yani sosyal) kurtuluşa götüremeyeceği açıktı. Bunun için, faşizme karşı mücadelenin kahraman önderi FKP, reformizmin bataklığına gömülmesi karşısında işçiler tarafından da terk edildi.

FKP, kapitalizmin ile hayati sınıfsal çıkarları olan aristokrat işçi tabakasının çıkarını savunan bir partiye dönüşmesine rağmen, işçi sınıfının aristokrat tabakasıyla dahi bir bağ yoktu. Çünkü işçi aristokrat ve bürokrat tabakasıyla bağ kuranlar II. Enternasyonal’in sosyal demokrat partileri idi. Bu partiler, proleter devrimin düşmanı ve burjuva parlamentarizminin ve kapitalizmin savunucu olarak, işçi sınıfını burjuvazinin egemenliğine altında tutmak için üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdiler ve getiriyorlar. Sosyal demokratlar ile ideolojik ve siyasi olarak birleşen modern değişimci “komünist partilerin” reformist çizgi izleyerek güçleneceklerini zannetmeleri boşuna bir umuttu. Çünkü kapitalizm içinde yapılacak restorasyonlardan yana olan aristokrat tabakanın sınıfsal çıkarını ve ideolojisini savunan ve politik mücadelesini bu esasların üzerine oturtan, işçi aristokrat tabakasıyla sık bağlar kuran sosyal demokratların varlığı karşısında modern revizyonistlerin, proletarya devrimini reddederek reformist yola girmeleri, onların örgütsel intiharlarını seçmekten başka bir şey ifade etmiyordu. Çünkü bunların, burjuvaziyi kurtarmak amacıyla işçileri uyutmaya çalışarak reformlar için mücadeleyi ön plana getirmelerine ne gerek vardı ve ne de böyle bir siyasi boşluk söz konusu idi. Bunun için burjuvazinin “yeni reformist” partilere ihtiyacı yoktu.

II. Enternasyonal’in ihaneti sonrası, Lenin’in önderliğinde ve yol gösteriliciliğinde proletarya devrimi amacıyla kurulan partilerin ülkelerinde güçlenmelerinin esas nedeni kapitalizmi ve burjuva devletini tasfiye edip yerine proletarya diktatörlüğünü ve sosyalizmi kurma amacıyla devrimci bir mücadele yürütmeleri idi. Bunun için onlar, Lenin’in devrimci çizgisini izleyerek reformist sosyal demokrasiye karşı işçi sınıfının alternatif devrimci hareketini yaratarak sınıfla sıkı bağlar kurmuş ve süreç içersinde işçi sınıfının büyük desteğini kazanmışlar idi.

Batı Avrupa burjuvazisi, isimlerinden başka komünizm ile hiç bir ilgileri kalmayan revizyonist partilerinin reformist bir yol izlemelerini yeterli bulmuyordu. Onların en büyük istekleri, Sovyetler ile karşılıklı olarak Avrupa ve dünya pazarlarına egemen amacıyla yürütülen hegemonya mücadelesinde, Sovyetler ile var olan tüm bağların kesilmesi idi. Avrupa’nın revizyonist komünist partileri, burjuvalarının istek üzerine Sovyetlerle var olan tüm bağlarını kopardılar ve bağımsız olduklarını kanıtlamak için kendilerine “Avrupa komünistleri” ismini taktılar. Bunları dahi yeterli bulmadılar; programlarından (kâğıt üzerinde kalan) “proletarya diktatörlüğü” laflarını çıkardılar ama burjuvazi bunlara yine ne değer verdi, ne de işçi sınıfının mücadelesi karşısında hükümetlere katılmalarına izin verdi. (23)

1968 Fransız Devrimi’nin gösterdiği en önemli deney, bir kez daha devrimci durumun evrimsel gelişmelerin tamamlanması sonucu değil, evrimsel gelişmelerin önceden tahmin edilmeyecek bir noktasında devrimci durumun ortaya çıktığının kanıtlanması idi. 1968’de sesiz ve sakin Fransa’da sınıflar arası çelişkinin yarattığı sosyal birikimle birden bir devrimci durumu ortaya çıkarmıştı. Devrimin bu özelliğinden dolayı Lenin, komünistlerin bir anda ortaya çıkabilecek olan devrimci duruma göre hazırlanmalarını ve devrimci durumu devrime dönüştürebilecek, ideolojik, siyasi ve de örgütsel yeteneklere kavuşmalarını şart koşar.

Ve Lenin bu yeteneğin masa başında değil sınıf mücadelesi canlı pratiği içinde elde edilebileceğini özel olarak vurgular.

Komünistlerin birden bire ortaya çıkacak devrimci duruma göre hazırlanmalarının önündeki en büyük engel revizyonizm ve reformizmdir. Bunun için Lenin, revizyonizme, reformizme karşı mücadele edilmeden, burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadele edilemez diyor.

Lenin’in bu düşünceleri Sovyetler dağıldı diye ne önemini kaybetti ve ne de geçersiz hale geldi. O doğruluğunun ve canlılığını korumaya devam ediyor.

Batı Almanya’da 1968 hareketi

Batı Almanya 1965 ler den itibaren başlayan hareketli günler , 1968 baharı la birlikte doruk noktasına çıkmaya başlamıştı .

Gerici burjuvazinin aşırı anti-komünist ,saldırgan Springer basın yayın tekeli ve onun günlük bulvar gazetesi “Bild” , “kızıl gençlerin terörünü durdurun” kampanyasını 1968 de yoğunlaştırarak gericileri gençlere karşı kışkırttı.

CDU’un hükümette olduğu Berlin senatosu “ABD ni destekleme “ isimi adı altında 21 şubat 1968 yıllın da tertip ediği gösteriler sırasın da o zaman ki gençliğin önderi Rudi Dutschke “bir numaralı halk düşmanı “ ilan eden pankartlar taşınıyordu . Bu gösteri de ,bir yaya Dutschke benzetilerek , göstericiler tarafın dan ölüm ile tehdit edilmişti . Buna rağmen Berlin Hükümeti Dutschke korumak için hiç bir tedbir almadı ve “Bild”in kışkırtmalarına ses çıkarmadı. .

Bu gerici kampanyalar sonucu ,ABD de Martin Li King ‘in öldürülmesinden bir hafta sonra 11 nisan 1968 günü Berlin de Rudi Dutschke suikast düzenlendi ve ağır yararlandı Rudi bir türlü iyileşemedi ve 1979 yılın da 39 yaşında iken öldü .

Rudi Dutschke yapılan suikast Üniversite gençliğini 11-18 nisan arası sokaklara döktü . Gençlerin hedefin de suikastı tertip eden “Springers Presse” vardı . Gençler Sringers’in binaların ve makinelerin tahrip ettiler ve “Springers Presse”in binaların ateşe verdiler. Bu çatışmada iki genç polis tarafından öldürüldü ve 100 üstün de genç yaralandı . Berlin de başlayan bu eylemler tüm Batı Almanya ya yayıldı .Frankfurt da büyük bir mağaza gençler tarafında ateşe verildi .Şiddet eylemleri giderek Almanya’yı sarıyordu . 11 nisan 1968 de , o zaman batı-Almanya’nın başkenti olan Bonn da 60 bin kişinin katıldığı büyük miting oldu . Alman Hükümeti 1965 de çıkardığı ve Almanya çapında protesto gösterilerine yol açtırdığı “olağan üst hal” yasasını eylemlerin daha da büyümesinden korkarak yürürlüğe koymaya cesaret edemedi . .

Fransa da olduğu gibi Almanya da gençlerin eylemlerine işçiler yoğun olarak katılmadı . Ama 1969 da işçi sınıfı protestoları ardı , ardına patlak vermesi sırasın da politikleşen gençlerinin işçiler ile bağ kurmayı yoğunlaştırdılar Ama Almanya da ki işçi eylemleri Fransa’dakine benzer boyutlara erişmeden durdu .

Burjuvazinin ideologları , bu durumu fırsat bilerek ve de Fransa’nın proleter devriminden döndüğünü göz ardı edilerek , Almanya da işçi sınıfına göre daha aktif olan Üni. gençliğinin konumuna göre Marksizm’e yeni yorumlar! getirmek amacı la hareket etmeye başladılar . Ve böylece, toplumun devrimci yola sosyalizme geçişin de proletarya’nın sınıfsal önderliğine gerek olmadığını ispat etmeye yeltendiler .

“Frankfurt okulu “adıla faaliyet sürdüren bu “düşünce kuruluşunun “ “yeni görüşleri” ile öne çıkan da Herbert Marcuse’tu .Özellikle Almanya da esas olarak 1968 olaylarına Üni gençliğini damga vurması ve kapitalizm’e karşı yeni toplumsal arayış gençlik içinde yoğunlaşması , Sovyet bürokratizm’nin burjuva karakteri tüm çıplaklığı la ortaya çıkışı ve de özellikle Sovyetler de , doğu Avrupa ülkelerin de bürokratik-burjuva iktidarlarının “proletarya iktidarları” olarak lanse edilmesi , bir dönem CİA’nın aparatların da çalışan Herbert Marcuse gibi burjuva felsefecilerin “yeni görüşleri” ortaya atmalarına ve cılız da olsa devrimci gençliği etkiye bilmesine vesile olmuştur.

DEVAM EDECEK... (birinci bölüm)

(1) Gerek 1927 öncesi Çin’de, Çin Komünist Partisi ÇKP’nin Guomintang’a katılmaya zorlanarak burjuvazi ile ittifak kurulması ve sonunda silah zoruyla ÇKP’nin tasfiye edilmesi, gerekse Yunanistan’da faşist işgale karşı silahlı mücadele içinde güçlü bir halk ordusu oluşturarak sosyalist devleti kurma aşamasına gelen Yunan Komünist Partisi’nin silah bırakmaya zorlanması ve partizanların, komünistlerin, silahsızlandırılmasını fırsat bilen gerici burjuvazinin komünist avını başlatması ve gerekse de, İspanya ‘a faşist Franco’nun saldırılarına karşı savaşan komünistler ve cumhuriyetçileri yalnız bırakarak faşizmin zaferinin sağlanması, bunların en vurucu acı örnekleridir.

(2) “Ne yazık ki” başta Almanya olmak üzere faşizme karşı sosyal-demokratlar ile kurulmak istenen anti-faşist ittifak, savaş öncesi hemen hemen hiçbir Avrupa ülkesinde gerçekleşemedi. Çünkü sosyal demokratların anti-komünistliği ağır bastı ve çoğu yerde kapitalizmin unsuru olan faşist partileri komünistlere (utangaç bir tarzda dahi olsa) tercih ettiler. Çünkü sosyal-demokrasi için önemli olan demokrasi değil kapitalizmi idi. Komintern’in 7. Kongresi’ne kadar Lenin’in ortaya koyduğu faşizm ve sosyal demokrasi ile ilgili tahliller doğru kabul ediliyordu. Ama sonradan bu doğru görüşlerden vazgeçildi. Mussolini Ekim 1922 yılında iktidara gelerek faşist diktatörlüğünü kurmuş ve faşist partilerin dışında ki tüm partileri kapatmış, grevleri yasaklamış ve sendikaların kapısına kilit asmıştı. Lenin, bu dönemde faşizmin, tekelci kapitalizmin demokrasi düşmanı gerici karakterinin bir ürünü olduğunu doğru bir tarzda tespit etmişti. Ama Komintern ise, tam tersine tekelci kapitalizminden soyutlanan “demokrasi” adı altında burjuva demokrasini savunma temelinde, faşizme karşı bir anti-faşist blok oluşturmasını önerdi ve Lenin’in faşizme karşı görüşleri görmezlikten gelinerek, 7. kongrede kapitalizmden soyutlanan faşizme karşı anti-faşist cephe taktikleri yürürlüğe koyuldu. Bu görüşler, komünist partilerin revizyonizme kaymalarının ve kapitalizmi savunmalarının başlangıcını teşkil eder. Komintern’in 7. Kongresi’yle, faşizmin tekelci kapitalizmin yarattığı bir siyasi sistem olduğu inkâr edildi. Bunun yerine tekelci burjuvazinin en gerici, en saldırgan kesiminin siyasi rejimi olduğu tarif edilerek, faşizmin tekelci kapitalizmin bir ürünü olduğu kabul edilmedi. Ve böylece faşizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleden koparıldı. Kapitalizmin (dolaysıyla tekelci kapitalizmin de) diğer bir ürünü olan burjuva demokrasisi ile faşizmi arasındaki çelişkiye tabi bir tarzda anti-faşist cephe politikası tespit edildi ve komünistlere kapitalizmi hedef almadan burjuva demokrasisini faşizme karşı savunmayı esas almaları öğütlendi. Komintern’in bu düşüncesine yol gösteren olay ise FKP’nin, Sosyalist Parti ile birlikte kurdukları “halk cephesi” hükümeti idi. Oysa bu hükümet kısa dönemli olarak varlığını sürdürmek zorunda kaldı, çünkü sosyalistler, Fransız komünistlerinden, Komintern ve Sovyetler Birliği ile olan bağlarını koparmalarını istiyorlardı. FKP bu istekleri yerine getiremediği için “halk cephesi hükümeti” çöktü. Sosyal-demokratlar her dönemde, faşizme karşı komünistler ile ittifak kurmayı proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizme karşı olma, kapitalizmi savunma koşulluna bağlamak istedi. Sosyal-demokrasi ile faşizme karşı ittifak kurmak isteyen komünistler, sosyal-demokrasinin bu koşullarını kabul ettikleri sürece ittifak kurabildiler.

(3) Lenin, burjuvazinin “genel seçim” tuzağına düşmediği için burjuvazi ve Menşeviklerin uzantısı olan sosyal-demokratlar tarafından Bolşevikler “darbe” yapmakla suçlandılar. Oysa Lenin, iç savaştan zafer ile çıktıktan ve proletarya diktatörlüğü pekiştirdikten sonra genel seçimlere gitti. Ve Bolşevikler sınıf bilincine varan işçi ve emekçiler sayesinde ezici çoğunlukla seçimleri kazandılar. Burjuvazinin istediği ise burjuva diktatörlüğü altında parlamenter sistem ve genel seçimlerdir. Oysa burjuva devletinin varlığı koşularında yapılan genel seçimler, burjuva sisteminin içinde kalmayı zorunlu kılar. Bu bir objektif koşuldur. Bunun için parlamenter sisteme sadık kalınarak sosyalizm kurulamaz. Son dönemde “parlamenter yolla sosyalizmi” kurma girişimim en acı örneklerinden bir de Şili’de Salvador Allende döneminde yaşandı.

(4) Komünist partilerin sosyalist devrim yolunu seçmemelerinin nedeni olarak, Hitler ve Mussolini faşistlerine karşı savaşan Amerikan ve İngiliz askerlerinin Batı Avrupa’nın birçok ülkesine yerleşmiş olmaları gösterilmekte idi. Ve de “müttefikler” ile bir savaşın macera olacağı öne sürülmekte idi. Her şeyden önce komünistlerin önderliğinde ayaklanan işçilere ve yoksul emekçilere karşı Amerikan ve İngiliz askerleri seferber edilse idi, ilk önce bu ülkelerdeki işçilerin ayaklanmasına neden olunurdu. İşçi sınıfı, buralarda da burjuvaziyi köşeye sıkıştırıp, sosyalizmi kurmak için iktidara yürürdü. İngiltere’de de, işçilerin ayaklanarak komünistlerin önderliğinde sosyalist devrim ile iktidara yürümesinin ve iktidarlarını kurabilmesinin koşulları mevcuttu. ABD’de de burjuvazi iktidarını kaybetme korkusuyla bu macerayı göze alamazdı. Kaldı ki, Batı Avrupa’da ayaklanan kitleler ve partizanlar, savaşın nedeni olarak yıkıma ve sefalete yol açan kapitalizmin varlık koşullarında Amerikan ve İngiliz askerlerini kesinlikle yanlarına çekebilirlerdi ve bu yolla burjuvazinin askerler üzerindeki egemenliğine de son verebilinirdi. Çünkü Amerika ve İngiliz askerlerinin çoğunluğu da işçi ve emekçi kökenliydi. Sınıf temelinde sömüren ve sömürülen arasındaki mücadele, sınıf farklılıklarını açıklığa kavuşturur ve Amerika ve İngiliz askerlerinin sınıf kardeşlerinin yanında yer almasını kaçınılmaz kılardı. 2. emperyalist savaş sonrası, sosyalist devrimin Batı Avrupa’da zafere ulaşamamasının esas nedeni dünya sosyalizmi için savaşan Lenin gibi bir komünist önderin olmaması idi. Oysa Lenin’den sonra Sovyetler, dünya devrimini bir yana atıp tek ülkede sosyalizmin kesin zaferini sağlama yolunu seçti. Diğer ülkelerdeki mücadeleyi tek ülkede sosyalizmin yaşatılmasına tabi kılındı. Bunun için, Batı Avrupa’da sosyalizmin zaferi için mücadele, Sovyetlerin çıkarıyla çakışmadığı ön görüldü, hatta Sovyetleri yıkıma götürecek bir macera olarak ele alındı. Ama ne var ki sonunda dünya sosyalizmini hedeflemeyen sözde Sovyetleri savunma düşüncesi, sosyalist Sovyetlerin tasfiye edilmesini sağlamaktan başka bir işe yaramadı ve sosyal pratik acı da olsa bu gerçeği somut olarak gösterdi.

(5) Sosyalist partinin başkanı ve başbakan Ramadie, aynı zamanda 1934 yılında FKP ile “halk cephesi” hükümetini kuran revizyonist Maurise Thorez’in de gözdesi idi.

(6) Alcide De Gasperi’nin kurduğu ve içinde yer aldığı “halk partisi” 1923’de Mussolini’nin başkanlığındaki hükümete katılmıştı. Mussolini’nin demokrasi düşmanı faşist girişimlerine karşı muhalefet yapan ve halkı uyarmaya çalışan “halk partisi” üyesi Giacomo Matteottis’in Mussolini tarafından kaçırılıp öldürülmesi üzerine, De Gasperi, Mussolini’e karşı çıkıyor ve bunun üzerine Mussolini onu 16 ay hapisle cezalandırıyor. Hapisten çıktıktan sonra Vatikan kütüphanesinde çalışmaya başlayarak köşesine çekiliyor. Savaşın sonlarına doğru illegal olarak “Hıristiyan Demokrat Birliği” isimli partiyi kuruyor ve 1944’te ise AKP’nin de yer aldığı yeni “cumhuriyetin” ilk başbakanı oluyor. İKP, muhafazakâr, anti-komünist ve bir dönem işçi sınıfının mücadelesinin bastırılmasında Mussolini ile işbirliği yapan kişinin başkanlığındaki hükümete katılmakta sakınca görmüyordu.

(7) Jacgues Duclos fırın işçisi iken 1920 yılında FKP’ye katılır, 1925-39 yıllarında fırın işçileri sendikasının sekreterliğini yapar. 1926 da FKP merkez komitesine seçilir. 1926’da yapılan genel seçimde kendi bölgesi olan 20. Paris Arnondissement’te karşısında aday olan sosyal-demokrat Leone Blum’dan daha fazla oy alarak seçimi kazanır, 1936’da meclis başkan yardımcılığına seçilir. 1935’de Komintern’in yürütme komitesinde görev alır. Faşist işgal karşısında Pierre Villon’la “ulusal cephe” partizan örgütünü kurar ve politik temsilcisi olur. 1944’te Paris Ayaklanması’nı örgütler ve askeri direnişin önderliğini yapar.

(8) Leningrad arti sekreteri olan Shdanow, Stalin’in en yakın çalışma arkadaşlarındandı. Sonradan da Leonid Breschnew en yakını oldu.

(9) O dönemde, böylesine bir politika izlemesinin nedeni, Sovyetlerde savaş öncesi başlayan, savaş sırasında belirginleşen ve iktidarı eline tutan imtiyazlı sosyal bir tabakanın oluşması idi. Lüks içinde yaşayan bu tabaka burjuvalaşma yönünde önemli atımlar atmıştı. Bu imtiyazlı tabakanın sınıfsal çıkarı, sosyalizm ve sosyalist devrim ile çelişki içinde idi. Bunun için, kendi sınıfsal çıkarları ve egemenlikleri için, Avrupa işçi sınıfının ekonomik haklarına yönelik saldırılara dahi karşı değillerdi. Sovyetlerden böyle bir tavır beklemeyen FKP’nin delegasyonu, Sovyet delegasyonunun başkanı Shdanow’un eleştirileri karşısında tam anlamıyla şaşkınlığa uğradı. Böylesine eleştirilerle karşı karşıya kalacaklarını önceden öğrenen İKP genel sekreteri Togliatti, “Eğer biz hakarete uğrar isek bunu üzerimize almayacağız ve savunmaya geçmeyeceğiz, tam tersine Sovyetlerin kendi çıkarının olduğu gibi, partimizin de ayrı çıkarları olduğunu söylemekten çekinmeyeceğiz” diyerek delege “yoldaşlarıyla” izleyecekleri tutumu tespit etmişti. Bu tavır karşısında Sovyet delegasyonu, FKP’ye ve İKP’ye, ABD yanlısı politika izleyen hükümetlere karşı kitleleri mobilize etmenin yerine, dostça ilişkilere yürüterek, hükümetlere katılmayı amaçlayan politikalar izlenmesi öğüdünü verir ve Amerikan emperyalizminin, Batı Avrupa ülkelerindeki yeni anti-Sovyet stratejisini kırmak için hiç bir fırsatın kaçırılmaması gerektiğinin üzerinde durur. Ve özellikle bu iki partiden, Marshall planına ve Amerikan Blok’una entegre olma girişimlerine karşı sert mücadele yürütmeleri talep edilir. Kominform’un kuruluş toplantısı sırasında Shdanow, komünist partilere “iki blok teorisi” başlıklı bir konferans verir. Shadanow, “ABD emperyalizminin, Sovyetlere karşı saldırgan bir politika izlenmesi için tüm kapitalist ülkeleri bir blok içinde örgütlemek istediğini” öne sürerek komünistlerin buna karşı mücadeleye hazırlanmasını ve yeni savaş tehlikesine, emperyalist yayılmacılığa karşı mücadele ederek, demokrasinin sağlamlaştırılmasını, faşizmin artıklarının silinmesini gündeme getirir. Shdanow’a göre, savaş sonrası kapitalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki güç ilişkileri değişmiş ve Sovyetlerin dış politikadaki tavrının daha ……. ve öncü rol oynaması kesinlik kazanmıştır. Yine Shdanow’un öne sürdüğü görüşlere göre, savaş sırasında ABD’de ve İngiltere’de, burjuvazinin anti-Sovyetçi gerici kanadı faaliyetlerine devam etmiş ve özellikle faşizmin saldırıları karşısında “ikinci cephenin açılmasını” geciktirerek Sovyetlerin yenilgisinin zeminini hazırlamaya çalışmışlar ve bunun için de faşist saldırganlar karşısında Sovyetlerin kan kaybederek zayıflamasını beklemişler. Oysa burjuvazinin tümü her dönem sosyalist Sovyetleri tasfiye etmek için her önüne çıkan fırsatı değerlendirmekten kaçınmaz iken, Sovyetler tam tersine kapitalizmini hedef almaktan yan çizmiş, burjuvazi ile ittifak uğruna anti-kapitalist, sosyalist mücadeleyi arka plana atmaktan çekinmemiştir. Bu bakış açısıyla, yine kapitalizm değil, Churchill’in ve Anglosakson gerici kesinlerinin savaş sırasında izledikleri ve 1947 yılıyla birlikte bir dünya politikası haline getirmeyi amaçladıkları politikayı ve burjuvazinin bu “gerici kanadını” hedef alan “yeni taktik ve stratejinin” belirlenmesine girişilmiştir. Faşist saldırganlığa karşı kapitalizmi direk hedef almayan “anti-faşist” ve demokrasiyi savunma mücadele anlayışı, bu kez de Anglosakson emperyalizme karşı, barış, demokrasi ve özgürlük, bağımsızlığı savunma anlayışı haline dönüştürülmüştür.

Bu görüş, sömürge ülkelerde, kapitalizmi hedef almayan, kapitalizmden soyutlanan ve emperyalizmi salt siyasi olgu olarak gören “ulusal kurtuluş savaşları” anlayışının esasını oluşturmuştur.

(10) Burjuvazi, tabii ki sadece komünistleri sindirmekle yetinmedi; işçilerin ve emekçilerin kitlesel mücadelesini anıda bastırmak için özel polis birlikleri kurdu. Tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve yoksul emekçiler iktidarlarını kurmak ve burjuvazinin devletini zorla parçalayıp, dağıtmak için silahlı devrimci mücadelesini ve ayaklanmalarını önlemek amacıyla devletin resmi şiddet (terör) örgütlerinin dışında, sivil uzantıları olan karşı-devrimci gizli silahlı birlikler kuruldu. Türkiye’de kontr-gerilla, İtalya’da Gladio diğer ülkelerde başka isimler verilen bu terör örgütünün en önemli görevi işçi ve emekçi kitleleri ve komünistleri katletmek idi. Nitekim devletin terör kurumlarının sivil uzantısı bu karşı-devrimci terör örgütünün, bu görevi en başarılı tarzda yerine getirdikleri ülkelerden birisi Endonezya oldu. On binlerce komünist katledildi. Milyonlarca işçi ve emekçi korkunç bir terör altında kaldı. Buna benzer karşı-devrimci terör eylemleri, hemen hemen Latin Amerika ülkelerinin tümünde çeşitli kereler sahnelendi.

(11) De Faulle diktatörlüğününün en temel özelliği, burjuva parlamentosuna dayanması ve yetkisini anayasadan ve parlamentodan alması idi. De Gaulle 4. Fransız Cumhuriyeti döneminde istediği yetkileri alamadığı için devlet başkanlığından istifa etmiş ve köşesine çekilmişti. 1954 yıllarında başlayan Cezayir’in ulusal kurtuluş savaşı karşısında müşkül durumda kalan Fransa devletinin yeniden göreve çağırdığı De Gaulle’ün başbakanlığındaki hükümet 1958’de devlet iktidarını eline aldı. De Faulle, 4. Cumhuriyet Dönemi’nde kabul ettiremediği devlet başkanının yetkilerinin artırılması talebini 5. Cumhuriyet’le birlikte kabul ettirdi ve devlet başkanı seçimini kazanarak, anayasadan ve parlamentodan aldığı güçle anti-demokratik diktatörlüğünü kurdu. De Faulle, komünist propaganda başta olmak üzere toplumun özgürlüğünü savunan düşüncelerin yayılmasını kontrolü altına aldı. Gazeteler ve dergilerin hükümetin denetiminden geçmeden yayınlanmasına izin verilmedi. TV ve radyo yayınları tamamen hükümetin kontrolü altına girdi. Hükümetin izin vermediği haberlerin ve görüşlerin yayınlanması yasaklandı. Batı Avrupa diğer ülkeleri de aynı yolu izlediler.

Sınıflı toplumun ortaya çıkmasıyla doğan, ilk baskı ve sömürü kurumu olan ailenin, kapitalist gelişme sonucu toplumdaki etkisini kaybetmesini önlemek için, toplumun özgürleşmesinin düşmanı olan tekelci burjuvazi ve onun De Faulle gibi gerici siyasetçileri ve partileri, aile kurumunu sağlamlaştırmak ve ataerkil toplumsal otoriteyi güçlendirmek için özel çaba harcamaktan geri durmadılar. Çünkü kapitalist toplumda, baskıya, sömürüye toplumun özgürleşmesinin önündeki engellere karşı mücadele, Marksizm’in canlı pratik haline gelmesine, geri toplumun yerini ileri bir topluma bırakmasına zemin hazırlar. Bunun için burjuvazi, kapitalizme göre ileri topluma tekabül eden sosyalist topluma düşman olur. Dolayısıyla doğal olarak, ileri toplumsal düşüncelere karşı baskı uygulamaya devam eder.

(12) Fransa’yı özel olarak öne çıkarmamın nedeni 68 olaylarının merkezi olmasından dolayıdır.

(13) Örneğin Batı Almanya’da 1.5 milyon işsizin bulunduğu dönemde yabancı işçi ithal etmeye hız vererek işçilerin ücret artışları için yaptıkları direnişler kırılmıştı. Batı Avrupa burjuvazisinin tümü bu yolu izledi.

(14) Çünkü savaş sonrası sosyalizmin kapısından dönen ülkelerin başında Batı Almanya geliyordu. Batı Almanya’yı işgal eden ABD ve İngiliz güçleri “komünistlerin güçlenmesini önlemek” adına işçilere grev ve sendika kurma hakkı tanımıyordu. Buna karşı Batı Almanya işçi sınıfı ayaklanmışı, Alman burjuvazisine ve işgalci burjuva devletlere karşı mücadeleye girişmişti. Başlıca talepleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleştirilmesiydi. O dönemde Almanya’nın birleşmesi ancak sosyalist bir düzenin kurulmasıyla mümkündü. Bunun için, Sovyetler ve Alman komünistleri iki Almanya’nın referandum yolu ile birleşmesini savunurken, işgalci burjuva devletleri ve Hitler’i destekleyen Alman burjuvazisi buna karşı çıkıyordu. Burjuvazi, bu gelişmeyi önlemek için Avrupa’da en sert anti-komünist, anti-demokratik parlamenter diktatörlüğü Batı Almanya’da inşa etmişti. O dönem Batı Avrupa’da, komünist partisinin ve Marksist düşüncelerin yayılmasının yasadışı sayıldığı ülke (açık faşist diktatörlüklerin bulunduğu İspanya ve Portekiz’in dışında) sadece sözde demokratik ülke diye lanse edilen Batı Almanya idi. Bugün dahi, proletarya diktatörlüğünü savunan komünist partilerin, Alman devleti tarafından gizli polis örgütü tarafından takip altına alınması yasal bir hak olarak kabul ediliyor. Komünist partisine üye olan birisi devletin herhangi bir organında görev alması, memur olası kanuni olarak yasaktır.

(15) Almanya’da ve Fransa’da 1968 öncesi işçi sınıfının eylemleri ve işçi sınıfının anti-kapitalist tutumu hep görmezlikten gelinerek, Maoculuğun işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü inkâr eden görüşleri “haklı” çıkarılmaya yeltenilmiştir. Bu yolla sözde çağımızın devriminin demokratik köylü devrimi olduğu kanıtlanarak, sosyalist devrimin objektif koşullarının bulunmadığı ileri sürülebilmekteydi!

(16) 1967’de 6 günlük İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki savaşı, 20 sene sonra bile 2. emperyalist savaşın etkilerinin silinmesine fırsat vermiyor ve savaşın korkunç yüzünü 2. emperyalist savaşı yaşamayan “yeni nesle” (özellikle sivil halkın bombardıman altında kalmasıyla) gösteriyordu.

(17) Fransa’da o dönemin eğitim bakanı Alain Peyrefitte, 20 sene sonraki yazısında 1968 ayaklanmasının yeterli nedenleri olduğunu, er veya geç bu toplumsal patlamanın ortaya çıkacağını itiraf etmekten kendini alıkoyamıyordu.

(18) CGT 1968’de direk revizyonist FKP’ye bağlı ve onun direktifleri ile hareket eden bir sendika idi.

(19) Bu sırada revizyonist sendikanın etkisiyle işçiler, ekonomik taleplerini ön plana getirip, asgari ücretin bin Frank’a çıkarılmasını, sendika haklarını, çalışma saatlerinin kısaltılmasını, eşit işe eşit ücret gibi haklar talep ediyorlardı.

(20) 1939-64 yılları arasında politbüro üyesi, Stalin’in ölümünden sonra SBKP’nin genel sekreteri olan Kruşcev, SBKP’nin 20. Kongresi’nde Stalin’e karşı yürüttüğü eleştiriler, esas olarak Stalin döneminde izlenen siyasi ve ideolojik çizgiye yönelik olmadığı açıktı. 1947 sonrası emperyalist-kapitalist ülkelerin (yukarda izah ettiğim gibi) Sovyetlere ve komünist partilere yönelik karşı-devrimci kampanyası karşısında, Anglosakson bloğuna karşı belirlenen “düşmanca politikaları” Kruşcev ortadan kaldırmak için harekete geçiyor ve faşizme karşı savaş sırasında ABD ve İngiltere ile kurulan ittifakı yenilemek istiyordu. Bu dostluğu bozan Stalin eleştirilmeden burjuvaziye ve emperyalist devletlere güven verilmesi imkânsızdı. Bunun için de Stalin’i karalayıp, burjuvazinin gönlünü kazanmak için yola çıkmıştı. İlk önce batı kapitalizmi yanlısı Tito’nun Yugoslavya’sını ziyaret ederek “iyi niyetini” gösterip, batıya barış elini uzantı. Kruşcev batı-emperyalizmi ile amaçlanan barışın temellerini “barış içinde yarış” tezinin üstüne oturttu. Bunun dışında Kruşcev’in öne sürdüğü diğer revizyonist görüşler, Stalin dönemindeki görüşlerin daha da genişletilip berraklaştırılmasından başka bir şey ifade etmiyor. (Kruşcevci revizyonizmin incelenmesi bu yazımın konusu olmadığı şimdilik bu konunun kısa izahıyla yetiniyorum)

(21) Kruşcev’in Stalin’e karşı saldırıya geçmesine, uluslararası komünist hareket içinde Marksizm’in, Leninizm’in temel tezlerini, proletarya’nın devrimdeki öncü rolünü reddeden, köylü devriminin doğal sonucu olarak kapitalizmi savunan Mao Zedong’un ve ÇKP’nini önderliğindeki karşı çıkış, sorunu kısırlaştırmaktan, Sovyetler ile Çin arasında hegemonya mücadelesine dönüştürmekten başka bir işe yaramadı. Maocuların, Kruşcevçilere karşı saldırıya geçmeleri, Mao’nun Marksizm’i, Leninizm’i reddeden “Mao Zedong Düşünceleri” diye ifade edilen görüşleri piyasaya sürmekten ve 2. emperyalist savaş sonrası izlenen sosyalist devrimi reddeden çizginin yanlışlığını “doğrulamaktan” başka bir amaç taşımadı.

(22) Bir yıl sonra bir Renault işçisi kendi tecrübelerinin şöyle anlatıyordu “bu bir devrimdi, evet devrimdi, FKP’nin bize önderlik edeceğini düşünüyorduk ama onlar kesinlikle devrim istemediler ve devrim istemiyorlardı. Yeni seçim isteklerini bize ilettikleri zaman ne yapacağımızı bilemedik. Büyük bir kargaşa ve tereddüt egemendi. Çok sayıdaki tecrübeler KP yönetiminin devrime karşı direndiklerini gösteriyordu. Fakat onlar güçlerini, devrimci mücadelenin alternatifini organize etmenin aracı olarak kullandılar”.

(23)1981 yılında Fransa’da devlet başkanı seçilen Francois Mitterrand, sosyalist partinin parlamento seçimlerinde tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğu sağlamasına rağmen FKP’ye hükümette yer verdi. Böylece 1947’den itibaren hükümete girmek için yırtınan ve politikasını bu amaca göre (her türlü fedakârlığı yaparak) belirleyen Revizyonist FKP’nin katlandığı “zahmeti” boşa çıkarmayıp mükâfatlandırdı!

Hiç yorum yok: