Emperyalistler, gericiler arası çatışma ve Suriye’deki iç savaş
Kapitalizm;
her gecen gün gerçek niteliğini sergilemeye devam ediyor. Kapitalizmin ekonomik
krizi henüz sona ermeden; emperyalist ve gerici burjuvalar arası pazarların yeniden
paylaşılmasının amaçlayan çatışma, tekrar dünya gündemin de yerini alıyor.
1991
de Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra artık “büyük devletler “ arası
hegemonya mücadelesinin sona erdiğinin ! “yaygarası” başlattırmıştı.
Sovyetlerin,
devlet kapitalizminden, liberal kapitalizme geçişin sağlayan baş mimar Gorbaçov,
”Artık çatışmaya ve silahlanmaya gerek olmadığını, her birlikte dünya çapında
ki (global) , sorunlarla, çevrenin
kirlenmesinin ortadan kaldırılmasıyla uğraşmalıyız” çağışının yapıyordu ve “ Dünya
halkılarını barış içinde bir arada yaşamasının şartlarının oluştuğunun da” müjdeliyordu!
Böylece,
kapitalist sistemin egemen olduğu bir dünyada, barışını sağlandığına, gerici savaşların
sona erdiğine dair yalana dayanan propagandayla herkes aldatılmak isteniyordu.
Gorbaçov,
“barışçıl dünyaya” geçildiğinin kanıtlamak için; Sovyetlerin Afganistan
işgaline son vererek, batılı emperyalist devletlerle ve onların vurucu güçleri
şeriatçılarla aralarındaki “buzları” eritiyordu.
Bu arada, “Birleşik Milletlerin”; dünya
barışının sağlanmasının ve ortaya çıkabilecek bölgesel çatışmalara müdahale
edilip, edilemeyeceğinin “karar merkezi”
olduğu da ilan edildi.
Bir
yandan da “çok kutuplu dünyadan” ,”tek kutuplu dünyaya geçildiği “ görüşleriyle emperyalistler arası çelişkinin
ve emperyalist savaşın sone erdiği yalanıyla dünya halkıları “uyutulmaya”
çalışılırken, diğer yandan ise; “Birleşik Milletler örgütünü görevi dünya barışını
sağlamaktır” laflarının ortaya atıldığı sırada çok uluslu
Yugoslavya’nın
parçalanmasını amaçlayan savaş patlak verdi.
Özellikle,
AB ve Almanya, Yugoslavya’nın
parçalanmasını teşvik ederek “iç savaşın” ortaya çıkmasına ve buradaki
ulusların bir birlerini boğazlamalarına neden oldular.
Yugoslavya’nın
egemen gücü Sırplar, bağımsız devletlerini kurmanın peşinde koşan diğer azınlık
ulusları silah zoruyla kendi egemenliği altına almak için katliamlara başlamaktan
çekinmemesi, Yugoslavya’nın parçalanmasını kışkırtan NATO ülkelerinin bölgeye silahlı
müdahalede bulunmasının bahanesini yarattı.
Bu sırada, Yugoslavya’ya müdahale edilmesinin
istemeyen Rusya ve BM devre dışı bırakıldı.
“Hep birlikte dünya barışını sağlayalım “ lafları unutuldu ve batılı
emperyalistlerin vurucu gücü NATO’( bilindiği gibi) Sırp saldırganlığını
durdurmak için bölgeye silahlı müdahalede bulundu.
O
dönemde Rusya, batılı emperyalistlerle, dostluklarını bozmama adına, NATO’nun
Sırbistan’a müdahalesi karşında sesiz kalmayı, boyun eğmeği tercih etti.
Kapitalist-emperyalist
devletler, ‘dünya barışından “ ne kadar çok laf ediyorlarsa, kapitalist –emperyalist devletlerarasındaki
çatışmanın kızışmasına ve emperyalist savaş tehlikesinin gündeme gelmesine o
kadar yaklaşılıyor demektir.
Ama Rusya’nın
Yugoslavya’ya silahlı müdahale edilmesine karşı çıkması, Sovyetlerin etki
alanlarını, Batılı emperyalist devletlere kolayca terk etmeyeceklerinin de bir
göstergesiydi.
Nitekim
bu dönemden sonra ABD emperyalizm vakit geçirmeden Rusya’yı daha da etkisiz
hale getirecek taktiklerini yürürlüğe koydu. İlk önce Varşova paktından ayrılan
doğu-Avrupa ve Baltık ülkelerinin tümünü NATO’ nün üyesi yaptırdı.
Sözde
Rusya’nın gelecekteki saldırılarına karşı onları korumaları altına almış
oluyorlardı!
Diğer
yanda ise; Sovyetler birliğinin üyesi olan ve 1991 de bağımsız devletler haline
gelen, ama Rusya’yla eski siyasi ve ekonomik ilişkilerini sürdüren ülkeleri, ekonomik ve siyasi egemenlikleri altına almak
için vakit kayıp etmeden yola çıktılar.
Bu
amaçları doğrultusun da, Çeçenistan’da ki şeriatçı ayaklanmayı destekleyerek,
özerklik statüsüne sahip olan diğer Kafkasya ülkelerinin de Rusya’dan
ayırmalarını teşvik ediyorlardı.
Biryandan
da, Rusya’nın kendilerine bağımlı hale
gelmesini sağlama amacıyla, onun ekonomisinin belkemiği olan petrol ve doğal-gaz
yataklarının ulusal-arası tekellerinin eline geçmesi için, yoğun girişimlerde
bulunuyorlardı.
Özellikle
Sovyetler dağıldıktan sonra iktidar ele geçiren, Boris N Jelzin, Uluslararası tekellerin Rusya’yı
yağmalamaları için kapıları ardına kadar açıyordu ve kendileri de bu fırsattan yararlanarak ( ve her türlü yolsuzluğa başvurmaktan çekinmeden) multimilyarderler olmaya çalışıyorlardı.
Birden
bire, İç ve dış yağmacı burjuvaların korkunç sömürüleriyle baş, başa kalan
Rusya’daki emekçiler ve işçiler, tam
anlamıyla açlığını, yoksulluğun, perişanlığı içine itildi.
Uluslararası
emperyalist burjuvazi ve onun Rusya’daki uzantıları, adeta bir dönem sosyalizmi
destekleyen ve sosyalizmin yaşaması için Alman faşist saldırganlarını yenilgiye
uğratan Rusyalı işçi ve emekçileri yoksulluğun girdabına iterek, intikam
alıyorlardı.
Oysa
Rusya; dünyanın en zengin petrol ve
doğal-gaz gibi kaynaklara ve Sosyalizminden devir altıkları ekonomik güce
sahipti. Buna rağmen Rusya’daki halkı, dünyanın en yoksul halklarından biri
haline getirilmeğe çalışılıyordu.
Tabii
ki bu soygun karşısında, Rusya’da işçi ve emekçiler ayaklanmaya ve de bir dönem
içinde yaşattıkları sosyalist sisteme olana özlemleriyle mücadele etmeye
başladılar.
Rusya’da
tekrar kapitalizmden, sosyalizme geçmeyi amaçlayan mücadelenin önünü kesmek ve
işçilerin, emekçilerin “ağızına bir parmak bal “çalarak, onları susturmak için,
Jelzin, kendine dokunmayacağının granitsini
veren Putin’in (kendi yerine) devlet başkanı olmasını sağladı.
Rusya,
Putin’in devlet-başkanı olmasıyla birlikte “yeni bir döneme” girdi. Putin; o güne kadar emperyalist- kapitalist burjuvazi
ve dünya gericiliği tarafından karalanan Sovyet dönemini bir bütün olarak ret
edilmesine karşı çıktı ve aradan geçen 10 sene sonra açıkça, Sovyetleri överek
“Rusya toplumun gelişmesinde Sovyetlerin belirleyici rolü olduğunu ve toplumun modernleşmesini
sağladığını” görüşleriyle harekete geçti ve
“özelleştirme “ adı altında Rusya’nın yağmalanmasına karşı çıktı ve
yeniden Sovyet dönemindeki “anti-Amerikancı” milliyetçiliği
diriltti.
Aynı
zamanda, Batılı emperyalistlere boyun eğen, batılı emperyalistlerin önünde “diz
çöken”, onların her isteklerine “ yes Ms” diyen Jelsin ’in “teslimiyetçi
politikasına” son verildi.
Putin
hemen, ABD emperyalizmin Kafkasya’da üsttü olarak seçilen ve Rusya’yı zayıflatmak
için kullanılan Çeçenistan’da ki şeriatçıların egemenliklerine son verdi ve
şeriatçı ayaklanmayı bastırdı.
Ardından,
Amerikan emperyalistlerinin uluslararası petrol şirketlerinin uzantısı petrol
ve doğal-gaz şirketlerin sahipleri “oligarşilerin”
ellerindeki petrol ve doğal-gaz kaynaklarına
el koydu.
Bunların
içinden Amerikan petrol şirketlerinin ortağı ve Rusya’da ki, en büyüğü petrol
ve doğal –gaz Holdingi “Jukos“un varlığına son verdi ve Bu tekelin sahip olan
Michail Chodorkowski habise tıktı. Diğerleriyse “pılısını, pırtısını” toplayıp
Rusya’dan kaçtılar.
Putin;
“oligarşinin ” eldeki petrol şirketlerinin yerine, devlet şirketleri Gazprom ve
Rosnetf’i kurarak, faaliyete geçirdi.
Putin
dönemiyle birlikte, doğal-gaz ve petrol ihracatında büyük bir atılım yapıldı. Bugün
Türkiye dâhil olmak üzere, Avrupa birliğine üye ülkeler; Rus doğal-gazına
bağımlı ülkeler haline getirilmiştir.
Son
günler de, Rusya’nın “dünya devi” haline gelen Rosneft şirketi ,”Rus- İngiliz
ortaklığı “ THK-BP şirketin hisselerinin
tamamını 56 milyar dolara satın aldı ve yine Rosneft; BP %50 hissesini 28 milyar dolarla satın almak
içinde teklifte bulunmuş. Aslı hedefini de, dünyanın en büyük petrol şirketi haline
gelme olarak belirlemiş.
Bugün
ABD’nin “dev-petrol şirketi” ExxonMobil” günde 2,3 milyon varil petrol
çıkarırken, Rosneft 3 milyon varil Petrol çıkarıyor.
Rosneft,
ABD Taksas (Texas) eyaletinde ki petrol
şirketlerinin de ortağı olmaya başlamış.
Putin
dönemiyle birlikte Rusya’nın gayrisafi yurt iç hasılatı: 1.123 milyar Amerikan
dolarından,2.211 milyar dolar (%96,7 oranın
da) artmış.
Dış-ticarete:
149,9 milyar dolardan, 648,4 milyar dolara çıkmış.
Ticari
bilançosu:60,7 milyar dolardan,155,6 milyar dolara (%332 ) ve Dış ülkelerdeki
yatırımı:10,9 milyardan, 114,7 milyar dolara( +%150) tırmanmış.
Dış
borçları:166 milyar dolardan,27,8 milyar dolara.(-83,3%) düşmüş ve yine enflasyon oranı %20,2 den,%8,8 inmiş.
Sanayi
üretimi 100% den, 147% ye (%47) çıkmış. Ücretler (enflasyona oranına göre) 100%
den, 242% ‘e, emekli maaşları 100% den, 331% oran da artmış. Ve yine yoksulluk
oranı, %26 dan % 12,6’e , işsizlik 10,6
dan ,%7,5 düşmüş…… ( rakamlar der Spiegel dergisinin internet sayfasından
alınmıştır)
Bu
gelişmeler karşında ABD emperyalizm, Rusya’nın çevresindeki ülkeleri; onun etki
alanında çıkaracak bir politika izlemeğe daha da ağırlık vermeğe başladı.
İlk
önce “portakal-devrimi” adı altında sözde “diktatörlüğe” karşı “demokrasi” sloganıyla,
yıllardır “batı-kapitalizmin sevdasına” tutulan Ukrayna halkını sokaklar
döktüler ve seçimle kendi adamların hükümete getirdiler. Ama çok geçmeden,
Rusya’nın ambargosu karşında ekonomisi çıkmaza giren ve Batı-kapitalist ülkelerden
yardım alamayan, Ukraynalı batı-kapitalizminin hayranları, seçimlerde
sağladıkları çoğunluğu kayıp ettiler. Ve böylece nüfusunun % 40’nı Rus asılıların oluşturduğu Ukrayna, yenide
“Rusya’nın egemenliği” altına girdi.
ABD
vatandaşı olan ve Gürcistan’dan darbeyle
“devlet başkanı” yapılan Michail Saakaschwill; bölgesindeki diğer
azınlık uluslara karşı izlediği saldırgan politikası; Rusya’nın silahlı güçlere
karşında boşa çıkmasının ve Gürcistan’ı ekonomik olarak daha kötü duruma
getirmesinin belirleyici etkisiyle, son yapılan devlet-başkanlığı seçimini
kayıp etti ve onun yerine, Rus yanlısı ve Rusya da milyarder iş adamı olan
Bidsina Iwanıschwili seçimleri kazanarak devlet başkanı oldu. Böylece ABD emperyalizmi, bölgede ki
önemli etki alanlarından birini daha kayıp etmiş oluyordu.
Orta-Asya
ülkelerin de; ha-keza. ABD emperyalizm, Orta-Asya’nın en güçlü ülkesi olan ve
nüfusun çoğunluğu Rus asıllılarının oluşturduğu Kazakistan üzerinde hiçbir
şekil de etki kuramadı.
Diğer
orta –Asya ülkelerin de ise “demokrasi” çığırışıyla darbelerle hükümete
getirdikleri kişilerin tümü ve de çok geçmeden, iktidarlarını kayıp ederek, yerlerini
Rusya’yla işbirliğinden yana olanlara bırakmak zorunda kaldılar.
Ama ABD
ve diğer “batılı” emperyalistler, (Jelzin döneminde, Rusya’yı avuçlarını içine aldıklarını
zannederek) Sovyetlerin, Orta-Doğu’da, Afrika’da ki egemenlik alanlarını bire,
birer ele geçiriyorlardı.
Özellikle
ABD, Sovyetlerin en önemli etki alanı olan orta-doğu ele geçirmek için zaman
kayıp etmiyordu.
Bir
dönem Sovyetlerle sıkı işbirliği içinde olan ama 1980’lerde ABD’yle “flörtleşmeye” başlayan Saddam oyuna gelip,
askeri saldırılarla orta-doğudaki Arap ülkelerinin üstünde hegemonya kurmak
amacıyla silahlı saldırıya geçmesi, ABD emperyalizminin aradığı fırsatı
yaratmaktan ve Sovyetlerin etki alanı içinde yer alan Arap ülkelerinin de, ABD
ve Avrupa emperyalistlerinin eline geçmesini sağlamaktan başka bir şeye yaramadı.
Yıllardır
Sovyetlerin yardımıyla İsrail ve batılı emperyalistlerin saldırıları karşısında
direnen Filistin , “güvendikleri
Saddam’ın” da emperyalistlerin oyununa gelip, yenilgiye uğramasıyla (ve Mısırın
arabuluculuğuyla) batılı emperyalistlere teslim olmaktan başka çıkar yol
bulamadı! Böylece, ABD emperyalizminin orta-doğuya egemen olmasının önündeki en
önemli engellerden biri daha ortadan kalkmış oluyordu.
Batılı
emperyalistler; Sovyetler dağıldıktan sonra bile, bir taraftan NATO’yu daha da güçlendirirlerken,
diğer yandan sözde silahlanma yarışına son verme adına Rusya’yı askeri olarak
ta etkisizleştirmenin peşinde koşuyorlardı.
NATO’nun
varlığına son vermemelerinin nedeni olarak ta, hiçbir şeklide Dünya’ya egemen
olma gücüne sahip olmayan ve sahip olamayacak olan, Kuzey-Kore, İran gibi
ülkeleri ve kendilerinin besleyip “komünistlere” karşı seferber ettikleri şeriatçıları
göstere biliyorlardı!
Putin,2008
yılın Münih yapılan NATO toplantısı katıldığında, batılı emperyalistlerin
amaçlarını ne olduğunu açıkça görmüş ve onların aslı hedeflerin de yine
Rusya’nın olduğunu anlamış.
Bu
toplantı da, ABD’nin “Füze kalkan sitemini” Polonya’ya ve Türkiye’ye
yerleştirme isteğini NATO’ya kabul ettiriyordu. Böylece, “hedeflerinde ki
ülkenin “ yine Rusya olduğu açığa çıkıyordu.
Ve de, O günde kadar Batılı emperyalistlerin
dillerinden düşürmedikleri “ Rusya’yla stratejik ortaklık” laflarının
palavradan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Münih
toplantısından sonra Rusya, bir taraftan tekrar silahlı güçlerini
geliştirmeye başlarken, diğer yandan ittifak güçlerinin batıda aramaya son
verip, yüzünü doğuya döndüğünü ilan etti.
Nitekim
Kazakistan’ı, Beyaz- Rusya’yı ve kendilerine yakın orta-Asya ülkelerin de
yanına alarak Çin’le yeniden birleştiler.
Sibirya’yla, Çin arasının da inşa edilen
petrol ve doğal gaz boru hattını tamamlayarak, Çin’e Petro ve doğal-gaz akışını
başlattılar.
Rusya,
başka ülkelere silah satışına, Sovyetlerin bıraktığı yerden devam etmeyi (yeniden)
başladı.
Sovyetlerin
silahlandırdığı Hindistan’ın son günlerde ziyaret eden Putin, Hindistan’a
tekrar silah satacağını açıkladı.
Rusya,
sadece Sovyetlerin kayıp edilen etki alanlarını tekrar ele geçirmekle yetine
bir hegemonya politikası izlemiyor. Özellikle ABD ile AB arasında çıkan
çelişkilerden yararlanmaya çalışıyor.
ABD
emperyalistleri, yine II. Emperyalist savaş sonrası batı- Avrupa’nın kapitalist
ülkeleriyle kurdukları “anti-Sovyetler ittifakını” ,”anti-Rusya ittifakı “
biçimine dönüştürerek, sürdürmeyi amaçlıyordu. Ama şimdi karşılarında,
”Komünizm” korkuyla kendilerine sarılan
ve hegemonyaları altına giren “Avrupa burjuvazisi” yok. Çünkü sosyalist ve
sözde sosyalist Sovyetler birliği de yok.
Sovyetler
birliğini yerinde; Avrupa kapitalizmiyle kaynaşan ve giderek Avrupa’da ekonomik
gücüyle etki kurmaya çalışan liberal-kapitalist Rusya var.
Bugün,
Rusya’nın ekonomik olarak iç, içe geçtiği ülkelerin başında; AB’nin en güçlü
ülkesi Almanya yer alıyor.
Suriye
konusunda ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerin kızıştığı dönemde, Almanya’nın
Başbakanı Merkel, Rusya’yı ziyaret ederek, yeniden milyarlarca Euro ‘lük
anlaşmaların altına törenlerle imza atıyordu.
İngiltere,
(Rusya’yla kuruduğu ilişkilerinden dolayı) ABD’nin Suriye karşı, güney Kıbrıs’ta ki
askeri üst ’ten yararlanma talebini açıktan geri çevire biliyordu.
Rusya,
bugün “eski komünistin” devlet başkanı olduğu ve AB’nin üyesi Güney Kıbrıs’ı
ele geçirmiş durumda.
Putin,
Sovyetler dönemindeki “ yoldaşlık” ilişkilerinden yararlanarak Rusya’nın, güney
Kıbrıs’ta egemenliğini sağladığına dair yorumlar, Avrupa burjuva yayın
organlarının başlıca işlediği konuların biri haline gelmiştir.
Rusya;
AB’nin ekonomik krizinden etkilene Kıbrıs’a milyarlarca Euro tutarında kredi
açmıştır. Kıbrıs’ın birçok Şehrinin Ruslar tarafında “işgal edildiği”, hata “
Rus mafyasının” kara paralarının akladığı yer olduğuna dair söylentiler, Avrupa
basının-yayın organlarında “bolca” yer alıyor.
Rusya’nın
güney Kıbrıs’a egemen olması; aynı zaman da Suriye’ye yardım için önemli bir mevzi’nin
ele geçirilmesiyle eş anlamlıdır.
“Suriye savaşın
iç yüzü”
Bugün
Suriye’de yoğunlaşan savaş, orta-doğuya egemen olmak isteyen emperyalistler ve
gericiler arası hegemonya mücadelesinin doğrudan bir parçasıdır.
Bu
gerçeği göremeyen sözde sosyalistler;(her zaman olduğu gibi)dünya pazarları
yeniden paylaşmaya çalışan emperyalistlerin ve bölge gericilerinin birden yana
tavır alabiliyorlar.
Eski
Sovyet revizyonizmin uzantıları, “komünist partilerin” kalıntıları, “Suriye
halkının emperyalist işgale karşı savaştıklarına” karar verdiler!
Bir
dönem “Sovyet revizyonizmine karşı olduklarını” ileri sürenler se, 3 dünyacı
Maocu görüşlerin ışığın da “ İran’ı, Suriye’yi hedef alan saldırılara karşıyız”
laflarıyla ve bir avuç adamlarıyla meydanlarda boy gösteriyorlar.
Oysa
bugün(yukarda, da değindiğimiz gibi) Suriye’de bir, birleriyle savaşanlar, emperyalistlerin
doğrudan uzantılardır. Ve “onların adına” Suriye devletine egemen olmak
istiyorlar. Bu savaştan, işçi sınıfının ve emekçi halkın en küçük çıkarı
yoktur.
Kuzey-
Afrika’da kapitalist sisteme ve onun ekonomik krizinin etkilerine karşı
başlayan kitlesel isyan; emperyalistlerin ve kapitalizm savunucusu sözde
sosyalistlerin gayretiyle, nasıl “diktatörlüklere karşı mücadele “ adıyla
burjuvalar arası çıkar çatışmasını aleti haline getirildiyse, şimdi bunun bir benzeri
Suriye’de gerçekleştiriliyor.
Uzun
yıllar önce, “Batılı” Emperyalistler; Arap ülkelerinin de ki Sovyetlerin siyasi
ve ekonomik etkinliklerinin tasfiye etmek ve kendi hegemonyalarını kurmak
amacıyla, “komünizmi” baş düşman olarak gören şeriatçıları örgütleyip, iç
savaşlar başlatıyordu. Bu politikalarına Sovyetler dağıldıktan sonra da bile
devam ettiler ve ediyorlar.
Şeriatçılarla, emperyalist devletlerarasında dostluk ve
ittifak uzun süreli tarihi bir geçmişe sahiptir . Bunun için sözde laik rejimleri
savundukların iddia eden emperyalistler, hiç tereddüt göstermeden, şeriatçıları, sözde diktatörlüklere karşı
demokrasi oyunlarıyla iktidara getirip, şeriatçı diktatörlüklere geçişi
sağlıyorlar.(1)
Nitekim
Kuzey-Afrika’da ki şeriatçı örgütler ve partiler, kapitalizmin yaratığı,
işsizliğe, yoksulluğa, sefalete karşı isyan edenlerin mücadelesini bastırdılar
ve (şimdilik te olsa) mücadelenin kapitalizmi
hedef almasının öne geçtiler.
Suriye’de,
de yoksullar, kapitalizm hedef alan isyan başlatmışlardı. Ama “batılı” emperyalist
devletler, Kuzey Afrika’da uygulamaya koydukları politik oyunların bir benzerin
de Suriye’de, de “sahneye” koydular.
Bu
vesileyle batılı emperyalistler; Sovyetlerin varlığını koşullarında ki
politikasından köklü dönüşümler yapmayan ve diğer Arap ülkeleri gibi
kendilerine teslim olmayan Suriye’deki iktidarın varlığına son vererek,
Rusya’nın orta-doğudaki etkisinin tümüyle silmek istiyorlar.
Ama
Rusya’nın, Sovyetlere ve Sovyetler sonrası Rusya’ya “sadakatle bağı olan
Suriye’yi “ batılı emperyalistlere yem
etmeğe hiç niyeti yoktur.
Rusya’nın
Suriye’yi kayıp etmesi; ( bir dönemle sınırlıda olsa)orta-doğu da ki tüm etkin
alanlarını kayıp etmesiyle ve özellikle ABD’nin ( bölgede ki müttefikleriyle
birlikte) orta-doğunun tek egemen gücü haline gelmesiyle eş anlamlıdır.
Rusya’nın,
orta-doğu da tek askeri üsttü Suriye’dedir ve Suriye’yle ekonomik, siyasi ve
askeri ilişkilerini güçlendirerek sürdürüyor.
Bunun
için Rusya, NATO’nun çeşitli bahaneleri
öne sürerek Suriye’ye de askeri
müdahalede bulunmasına ve BM tekrar
devre dışı bırakılmasına izin vermedi. Savaş gemilerini, daha doğrusu
donanmasını Akdeniz’e indirdi ve Suriye limanları Rus deniz filosunun
demirlediği alan oldu.
Böylece
Suriye’ye askeri müdahale “3.dünya savaşını “ çıkarmayı göz almayı gerekli
kıldığı açıktır.
Bunun
için Türkiye’nin “ dinci Hükümetinin” provokativ girişimlerine en fazla tepki,
ABD’den ve AB ülkelerinden geldi.
Türkiye’nin dinci Hükümetinin
çığırtkanlığı
Özellikle
ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmek için teşebbüse geçerek, tüm orta-doğuya
egemen olmaya çalışmasından sevinç duyan
ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Yıllardır ABD emperyalizmine sadakatle
hizmet eden Türk devleti; ABD tarafından “mükâfatlandırmalarının zamanının
geldiği” sanısına kapıldı.
ABD,
Türkiye’nin komşuları ve zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarına sahip, orta-doğu
ülkelerini işgal edecek! Ve de buraları Türkiye’ye bırakıp gidecekti! Türkiye’de
bu fırsatı kaçırmayacak! , Osmanlını mirasçısı olarak, yeniden orta-doğunun
egemen gücü haline gelecek.! Yılardır Osman’ının “şaşaalı dönemiyle “övünüp
duran dinci-gericileri tüm hayâları buydu.
“ Muhteşem Osmanlının” mirasçıları şeriatçılar;
İktidara geldiklerinde bu hayallerini “gerçekleştirmenin” sevdasına tutuldular!
Ama
en büyük “zılgıtı da “hep efendileri ABD’den “yediler” ve ABD, her arzularını “kursaklarında”
bırakmaya devam ediyor.
“II.
Körfez savaşı “ öncesi, ABD’den Kuzey Irak’ı kendilerinin egemenliğine terk
edilmesini istediler. ABD’nin bu isteklerini ret etmesi karşısında, ABD’ye
rağmen, Iraklı Türkmenlere dayanarak, Kuzey Irak egemen olma girişimlerinde
bulundular. Ama ABD’nin sert tepkisi karşında boğun eğmekten, seslerini kesmekten
başka bir şey yapamadılar.
Türkiye’nin
dinci gericilerinin; orta-doğunun yağmalanmasından bay kapmaktan geri durma
diye bir niyetleri yok.
Bir
dönem “düşman belledikleri” ,”aşiret ağaları” diye küçümsedikleri Iraklı
Kürtlerle şimdi “can, ciğer dost” oldular!
Ama
zaman kayıp etmeden, Kürtlerle kurdukları
“kardeşliği”, Iraklı Şii’yi Araplara karşı düşmanlığa dönüştürmeğe
çalışıyorlar.
ABD
emperyalizmi, Irak’taki askerlerin büyük bölümünü geri çekmesi, yıllardan beri
devam eden Kürtlerle, Araplar arasındaki petrol bölgelerine egemen olma çatışmasını
yeniden kızıştırdı.
“Pusuda”
bekleyen Tayyip hükümetine “gün doğdu”
.Hemen “yeni kardeşleri” Kürtlerle birleşerek, Irak’ta iktidarda olan Şii
Araplarla çatışmayı körükleyerek, devreye girdi.
Bu politikayla sözde Irak’ı böleceklerdi ve
Iraklı Kürtleri de “güçlü Türkiye’nin kanatları altına” girmek zorunda kalacak!
Ama
Türkiye’nin körüklediği Araplarla, Kürtler arasındaki çatışmanın savaşa dönüşme
ihtimalinin doğa bileceğini gören ABD emperyalistleri, hemen devreye girdiler
ve Türkiye’yi de bölgeden kovmak istiyorlar.
Irak’ta
yine karşılarında ABD bulan Tayyip hükümeti, bu seferde Suriye’de patlak veren
iç çatışmayı kızıştırılmasını gündemine aldı.
Yugoslavya’daki
Sırplarla, Bosna-Hersek Müslümanları arasındaki çatışmayı kızıştırmanın bir
benzerini şimdi de Suriye’de tezgâhlamak isteniliyor.
Tayyip
hükümeti, Sırp saldırganlarının Bosnalı Müslümanlarına yönelik katliamlarına karşıymışlar
gibi kopardıkların “yaygaranın” bir benzerini” Suriye için geçerli kılıp,
Rusya’yı tekrar etkisiz hale getirebileceklerini zannetti.
Bunun
için Suriyeli Sünni Arapları, ”iç savaş bahanesiyle” Türkiye’ye sığınmalarını teşvik ettiler. Ve böylece
Esat’ın zulmünden kaçan Suriyelilerin “mağdurluklarını” kullanıp, Suriye’ye askeri müdahale edilmesinin
kaçınılmaz olduğunu kanıtlayacaklardı!
Tabii
ki Suriye’ye askeri müdahalenin “baş aktörü” Suriye’nin komşusu Türkiye
olacaktı! Ve Böylece “yeni Osmanlılara” tekrar orta-doğunu kapıları ardına
kadar açılacaktı!
Ne yazık
böylesine hayaller içinde yaşayan dinciler, Türkiye’yi savaş macerası içine
çekebilecek iktidar gücüne sahipler. Ve de hayallerini gerçekleştirmek için,
savaş kışkırtıcılığı yaparak, provokasyon üstüne provokasyon tezgahlamaktan
çekinmiyorlar.
Ne
ilginciyse, (Rusya’yı ikna ederek! )Suriye’deki Rusya’nın sadık müttefiki
Esad’ın iktidarına son verebileceklerini düşüne bilmeleridir!
ABD’yi
Iraktaki hükümeti desteklemekten vazgeçirmeğe ikna edebileceklerini
zannettikleri gibi, Rusya’yı da Esat rejimini desteklemekten
vazgeçirebileceklerini zannedebiliyorlar!
Türk-dincileri
“dehşet adamladır”. “ecdatları” Osmanlılar gibi” çağ açıp, çağ” kapayacaklar!
Ama
Türkiye’nin savaş kışkırtıcı politikasından, en fazla tedirgin olanların başında
ABD ve Avrupa emperyalistleri geliyordu.
Türkiye’nin
provokasyonları; (blöfte olsa bile, yine)
batılı emperyalistleri, Rusya ve Çin’le silahlı çatışmaya sürükleyerek 3. Dünya
savaşının patlak vermesine (uzak bir
ihtimal de olsa) neden olabilecek potansiyeline sahipti.
Bunun
için Türkiye’nin provokasyonları karşısın da, AB bağlı hükümetlerden ve ABD’den,
yüksek sesle karşı çıkışların dile geldi. Ve “Türkiye ateşle oynuyor” görüşleri durmadan saf
ediliyordu.
Nitekim
çok geçmeden Rusya, Türkiye’nin
provokasyonu karşı açık ve üstü kapalı
tehditler savurmaya başladı.
Dinci
hükümet, bu tehditler karşısında, boynun eğip, seslerini kestiler. Ve böylece
“Esad demek, Rusya demek olduğunu” anlamış oldular!
Emperyalistler arası savaş gündemde
değil.
Hali,
hazırda emperyalistler arası savaşın gündemde olabilecek boyutlara tırmanmadığı
somut bir gerçektir.
Bu
rağmen “savaş çığırtkanlığı”
yapılmasının nedeni; Suriye’deki
iç savaşın direk emperyalistler arası savaşa dönüş bilme ihtimalini göz ardı
etmeden ve Rusya’ya rağmen batılı emperyalistlerin (ve Türkiye gibi
yardakçılarına dayanarak) Suriye’ye askeri müdahalede bulunmalarının kolay
olmadığını anlamamaktan ötürüdür.(2)
Tayyip’in
(niyeti olmasına rağmen) Suriye’ye saldırmaya çapı yetmez. Yaygara ve palavradan
başka bir şeye yapmıyor.
Emperyalistler
arası savaş gündem gelmesi sırasında işçi sınıfının ve emekçileri izleyeceği
politik taktikleri Lenin;1914’lerde belirlemiştir.
Lenin’in
parolası; emperyalistler arası savaşa kesinlikle karşı çıkıp, bu savaşı iç
savaşa(yani burjuva iktidarına ve kapitalizme karşı savaşa ) dönüştürmedir.
Ve
yine Lenin’in “ya devrimler emperyalistler arası savaşı önler veya
emperyalistler arası savaş devrimlere yol açar” diyordu.
Günümüz
kapitalist koşulların da, da yine
Lenin’in gericiler arası savaşa karşı görüşleri canlığının ve geçerliğini
koruyor.
Ama
reformistler yine 3 dünyacı görüşleriyle, sözde gündemdeki savaşa karşı
çıkıyorlar!. “İran’a, Suriye yönelik savaşa karşıyız” laflarıyla, gündeme gelmesi muhtemel savaşın
gerici ve dünya pazarların yeniden paylaşımını amaçladığını göz ardı etmeğe
çalışıyorlar.
Sanki
İran’da, Suriye’de işçi ve emekçilerin iktidarı varmışçasına bu lafları
edebiliyorlar.
Oysa
İran, Türkiye gibi ülkeler ’de orta-doğu bölgesine egemen olma amacı
güdüyorlar. Ama buna rağmen,
I. Emperyalist savaş sırasında, II. Enternasyonal’in revizyonistlerin
bakış açısı reformistlere yol
gösteriyor.
Aynen II. Enternasyonalin savaşını gerici
karakterini göz ardı edip, kimin, kime saldıracağı ön plana çıkarıyorlar. Oysa
önemli olan savaşın ve saldırını hangi sınıfın çıkarına tekabül edip, etmediğini
tespit etmektir.
Sanki
İran’ın molaları, Şii mezhep ‘in olanları hamisi kesilerek, bölgeye egemen olma
amacını güden bir politika izlemiyorlarmış gibi! İran “tüyü pak” gösteriyorlar.
Sünni
mezhebinden olanların hamisi olma amacını güden Türkiye’nin, Suudi-Arabistan,
Mısır gibi rakipleri var olduğu halde, Şii mezhebinde olanların tek hamisi İran
olabilir. Şii mezhebinden olanların hamisi olmaya çalışan, İran’a rakip olacak
başka bir ülke dahi yoktur.
Suriye’ye karşı saldırıya gelince; Rusya’ya saldırıyı göze almadan hiç kimse
Suriye’ye saldırıyı göze alamaz. Zaten Rusya bunu açıkça dile getiriyor.
Bunun için esas sorun “İran’a, Suriye’ye yönelik
emperyalist saldırı” değil, gericiler ve emperyalistler arası pazarların
yeniden paylaşımıdır.
Reformistlerin yaptıkları sadece, Suriye’de ki savaşın
gerici savaş olduğunu, bu savaşı devrimci iç savaşa dönüştürmek gerektiğini ve
savaşan gericilerin her iki tarafının da hedef alınmasını zorunluğunu göz ardı
etmedir.
………………………………………………………………………………………………………………………………………….
(1) Bugün
emperyalistlerin, şeriatçıları askeri “laik” diktatörlüklere tercih etmesinin
nedeni şeriatçıların, kapitalizme karşı mücadeleye girişen ama sınıf
bilincinden yoksul olan yığınları, din afyonuyla uyutarak, hatırı sayılır yığınsal güç elde etmelerinden
dolayıdır. Bu yığınsal güçlerine dayanarak;
kapitalizme karşı mücadeleyi gündemde çıkarabiliyorlar.
(2) Aynen 1974’ler den sonrası gibi, Maocu 3 dünyacı
idealist görüşlere dört ele sarılıp, “iki süper güç arasında savaş patlak
vereceğini” ileri sürerek “savaşa karşı mücadele” çağrılarıyla, devrimcileri,
siyasi ve ideolojik olarak etkiliye bildikleri işçileri ve emekçileri, her
gecen gün sömürüsünü durmadan yoğunlaştırmasına rağmen ekonomik krizin
etkisinden sıyrılamayan burjuvaziye ve onu devletine karşı mücadeleden
alıkoymaya çalışmanın bir benzer şimdi
tekrar “sahneye koyulmak” isteniliyor.
Ve
tabi ki o dönemdeki siyasi ve örgütsel gücü olmadan. Şimdiyse “savaşa karşı
çığırtkanlıklarını ” sadece kendilerini duyabiliyor.. Facebook olmasa kendi
seslerini dahi duyuramayacaklar.
……………………………………………………………………………………………………………………………………………
(1)
Amerikan emperyalistleri, Vietnam savaşını kayıp edip, askerlerini Vietnam’dan
çektiği sırada, tüm işbirlikçilerini Amerika’ya götürdü.
Ama Afganistan’dan
askerlerini çeken Gorbaçov çetesi, şeriatçı katillere, komünistlikle hiç
ilişkileri olmayan fakat “komünistler”
diye adlandırılan işbirlikçilerini, (batılı emperyalistlere yaranmak ve onlarla
artık “dost olduklarını” kanıtlamak için) teslim ettiler.
Şeriatçı
katiller sürüsü, bunları “komünizme karşı zaferlerinin” simgesi olarak
şenlikler içinde idam ettiler.
(2)2000
yılında yapılan devlet başkanlığı seçimde büyük bir oy farkıyla Putin, “halkın
seçtiği” devlet başkanı oldu.