22 Ocak 2013

www.yyildirim.de.vu



    Emperyalistler, gericiler arası çatışma ve Suriye’deki iç savaş
Kapitalizm; her gecen gün gerçek niteliğini sergilemeye devam ediyor. Kapitalizmin ekonomik krizi henüz sona ermeden; emperyalist ve gerici burjuvalar arası pazarların yeniden paylaşılmasının amaçlayan çatışma, tekrar dünya gündemin de yerini alıyor.
1991 de Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra artık “büyük devletler “ arası hegemonya mücadelesinin sona erdiğinin ! “yaygarası” başlattırmıştı.
Sovyetlerin, devlet kapitalizminden, liberal kapitalizme geçişin sağlayan baş mimar Gorbaçov, ”Artık çatışmaya ve silahlanmaya gerek olmadığını, her birlikte dünya çapında ki (global) ,  sorunlarla, çevrenin kirlenmesinin ortadan kaldırılmasıyla uğraşmalıyız” çağışının yapıyordu ve “ Dünya halkılarını barış içinde bir arada yaşamasının şartlarının oluştuğunun da” müjdeliyordu!
Böylece, kapitalist sistemin egemen olduğu bir dünyada, barışını sağlandığına, gerici savaşların sona erdiğine dair yalana dayanan propagandayla herkes aldatılmak isteniyordu.
Gorbaçov, “barışçıl dünyaya” geçildiğinin kanıtlamak için; Sovyetlerin Afganistan işgaline son vererek, batılı emperyalist devletlerle ve onların vurucu güçleri şeriatçılarla aralarındaki “buzları” eritiyordu.
 Bu arada, “Birleşik Milletlerin”; dünya barışının sağlanmasının ve ortaya çıkabilecek bölgesel çatışmalara müdahale edilip, edilemeyeceğinin  “karar merkezi” olduğu da ilan edildi.
Bir yandan da “çok kutuplu dünyadan” ,”tek kutuplu dünyaya geçildiği “  görüşleriyle emperyalistler arası çelişkinin ve emperyalist savaşın sone erdiği yalanıyla dünya halkıları “uyutulmaya” çalışılırken, diğer yandan ise; “Birleşik Milletler örgütünü görevi dünya barışını sağlamaktır” laflarının ortaya atıldığı sırada çok uluslu
Yugoslavya’nın parçalanmasını amaçlayan savaş patlak verdi.
Özellikle, AB ve Almanya,  Yugoslavya’nın parçalanmasını teşvik ederek “iç savaşın” ortaya çıkmasına ve buradaki ulusların bir birlerini boğazlamalarına neden oldular.
Yugoslavya’nın egemen gücü Sırplar, bağımsız devletlerini kurmanın peşinde koşan diğer azınlık ulusları silah zoruyla kendi egemenliği altına almak için katliamlara başlamaktan çekinmemesi, Yugoslavya’nın parçalanmasını kışkırtan NATO ülkelerinin bölgeye silahlı müdahalede bulunmasının bahanesini yarattı.
Bu sırada, Yugoslavya’ya müdahale edilmesinin istemeyen Rusya ve BM devre dışı bırakıldı.  “Hep birlikte dünya barışını sağlayalım “ lafları unutuldu ve batılı emperyalistlerin vurucu gücü NATO’( bilindiği gibi) Sırp saldırganlığını durdurmak için bölgeye silahlı müdahalede bulundu.
O dönemde Rusya, batılı emperyalistlerle, dostluklarını bozmama adına, NATO’nun Sırbistan’a müdahalesi karşında sesiz kalmayı, boyun eğmeği tercih etti.
Kapitalist-emperyalist devletler, ‘dünya barışından “ ne kadar çok laf ediyorlarsa,  kapitalist –emperyalist devletlerarasındaki çatışmanın kızışmasına ve emperyalist savaş tehlikesinin gündeme gelmesine o kadar yaklaşılıyor demektir.
Ama Rusya’nın Yugoslavya’ya silahlı müdahale edilmesine karşı çıkması, Sovyetlerin etki alanlarını, Batılı emperyalist devletlere kolayca terk etmeyeceklerinin de bir göstergesiydi.
Nitekim bu dönemden sonra ABD emperyalizm vakit geçirmeden Rusya’yı daha da etkisiz hale getirecek taktiklerini yürürlüğe koydu. İlk önce Varşova paktından ayrılan doğu-Avrupa ve Baltık ülkelerinin tümünü NATO’ nün üyesi yaptırdı.
Sözde Rusya’nın gelecekteki saldırılarına karşı onları korumaları altına almış oluyorlardı!
Diğer yanda ise; Sovyetler birliğinin üyesi olan ve 1991 de bağımsız devletler haline gelen, ama Rusya’yla eski siyasi ve ekonomik ilişkilerini sürdüren ülkeleri,  ekonomik ve siyasi egemenlikleri altına almak için vakit kayıp etmeden yola çıktılar.
Bu amaçları doğrultusun da, Çeçenistan’da ki şeriatçı ayaklanmayı destekleyerek, özerklik statüsüne sahip olan diğer Kafkasya ülkelerinin de Rusya’dan ayırmalarını teşvik ediyorlardı.
Biryandan da, Rusya’nın  kendilerine bağımlı hale gelmesini sağlama amacıyla, onun ekonomisinin belkemiği olan petrol ve doğal-gaz yataklarının ulusal-arası tekellerinin eline geçmesi için, yoğun girişimlerde bulunuyorlardı.
Özellikle Sovyetler dağıldıktan sonra iktidar ele geçiren, Boris  N Jelzin, Uluslararası tekellerin Rusya’yı yağmalamaları için kapıları ardına kadar açıyordu ve kendileri de  bu fırsattan  yararlanarak  ( ve her türlü yolsuzluğa başvurmaktan  çekinmeden)  multimilyarderler  olmaya çalışıyorlardı.
Birden bire, İç ve dış yağmacı burjuvaların korkunç sömürüleriyle baş, başa kalan Rusya’daki emekçiler ve işçiler,  tam anlamıyla açlığını, yoksulluğun, perişanlığı içine itildi.
Uluslararası emperyalist burjuvazi ve onun Rusya’daki uzantıları, adeta bir dönem sosyalizmi destekleyen ve sosyalizmin yaşaması için Alman faşist saldırganlarını yenilgiye uğratan Rusyalı işçi ve emekçileri yoksulluğun girdabına iterek, intikam alıyorlardı.
Oysa Rusya;  dünyanın en zengin petrol ve doğal-gaz gibi kaynaklara ve Sosyalizminden devir altıkları ekonomik güce sahipti. Buna rağmen Rusya’daki halkı, dünyanın en yoksul halklarından biri haline getirilmeğe çalışılıyordu.
Tabii ki bu soygun karşısında, Rusya’da işçi ve emekçiler ayaklanmaya ve de bir dönem içinde yaşattıkları sosyalist sisteme olana özlemleriyle mücadele etmeye başladılar.
Rusya’da tekrar kapitalizmden, sosyalizme geçmeyi amaçlayan mücadelenin önünü kesmek ve işçilerin, emekçilerin “ağızına bir parmak bal “çalarak, onları susturmak için, Jelzin, kendine  dokunmayacağının granitsini veren Putin’in (kendi yerine) devlet başkanı olmasını sağladı.
Rusya, Putin’in devlet-başkanı olmasıyla birlikte “yeni bir döneme” girdi. Putin;  o güne kadar emperyalist- kapitalist burjuvazi ve dünya gericiliği tarafından karalanan Sovyet dönemini bir bütün olarak ret edilmesine karşı çıktı ve aradan geçen 10 sene sonra açıkça, Sovyetleri överek “Rusya toplumun gelişmesinde Sovyetlerin belirleyici rolü olduğunu ve toplumun modernleşmesini sağladığını” görüşleriyle harekete geçti ve  “özelleştirme “ adı altında Rusya’nın yağmalanmasına karşı çıktı ve yeniden Sovyet dönemindeki “anti-Amerikancı”  milliyetçiliği  diriltti.      
Aynı zamanda, Batılı emperyalistlere boyun eğen, batılı emperyalistlerin önünde “diz çöken”, onların her isteklerine “ yes Ms” diyen Jelsin ’in “teslimiyetçi politikasına” son verildi.     
Putin hemen, ABD emperyalizmin Kafkasya’da üsttü olarak seçilen ve Rusya’yı zayıflatmak için kullanılan Çeçenistan’da ki şeriatçıların egemenliklerine son verdi ve şeriatçı ayaklanmayı bastırdı.
Ardından, Amerikan emperyalistlerinin uluslararası petrol şirketlerinin uzantısı petrol ve doğal-gaz şirketlerin sahipleri  “oligarşilerin”   ellerindeki petrol ve doğal-gaz kaynaklarına el koydu.
Bunların içinden Amerikan petrol şirketlerinin ortağı ve Rusya’da ki, en büyüğü petrol ve doğal –gaz Holdingi “Jukos“un varlığına son verdi ve Bu tekelin sahip olan Michail Chodorkowski habise tıktı. Diğerleriyse “pılısını, pırtısını” toplayıp Rusya’dan kaçtılar.
Putin; “oligarşinin ” eldeki petrol şirketlerinin yerine, devlet şirketleri Gazprom ve Rosnetf’i kurarak, faaliyete geçirdi.
Putin dönemiyle birlikte, doğal-gaz ve petrol ihracatında büyük bir atılım yapıldı. Bugün Türkiye dâhil olmak üzere, Avrupa birliğine üye ülkeler; Rus doğal-gazına bağımlı ülkeler haline getirilmiştir.
Son günler de, Rusya’nın “dünya devi” haline gelen Rosneft şirketi ,”Rus- İngiliz ortaklığı “  THK-BP şirketin hisselerinin tamamını 56 milyar dolara satın aldı ve yine Rosneft;  BP %50 hissesini 28 milyar dolarla satın almak içinde teklifte bulunmuş. Aslı hedefini de, dünyanın en büyük petrol şirketi haline gelme olarak belirlemiş.
Bugün ABD’nin “dev-petrol şirketi” ExxonMobil” günde 2,3 milyon varil petrol çıkarırken, Rosneft 3 milyon varil Petrol çıkarıyor.
Rosneft, ABD  Taksas (Texas) eyaletinde ki petrol şirketlerinin de ortağı olmaya başlamış.
Putin dönemiyle birlikte Rusya’nın gayrisafi yurt iç hasılatı: 1.123 milyar Amerikan dolarından,2.211 milyar dolar  (%96,7 oranın da) artmış.
Dış-ticarete: 149,9 milyar dolardan, 648,4 milyar dolara çıkmış.
Ticari bilançosu:60,7 milyar dolardan,155,6 milyar dolara (%332 ) ve Dış ülkelerdeki yatırımı:10,9 milyardan, 114,7 milyar dolara( +%150) tırmanmış.
Dış borçları:166 milyar dolardan,27,8 milyar dolara.(-83,3%)    düşmüş ve yine enflasyon oranı  %20,2 den,%8,8 inmiş.
Sanayi üretimi 100% den, 147% ye (%47) çıkmış. Ücretler (enflasyona oranına göre) 100% den, 242% ‘e, emekli maaşları 100% den, 331% oran da artmış. Ve yine yoksulluk oranı, %26 dan % 12,6’e , işsizlik  10,6 dan ,%7,5 düşmüş…… ( rakamlar der Spiegel dergisinin internet sayfasından alınmıştır)
Bu gelişmeler karşında ABD emperyalizm, Rusya’nın çevresindeki ülkeleri; onun etki alanında çıkaracak bir politika izlemeğe daha da ağırlık vermeğe başladı.
İlk önce “portakal-devrimi” adı altında sözde “diktatörlüğe” karşı “demokrasi” sloganıyla, yıllardır “batı-kapitalizmin sevdasına” tutulan Ukrayna halkını sokaklar döktüler ve seçimle kendi adamların hükümete getirdiler. Ama çok geçmeden, Rusya’nın ambargosu karşında ekonomisi çıkmaza giren ve Batı-kapitalist ülkelerden yardım alamayan, Ukraynalı batı-kapitalizminin hayranları, seçimlerde sağladıkları çoğunluğu kayıp ettiler. Ve böylece nüfusunun % 40’nı  Rus asılıların oluşturduğu Ukrayna, yenide “Rusya’nın egemenliği” altına girdi.
ABD vatandaşı olan ve Gürcistan’dan darbeyle  “devlet başkanı” yapılan Michail Saakaschwill; bölgesindeki diğer azınlık uluslara karşı izlediği saldırgan politikası; Rusya’nın silahlı güçlere karşında boşa çıkmasının ve Gürcistan’ı ekonomik olarak daha kötü duruma getirmesinin belirleyici etkisiyle, son yapılan devlet-başkanlığı seçimini kayıp etti ve onun yerine, Rus yanlısı ve Rusya da milyarder iş adamı olan Bidsina Iwanıschwili seçimleri kazanarak devlet başkanı  oldu. Böylece ABD emperyalizmi, bölgede ki önemli etki alanlarından birini daha kayıp etmiş oluyordu.
Orta-Asya ülkelerin de; ha-keza. ABD emperyalizm, Orta-Asya’nın en güçlü ülkesi olan ve nüfusun çoğunluğu Rus asıllılarının oluşturduğu Kazakistan üzerinde hiçbir şekil de etki kuramadı.
Diğer orta –Asya ülkelerin de ise “demokrasi” çığırışıyla darbelerle hükümete getirdikleri kişilerin tümü ve de çok geçmeden,  iktidarlarını kayıp ederek, yerlerini Rusya’yla işbirliğinden yana olanlara bırakmak zorunda kaldılar.    
Ama ABD ve diğer “batılı” emperyalistler, (Jelzin döneminde, Rusya’yı avuçlarını içine aldıklarını zannederek) Sovyetlerin, Orta-Doğu’da, Afrika’da ki egemenlik alanlarını bire, birer ele geçiriyorlardı.
Özellikle ABD, Sovyetlerin en önemli etki alanı olan orta-doğu ele geçirmek için zaman kayıp etmiyordu.
Bir dönem Sovyetlerle sıkı işbirliği içinde olan ama 1980’lerde ABD’yle  “flörtleşmeye” başlayan Saddam oyuna gelip, askeri saldırılarla orta-doğudaki Arap ülkelerinin üstünde hegemonya kurmak amacıyla silahlı saldırıya geçmesi, ABD emperyalizminin aradığı fırsatı yaratmaktan ve Sovyetlerin etki alanı içinde yer alan Arap ülkelerinin de, ABD ve Avrupa emperyalistlerinin eline geçmesini sağlamaktan başka bir şeye  yaramadı.
Yıllardır Sovyetlerin yardımıyla İsrail ve batılı emperyalistlerin saldırıları karşısında direnen Filistin ,  “güvendikleri Saddam’ın” da emperyalistlerin oyununa gelip, yenilgiye uğramasıyla (ve Mısırın arabuluculuğuyla) batılı emperyalistlere teslim olmaktan başka çıkar yol bulamadı! Böylece, ABD emperyalizminin orta-doğuya egemen olmasının önündeki en önemli engellerden biri daha ortadan kalkmış oluyordu.
Batılı emperyalistler; Sovyetler dağıldıktan sonra bile, bir taraftan NATO’yu daha da güçlendirirlerken, diğer yandan sözde silahlanma yarışına son verme adına Rusya’yı askeri olarak ta etkisizleştirmenin peşinde koşuyorlardı.  
NATO’nun varlığına son vermemelerinin nedeni olarak ta, hiçbir şeklide Dünya’ya egemen olma gücüne sahip olmayan ve sahip olamayacak olan, Kuzey-Kore, İran gibi ülkeleri ve kendilerinin besleyip “komünistlere” karşı seferber ettikleri şeriatçıları göstere biliyorlardı!
Putin,2008 yılın Münih yapılan NATO toplantısı katıldığında, batılı emperyalistlerin amaçlarını ne olduğunu açıkça görmüş ve onların aslı hedeflerin de yine Rusya’nın olduğunu anlamış.
Bu toplantı da, ABD’nin “Füze kalkan sitemini” Polonya’ya ve Türkiye’ye yerleştirme isteğini NATO’ya kabul ettiriyordu. Böylece, “hedeflerinde ki ülkenin “ yine Rusya olduğu açığa çıkıyordu.
Ve de, O günde kadar Batılı emperyalistlerin dillerinden düşürmedikleri “ Rusya’yla stratejik ortaklık” laflarının palavradan ibaret olduğu anlaşılıyordu.
Münih toplantısından  sonra Rusya,  bir taraftan tekrar silahlı güçlerini geliştirmeye başlarken, diğer yandan ittifak güçlerinin batıda aramaya son verip, yüzünü doğuya döndüğünü ilan etti.
Nitekim Kazakistan’ı, Beyaz- Rusya’yı ve kendilerine yakın orta-Asya ülkelerin de yanına alarak Çin’le yeniden birleştiler.
 Sibirya’yla, Çin arasının da inşa edilen petrol ve doğal gaz boru hattını tamamlayarak, Çin’e Petro ve doğal-gaz akışını başlattılar.
Rusya, başka ülkelere silah satışına, Sovyetlerin bıraktığı yerden devam etmeyi (yeniden) başladı.
Sovyetlerin silahlandırdığı Hindistan’ın son günlerde ziyaret eden Putin, Hindistan’a tekrar silah satacağını açıkladı.
Rusya, sadece Sovyetlerin kayıp edilen etki alanlarını tekrar ele geçirmekle yetine bir hegemonya politikası izlemiyor. Özellikle ABD ile AB arasında çıkan çelişkilerden yararlanmaya çalışıyor.
ABD emperyalistleri, yine II. Emperyalist savaş sonrası batı- Avrupa’nın kapitalist ülkeleriyle kurdukları “anti-Sovyetler ittifakını” ,”anti-Rusya ittifakı “ biçimine dönüştürerek, sürdürmeyi amaçlıyordu. Ama şimdi karşılarında, ”Komünizm”  korkuyla kendilerine sarılan ve hegemonyaları altına giren “Avrupa burjuvazisi” yok. Çünkü sosyalist ve sözde sosyalist Sovyetler birliği de yok.
Sovyetler birliğini yerinde; Avrupa kapitalizmiyle kaynaşan ve giderek Avrupa’da ekonomik gücüyle etki kurmaya çalışan liberal-kapitalist Rusya var.
Bugün, Rusya’nın ekonomik olarak iç, içe geçtiği ülkelerin başında; AB’nin en güçlü ülkesi Almanya yer alıyor.
Suriye konusunda ABD ile Rusya arasındaki çelişkilerin kızıştığı dönemde, Almanya’nın Başbakanı Merkel, Rusya’yı ziyaret ederek, yeniden milyarlarca Euro ‘lük anlaşmaların altına törenlerle imza atıyordu.
İngiltere, (Rusya’yla kuruduğu ilişkilerinden dolayı)  ABD’nin Suriye karşı, güney Kıbrıs’ta ki askeri üst ’ten yararlanma talebini açıktan geri çevire biliyordu.
Rusya, bugün “eski komünistin” devlet başkanı olduğu ve AB’nin üyesi Güney Kıbrıs’ı ele geçirmiş durumda.
Putin, Sovyetler dönemindeki “ yoldaşlık” ilişkilerinden yararlanarak Rusya’nın, güney Kıbrıs’ta egemenliğini sağladığına dair yorumlar, Avrupa burjuva yayın organlarının başlıca işlediği konuların biri haline gelmiştir.
Rusya; AB’nin ekonomik krizinden etkilene Kıbrıs’a milyarlarca Euro tutarında kredi açmıştır. Kıbrıs’ın birçok Şehrinin Ruslar tarafında “işgal edildiği”, hata “ Rus mafyasının” kara paralarının akladığı yer olduğuna dair söylentiler, Avrupa basının-yayın organlarında “bolca” yer alıyor.
Rusya’nın güney Kıbrıs’a egemen olması; aynı zaman da Suriye’ye yardım için önemli bir mevzi’nin ele geçirilmesiyle eş anlamlıdır.
        
    
  
 
                                              Suriye savaşın iç yüzü”
Bugün Suriye’de yoğunlaşan savaş, orta-doğuya egemen olmak isteyen emperyalistler ve gericiler arası hegemonya mücadelesinin doğrudan bir parçasıdır.
Bu gerçeği göremeyen sözde sosyalistler;(her zaman olduğu gibi)dünya pazarları yeniden paylaşmaya çalışan emperyalistlerin ve bölge gericilerinin birden yana tavır alabiliyorlar.
Eski Sovyet revizyonizmin uzantıları, “komünist partilerin” kalıntıları, “Suriye halkının emperyalist işgale karşı savaştıklarına” karar verdiler!
Bir dönem “Sovyet revizyonizmine karşı olduklarını” ileri sürenler se, 3 dünyacı Maocu görüşlerin ışığın da “ İran’ı, Suriye’yi hedef alan saldırılara karşıyız” laflarıyla ve bir avuç adamlarıyla meydanlarda boy gösteriyorlar.
Oysa bugün(yukarda, da değindiğimiz gibi)  Suriye’de bir, birleriyle savaşanlar, emperyalistlerin doğrudan uzantılardır. Ve “onların adına” Suriye devletine egemen olmak istiyorlar. Bu savaştan, işçi sınıfının ve emekçi halkın en küçük çıkarı yoktur.
Kuzey- Afrika’da kapitalist sisteme ve onun ekonomik krizinin etkilerine karşı başlayan kitlesel isyan; emperyalistlerin ve kapitalizm savunucusu sözde sosyalistlerin gayretiyle, nasıl “diktatörlüklere karşı mücadele “ adıyla burjuvalar arası çıkar çatışmasını aleti haline getirildiyse, şimdi bunun bir benzeri Suriye’de gerçekleştiriliyor.
Uzun yıllar önce, “Batılı” Emperyalistler; Arap ülkelerinin de ki Sovyetlerin siyasi ve ekonomik etkinliklerinin tasfiye etmek ve kendi hegemonyalarını kurmak amacıyla, “komünizmi” baş düşman olarak gören şeriatçıları örgütleyip, iç savaşlar başlatıyordu. Bu politikalarına Sovyetler dağıldıktan sonra da bile devam ettiler ve ediyorlar.
Şeriatçılarla,  emperyalist devletlerarasında dostluk ve ittifak uzun süreli tarihi bir geçmişe sahiptir . Bunun için sözde laik rejimleri savundukların iddia eden emperyalistler, hiç tereddüt göstermeden,  şeriatçıları, sözde diktatörlüklere karşı demokrasi oyunlarıyla iktidara getirip, şeriatçı diktatörlüklere geçişi sağlıyorlar.(1)
Nitekim Kuzey-Afrika’da ki şeriatçı örgütler ve partiler, kapitalizmin yaratığı, işsizliğe, yoksulluğa, sefalete karşı isyan edenlerin mücadelesini bastırdılar ve  (şimdilik te olsa) mücadelenin kapitalizmi hedef almasının öne geçtiler.
Suriye’de, de yoksullar, kapitalizm hedef alan isyan başlatmışlardı. Ama “batılı” emperyalist devletler, Kuzey Afrika’da uygulamaya koydukları politik oyunların bir benzerin de Suriye’de, de “sahneye” koydular.
Bu vesileyle batılı emperyalistler; Sovyetlerin varlığını koşullarında ki politikasından köklü dönüşümler yapmayan ve diğer Arap ülkeleri gibi kendilerine teslim olmayan Suriye’deki iktidarın varlığına son vererek, Rusya’nın orta-doğudaki etkisinin tümüyle silmek istiyorlar.
Ama Rusya’nın, Sovyetlere ve Sovyetler sonrası Rusya’ya “sadakatle bağı olan Suriye’yi  “ batılı emperyalistlere yem etmeğe hiç niyeti yoktur.
Rusya’nın Suriye’yi kayıp etmesi; ( bir dönemle sınırlıda olsa)orta-doğu da ki tüm etkin alanlarını kayıp etmesiyle ve özellikle ABD’nin ( bölgede ki müttefikleriyle birlikte) orta-doğunun tek egemen gücü haline gelmesiyle eş anlamlıdır.
Rusya’nın, orta-doğu da tek askeri üsttü Suriye’dedir ve Suriye’yle ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini güçlendirerek sürdürüyor.
Bunun için Rusya, NATO’nun  çeşitli bahaneleri öne sürerek  Suriye’ye de askeri müdahalede bulunmasına  ve BM tekrar devre dışı bırakılmasına izin vermedi. Savaş gemilerini, daha doğrusu donanmasını Akdeniz’e indirdi ve Suriye limanları Rus deniz filosunun demirlediği alan oldu.
Böylece Suriye’ye askeri müdahale “3.dünya savaşını “ çıkarmayı göz almayı gerekli kıldığı açıktır.
Bunun için Türkiye’nin “ dinci Hükümetinin” provokativ girişimlerine en fazla tepki, ABD’den ve AB ülkelerinden geldi.                            
                 Türkiye’nin dinci Hükümetinin çığırtkanlığı
Özellikle ABD emperyalizminin Irak’ı işgal etmek için teşebbüse geçerek, tüm orta-doğuya egemen olmaya çalışmasından  sevinç duyan ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Yıllardır ABD emperyalizmine sadakatle hizmet eden Türk devleti; ABD tarafından “mükâfatlandırmalarının zamanının geldiği” sanısına kapıldı.
ABD, Türkiye’nin komşuları ve zengin petrol ve doğal-gaz kaynaklarına sahip, orta-doğu ülkelerini işgal edecek! Ve de buraları Türkiye’ye bırakıp gidecekti! Türkiye’de bu fırsatı kaçırmayacak! , Osmanlını mirasçısı olarak, yeniden orta-doğunun egemen gücü haline gelecek.! Yılardır Osman’ının “şaşaalı dönemiyle “övünüp duran dinci-gericileri tüm hayâları buydu.
 “ Muhteşem Osmanlının” mirasçıları şeriatçılar; İktidara geldiklerinde bu hayallerini “gerçekleştirmenin” sevdasına tutuldular!
Ama en büyük “zılgıtı da “hep efendileri ABD’den “yediler” ve ABD, her arzularını “kursaklarında” bırakmaya devam ediyor.
“II. Körfez savaşı “ öncesi, ABD’den Kuzey Irak’ı kendilerinin egemenliğine terk edilmesini istediler. ABD’nin bu isteklerini ret etmesi karşısında, ABD’ye rağmen, Iraklı Türkmenlere dayanarak, Kuzey Irak egemen olma girişimlerinde bulundular. Ama ABD’nin sert tepkisi karşında boğun eğmekten, seslerini kesmekten başka bir şey yapamadılar.
Türkiye’nin dinci gericilerinin; orta-doğunun yağmalanmasından bay kapmaktan geri durma diye bir niyetleri yok.
Bir dönem “düşman belledikleri” ,”aşiret ağaları” diye küçümsedikleri Iraklı Kürtlerle şimdi “can, ciğer dost”  oldular!
Ama zaman kayıp etmeden, Kürtlerle kurdukları  “kardeşliği”, Iraklı Şii’yi Araplara karşı düşmanlığa dönüştürmeğe çalışıyorlar.
ABD emperyalizmi, Irak’taki askerlerin büyük bölümünü geri çekmesi, yıllardan beri devam eden Kürtlerle, Araplar arasındaki petrol bölgelerine egemen olma çatışmasını yeniden kızıştırdı.
“Pusuda” bekleyen Tayyip hükümetine  “gün doğdu” .Hemen “yeni kardeşleri” Kürtlerle birleşerek, Irak’ta iktidarda olan Şii Araplarla çatışmayı körükleyerek, devreye girdi.
 Bu politikayla sözde Irak’ı böleceklerdi ve Iraklı Kürtleri de “güçlü Türkiye’nin kanatları altına”  girmek zorunda kalacak!
Ama Türkiye’nin körüklediği Araplarla, Kürtler arasındaki çatışmanın savaşa dönüşme ihtimalinin doğa bileceğini gören ABD emperyalistleri, hemen devreye girdiler ve Türkiye’yi de bölgeden kovmak istiyorlar.
Irak’ta yine karşılarında ABD bulan Tayyip hükümeti, bu seferde Suriye’de patlak veren iç çatışmayı kızıştırılmasını gündemine aldı.
Yugoslavya’daki Sırplarla, Bosna-Hersek Müslümanları arasındaki çatışmayı kızıştırmanın bir benzerini şimdi de Suriye’de tezgâhlamak isteniliyor.
Tayyip hükümeti, Sırp saldırganlarının Bosnalı Müslümanlarına yönelik katliamlarına karşıymışlar gibi kopardıkların “yaygaranın” bir benzerini” Suriye için geçerli kılıp, Rusya’yı tekrar etkisiz hale getirebileceklerini zannetti.
Bunun için Suriyeli Sünni Arapları, ”iç savaş bahanesiyle”  Türkiye’ye sığınmalarını teşvik ettiler. Ve böylece Esat’ın zulmünden kaçan Suriyelilerin “mağdurluklarını” kullanıp,  Suriye’ye askeri müdahale edilmesinin kaçınılmaz olduğunu kanıtlayacaklardı!
Tabii ki Suriye’ye askeri müdahalenin “baş aktörü” Suriye’nin komşusu Türkiye olacaktı! Ve Böylece “yeni Osmanlılara” tekrar orta-doğunu kapıları ardına kadar açılacaktı!
Ne yazık böylesine hayaller içinde yaşayan dinciler, Türkiye’yi savaş macerası içine çekebilecek iktidar gücüne sahipler. Ve de hayallerini gerçekleştirmek için, savaş kışkırtıcılığı yaparak,  provokasyon üstüne provokasyon tezgahlamaktan çekinmiyorlar.
Ne ilginciyse, (Rusya’yı ikna ederek! )Suriye’deki Rusya’nın sadık müttefiki Esad’ın iktidarına son verebileceklerini düşüne bilmeleridir!
ABD’yi Iraktaki hükümeti desteklemekten vazgeçirmeğe ikna edebileceklerini zannettikleri gibi, Rusya’yı da Esat rejimini desteklemekten vazgeçirebileceklerini zannedebiliyorlar!
Türk-dincileri “dehşet adamladır”. “ecdatları” Osmanlılar gibi” çağ açıp, çağ” kapayacaklar!
Ama Türkiye’nin savaş kışkırtıcı politikasından, en fazla tedirgin olanların başında ABD ve Avrupa emperyalistleri geliyordu.
Türkiye’nin provokasyonları;  (blöfte olsa bile, yine) batılı emperyalistleri, Rusya ve Çin’le silahlı çatışmaya sürükleyerek 3. Dünya savaşının patlak vermesine  (uzak bir ihtimal de olsa) neden olabilecek potansiyeline sahipti.
Bunun için Türkiye’nin provokasyonları karşısın da, AB bağlı hükümetlerden ve ABD’den, yüksek sesle karşı çıkışların dile geldi. Ve “Türkiye  ateşle oynuyor” görüşleri durmadan saf ediliyordu.  
Nitekim çok geçmeden Rusya,  Türkiye’nin provokasyonu karşı  açık ve üstü kapalı tehditler savurmaya başladı.
Dinci hükümet, bu tehditler karşısında, boynun eğip, seslerini kestiler. Ve böylece “Esad demek, Rusya demek olduğunu” anlamış oldular!      
             Emperyalistler arası savaş gündemde değil.
Hali, hazırda emperyalistler arası savaşın gündemde olabilecek boyutlara tırmanmadığı somut bir gerçektir.
Bu rağmen “savaş çığırtkanlığı”  yapılmasının nedeni;  Suriye’deki iç savaşın direk emperyalistler arası savaşa dönüş bilme ihtimalini göz ardı etmeden ve Rusya’ya rağmen batılı emperyalistlerin (ve Türkiye gibi yardakçılarına dayanarak) Suriye’ye askeri müdahalede bulunmalarının kolay olmadığını anlamamaktan ötürüdür.(2)
Tayyip’in (niyeti olmasına rağmen) Suriye’ye saldırmaya çapı yetmez. Yaygara ve palavradan başka bir şeye yapmıyor.
Emperyalistler arası savaş gündem gelmesi sırasında işçi sınıfının ve emekçileri izleyeceği politik taktikleri Lenin;1914’lerde belirlemiştir.
Lenin’in parolası; emperyalistler arası savaşa kesinlikle karşı çıkıp, bu savaşı iç savaşa(yani burjuva iktidarına ve kapitalizme karşı savaşa ) dönüştürmedir.
Ve yine Lenin’in “ya devrimler emperyalistler arası savaşı önler veya emperyalistler arası savaş devrimlere yol açar” diyordu.
Günümüz kapitalist koşulların da,  da yine Lenin’in gericiler arası savaşa karşı görüşleri canlığının ve geçerliğini koruyor.
Ama reformistler yine 3 dünyacı görüşleriyle, sözde gündemdeki savaşa karşı çıkıyorlar!. “İran’a, Suriye yönelik savaşa karşıyız”  laflarıyla, gündeme gelmesi muhtemel savaşın gerici ve dünya pazarların yeniden paylaşımını amaçladığını göz ardı etmeğe çalışıyorlar.
Sanki İran’da, Suriye’de işçi ve emekçilerin iktidarı varmışçasına bu lafları edebiliyorlar.
Oysa İran, Türkiye gibi ülkeler ’de orta-doğu bölgesine egemen olma amacı güdüyorlar.  Ama  buna rağmen,  I. Emperyalist savaş sırasında, II. Enternasyonal’in revizyonistlerin bakış açısı  reformistlere yol gösteriyor.
 Aynen II. Enternasyonalin savaşını gerici karakterini göz ardı edip, kimin, kime saldıracağı ön plana çıkarıyorlar. Oysa önemli olan savaşın ve saldırını hangi sınıfın çıkarına tekabül edip, etmediğini tespit etmektir.
Sanki İran’ın molaları, Şii mezhep ‘in olanları hamisi kesilerek, bölgeye egemen olma amacını güden bir politika izlemiyorlarmış gibi! İran “tüyü pak” gösteriyorlar.
Sünni mezhebinden olanların hamisi olma amacını güden Türkiye’nin, Suudi-Arabistan, Mısır gibi rakipleri var olduğu halde, Şii mezhebinde olanların tek hamisi İran olabilir. Şii mezhebinden olanların hamisi olmaya çalışan, İran’a rakip olacak başka bir ülke dahi yoktur.
Suriye’ye karşı saldırıya gelince;  Rusya’ya saldırıyı göze almadan hiç kimse Suriye’ye saldırıyı göze alamaz. Zaten Rusya bunu açıkça dile getiriyor.
Bunun için esas sorun “İran’a, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı” değil, gericiler ve emperyalistler arası pazarların yeniden paylaşımıdır.
Reformistlerin yaptıkları sadece, Suriye’de ki savaşın gerici savaş olduğunu, bu savaşı devrimci iç savaşa dönüştürmek gerektiğini ve savaşan gericilerin her iki tarafının da hedef alınmasını zorunluğunu göz ardı etmedir.              
   
………………………………………………………………………………………………………………………………………….

(1) Bugün emperyalistlerin, şeriatçıları askeri “laik” diktatörlüklere tercih etmesinin nedeni şeriatçıların, kapitalizme karşı mücadeleye girişen ama sınıf bilincinden yoksul olan yığınları, din afyonuyla uyutarak,  hatırı sayılır yığınsal güç elde etmelerinden dolayıdır. Bu yığınsal güçlerine dayanarak;  kapitalizme karşı mücadeleyi gündemde çıkarabiliyorlar.
(2) Aynen  1974’ler den sonrası gibi, Maocu 3 dünyacı idealist görüşlere dört ele sarılıp, “iki süper güç arasında savaş patlak vereceğini” ileri sürerek “savaşa karşı mücadele” çağrılarıyla, devrimcileri, siyasi ve ideolojik olarak etkiliye bildikleri işçileri ve emekçileri, her gecen gün sömürüsünü durmadan yoğunlaştırmasına rağmen ekonomik krizin etkisinden sıyrılamayan burjuvaziye ve onu devletine karşı mücadeleden alıkoymaya çalışmanın  bir benzer şimdi tekrar  “sahneye koyulmak” isteniliyor.
Ve tabi ki o dönemdeki siyasi ve örgütsel gücü olmadan. Şimdiyse “savaşa karşı çığırtkanlıklarını ” sadece kendilerini duyabiliyor.. Facebook olmasa kendi seslerini  dahi duyuramayacaklar.            
  

       
  
    

  
        
  

   

    



  
 
      



 
     
     
         
   ……………………………………………………………………………………………………………………………………………
(1) Amerikan emperyalistleri, Vietnam savaşını kayıp edip, askerlerini Vietnam’dan çektiği sırada, tüm işbirlikçilerini Amerika’ya götürdü.
Ama Afganistan’dan askerlerini çeken Gorbaçov çetesi, şeriatçı katillere, komünistlikle hiç ilişkileri olmayan fakat  “komünistler” diye adlandırılan işbirlikçilerini, (batılı emperyalistlere yaranmak ve onlarla artık “dost olduklarını” kanıtlamak için) teslim ettiler.
Şeriatçı katiller sürüsü, bunları “komünizme karşı zaferlerinin” simgesi olarak şenlikler içinde idam ettiler.
(2)2000 yılında yapılan devlet başkanlığı seçimde büyük bir oy farkıyla Putin, “halkın seçtiği” devlet başkanı oldu.