19 Temmuz 2007

Türkiye'deki seçımlerde ızlenen taktikler

TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMLERDE İZLENEN TAKTİKLER

Marksizm’e göre, esas olarak burjuva parlamenter sistem içinde yapılan seçimler, işçi ve emekçi yığınları aldatmayı amaçlayan burjuvazinin siyasi manevrasından öte bir anlama ifade etmez.

Burjuva parlamenter sistemin bu niteliğine rağmen, işçi sınıfı ve emekçiler için burjuvazinin seçim showundan yararlanmak gereklidir. Bu vesile ile işçi sınıfını burjuvazinin ideolojik ve siyasi etkisinden kurtarmak, bağımsız sınıf örgütlülüğünü oluşturmak veya güçlendirmek amacıyla burjuvazinin seçimlerine katılınır.

Burjuva demokratik seçimleri, işçi sınıfı partisi için gerçeklerin işçi ve emekçi kitlelere açıklamanın bir aracı olmasının yanı sıra ve özelikle, işçi sınıfı partisinin siyasi, ideolojik, örgütsel gücünün ne düzeyde olduğunun tespitine de yarar. Bundan öte burjuva demokratik seçimlerinden, iktidar için ümit beslemek “gerçeklere gözlerini kapamayı” kendi sınıfsal çıkarları için vazgeçilmez bir görev addeden “sosyalist” kisveye bürünmüş revizyonistlerin işi olsa gerek.

Türkiye’deki seçimler de, kapitalizmin gerçek yüzünü açığa çıkaran neo-liberal politikaların daha da su yüzüne çıkardığı yoksulluğun, işsizliğin, çaresizliğin tüm dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde yapılıyor.

Alman devlet istatistik dairesinin yaptığı araştırmalara göre, Almanya’nın nüfusunun %13’ü yoksulluk sınırında yaşıyor. 10,6 milyon “vatandaş” aldığı ücretle yaşamını sürdüremediği için devletten yardım alıyor. 4,6 milyon çalışan insanın brüt saat ücreti 7,5 €’nun altındadır. 1,5 milyon çalışanın ücreti ise 5 €’nun altındadır. 3 milyon işçinin eline ayda 940 €’dan dan az para (1) geçiyor.

Burjuvazi, daha fazla ucuz iş gücü elde etmek için bilinçli bir tarzda durmadan işsizliği artırarak çalışanları en düşük ücretle çalışmaya zorluyor. Bunu gerçekleştirmenin en temel yöntemlerinden biri de taşeron firmalardan işçi kiralamadır. Böylece sendika, toplu sözleşme, grev hakları olmayan işçi tabakası oluşturuluyor ve giderek de bu işçilerin, çalışanların çoğunluğunun yerini almasını amaçlayan bir politika izleniyor.

Tüm iş kollarına kiralık işçiler yerleştirilirken, sendika, toplu sözleşme, grev hakkına sahip olan işçilerin sayısı azaltılıyor ve geri kalan işçiler de daha yüksek ücret alan imtiyazlı işçiler konumuna getiriliyor. Sendika bürokratları, sadece bu işçilerin ekonomik hakları için sözde mücadele ederek, yerlerini daha da sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar.

Burjuvazi, dinsel, ulusal, yerli, yabancı, kadın, erkek, işçi, işsiz ayrımlarını kullanarak işçileri bölme girişimine, şimdi fabrika işçileri, taşeron işçileri ayrımını devreye sokarak işçilerin kendisine karşı birleşerek mücadele etmelerinin önünü kesmeye çalışıyor.

Bir dönem, Batı Avrupa burjuvalarının siyasi partileri ve bürokrat sendikacılar, artı-değer sömürü oranını artırmanın bir yolu olan burjuvazinin işsizliği çoğaltma girişimlerinin gerçek nedenlerini ört pas etmek için “kaçak işçi çalıştırılıyor, bunun için işsizlik artıyor” bahanesinin arkasına gizleniyorlardı.

İş-gücünün fiyatını en asgari düzeye indirerek, ”kaçak işçi sorunun” sözde çözen burjuva hükümetleri, kaçak işçi statüsünün yerine köle işçi statüsünü ikame ettiler. Şimdi artık burjuvazi kaçak işçi çalıştırmıyor! Doğu-Avrupa ve “3. dünya ülkeleri” diye isimlendirilen ülkelerden getirdikleri işçileri, karın tokluğuna, baraka evlerde barındırarak, günde 13 saatten kadar çalıştırıyorlar, hem de saat ücreti 1 €’dan! (2)

Şimdi, kapitalizm’in yeni bir ekonomik krizi gündemde, ABD’de başlayan ekonomik durgunluk, AB’yi de derinden etkilemeye başladı. Son günlerde Avrupa merkez bankasının faizleri yükseltmesine, Avrupa’da da başlayan üretimdeki durgunluğun neden olduğu, bizzat Avrupa merkez bankasının başkanı tarafından basına açıklanıyordu.

Burjuvazi her zaman olduğu gibi, krizle birlikte kar oranlarında düşüşlerin ortaya çıkacağını hesaplayarak, yatırımlarını ranta doğru kaydırıyor. Böylece, bir yanda işsizlik daha da artarken, diğer yanda (paranın değeri düşmesi sonucu), işçi ve emekçilerin satın alma gücü yine daha aşağıya çekiliyor. (3)

Bugün, kapitalizmin (dünyanın dört bir tarafında) yeniden ve daha güçlü bir tarzda sorgulanmaya başlandığının farkına varan burjuvazi, kapitalist sisteme karşı başkaldırıları ve ayaklanmaları bastırmak ve ezmek için devletinin güçlerini yeniden örgütleyerek devreye sokuyor. Kitlesel mücadeleleri ezmek amacıyla özel polis komando birlikleri kuruyor.

Burjuvazi, bir yandan milyonlarca insanı yoksulluğun ve sefaletin içine itiyor, diğer taraftan bu yoksulluğa, sefalete karşı isyan edilmesini “haksız ve kanunsuz eylemler“ olarak nitelendirmekten geri durmuyor. Kapitalistler, insanları açlığa mahkûm edecek, ama ona karşı hiç ses çıkarılmayacak! Çıkarıldığında da, devlet güçleri en acımasızca saldırıya geçecek! (4)

Burjuvazi, burjuva demokrasisinin bir diktatörlük biçimi olduğunu inkâr eden ve işçi emekçi kitlelerine sadece burjuva demokrasisi için mücadele etmesi gerektiğini vaaz eden “sosyalist” kisveli revizyonistlere de gerçeğin ne olduğunu gösteriyor.

Türkiye’ye Gelince

Türkiye, kapitalist sömürünün en acımasızca cereyan ettiği ülkelerin başında yer almasına rağmen, ısrarla kapitalizmi hedef almayan “sosyalist hareket” (siyasi bir etkisi olmamasına rağmen) varlığını sürdürüyor. Bu şekilde bir “sosyalist hareketin” varlığının temel nedeni, proletaryayla burjuvazi arasında yer alan güçlü bir orta tabakanın mevcut olmasıdır. Tekelci kapitalizmin (ve dolayısıyla tekelci burjuvazinin) baskısı sonucu sınıfsal varlığını kaybetmekle yüz yüze kalan mülk sahibi orta ve küçük burjuvalar, yaşamlarını sürdürmek amacıyla siyaset sahnesine “sosyalist“ kisveye bürünerek çıkıp, sözde tekelci kapitalizm’e karşı savaş açıyorlar! Ve kapitalizm’den soyutlanan sözde anti-emperyalist mücadeleyi gündeme getirmelerinin nedeni de budur.

Özel mülkiyetten (ki kapitalist devlet mülkiyeti de son tahlilde özel mülkiyettir) dolayısıyla insanın, insan tarafından sömürülmesinden yana olan küçük burjuva ve burjuva sosyalistleri, üretici güçlerin gelişmesi ile ortaya çıkan kapitalist toplumdaki evrimsel değişiklere karşı çıkarak, tarihsel olarak gerici bir konuma düşmekten çekinmezler. Bir yandan, kendilerine “sosyalist” hata “Marksist” ad takmaktalar, diğer yandan toplumsal gelişmeye karşı çıkan faşistler ile şeriatçılarla aynı siyasi ve ideolojik görüşleri paylaşıp, bu görüşlerin yayılmasına çalışırlar.

Kapitalizm koşullarında üretici güçlerin gelişmesi sonucu, ulusalcılığın aşılıp, uluslararasılığın doğmasına “ulusal devletlerin” yerini uluslararası örgütlerin almasına karşı çıkan küçük burjuva ve burjuva sosyalistlerin, ulusalcılığa ve “ulusal devlete” dört elle sarılmalarının nedeni, ulusalcılığı ve “ulusal devleti”,özel mülkiyetlerinin (dolayısıyla sömürülerinin) yaşamasının garantisi olarak görmelerinden dolayıdır ve bunun için de “ulusal devletin” zayıflatılmasını istemiyorlar.

Bugün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de burjuvazinin neo-liberal ekonomik ve siyasi saldırıları sonucu kırlardan, şehirlere doğru hızlı bir göç yaşanıyor. İlk kez dünya nüfusunun % 50’sinin üzerinde yer alan insanlar şehirlerde yaşamaya başladı ve bu süreç giderek gelişiyor. (5)

Kapitalist gelişme, kırları boşaltıp şehirleşmeyi güçlendiriyor, iş-gücünü satmaktan başka hiç bir şeyleri olmayan insanların sayısının çoğalmasına neden oluyor.

Küçük mülkiyetini kayıp eden, üretim araçlarından arınan insanlar proleterleşir. Kapitalizm, kırları boşaltarak, şehirlerin varoşlarında, yoksul, aç, çaresiz, baraka evlerde (gecekonduda) yaşayan insanları topluyor ve bu insanlar iş-güçlerini her an en ucuz tarzda satmak için hazır ve nazır bir şekilde bekliyorlar ve bunlar aynı zamanda da kapitalizm’in mezar kazıcıları olarak da çoğalıp, hazırlanıyorlar.

Günümüz dünyasında, bir yandan giderek daha da azınlığa tekabül eden burjuvalar durmadan zenginleşirlerken, yoksulların sayısı çığ gibi büyüyor. Yoksullaşma, gelişmiş sanayi ülkeler dahi olmak üzere, tüm dünya kapitalist ülkelerinde baş sorun durumdadır.

Bu gelişmeyi göz ardı etmek amacıyla, burjuva sosyalistleri, emperyalist-kapitalizm’e karşı “ulusal kapitalizm’i” alternatif bir ekonomik sistem olarak öne sürmekteler. Ve böylece, işçi ve yoksul emekçileri aldatmaktalar. Kapitalizm, doğası gereği uluslararası bir ekonomik sistem olduğu halde emperyalist-kapitalist sisteme karşı, “ulusal kapitalizm’i” veya “ulusal ekonomi” oluşturarak sözde bağımsızlığın sağlanacağını ileri süren görüşler yalandır ve demagojiden öte hiç bir şey ifade etmiyor. Çünkü kapitalizm hiç bir zaman ulusal karakterde olmaz ve olmasına da imkân yok.

Burjuvazi, feodal parçalanmışlığa karşı, (kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucu) bir pazar etrafında merkezi ulusal devletin ulusallığının yeniden gündeme getirilmesinin, ulusallığı (yani milliyetçiliği) bayrak edinmesinin nedeni, esas olarak kapitalizmin ulusal nitelikte bir ekonomik sistem olmasından ötürü değil. Burjuvazi, içte sınıf farklılıkların sonucu ortaya çıkan sınıf mücadelesini ezmek ve ört pas etmek ve dışta siyasi yayılmacılıkla yeni pazarla elde etmek amacıyla, uluslaşma döneminde ortaya çıkan ulusallığı devamlı kullanır. Sınıflar üstülüğü öne sürerek maddi temeli ortadan kalmış olan “ulusal birliği” savunmaya devam eder.

Bugünlerde, uluslararası kapitalizmin ana üslerinden biri ve AB gibi uluslararası oluşumun temel direği olduğu öne sürülen Almanya’da, burjuvazi, neo-liberal politikalar sonucu sınıf çatışmalarının gündeme gelmesi, kapitalizm’e karşı sosyalizm’in tekrar alternatif bir sistem olarak öne sürülmesi karşısında hemen “ulusalcılığı” ve “Almanların ulusal birliğini “ ön plana getirip yoğun bir propagandaya girişiyor ve hem de ırkçı ulusalcı Hitlerin yaşadığı, derin izler bıraktığı, bu derin izlerin üzerinde yeşeren neo-Nazizm’in güçlenmeye başladığı bir ülkede, burjuvazinin FDP, CDU, CSU gibi partileri ulusalcılığı gündemlerine alıp, yoğun propaganda kampanyaları başlatabiliyorlar. Fransa’da devlet başkanı olan Sarkozy’nin de “ulusalcılığı” kullanmak amacıyla yola çıktığını herkes biliyor. Şimdi, Fransa ve Almanya “emperyalistlerin sömürgesi ülkeler“den midir ki, ulusalcılık buralarda da gündeme geliyor?..

Ulusalcılığın (milliyetçiliğin) esas hedefi, işçi sınıfı ve sosyalizm’dir. Sözde anti-emperyalistlikle, milliyetçiliğin yumuşatılmış biçimi olan yurt-severlik laflarıyla gerçeklerin üstü örtülemez. Kapitalizm enternasyonal bir sistemdir. Bunun için, kapitalizm’in kaçınılmaz alternatifi olan sosyalizm’in de enternasyonal bir sistem olması zorunludur. Dolayısıyla, işçi sınıfı ulusal değil, enternasyonal bir sınıftır. Yurt-severlik kisvesine bürünen ulusalcılığın (milliyetçiliğin) enternasyonalizm’le çelişmediği iddiası bir burjuva yalandır. İşçi sınıfının vatanı (yurdu) yoktur. Yurdu olmayan bir sınıf yurt-sever olamaz.

Ama Türkiye’deki 22 Temmuz seçimleri vesilesi ile propagandalarını yoğunlaştıran ve seçimlere katılan, kendine “sosyalist” ismi takan partilerin hiçbirisi proleter sosyalizm’i savunmuyorlar, daha doğrusu bunlar, emperyalizm’den “bağımsız ulusal kapitalizm”i oluşturma sevdasına tutulmuş burjuva sosyalistleridir. (6)

Sovyetlerin dağılmasından sonra burjuvazi, Marksizm’i karalamak için büyük bir kampanya başlatmıştı.

Neo-liberal ekonomik politikalar sayesinde kapitalizmin iç yüzünün tüm çıplaklığıyla tekrar açığa çıkmasıyla, burjuvazinin bu anti-Marksist kampanyasının etkisi kaybetmesine yol açıyor, özellikle Latin-Amerika’daki gelişmeler ve “21 yüzyıl sosyalizmi” konusundaki tartışmalar, “Marks yanılmıştı” gibi burjuva safsataları yerle bir ediyor.

Ama Türkiye hariç, çünkü Türkiye de gerçek Marksizm, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin mücadelesinde egemen ideolojik, siyasi ve örgütsel bir güç haline gelemedi, gelmesi için yapılan her teşebbüs, “sosyalizm” kisvesine bürünmüş Kemalist milliyetçilik tarafından etkisiz hale getirildi.

12 Eylül faşizminin Türkiye sosyalist ve devrimci hareketine indirdiği darbe, Sovyetlerin dağılmasıyla da birleşerek, anti-Marksizm’in etkilerinin çok büyük boyutlara tırmandığı, son seçimleri vesilesi ile ve de generallerin cumhurbaşkanı seçimleri sırasında milyonlarca insanı sokağa dökerek gövde gösterisi yapmalarıyla belirginliğe kavuşmuştur.

Doğu Perinçek’in Zırvaları

Bunun için Doğu Perinçek, Kemalist milliyetçiliğin bayrağını, kendisi gibi düşünen “sosyalistlere” kaptırmamak amacıyla çok açık ve fütursuzca davranıyor.

Ve “emek-sermaye çelişkisi kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisidir; kapitalizm, emeğin sermaye tarafından sömürülmesi temeline dayanır. Bu temel çelişki emek lehine çözülmeden insanın kurtuluşu da, özgürlüğü de mümkün değildir. Hiç kuşku yok ki kapitalizm son iki yüz yılda çeşitli evrelerden geçmiş, onarılmış, ehlileşmiştir. Ama özü değişmemiştir; temel çelişkisi. Bu çelişkiyi eninde sonunda gene çalışan sınıflar çözeceklerdir. Buna inanmak sosyalistliğin ilk adımıdır, 'ciddi anlamda' solculuğun da...” ileri süren bu görüşlere artık rahatlıkla itiraz edebiliyor.

Marks tarafından formüle edilen kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi ve buradan giderek sosyalist devrimlere ulaşmak, maalesef hayat tarafından doğrulanmayan 19. yüzyıl kuramıdır. 1917 Sovyet devrimi sonrasında Troçkistler, en gelişmiş işçi sınıfına (doğal olarak sermaye sınıfına) sahip batı Avrupa ve ABD'de devrim hayal ettiler, ama bu ülkelerdeki işçi sınıfı devrim yapmadığı gibi o ülkelerin komünist partileri 2. Enternasyonal’den çekilerek sosyal demokrat oldular. Zira batılı gelişmiş kapitalist ülkeler, artık emperyalist olduklarından işçi sınıfı da sömürgelerden, savaşlardan gelen rantı paylaşmaktalar.” (Do. Per)

Doğu Perinçek, bu burjuva görüşlerini doğrulamak için hilelere başvuruyor. Ama o, “emek sermaye çelişkisi belirleyici değil“ görüşlerini en keskin “sosyalist“ olduğu 1969’larda “Türkiye’de işçi sınıfının devrimde önderlik etmesinin objektif koşulları yoktur” diyerek açıklıyordu; dolayısıyla, onun bu görüşleri yeni değil.

Bugün Doğu Perinçek’in ileri sürdüğü anti-Marksist düşüncelerin hiç birisini ilk kez duymuyoruz. O “sosyalist harekete” katıldığı dönemden itibaren Marksizm’le işçi sınıfı hareketinin kaynaşmamasını sağlamayı kendine baş görev edinmiş bir burjuvadır. Bunun için Maoculuğa dört elle sarılmıştı, köylü devrimini “sosyalist devrim” diye yutturmaya çalışıyordu. Şimdi, anti-Marksist olduğunu gizlemeğe gerek görmediği için gerçekleri itiraf ederek, “Çin devrimi sosyalist değil, MDD idi” diyebiliyor.

Marks “tarafından formüle edilen kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi ve buradan giderek sosyalist devrimlere ulaşmak, maalesef hayat tarafından doğrulanmayan 19. yüzyıl kuramıdır” lafları yine, ilk kez Doğu Perinçek tayfası tarafında dile getirilmiyor. Bu laflar, faşistlerin, burjuvazinin anti-komünist gericilerin, sosyal-demokratların ağızlarından düşürmedikleri bir sakızdı.

Doğu Perinçek ve tayfasının Türkiye’nin gündemine taşıdıkları bu düşünceler, yıllardan beri Marksistler ile burjuva reformistler arasında tartışılan konulardır. Marksizm, kapitalist sömürünün yarattığı yoksulluğun ve işsizliğin, emekçilerin özel mülkiyetten ve üretim araçlarından arınmalarının, emekçilerin ellerindeki iş-gücünü meta olarak satmalarından başka bir “gelirinin” kalmamasının, daha doğrusu, iş-gücünün meta haline gelmesinin, kapitalist üretimi gerçekleşme niteliğinde doğduğunu ileri sürerken, reformist burjuvalar ise yoksullaşmanın kapitalist üretimden değil, ortaya çıkan artı-değerin tüketim bölümünün “adaletli“ dağıtılmamasından dolayı meydana geldiğini iddia ederek, sosyalizme karşı “sosyal-adalet” ve eşitlilik talebini öne sürmektelerdi. Ve devletin ekonomiye müdahalesi ile sosyal-adaleti sağlayacak, bir ekonomi-politika izlemesini talep ediyorlardı.

Reformistlerin bu görüşleri doğrultusunda, işçi sınıfı mücadelesi karşısında, özellikle Ekim Devrimi sonrası burjuvazinin, kapitalizmi yaşatmak amacıyla sömürgelerde elde ettikleri karlarının ve rantların küçük bir bölümünü işçi ve emekçi sınıflara dağıttığı, “sosyal-devleti” gerçekleştirdiği bir vakadır. Burada, kapitalist üretimin gerçekleşme niteliğinden herhangi bir değişikliğin ortaya çıkmadığı açıktır.

Tekelci burjuvazi istemeden, ama sosyalizm karşısında kapitalist sistemi savunmanın zorunluluğundan ötürü kabul ettiği, (9) bu ekonomik-politikanın uygulanması, emek-sermaye çelişkisini kapitalist toplumun temel çelişkisi olmaktan çıkaramadı ve çıkaramazdı; çünkü ”sosyal devlet” kapitalist ekonomi tarafından yaratılan bir üst yapı kurumu değildi, tam tersine kapitalist üretimin gerçekleşmesinde etkisi olmayan tamamen ferdi tüketim maddelerinin paylaşılmasına yönelik olarak, siyasetin kapitalist ekonomiye müdahalesidir.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvazi, bir yandan iş-gücünün yarattığı artı-değeri elde ederek, yoksulluğu, işsizliği artırdığı, karını ve sermayesini durmadan büyüttüğü sırada, devlet devreye girerek, sömürgelerden elde edilen aşırı kar ve rantlar sayesinde kapitalizmin yarattığı yoksulluğu gidermeğe, sefaletin önüne geçmeğe çalışıyordu.

Sosyal-devletin maddi bir temele dayanmadığının en belirleyici kanıtı, aşırı üretimin kapitalizmi ekonomik krize sokmasıyla ortaya çıkan manzaradır. Birdenbire çöken ekonomi karşısında burjuvazi, sömürgelerden elde edilen karlardan pay dağıtarak çığ gibi büyüyen yoksulluğun ve işsizliğin önüne geçemedi ve geçemezdi de.

Günümüzde ise artık bunların tartışılmasının dahi bir anlamı yok; çünkü Sovyetler’de Stalin’den sonra başlatılan kapitalizme geriye dönüşün Sovyetler’in dağılmasıyla sonuçlanması, burjuvaziyi rahatlattı ve sosyalizme karşı kapitalizmi savunma politikasını terk ederek neo-liberal dönemi başlattı.

Burjuvazi şimdi artık, “sömürgelerden elde ettiği aşırı kar”larında işçi ve emekçilere pay vermeyerek, sosyal devleti tasfiye ediyor. “Refah toplumuna geçildi, artık proleter sınıf kalmadı, şimdi çalışanlar var“ görüşlerinin burjuvazinin göz boyama operasyonlarından başka bir şey ifade etmediği, neo-liberal dönemle birlikte açığa çıkıyor.

Devletin ekonomiye müdahale etmeyi terk edilmesiyle artık, kapitalizmin gerçek yüzü gizletilemiyor. Yukarda da vurgulandığı gibi batı Avrupa ülkelerinde yoksullaşma giderek artıyor ve Türkiye gibi ülkelerle, Avrupa ülkelerinin arasında yoksullaşmanın farkı kapanıyor. Yani, “Avrupa’da işçiler sosyalizm için mücadele edemezler, sömürüden pay alan imtiyazlı sınıf haline gelmişlerdir” iddiaları, neo-liberal dönemle birlikte yerle bir oluyor. (10)

Avrupa burjuvazisinin artan yoksullaşma ile birlikte “Marks doğru söylüyordu, Marks’ın hayaleti gökyüzünde dolaşmaya başladı” dediği bir dönemde, Doğu Perinçek tayfası ayrı telden çalıyor. Dünyada olup bitenlerden bile haberleri yok. Bunun için “Marks’ın görüşleri doğru çıkmadı, bunlar 19. yüzyıl kuramları idi” gibi zırva görüşleri Türkiye’de piyasaya sürebiliyorlar.

Türkiye gibi sömürgeleri olmayan dolayısıyla gelişmiş sanayi ülkesi haline gelmeyen ülkelerde, yoksulluğun ve işsizliğin, sefaletin çaresizliğin nedeninin kapitalist üretimin gerçekleşmesinin niteliğinden doğmadığını ileri süren revizyonist ve reformistler, tüketimde eşitliğin yani “sosyal-adaletin” sağlanamamasının nedeni olarak “dış güçlerin” yani emperyalistlerin sömürüsünü gösteriyorlar ve dolayısıyla “emperyalizme karşı ulusal kapitalizm“ parolasına dört elle sarılıyorlar.

Oysa bu revizyonist ve reformistlerin “emperyalist sömürü olmasa idi kapitalizm şartlarında, yoksulluk olmazdı” lafları yalandır; çünkü emperyalist sömürünün de esas kaynağı kapitalizmdir. Durmadan vurguladığı gibi zaten tekelci kapitalizm, kapitalizmin doğal bir uzantısıdır.

Bir an için Türkiye’nin emperyalist ülkeler tarafından sömürülmediğini farz etsek bile, kapitalizmin ekonomik kanunları gereği, kapitalizmin, büyümesi ve gelişmesi, ancak sömürünün yoğunlaşmasıyla, yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin artmasıyla, tarım ekonomisinin sanayiye bağımlı hale gelerek kırların boşalmasıyla mümkündür.

İlk sanayi kapitalist ülke İngiltere idi. Ve İngiltere emperyalistler tarafından sömürülen bir ülke de değildi.

Engels “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” isimli yapıtında, kapitalizmin gelişmesiyle İngiliz işçilerini ve emekçilerini nasıl sefalet içinde yaşattıklarını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Doğu Perinçek’in “19. yüzyıl kuramı” dediği bu İngiliz kapitalizminin analiz edilmesi ile şekillenen Marksist ekonomi-politikadır.

Burjuvazi buna “vahşi kapitalizm” ismini takmıştı. Şimdi “eski Maocu”, burjuvazinin diğer kesimleri gibi, “refah toplumu”, “sosyal-devlet” oluştu, “vahşi kapitalizm” geride kaldı görüşlerine katılarak, emek sermaye çelişkisinin belirleyici olmaktan çıktığı öne sürebiliyor. Bunun için kapitalizmin hedef alınmaması arzusuyla yanıp tutuşuyor. Aslında bu “PDA”lı (7) burjuvalar “elveda proletarya“ görüşlerini tekrar edip duruyorlar.

Marks'ın yeterince öngöremediği bu emperyalizm olgusunu, neredeyse eşzamanlı olarak, Sovyetler Birliği'nde Lenin emperyalizm teorisini kurarak, Türkiye'de ise devrimci önderimiz Mustafa Kemal hayatın pratiğinden "artık temel çelişkinin emek, sermaye arasında değil, emperyalizm ile mazlum milletler arasında olacağını" belirtmişlerdir.” (Do. Per.)

Her şeyden önce, sömürgecilik (kolonyalizm) emperyalizm dönemiyle ortaya çıkan bir olgu değil. Kolonyalistleşme, 15. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın sonuna kadar devam ettiği ve yerini yeni sömürgeciliğe (yeni kolonyalizme) bıraktığı biliniyor. Kapitalist-emperyalizmi, sömürge bölgelerin paylaşılmasına değil, sömürgelerin yeniden paylaşılması dönemine tekabül eder.

Lenin, hiç bir eserinde tekelci kapitalizmin (emperyalizmin), kapitalizm ile nitelik farkı olduğunu ifade etmedi. Aksine kapitalizmin, tekelci kapitalizm dönemine girmesini Marks’ın görüşlerinin doğrulanması olarak izah etti.

Bırakın Lenin’i, dünya kapitalizminin globalleşmesinin günümüzdeki boyutlara erişmesi sonucu, burjuvazinin en önde gelen yazarları dahi, Marks’ın görüşlerinin doğru çıktığını kabul ediği bir dönemde, Kemalist milliyetçi Doğu Perinçek, tam tersini Marks’ı karalamanın sevdasına tutulmuş ve anti-Marks kampanyaya açıktan katılıyor.

Lenin’in, “emperyalizm teorisinin ”temel çelişkinin, emek-sermaye arasında değil de, emperyalizm ile mazlum milletler arasında olduğunu” tespit ettiği iddiası ise Kemalist milliyetçilerin uydurduğu bir yalandır. (11)

Troçkislerin, en gelişmiş kapitalist ülkelerde proletarya devrim beklediği bununda gerçekleşmediği iddiaları da gerçeği ifade etmiyor. Gelişmiş sanayi ülkelerinde sosyalist devrimin başlayacağı tezi, Troçki’nin değil Marks’ın idi.

Gelişmiş, kapitalist ülkelerde “sosyalist devrimin gerçekleşmeyeceği“ görüşleri Maocuların Buharin’den adapte ettikleri bir saçmalıktır. Stalin’in, Buharin’e, “en yoksul sınıflara göre devrimci sınıf tespiti yapılsa idi, en yoksul Afrika halkları en devrimci sınıf olurlardı” dediği bilinmektedir. (8) Çünkü işçi sınıfının devrimciliğini yoksulluğu değil, sosyal üretimi gerçekleştirme özelliği belirler.

Burjuvazinin “sosyal-adaleti” sağlama girişimleri, tekelci kapitalist dönemle birlikte ortaya çıkan bir burjuva politikası olmadığı gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki uygulamalarla da sınırlı değil.

Türkiye gibi ülkelerde dahi kapitalist gelişme sonucu burjuvazi, işçi sınıfını bölmek amacıyla işçilerin azınlık kesimini imtiyazlı bir tabaka haline getirebiliyor.

12 Eylül sonrası generallerin hazırladığı ve şimdiye kadar bir satırının dahi değiştirilmediği sendika, grev ve toplu sözleşme yasası bu amaç için yürürlüğe konuldu. 10 milyonun üzerinde işçinin sadece azınlık bir kesimine ekonomik haklar tanınarak imtiyazlı işçi tabakası oluşturuldu.

Doğu Perinçek başta olmak üzere hiç kimsenin buna bir itirazı yoktur. Nasıl olsun ki, bugün Türkiye’nin Çin’i örnek almasını isteniliyor. Oysa Çin, bugün dünyada en ucuz iş gücüne sahip ülkelerin başında yer alıyor. Bunun için uluslararası tekeller Çin’e koşuyor.

Deng Xiao Ping “önemli olanın kedini siyah veya beyaz olması değil fareyi avlamasıdır” dememiş miydi?!! Şimdi uluslararası “kediler” Çin’de “fare” avlıyor. En büyük aşırı karlarını, ucuz iş-gücünün varlığı sayesinde Çin’den sağlıyorlar.

Çinli işçilerin dramı burjuva gazetelerinin bol bol malzemesi oluyor. Hiçbir ekonomik ve sosyal hakları olmayan Çinli işçiler, artık köle statüsü ile çalıştırılıyorlar. 10 binlerce (hatta milyonlarca) köle işçiyi “kurtarmak“ Çin polisinin görevlerin başında geliyor.

Tüm bunları göz ardı eden Kemalist milliyetçi Doğu Perinçek, uluslararası tekellerin en elverişli sömürü alan Çin’in, AB’ne ve ABD’ye kafa tuttuğunun propagandasını yapıyor ve Çin’i “anti-emperyalizmin“ kalesi olarak göstermeye yelteniyor.

Nitekim hayat, Marks'ı değil, Lenin ve Mustafa Kemal'i doğrulamış, 20. yüzyılda tüm devrimler emperyalizme karşı verilen vatan savunmasında olmuştur. Bu mazlum milletlerde devrimleri tek başına veya önder olarak işçi sınıfı yapmamış, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine karşı verilen savaş bir antiemperyalist cephe tarafından başarılmıştır. Türk, Çin, Vietnam, Küba, hatta Rus devrimleri bunun en önemli kanıtlarıdır”. (Do. Per.)

Türk, Çin ve Vietnam devrimlerinin “vatan savunması” emperyalist-kapitalist sistemle kaynaşmanın ifadesinden öte başka bir gerçeği yansıtmıyor.

Küba ve “Rus” devriminin ise dış işgal güçlerine karşı değil, iç gerici burjuvaziye karşı gerçekleştiğini ise hiç kimse inkâr edemez ve buralarda “vatan savunması“ yok.

Vatan savunması” burjuvazinin alanı içine girdiği için, adı geçen ülkeler ”devrim” sırasında ve hemen sonrası emperyalist kapitalist sistemin kopmaz parçaları haline geldiler.

Başka yazılarımda da değindiğim gibi, Lenin, proletaryanın henüz ortaya çıkmadığı ve kapitalizm öncesi üretim tarzlarının egemenliği altında olan emperyalistlerin sömürgesi “mazlum” ülkelerin, feodal-burjuva sınıfların önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşlarını, dünya proleter devrimin bir parçası olarak görerek, sosyalist devletin yardımıyla, kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçmeyi öneriyordu.

Mustafa Kemal ise “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme” geçiş tezini reddeden ve kapitalist yolu tutan bir burjuvadır. “1924 İzmir İktisat Kongresi”nde alınan kararlar ile izlenen ekonomik-politika, kapitalizmi geliştirilmesinin esası üzerinde bina edilmiştir.

Şimdi Doğu Perinçek, “ABD ve AB bağımlığına” karşı Mustafa Kemal dönemindeki sözde ulusal kapitalizmi alternatif “ekonomik sistem” olarak öne sürüyor. Onun bu düşüncesi “sosyalist” geçilenler tarafından da hararetle savunuluyor.

Oysa Mustafa Kemal dönemindeki kapitalist ekonominin de uluslar arası kapitalizm ile sık bağları vardı. 1924 İzmir İktisat Kongresi’nin en temel görüşlerinden biri “yabancı sermaye”nin Türkiye’ye davet edilmesi ve geldiği zaman her türlü kolaylığı gösterileceğine dair vaatler idi.

Bunun için de işçi sınıfına hiçbir şekilde ekonomik ve sosyal haklar tanınmadı ve yoksul köylülüğü feodal bağımlıktan kurtarmak amacıyla en küçük bir adım dahi atılmadı. Bu uygulamaların bir diğer nedeni, “yabancı sermaye”nin gelmesi halinde ucuz iş gücü bulabilmesinin de ortamını hazırlamaktı.

Buna rağmen, 1950’lerde emperyalist-kapitalizm ile sosyalist ülkeler arasındaki çatışma esas çelişki haline gelinceye kadar, uluslararası tekelci sermaye istenen oranda Türkiye’ye gelmemiştir.

Çünkü emperyalist sermaye, yeraltı maddeleri bakımından dünyanın en fakir ülkelerinden bir olan, pazar için ekonominin gelişmediği, feodal, kapalı tarım ekonomisinin ve basit meta üretimini egemen olduğu, dolayısıyla pazar için üretimin alt yapısının bulunmadığı, (12) Türkiye’yi aşırı karlar gerçekleştirilecek bir alan olarak görmemişlerdi.

Bunun için de Mustafa Kemal döneminde kapitalist gelişme yavaş bir gelişme seyri izler ve sanayi işletmelerinin büyük bir bölümü Sovyetler tarafından inşa edilerek Türk hükümetine “hediye” edilir.

Mustafa Kemal, 1921’de, kapitalizmi geliştirmek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için liberal kapitalizm yanlısı Celal Bayar’ı iktisat bakanı yapar. 1924 yılında uluslararası bankaların da ortaklığıyla İş Bankası’nı kurdurtur. Bu ekonomik-politikanın amacı özel teşebbüsçü kapitalizmi geliştirmekti. Devlet işletmeleri, özel teşebbüsü geliştirmek ve onu teşvik etmek amacıyla organize edilmişti.

Mustafa Kemal,1937’de, bu ekonomik-politikasına uyum sağlamayan İsmet İnönü’yü başbakanlıktan atarak, Celal Bayar’ı başbakan yapmıştı.

1950’lerde, Sovyetlerin yanı başında olan, 2. emperyalist savaş sırasında, Sovyetlere karşı Nazi Almanyası’yla sıkı ilişki kuran, anti-komünizmi açıktan kendine bayrak edinen Türkiye, emperyalist-kapitalist ülkelerin gözdesi haline gelmişti.

1946 yılında batı kapitalizmi ile tam kaynaşmak için yola çıkan Türkiye, böylece Mustafa Kemal’in amacını da gerçekleştiriyordu.

Bunun için “1950” Demokrat Parti dönemi “karşı-devrimdir”, “Kemalizm’den sapmadır” görüşleri bir safsatadan öte hiç bir anlam ifade etmiyor.

1950 sonrası emperyalist sermayenin Türkiye’ye daha fazla girerek, kapitalizmi, önceki dönemlere göre daha hızlı bir tarzda geliştirmesi, Mustafa Kemal’in amacına ve arzusuna uygun ekonomi-politika idi.

Bu dönemden sonra, emperyalist sermayenin Türkiye’ye girişinin nedeni, Türkiye’nin emperyalist sermayenin aşırı kar sağlaması için daha uygun yatırım alanı haline gelmesi değil, emperyalist-kapitalist sistemle, sosyalist blok arasındaki çelişkinin keskinleşmesi sonucu, Türkiye’nin jeopolitik konumunun öneminin artması idi.

Bunun için emperyalistler Türkiye’yi dolara boğmuşlardı. Menderes Hükümeti, emperyalistlerden aldığı yardımları özel-teşebbüse ve pazar için üretimin alt yapısına harcayarak kapitalist ekonomiyi geliştirdi.

Adnan Menderes Hükümeti’nin geliştirdiği kapitalist ekonominin, “dışa bağımlığıyla”, kendinden önceki Kemalist iktidarların emperyalizm’le olan ekonomik bağımlılığı arasında esas ilişki açısından en küçük bir farklılık yoktu. Menderes dönemi sadece bir öncekinin geliştirilmiş biçimidir.

Bu realite gözlerden saklanmaya çalışılmaktadır. Oysa kapitalist ekonominin var olduğu her ülkede bu ekonomik bağımlılık doğaldır. Bunun dışında başka bir kapitalist içerikli ekonomik sistemin var olmasının maddi temeli yoktur.

Bunun tersini iddia edenler yalan söylüyor, objektif (yani insan iradesinin dışındaki maddi) gerçekleri inkâr ederek, işçi ve emekçileri kandırmaya çalışıyorlar. Günümüzde iki ekonomik sistem var, ya sosyalizm veya kapitalizm. Bundan başka “ara sistemler olarak” önerilenlerin tümü kapitalizmin bir biçimdir.

Lenin, Sovyetlerdeki, NEP döneminin, savaş komünizminden, kapitalizme zorunlu dönüş olduğu söylüyordu. Çünkü Çarlık Rusya’sından devir alınan ekonomi geri idi, devrimle birlikte milyonlarca köylü toprak sahibi yapılarak, kapitalist üretim ilişkilerini geliştirecek küçük tarım üreticilerinin sayısını çığ gibi büyütülmüştü. Bu koşullarda proletarya iktidarı ancak, kapitalist üretim ilişkilerine dayanarak üretici güçleri geliştirebilirdi. Bunun için Lenin, NEP’i, proletarya iktidarı altında kapitalizm olarak nitelendirmişti.

Ama NEP, sanayi işletmelerini kapsamıyordu, sanayi sosyalist işletmelere dönüştürülerek, kar ve pazar için üretim yapmasına son verilmişti.

Sanayi, halkın tüketim maddelerinin üretimine ve ekonomik kalkınmayı desteklemek amacına yönelik olarak planlanmıştı.

Yani NEP’in, kar için üretim yapan devlet ve özel teşebbüscü işletmelerin birliğini ifade eden “karma ekonomi” ile bir benzerliği yoktu.

Karma ekonomi” kapitalizmin ta kendisidir, ister devletin, isterse özel teşebbüsün elinde olsun, mülk edinme yine özeldir, yani üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki burada sona ermez, pazar ve kar için üretime devam edilir, hem özel teşebbüste ve hem de devlet işletmelerinde. Dolayısıyla burada işgücü meta olmaktan kurtulamaz.

Doğu Perinçek’in, TKP’nin ve onların bu görüşleri doğrultusunda hareket eden diğer “sosyalistlerin” gündeme getirdikleri “karma ekonomi” kapitalizmdir. Başka bir deyişle özelleştirmeler öncesi Türkiye kapitalizm’i. Buna, ABD ve AB’den “bağımsızlaşma“ programı adını veriyorlar!..

Şimdi, Türkiye, 24 Ocak 1980 öncesi gibi güllük, gülistanlık mıdır? Bu dönem allanıp, pullanıp, globalleşmenin ve neo-liberalizmin alternatifi olarak öne sürülüyor.

YAVUZ YILDIRIMTÜRK

Temmuz 2007

Devam edecek

************************************************************

(1) Türkiye’de yaşayan insanlarımız için, yukarda verdiğim rakamların yoksulluğun göstergesi olamayacağı izlenimi verebilir. €’nun Türkiye’deki değeriyle Almanya’daki değerini birbirine karıştırmamak gerekir. Almanya’da bir insanın, yoksulluk göstergesinin altında yaşamaması için, aylık gelirinin en asgari 1600 €’nun üstünde olması gerekir. Almanya’da, Sovyetler dağıldıktan sonra iş başına gelen burjuvazinin hükümetleri, iş-gücünü daha da ucuz hale getirme bir diğer yolu olarak ve de daha fazla rant elde etmek amacıyla, sosyal evlerin büyük bir bölümünü sattılar. Bugün Almanya’da 45 m² sobalı bir sosyal evin aylık kırası 400 €’nun üstündedir. Evin diğer yan giderleri de hesaba katıldığında bu evin kırası 500 €’ya kadar çıkar, 940 €’dan az ücret alan bekar bir kişinin ev kirasının dışında elinde 400 €’dan az bir para kalıyor. Almanya’da bir insanın, bu parayla geçinmesinin imkânının olmadığını herkes kabul ediyor. Diğer AB’ye üye ülkelere göre ise, Almanya yine en iyi durumda olan ülke konumundadır.

(2) Bu bahsettiğim yer, Alman burjuva gericiliğinin egemenlik kurduğu, Bayern’dır. Yıllardan beri buradaki CSU hükümeti, mevcut burjuva yasalarını hiçe sayarak kaçak işçi çalıştırmayı serbest bırakmıştı, özelikle tarımda. Şimdi artık sigortasız, sendikasız düşük ücretli işçi çalıştırmayı yeterli görmüyorlar. Köle işçi çalıştırılıyor. Çin’de, Brezilya da başlayan köle işçi çalıştırma, Batı Avrupa’ya doğru yayılıyor.

(3) Avrupa merkez bankası başkanı, aşırı üretim bulanımı nedeni ile paranın değerinin düşmesi sonucu, enflasyonun yükseldiği gerçeğini gizlemeye çalışmaktan geri durmadı. Her zaman olduğu gibi, işçilerin toplu sözleşmeler ile artan ücretlerinin, enflasyonun yükselmesine neden olduğunu iddia ediyordu. Ücret artışları, sözde arz ve talep arasındaki dengeyi bozmuş!.. Artan talep karşısında arz yetersiz hale geldiği için de, tüketim maddelerinin fiyatları artarak enflasyonu yükseltiyormuş! Bunun için faizleri yükseltmişler! Oysa Avrupa merkez bankası başkanı, faizlerin artmasının nedenlerinden biri olarak üretimde baş gösteren durgunluğu gösteriyordu. Peki, bir taraftan talep artarken, diğer taraftan üretim nasıl durgunlaşabilir. Burjuva ekonomistlerine göre, üretim harekete geçiren ferdi tüketimdir. Ücret artışları, ferdi tüketim maddelerine olan talebi artacağına göre, doğal olarak üretimin (yani arzın) artmasını kaçınılmaz kılar ve dolayısıyla şiddetlenen rekabet, fiyatların ve de enflasyonun düşmesine yol açar. Burjuvazi, ekonomik kriz dönemlerinde, ücretleri aşağıya çekerek karlarını garanti altına almak amacıyla, enflasyon artışına, ücretlerin yükseltilmesinin yol açtığı yalanına başvurmaktan geri durmaz.

(4) Burada değindiğim olaylar, burjuva demokrasini överek yere göğe sığdırmayan Alman burjuvazisinin son G8 toplantısında izlediği politikayla ortaya çıktı. Alman hükümeti, G8 toplantısın protestolarını etkisiz hale getirmek, kapitalizme karşı başkaldıranların başını ezeceklerini göstermek amacıyla aylar önceden harekete geçti. Kendince ve keyfi bir tarzda “olay çıkaracak olan militanlar” diye tespit ettikleri 50’yi aşkın kişinin gece yarısı evlerinin bastı ve hiç sebep yok iken gözaltına alarak acımasızca dövdü. Sözde “hukukun koruması altında olduğu söylenen” mektupların gizliliği hiçe sayıldı, 10 bin mektubu açan gizli polis komisyonu kuruldu. Ve yine hiç gereği yok iken, Hamburg’da binlerce solcu gençlere saldırdı. Evlerini, kaldıkları yurtlarını basıp, tarumar ettiler. G8’i protesto etmek için toplanan 100 bin kişiye gözdağı vermek için eyleme başlar başlamaz yine polis saldırıya geçti. Topladığı gençleri, hem acımasızca dövdü ve hem de önceden hazırladığı kafeslere doldurdu. Bunları dahi yeterli görülmedi, kafese doldurdukları gençlerin uyumamaları için güçlü ışıklandırma sistemini devreye soktu. Taş atan gençleri “terörist “ ilan etti. Gençlere bu şekilde davranarak, onların gözlerini korkutup, bu baskı ve sömürü düzenine başkaldıranın ”başını ezeriz” mesajını vermeye çalışıyorlardı. Alman burjuva hükümeti, protestocu 100 bin göstericinin 150 metre üstünden, dünyanın en güçlü savaş uçağı olarak gösterilen Tornado uçakların uçurmaktan çekinmedi. Böylece gövde gösterisi yapıyordu.

(5) 2008 yılında dünyada şehirlerde yaşayanların sayısı 3,3 milyar’a çıkıyor. BM nüfus programını yapan UNFP’a göre 2030’a kadar şehirlerde yaşayanların sayısı 5 milyarı bulacak. Asya ülkelerinde şehirlerde yaşayanların sayısı 1,36 milyar. Bu gelişme sonucu, 2030’larda 2,64 milyara çıkacak, Afrika’da ise 294 milyondan 742 milyona, Latin-Amerika’da da 394 milyondan 609 milyona çıkacak.

(6) Kemalist milliyetçilik, hiç bir döneminde, kendine “Marksist” adı takmayanlar tarafından ideolojik olarak formüle edilip güçlü hale getirilmedi. Bu görevi, TKP’den kopan parti önderleri, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Töre, çıkardıkları “Kadro” dergisi ile sözde emperyalizmden bağımsız “ulusal kapitalizmi” formüle edilmiştir ve onların bu görüşleri, Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, TİP yönetimi, 1960 sonrası TKP’yi ele geçiren Yakup demir (Zeki Başpınar), ve Laz İsmail (İsmail Bilen), Doğu Perincek ve bugün de MDD görüşleri ile yetişenler tarafından savunulmaktadır. Bu görüşlerin Marksizm’in, yani maddi gerçeklerin inkârı olduğunu ileri sürenler ise 1971’de harekete başladı. İlk kez Mahir Çayan, Şefik Hüsnü TKP’sinin ve dolayısıyla TKP’nin Marksist olmadığını gündeme getirdi. Mahir’den sonra, 1971 hareketinin örgütleyenler de aynı görüşleri geliştirmeye devam ettiler.

(7) “PDA”, Doğu Perinçek’in Aydınlık dergisinden atıldıktan sonra arkadaşlarıyla (şimdi bu arkadaşların hiçbirisi kendisiyle birlikte değil) çıkardıkları “proleter devrimci aydınlık” isminin kısaltılmasıdır. Doğu Perinçek grubu bu isimle anılırdı.

(8) Enver Hoca, Maocuların “gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist devrimin koşulları yoktur” iddiaların bir zırva ve Mao’nun da anti-Marksist olduğunu kanıtladı.

(9) Buna rağmen burjuvazi yine, gelişmiş kapitalist ülkelerde ucuz iş-gücü aramaktan vazgeçmedi. Yabancı işçi ithal ederek, düşük ücretli işçi çalıştırarak mutlak artı-değer oranını artırmaya devam etti. Yoksul veya sömürge ülkelerden getirdiği işçileri, yerli işçilere karşı grev kırıcısı olarak kullandı.

(10) Burjuvazinin, devletin ekonomiye müdahalesini önleyerek, neo –liberal ekonomik-politikayı uygulamaya sokması, Türkiye’de tartışma konusu dahi olmadı. Kapitalizmin globalleşmesi yeni bir olguymuş gibi lanse edilerek, “anti- globalizm” adı altında “ulusal kapitalizm” savunulmaya başlandığı unutulmasın. Çünkü neo-liberalizme karşı mücadele kapitalizmi hedef alıp, sosyalizmi tekrar alternatif bir sistem olarak öne sürülmesini zorunlu kılar. “Anti-globalistler” ise “ulusal devletin” ve “ulusal kapitalizmin” savunulmasını kendilerine amaç edinirler. Ama anti-globalizm, Kemalist milliyetçiliği şaha kaldırmaktan başka bir işe yaramadı.

(11) Bu görüşleri, ilk kez Sovyetlerin dağılmasının hemen arifesinde ortaya atan Cumhuriyet gazetesiydi. Bir dönem Sovyetlere dayanarak, “askeri cunta”yla sözde sol darbe tezgâhlamaya çalışan İlhan Selçuk gibi Kemalist aydınlar, Sovyetlerden ümitlerini kestiklerinden sonra faşistleşmeye doğru yol aldı. Bunun için hiç çekinmeden, Marks’ı akılları sıra “gözden düşürmeye, globalizme karşı “ulusal kapitalizm” görüşlerini “sol cenah”ta etkin kılmak için, işe Marks’ın, ulusal sorunla ilgili düşüncelerinin eleştirisi ile ve Lenin ile Marks arasında bu konuda ayrılığın bulunduğunu “keşfederek” başladılar. Güya Marks, işçi sınıfını ve sosyalizm’i esas aldığı için, sömürgelerin “ulusal kurtuluş” mücadelesine karşı çıkıyormuş, Lenin ise “burjuvazinin önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşlarını koşulsuz destekliyormuş”! Lenin, ayrı devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere, ulusların kaderini tayin hakkının mutlak savunulmasıyla, hakkın kullanılması arasındaki temel farklılıkları vurgulayarak Marks’la bu konuda da farklı düşünmediğini sergiliyordu. Tabii ki Marks, kapitalizmin gelişmesini ve işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olarak ortaya çıkmasını ve güçlenmesini sağlayan “ulusal kurtuluş“ savaşlarından yana oldu. Üretici güçlerin gelişmesine engel olan, geri üretim ilişkilerin temsilcisi sınıfların ulusal kurtuluş savaşlarına karşı çıktı. Bunun en vurucu örneği, Osmanlı’ya (dolayısıyla kapitalist gelişmeye) karşı, Feodal Çarlık Rusya’sını güçlendirilmesini amaçlayan, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya gibi ülkelerin gerici burjuvaların önderliğindeki, Osmanlı’ya karşı ulusal kurtuluş savaşların desteklemeyerek gösterdi. Marks, Latin Amerika’daki sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarına da aynı bakış açısıyla yaklaştı. Kapitalizmi ilelebet yaşatmayı amaç edinen bir burjuva milliyetçisinin, Marks’ı anlamasına imkân var mı? Marks, İrlanda’nın ulusal sorununa yaklaşış tarzıyla tümü ile ulusal soruna karşı olduğu iddialarını çürütmektedir. Ezen ulus proletaryasının, ezilen ulusun mücadelesini desteklemekten geri durursa, kendi köleliğin temellerin korumuş olur görüşlerin ifade eden Marks’tır. Lenin; Marks’ın görüşlerini savunmuştur. Ve proletaryanın ve sosyalizmin çıkarına hizmet etmeyen ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin desteklenmeyeceğini vurgulamaktan geri durmamıştır.

(12) Zaten, emperyalistler Osmanlı’nın elinden verimli ve zengin yeraltı maddelerin (özellikle petrol’ün) bulunduğu bölgeleri çekip alarak kendilerinin sömürge bölgeleri haline getirmişlerdi. Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde inşa edilen Türkiye’ye ise, Anadolulun kıraç topraklarından başka hiç bir şey kalmamıştı. Şimdi sanayinin ham maddesi dahi olup olmadığı tartışılan “bor maddelerimiz” var diye böbürlenip duruluyorlar.

Hiç yorum yok: