2 Ocak 2010

Isa Gözüaçtı'ya cevap

Sorun dergisinin 35. sayısında “Komünistlerin birliği sorunu” başlıklı yazıma İsa Gözaçtı arkadaşın yönettiği eleştiri yazısını dikkatlice okudum. ÖDP’nin örgütsel ilişkisinin olumlu yanlarının Türkiye “ sosyalist hareketi” içinde bir ilk deney olduğu tespitime tepki duymuş ve ÖDP’nin reformist bir siyasi ve ideolojik hat izlediğinden yola çıkarak, ÖDP’yi bu şekilde tanımlamanın yanlış olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

“Yazar yaptığı belirlemede, yöntem hatasından kaynaklı yanlışa düşmektedir. Adeta Hegelist diyalektikte olduğu gibi ‘yüz yıllık sosyalist hareketin’ tarihine tepetaklak bakmaktadır…” (İsa G.)


“Hegelist diyalektik” bakış açısıyla benim yazımın ne ilgisi var sorusunu İsa arkadaşa sormaya gerek olmadığını düşünüyorum; çünkü diline doladığı “Hegelist diyalektik” kendi düşüncesinin esasını belirliyor. İşte ispatı: “Diyalektik birlikte karşıtlardır, birliğin asli unsurları. (Burada karşıtlığı uzlaşmaz nitelikli ayrılık olarak değil, uzlaşır nitelik farklılık olarak ele alıyoruz) Karşıtların çatışması gelişimin temel dinamizmini oluşturur. Birlikte bir araya gelen unsurlar/karşıtlar, çatışma sürecine girerler. Farklılıklar çatışma sürecinde bir üst boyutta sentezleşerek yeni bir birlik formuna ulaşır. Sarmal olarak bir üst boyutta oluşan yeni birlik formu niteliksel bir değişimin ürünü olarak şekillenir. Bu yeni birlik formunda, bir önceki formda birliğe giren unsurlar hem kendilerini, hem karşıtlarını inkâr etmişlerdir. Çatışma sonrası yeni sentezlenen birlik formunda ise inkârın inkârı gerçekleşmiştir. Böylece önceki birlik formundaki olumsuzluklar yâdsınmış, olumlulukla sentezlenerek, yeni birlik formunun içine taşınmıştır. Süreklilik içinde kopuş gerçekleştirilmiştir. Artık bir önceki birlik formuna geri dönülemeyecek şekilde, geçmiş birlik formu aşılmıştır. Bir önceki birlik formunda yan yana gelen A,B,C,D,E,F,G… grupları, yeni birlik formunda bildiğimiz diyalektik birlik süreci, bilinçli bir biçimde işletilerek değişime uğratılmış, Z dönüştürülmüştür. ÖDP’de ne yazık ki böyle bir diyalektik birlik gerçekleştirilememiştir.” (İsa G.)
Bu diyalektik oluşum Hegel’e göre düşüncede cereyan eder ve bundan dolayı Hegel, diyalektik felsefi düşüncenin babası olmasına rağmen idealisttir. Ve yine Hegel’e göre madde bilinci değil, bilinç maddeyi belirler. Yukarıda İsa’dan yaptığım uzun alıntıdan da anlaşılacağı gibi bilinçte (yani siyasette) zıtların (ki o zıtları karşıtlar diye ifade ediyor) çatışmasında yeni nitelikler meydana geliyor. Ve ÖDP süreci bu “niteliği” gerçekleştirmemiş oluyor.
Oysa Marksizm, diyalektik materyalist bir düşüncedir ve Marksizm tayin edici olarak yine maddeyi öngörür. Bilinç maddeyi değil, madde bilinci yarattır. Yukarda İsa’nın da değindiği diyalektik olaylar esasta bilinç değil madde de ortaya çıkar, bilinçte görülen “zıtların çatışması ve yeni niteliğin ortaya çıkışı” tamamen maddede cereyan eden olayların bilince yansımasından öte bir anlam taşımaz.
Bilinç belirleyen maddenin tümünü incelemeyi bir yana bırakırsak, sadece insan toplumunu ele aldığımızda, toplumdaki zıtların çatışması, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışma şekillinde cereyan eder.(1) Ve yine kapitalizm öncesi toplumları bir yana bırakırsak, kapitalizmde de zıtların çatışması üretici güçler ile kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişki şeklinde ifade edilir.
Tüm toplumların gelişmesinde olduğu gibi, bir dönem üretici güçlerin gelişmesinde devrimci ve ilerici rolü oynayan kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesi sonucu gerici ve üretici güçlerin gelişmesini engelleyen üretim ilişkilerine dönüşür ve dönüşmüştür. Aynı zamanda üretici güçlerin gelişmesinde uyum gösteren yeni üretim ilişkileri, kapitalizmin bağrında doğar ve yeni toplumun habercileri olurlar. Gerici üretim ilişkilerin üretici güçler ile çatışma içinde olması, gerici üretim ilişkileriyle, ilerici üretim ilişkileri arasındaki çatışma şekillinde kendisini yansıtır. Bu olayı sınıflar bazında ve sınıf çelişkilerine göre ele aldığımızda, gerici ve ilerici üretim ilişkilerinin temsilcisi sınıflar arası çatışma şeklinde ortaya çıkar.
Toplumlarda çelişkilerin uzlaşır veya uzlaşma oluşunu belirleyen (ve sınıflar bazına yansıyan) yine üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesine uyum gösteriyorsa ve onun gelişmesini olumlu yönde etkiliyorsa, buradaki çelişki uzlaşabilir çelişkidir. Sınıflı toplumlarda eğer üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesini engelliyorsa buradaki çelişki de uzlaşmaz çelişkidir ve bu uzlaşmaz çelişki ancak şiddet yoluyla çözülebilir. Demek ki toplumlarda bir çelişkinin uzlaşır veya uzlaşmaz olduğunu belirleyen bilinç değil ve salt “düşüncelerin çatışmasıyla yeni nitelikler” meydana gelmez.
Burada ifade etmek istediğim düşüncelerin detayına girmeden sınıflar cephesinden sorunu incelersek, kapitalizmde üretici güçler ile çatışma içine olan son tahlilde burjuvazidir. Üretici güçlerin gelişmesiyle makine sanayi döneminin başlaması aynı zamanda sosyal üretimin ortaya çıkmasını sağlar ve bu sosyal üretim, işçi sınıfının emeğinin sosyalleşmesinden başka bir şey değildir. Sosyal üretim ve gelişmesi, bu üretimi özel mülkiyetine geçiren burjuvazinin ve onun temsil ettiği kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesini ve üretimin sosyal karakterde olması, üretimin mülk edinmede sosyal karakterde olmasını zorunlu kılar.
Üretimin mülk edinmesinin özel karakterde olması, aynı zamanda işçi ve emekçi sınıfların sömürülen sınıflar olmalarını da belirler. Sınıfların maddi varlığı ve sınıflar arası çelişkiler ve çatışmalar, siyasi mücadeleyi, siyasi bilincin ve sınıfların ideolojisini belirler. Bunun için sınıfların (veya sınıfların tabakalarının) maddi varlıklarından kaynaklanmayan ve onlara tekabül etmeyen hiç bir siyasi ve ideolojik bilinç (yani görüş) olamaz. Ama kapitalist toplum koşullarında, işçi ve emekçi sınıflar, kendi sosyal varlıkları tarafından belirlenen ideolojik ve siyasi görüşleriyle uzun bir dönem kaynaşamazlar. Çünkü üretim araçları hangi sınıfın elindeyse o sınıf kendi ideolojisini, siyasi görüşlerini o toplumdaki tüm sınıflara dayatır ve toplumdaki egemen ideolojiyi (toplumsal bilinci) elinde tutar. Üretim araçlarına egemen olan sınıf aynı zamanda devlette egemen olur. Bunun için Lenin’in de vurguladığı gibi, işçi ve emekçiler kendi sosyal varlıkları tarafından belirlenen bilinçle uzun dönemli sınıf mücadelesi süreci içinde bütünleşebilirler.
Kapitalizm öncesi toplumlarda, gericiliğe karşı mücadele eden ilerici ve devrimci bir sınıf kendiliğinden sınıf bilincine (ideolojisine) erişebilirken, kapitalizm koşullarından işçi sınıfı ve sömürülen emekçiler kendiliğinden sınıf bilincine erişemezler; çünkü kapitalist üretim ilişkileri onları hem üretim araçlarından arındırmış, hem de kendi emeğinden yabancılaştırmıştır. Bunun için işçi sınıfına, sınıf bilincinin dışarıdan götürülmesi zorunludur, çünkü işçi sınıfı kendiliğin mücadele içinde kendi sınıfının bilincine erişemez. İşçi sınıfının bilinci (ya da dünya görüşü) Marksizm’dir. Marksizm’de ilk önce, ancak burjuva aydınları tarafından öğrenilen bir bilimdir. Ve burjuva aydınları, işçi sınıfına sınıf bilincini taşırlar.
İşçi sınıfının sınıf bilinci (Marksizm) ancak işçi sınıfının mücadelesi içinde ona taşınabilinir. Bunun için Lenin’in komünist partisi, Marksizm’le işçi sınıfının mücadelesinin kaynaşması temelinde kurulabileceğini vurguluyordu. Nitekim Marks ve Engels, bir yandan işçi sınıfının bilimini ortaya çıkarmaya çalışırken, diğer yandan işçilerle bağ kurup, onlara sınıf bilincini taşımak için işçi örgütleri kurarak, bilinçli ve militan işçi önderleri yetiştirmeğe çalışmaktalardı. (1) Ve yine kapitalizm koşullarında işçi sınıfının sosyal varlığıyla, sınıfın o günkü bilinci arasında (uzun dönem süren) bir çelişki var olur. (2)
Bir toplumda sınıflara ve sınıflara ait sosyal tabakalara tekabül eden siyasi kümelenmelerin ortaya çıkması doğaldır. Bunun için hiç bir şekilde sınıflara ve sınıfların tabakalarına tekabül etmeyen, ne siyasi gruplar, nede siyasi örgütlenmeler ve de ne siyasi mücadele olur. Ama Türkiye de, İsa Gözüaçık gibi bu maddi gerçeği inkâr edenler ve soruna idealistçe yaklaşanlar bir “moda” yarattı. Toplumdaki çelişkilerin uzlaşır veya uzlaşmaz olmasını neye göre tespit edildiği dahi belirsizdir.
Bu “ belirsizliği” bir yana bırakırsak, sınıfsal kurtuluşları ancak sosyalizmle mümkün olan sınıflar arasındaki çelişkiler uzlaşabilir çelişkilerdir. (3) “Komünistlerin” birleşebilmesinin maddi temelini de sosyalizmden çıkarı olan sınıfların sosyal varlıkları belirler. Sınıfsal kurtuluşları ancak sosyalizmle mümkün olan sınıfların başında sanayi işçileri gelir; çünkü emeğin sosyalleşmesini makine sanayi gerçekleştirir. Aslında Marksizm’in sınıfsal konumda tekabül ettiği sınıf, sanayi işçileridir. Ama sanayileşme devam ettiğinden dolayı sanayi işçilerine küçük burjuva sınıflardan katılımlar devam eder. Bu durum onun (belirli bir süreyi kapsasa da) homojen değil aksine heterojen bir sosyal yapıda olduğunu gösterir.
Tabii ki küçük burjuva sınıflarından sanayi işçilerine katılanlar bir süre sonra “gerçek anlamda” işçileşirler. Buradaki olay (ve buna benzeyenler) nitel deşikliğe değil nicel dönüşüme tekabül eder. Bunun için kendine “sosyalist, Marksist” diyen çeşitli siyasi gruplar arasında giderek bir ideolojik birliğin ortaya çıkması, sosyal sınıfların ve tabakaların kaynaşabilmesinin maddi gerçeğinden dolayıdır. Başlangıçta, küçük mülkiyetine tekrar kavuşmak arzusuyla işçi gücünü satışa çıkaran küçük burjuva sınıflardan gelenler, artı-değer sömürüsüyle karşılaştıklarında bunun imkânsız olduğunun görerek, kendiliğinden işçi bilincine erişirler. Bunun için sanayi işçileri ve de diğer işçi kesimleri de çeşitli sosyal tabakalara ayrılır. Özel mülklerini kayıp ederek, işçi gücünü satışa çıkaran küçük burjuva kesimlerinden kopanların oluşturduğu “küçük burjuva tabakası” ve burjuvazinin siyasi faaliyetleri sayesinde ortaya çıkan işçi aristokrasisi ve bürokrasi gibi burjuva tabakalar, sanayi işçilerinin de homojen olmadığını gösterir.
Bir bütün olarak işçilik gücünü meta olarak satan işçiler de çeşitli tabakalara ayrışır. Sovyetlerde sosyalizmin inşa sürecinde dahi işçi sınıfına, özellikle kırın küçük burjuvalarından kopanlar katılmaya devam etmiştir ve böylece (bir dönemle sınırlı olsa da) işçi sınıfı içinde küçük burjuva tabaklarını oluşturmuşlardı. Bunların yanı sıra, özel mülkiyetten, üretim araçlarından arınan, ama henüz işçileşmeyen küçük burjuva tabakaları ve yine kapitalist ekonominde işçi statüsüne kavuşmadığı halde pazar için üretimi gerçekleştirmesinden dolayı işgücünü adeta meta olarak satışa çıkaran kırların ve şehirlerin küçük üreticileri, kapitalist ekonomik yasaların ve özellikle burjuvalar arası rekabetin gereği olarak durmadan küçük üretimin kapitalist büyük üretime dönüşmesi tehlikesi içinde yaşamını sürdüren küçük üreticiler, bilhassa neo-liberal ekonomik politika sonucu üretim araçlarının özel mülkiyetinden arınma sürecine giren küçük, hata orta boyuttaki burjuva üreticilerin sayılarında büyük artışların ortaya çıkması, ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan işçilerin ve emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarının ancak sosyalist devrimle mümkün olduğu gerçeğini su yüzüne çıkarıyor.
Bu sınıf ve tabakaların sosyal varlıklarından kaynaklanan ama henüz tekabül ettiği sınıf ve sosyal tabakalarla kaynaşmamış olan siyasi kümelenmelerin ortaya çıkması yadırganamaz ve bunlar arası birliklerin oluşturulması es geçilemez. Bunun için siyasi grupların varlığını doğal karşılamamak, maddi gerçeklerin inkârından başka bir anlam ifade etmez.
Homojen sanayi işçi tabakasına tekabül eden Marksizm, üretici güçlerin gelişmesi sonucu sınıfların ve devletin ortadan kalkmasında öngörür. Bunun için Marksizm, kapitalizm koşullarında “bir sınıfın ideolojisi” olarak görünmesine rağmen, üretici güçlerin gelişmesi sonucu işçi sınıfının kendisi dâhil olmak üzere tüm sınıfları ortadan kaldırarak sınıfsız ve devletsiz topluma geçişi sağlamasından ötürü, Marksizm’in kendisi de bir sınıf ideolojisi olmaktan çıkacaktır. Marksizm, işçi sınıfının tarihsel rolünü, sadece kendisini sömürüden kurtaran bir sınıf olarak görmez, tüm sömürülen sınıfların sosyal kurtuluşunu ve üretici güçlerin gelişmesi sonucu toplumu devletsiz, (kendini dahi ortadan kaldırıp) sınıfsız komünist topluma geçişi sağlayan sınıf olarak görür. Bu açıdan sorunlara yaklaştığımızda, Marksizm dar bir “sınıf ideolojisi” olarak ele alınamaz. Bunun için sosyal kurtuluşları sosyalizmle mümkün olan tüm sınıflar, Marksizm’i süreç içinde kendi sınıf ideolojileri olarak benimserler ve benimsemelerinin maddi temeli var.
Üretici güçlerin gelişmesi sonucu ve süreç içinde çeşitli sınıf ve tabaklara ayrılan emekçi sınıfları bir homojen sınıfa dönüştürerek, sınıfsız topluma geçişin zeminin hazırlarlar.
Bunun için Marksizm’in sınıf mücadelesinde egemen olmasının temel şartı gerçek demokrasinin varlığıdır. Ve Marksizm ne tepeden inme topluma empoze edilen bir ideolojidir, ne de pedagojik eğitimdir. Marksizm, bir sosyal bilim ve işçi sınıfına sınıf mücadelesinde yol gösteren eylem kılavuzudur

Türkiye sosyalist hareketin tarihsel süreci
Adı geçen yazımda “Türkiye sosyalist hareketinin tarihi sürecinin” incelenmesinin ele alınmadığı açıktır. İsa, bunun tam tersini iddia ederek, bana cevap vermeye çalışıyor.
Bu yazımda, 100 seneye yakın tarihi olduğu ileri sürülen TKP’nin, onun uzantısı örgütlerin ve TKP’ye karşı olduğunu öne süren, kendine komünist veya sosyalist adı takan hareketlerin tümünün bürokratik bir örgütlenmeye ve örgüt anlayışına sahip olduğu ve ÖDP’nin bu geleneğe karşı bir çıkış yaptığı iddiasını ileri sürmüştüm. Şimdi İsa’nın “Bu iddia yanlıştır, Türkiye sosyalist hareketi bürokratik örgüt anlayışına ve örgütlüğe hiç bir zaman sahip olmadı” itirazını ileri sürmesi gerekmez mi? Bunun yerine Mustafa Suphi’nin TKP’yi nasıl kurduğunu ve ÖDP’nin reformist bir platformda bir araya gelen gruplar tarafından oluşturduğunu ispat etmeye çalışıyor! İyi de, benim üzerinde durmak istediğim konu bu değil ki.
Eğer “sosyalizm” adına hareket eden reformist örgütler parti içi demokrasiyi uygular, komünist olanlar uygulamaz” diye bir iddia varsa onu öne sür. Her şey bir yana sosyal-pratikte “komünist parti” adına hareket eden reformistlerin tümü bürokratik örgütlülüğü ve örgüt anlayışını kendi egemenliklerinin hayati çıkarı olarak görmüşlerdir. Reformist görüşleri tepeden inme bürokratik yöntemlerle örgüte egemen kılmak, onların temel görevleri olmuştur ve olmaktadır.
Mehmet Ali Aybar, “sapına kadar” reformist ve burjuva sosyalistiydi. Ama TİP’te tam anlamıyla bürokratik örgüt anlayışını ve örgütlüğü egemen kılmıştı. TİP içinde MDD görüşlerini savunanlara göz açtırmıyor, durmadan örgütten temizliyordu. Bir dönem TİP’te Aybar’la birlikte örgüt despotizmini kuran Behice Boran ve Sadun Eren, Kruşcevci modern revizyonizm’in Türkiye’deki uzantılarıydı. Ama Aybar’dan devraldıkları TİP’in bürokratik örgütlülüğünü olduğu gibi hatta daha da sertleştirerek sürdürdüler. Baktılar ki MDD’ciler, TİP’i ele geçiriyor, polise liste verip MDD’yi savunan delegeleri kongrelere dahi sokturmadılar.
Reformistlerin bürokratik parti anlayışına sahip olduğuna dair daha da çok örnekler sıralanabilir, Fransız “Komünist” Partisi, devlet-kapitalizminin egemen olduğu Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde komünist partiler birer bürokratik örgütlerdi. ÖDP ise “çeşitli sosyalist grupların bir arada bulunacağı, özgürce görüşlerini savunacağı” iddiasıyla kurulmuştu. Ama izledikleri siyasi ve ideolojik çizgileri ayrıydı. ÖDP’nin kuruluş döneminden Ufuk Uras’ın örgütü terk edene kadarki süreçte reformist,12 Eylül yasalcılığına kendini uyarlayan siyasi ve ideolojik çizgiye sahip olduğu ileri sürülebilir. (4) Ama buna rağmen demokratik-merkezciliği örgütlerine egemen kılma vaadiyle yola çıkmışlardı. Oysa 12 Eylül öncesi bu gruplar tam tersi bir yol izliyorlardı. Kendinden olmayan “sosyalist gruplarla” bir örgüt çatısı altında bir araya gelmek istememeleri bir yana, onlara faaliyet sürdürme ve örgütlenme hakkı dahi tanımıyorlardı. Bunun için “sol içi çatışmaların “ ardı arkası kesilmiyordu. 12 Eylül’den az önce dahi Kurtuluş’la Dev-Yol arasında “egemenlik mücadelesi” sürüyordu ve aralarındaki egemenlik mücadelesini generallerin genel saldırı hazırlıklarından daha önemli görüyorlardı! Bu durumdan faşizm yararlandı ve tüm “sol” grupları tasfiye edebilmede daha uygun zemin buldu.
Bu olumsuzluğu gidermek adına atılan adımlar dahi olumluydu. Nitekim örgütsel anlamda bu olumlu girişim ÖDP’nin devrimciliğe doğru yönelebilmesinin zemini hazırladı ve hazırlıyor. (5) Aslında İsa Gözaçtı’nın eleştirmeye çalıştığı özellikle başlangıçta ÖDP içinde yer alan Kurtuluşçular ve eski TKP’lilerdir. Çünkü bunlar Sovyetleri “sosyalist” ülke görüyorlardı. ÖDP’de yer alan Dev-Yol,1971 hareketler gibi Sovyetleri, revizyonist ve kapitalist bir ülke olarak nitelendiriyordu. Ama İsa ÖDP’yi kast ederek: “Yaşanan sosyalizmin/sosyalist uygulamaların artı yönleri sahiplenilmemiş, eksi yönleri sadece eleştirilmiş, eleştirilen eksi yönlerine Marksist yöntemle alternatifler üretilmemiştir. Sadece eleştirilen eksi yönler, sosyalizmden/Marksizm’den uzaklaşmak için/kaçış için kullanılmış, bahane edilmiştir.”(İsa G.)
Buradaki “eleştirinin” benim yazımla bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Sovyetlerin, Stalin sonrası, kapitalist -emperyalist bir ülke haline geldiğini öne süren düşüncelerimizi 1980 öncesi genişçe açıklamıştık. O görüşlerin doğruluğunu Sovyetlerin, Marksizm’le, sosyalizmle hiç bir ilişkisinin olmadığının tam olarak açığa çıkmasıyla da itirazsız kanıtlandı. (6) Benim üzerinde durduğum Lenin’den sonraki komintern döneminde başlayan ve giderek tüm dünya komünist partilerine egemen olan bürokrat örgütlenme ve örgüt anlayışının (1971 hareketleri hariç) Şefik Hüsnü TKP’sinin ve onun uzantılarının, hatta ona karşı olduğunu ileri sürenlerin örgüt anlayışlarını, örgütlenme biçimlerini belirlediğiydi. Bu konuya ilişkin (yukarda da vurguladığım gibi) hiç bir şey söylemiyor. Bu yazımda üzerinde durduğum esas konu, işçi sınıfı hareketiyle Marksizm’in kaynaşması sağlamadan ve özellikle bürokratik örgüt anlayışına ve örgüt biçimine karşı çıkmadan “komünistlerin birliği” diye bir örgütsel birliğin oluşamayacağıydı. Kısacası “komünistlerin birliği” mevcut devrimci sosyalist gruplar arasında ve bir mücadele sürecinin içinden gerçekleşebileceğini izah etmeye çalışmıştım. Ama İsa, bu konuda başka bakış açısına sahip: “Komünistler, Komünistlerin Birliği konusunda gerçekten samimi iseler, önce farklı formlarda duruşlarının nedeninin gerekçesinin bir ayrılıktan mı,yoksa bir farklılıktan mı kaynaklandığını net olarak ortaya koymak zorundadırlar.Farklı formlarda duruşun gerekçesi ‘ayrılık’ ise bu formlarla ‘ayrılıklarımızı’ belirleyelim; ‘farklılık’ ise Komünistlerin Birliği’ sürecini hızlandıralım. Unutmayalım! ‘Birlik ayrılığı dıştalar; farklılığı dışlamaz’ (A. Gramsci)” (İsa G.) En önemlisi İsa’nın, Stalin döneminde dahi bürokratik örgütlenmeye ve anlayışa savaş açan Gramsci’den alıntı yaparak, bürokrasizmi üstü kapalı tarzda aklamaya çalışmasıdır.
Ben, nasıl bir düşünceye sahip olduğumu 1996’dan beri imzamla yazdığım ve sitemde yayınladığım yazılarımla açıklıyorum. Bunların “ayrılığa mı, yoksa farklılığa mı” tekabül edip, etmediğine artık İsa karar versin. Tabii ki “komünistlerin birliği” konusunda İsa gibi düşünmüyorum ve de hiç bir zaman düşünmedim. Lenin’in dediği gibi, sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğüne kadar tırmandıran ve reformizm’e karşı proleter devrimden yana olan, Marksistler sınıf mücadelesinin süreci içinde komünist partisini inşa edilebilirler.
Ama Marksizm’in işçi sınıfı hareketiyle birleşmesini esas almayan “komünistlerin birliği” ne kurulur, ne de bir işlevi olur. Bugünün Türkiye’sinde reformizme karşı devrimci Marksist görüşleri şu veya bu şekilde savunarak işçi sınıfına götürmeğe çalışan “sosyalist gruplar” var. İlk önce bu sosyalist gruplar arasında, “eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbesttik” sloganıyla örgütsel birlikler kurulması gerekiyor. (7) “Komünistlerin” önünde duran görev bunlarken, bunun yerine görüşler arası tartışmalarla “sentezler” aramak, devrimci görüşler arasında “farklılıklar mı yoksa ayrılıklar mı” olduğunun tesbitine çalışmak sadece ve sadece devrimcilerin “Marksizm” adına bir dönemle sınırlı ve sınıf mücadelesinin süreci içinde ortadan silinmesi, muhtemel düşünce farklılıklarına ve “sosyalist grupların” varlıklarına tahammülsüzlüğün göstergesinde başka bir şeyi ifade etmez.

yyildirim1918@hotmail.com

--

(1) Bu konudaki düşüncemi çok kısa ve özet şekillinde açıklamaya çalıştığımı okuyucunun bilmesini isterim.
(2) Ama kapitalizm savunmayı kendi menfaatleri için zorunlu gören ve kapitalizmle yaşamlarını birleştiren reformist kesimler, işçi sınıfının sosyal varlığının kapitalist toplumun tasfiyesinde temel unsur olmasıyla, işçilerin o koşullardaki bilincini aynileştirdiler. Ve işçi popülizmine dört elle sarılarak, “işçi bilinci” adı altında üretim araçlarına egemen sömürücü sınıfların, sınıfın çıkarına ve sosyal varlıklarına tekabül eden ve de işçilere, emekçilere empoze edinen bilince (ideolojik ve siyasi görüşlere) “işçi bilinci” diye sahip çıkarak ve de onu savunarak, işçilerin gerçekten kendi sınıf bilincine erişmesinin önüne engeller çıkardılar. Bu görüşler,1987’ler sonrası başlatılan “sosyalistlerin toparlanma döneminde” egemen kılındı ve sosyalistlerin bugünkü sınıf mücadelesinde etkisiz kalmasında belirleyici rol oynadı. ÖDP’nin oluşumunun temelini belirleyen ve diğer yasal “sosyalist” partiler tarafından takip edilen ekonomizm ve sendikalizm siyasi çizgi, 12 Eylül öncesi ve 12 Eylül’ün en zor koşullarında dahi işçi sınıfıyla onun kendi sınıfının görüşü olan Marksizm’le kaynaştırmayı amaçlayan örgütlü faaliyetleri bilinçli bir tarzda sekteye uğrattı ve tasfiye etti. Türkiye devletinin faşizan yapısından ve 12 Eylül’ün zorla oluşturduğu siyasal ve ekonomik koşullarından dolayı, Marksizm’in işçi sınıfına taşınmasının, işçi sınıfı hareketiyle birleştirilmesinin yasal örgütlük ve çalışmalarla gerçekleştirilmesine imkân yoktu. Ama “işçi sınıfıyla kaynaşma” adı altında ekonomist ve sendikalist siyasi ve ideolojik çizgi takip eden reformistlerin illegal örgütlü faaliyete ihtiyaç duymamalarından doğal hiç bir şey olamazdı. Bunun için olduğu kadarıyla zorunlu olarak illegal olarak yürütülmesi gereken örgütlülük ve örgütsel faaliyetler “yasallaştırıldı.” Lenin’in izah ediği tasfiyecilik aslında budur. Yani ekonomizmin, sendikalizmin önündeki engellerin temizlenmesi.
(3) Türkiye, demokratik devrim aşamasını geride bırakan ve sosyalist devrim aşamasında bulunan bir ülke olduğunu göz önünde tutarak, demokratik devrim aşamasındaki uzlaşmaz veya uzlaşabilir sınıf çelişkilerinin analiz edilmesini bir yana bırakıyorum.
(4) ÖDP’yi oluşturan gruplar (Dev-Yol hariç) 12 Eylül öncesi de reformist bir siyasi hat izliyorlardı. Sovyetlerin ideolojik ve siyasi takipçileri, ÖDP’de bir araya gelerek “devrimci Marksist” mi olacaklardı?! Hem de Sovyetlerin tasfiye edildiği, Stalin’in ölümünden sonra sosyalistlikle hiç bir ilgilerinin kalmadığının tüm çıplaklığıyla açığa çıktığı, devlet-kapitalizmden liberal-kapitalizme geçişin tamamlandığı dönemde, eski Sovyetçiler devrimcileşecekler miydi?! İsa bu grupları Marksist ve devrimci gördüğü için bunların, ÖDP’de bir araya gelerek ”tasfiyeci, reformist, yasalcı” bir parti kurduklarını öne sürebiliyor. Ve böylece aklı sıra, bunların 12 Eylül öncesi, reformist, yasalcı siyasi ve ideolojik hat izleyen gruplar olduklarını gizlemeye çalışıyor.
(5) ÖDP kurulduktan sonra “huylu, huyundan vazgeçer mi” deyişini haklı çıkaranlar yine darbeci yollar ile “partiye egemen olma” amaçlarından zerre kadar vazgeçmediklerini gösterdiler. Eski Dev-Yol’culara karşı azınlıkta kalan Kurtuluşçular ve TKP’liler örgütten ayrıldılar. Ama ÖDP, bürokrasizme karşı demokratik-merkeziyetçi örgüt anlayışını uygulamaya devam etti. Dev-Yol’cu grupların oluşmasına itiraz edilmedi ve gruplar arası çatışma giderek sertleşti. Ufuk Uras, parti içi demokrasiden yararlanıp, çoğunluğu ele geçirerek parlamentarizmi savunan görüşlerini örgüte egemen kıldı, hatta “Dev-Yol oligarşisine rağmen örgüte egemen olduk” nutukları atmaya başlamıştı. Ama Dev-Yolcular, Ufuk Uras “partiye egemen oldu” diye örgütlerinden ayrılmadılar ve görüşlerini egemen kılmak için mücadelelerine devam ettiler. Ufuk Uras, burjuva ayak oyunlarına başvurup, çoğunluğu elde ettiği delegelere dayanarak “olağan üstü” kongreyi toplamasına rağmen kongreyi kaybetti ve birkaç arkadaşıyla birlikte ayrıldı. ÖDP ise reformizmden sıyrılarak daha olumlu bir siyasi çizgiye doğru yönelmeye başladı. Türkiye sosyalist hareketinde ilk kez parti içi demokrasi sayesinde bir örgüt kendini olumlu veya olumsuz şekilde siyasi çizgisini değişikliğe uğratabiliyor. TİP’te ise, Behice Boran ve Sadun Eren’in ardı arkası kesilmeyen komploları sonucu, çoğunluğu ardı ardına yapılan iki kongre neticesinde elinde tutan M.A Aybar’ı istifaya zorlayıp, TİP’i ele geçirdiler. Örgütsel bürokrasinin egemen olduğu bir yerde başka bir şey yapılabilir mi? ÖDP’deki bu gelişmeler,1980 öncesi ML çizgilerini tamamen reddederek, ekonomist, reformist, yasalcı (dolayısıyla tasfiyeci) bir çizgi izleyen “sosyalist örgütlerde” bürokratik örgütlülük ve anlayış sayesinde yaşanmadı ve yaşanmıyor. Bürokrasi, reformist çizgiye karşı en küçük bir muhalefetin dahi ortaya çıkmasına imkân tanımıyor. Ama örgütü her geçen gün şiddetlenen ekonomik kriz döneminde bile küçülmesine devam edip, eriyip gitmesine zemin hazırlanıyor. İsa gibilerinin göremediği veya görmek istemediği bu durumdur.
(6) Eğer İsa bu konudaki görüşlerimi merak ediyorsa “Parti Bayrağı” isimli dergimizde bulabilir. O görüşlerin bir kelimesini dahi yanlış bulmuyor.
(7) Bu birliğin örgütsel işleyişinin nasıl olacağı daha başka yazıların konusudur.

Hiç yorum yok: