21 Temmuz 2007

TKP'nin "sürüden ayrilma"cagrilari

TKP’nin “SÜRÜDEN AYRILMA” ÇAĞRILARI

Özellikle TKP’nin, Sovyetlerin dağıldığından haberi yok! Ve Sovyetler döneminde savundukları sözde anti-emperyalist ekonomik ve siyasi talepleri öne sürüyorlar. Sovyetlerin etki alanlarını genişletmeyi amaçlayan “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” adını verdikleri devlet kapitalizm’i, “sosyalist” kavramlarıyla süslenerek piyasaya sürülüyor.

Türkiye’de son yirmi yılın gündemine damga vuran uygulamaların başında özelleştirmeler gelir. Nedir özelleştirme? Kamuya, yani topluma ait fabrikaların, işletmelerin, bankaların, yerli ve yabancı şirketlere satılması ya da devredilmesidir. Bir başka deyişle, hepimize ait zenginliklere birtakım şahıslar tarafından el konması. Sonuç nedir? Birçok stratejik işletme yabancıların eline geçmiştir.” (TKP’nin 2007 seçim bildirisinden)

Bu satırlar, TKP’nin keskin “sosyalist” lafların arkasında hangi ekonomik ve siyasi sistemi savunduğunun açık göstergesidir. Bu yukarıdaki alıntı yaptığım paragraftan da anlaşıldığı gibi TKP, Türk devletini “işçi ve emekçiler” devleti olarak görüyor. Türkiye tekelci burjuvazisine ve büyük toprak sahiplerine ait devleti “toplumun devleti” olarak lanse edebiliyor.

Yıllardan beri, işçi ve emekçinin emeğini gasp etmek için her türlü zorbalığa başvuran, işçi ve emekçiye doğru dürüst burjuva demokratik hakları dahi tanımayan, bu tekelci burjuvaların ve büyük toprak sahiplerinin güçlü militarist ve bürokratik devletini “halkın devleti “olarak yutturmaya çalışarak, işçi ve yoksul emekçilerin proletarya diktatörlüğü için mücadele etmesinin önünü kesmeğe çalışıyorlar.

İşte revizyonizm budur. (13) Revizyonistler, kapitalizmi ve burjuva devleti savunur ve bu sistem içinde iktidar kavgası yürütürler.

Kapitalizmin gereği olarak üretim araçlarını, başka bir deyişle bunun hukuk ifadesi olan mülkiyetinin, tekelci burjuvazinin elinde olmasıyla, onun devletinin, yani bürokratların (ve bunların üstünde yer alan hükümetlerin) elinde olması arasında küçük bir fark var mı?

Ama TKP, burjuva parlamenter sistem içinde seçimler ile işbaşına gelen hükümetleri “halkın hükümetleri” olarak gördüğü için, bu hükümetlerin kontrolündeki devlet işletmelerini de “kamunun” yani “halkın” malı ilan ediyor. Aynen halkı kandırmaya çalışan demagog burjuva siyasetçiler gibi. (14)

Marks, Engels ve Lenin, en önemli ideolojik mücadelelerini reformizm’in, revizyonizm’in devlet ve burjuva demokrasisi anlayışlara karşı yürüttüler. Ama TKP, Sovyet tekelci devlet kapitalizmi “sosyalizm” diye yutturmaya çalıştığı için, Türkiye’deki devletin malını “halkın” malı ilan ediyor. Ve böylece işçi ve emekçilerin tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin devletini savunmasını istiyor.

Bugün artık Holdinglerin elerinde olan işletmeler dahi çeşitli şahısların ve ailelerin mülkü olmaktan çıkarak, burjuva grupların mülkiyetleri haline gelmiştir. Holdingler, menajerlerin ellerindeki işletmeler konumundadır. Bu bakımdan, devletin bürokratlarının elindeki işletmeler ile bunlar arasında bir farkı kalmadı.

İşçi sınıfının yarattığı artı-değerler, holding sahipleri, menajerler ve devlet bürokratlarının arasında paylaşılıyor.

Devletin elindeki işletmelerde pazar ve kar için üretim yaparlar. Bir dönem sosyalizmin tehlikesi karşısında devlet işsizliği kısmen gidermek için buralarda kapasitenin üzerinde işçi çalıştırıyordu. Ve bu çalışanlara verilen bir tavizdi. Sosyalizmi yakın tehlike olarak görmeyen burjuvazi, bu tavizlerini vermemeye başladı ve bunları, daha karlı işletmelere dönüştürmek için “siyasetçinin” buradaki etkinliğine son vermek amacıyla özelleştirme yolunu seçtiler ve bu uygulama neo-liberal politikaların doğal bir sonucuydu.

Bu şekilde de devletin ekonomiye müdahalesi önlenmeye çalışıldı. Tabii ki burjuvazinin işsizliği daha da artırarak, iş-gücünü daha da ucuza elde etmeyi amaçlayan bu planına karşı da mücadele edilmeli ve bu anlamda özelleştirmelere karşı çıkılmalı.

Ama neo-liberalizm ile birlikte bu işçi çıkarmaların yoğunlaşması özelleştirme uygulamalarıyla sınırlı bir olayın olmadığı kesindir. Dünyanın en güçlü tekelleri, birçok ülkede (ve ulus farkı gözetlemeksizin) “zarar ediyoruz“ adı altında 10 binlerce, 100 binlerce işçiyi fabrikalardan atma planları yapıyor ve Türkiye’de de holdingler durmadan ve canlarının istedikçe işçi atıyorlar, işçi çıkarmaya engel olan yasa dahi yok.

İşten çıkarmalara karşı mücadele, işçi sınıfının en etkin mücadelesinin içinde yer alıyor ve yer almak zorundadır. Ama revizyonistlerin dışında hiç kimse işten atılmaları burjuva devletin savunulmasına dönüştürmeye yeltenmedi.

TKP’nin devleti ve “ulusal ekonomiyi” savunma politikası ve talepleri özelleştirmeye sözde karşı olma ile sınırlı değil.

ABD ve AB’den “bağımsızlık” talepleri yine devletin ve kapitalist ekonominin “ulusallığını” elde etmeye ve (sanki varmışçasına korumaya yöneliktir). “Birçok stratejik işletme yabancıların eline geçtiği” iddiaları öne sürülüyor. Peki, kime ait idi? bu “stratejik işletmeler” tabi devlete. Bu “stratejik” işletmenin başına gelen ise Telekom’dur. Devletin yasa dışı ilan ediği “sosyalist “ve devrimci hareketleri izlemede en temel araçlarından biri Telekom’dur.

Eğer bu “stratejik öneme haiz“ işletme yabancıların eline geçerse devlet kendini savunmada zaafa uğrar diyorlardı. Bu iddiayı ileri sürenleri başta da MHP geliyordu. Telekom’un satışında en fazla direnen de MHP’li faşist Ulaştırma Bakanı idi. Bunu işletmeyi satarsak en fazla PKK yararlanır deyip, duruyordu.

Peki, bir bilinçli işçi, bir devrimci için bu işletmenin yabancının veya “yerli burjuvazi”nin (yani devletin) elinde olmasının ne farkı var?

TKP devam ediyor ”Enerji, haberleşme, çimento ve bankacılık gibi önemli sektörlerde emperyalist ülkelerin ağırlığı iyice artmıştır” (TKP bildirisi).

Bundan önce bu sektörlerde “emperyalist ülkelerin“ ağırlığı yok muydu? Şimdi burada saydığı sektörlerin hiçbirisine emperyalist devletin, bu firmalara ortak olduğu veya satın aldığı söz konusu olmadığına göre, “emperyalist ülkeler ile kast edilen” uluslararası tekelci sermayedir.

Oysa “bu ülkelerin“ Türkiye’nin herhangi bir sektöründe ağırlığının artmasına gerek yok. Çünkü Türkiye kapitalizm’i uluslararası tekelci kapitalizmin doğrudan bir uzantısıdır. Revizyonist TKP’nin inkâr ettiği bu olgudur. ”Ulusal sektör” var mı ki, emperyalistler de bunun ele geçirsin?!! “Türk“ ismi verilen holdinglerin birbirleri ile birleşmesiyle “yabancı holding” diye adlandırılanların Türkiye’ye gelip bazı sektörlerle birleşmesi arasında zerre kadar fark yoktur. Revizyonistlere göre “yerli” oldu mu o ”milli”dir. Arkasından da “milliyetçiliğin” güçlenmesinden yakınılıyor.

TKP’ye göre, üretim ilişkileri tarafından belirlemeyen, hatta “üretim ilişkilerinin üstünde yer alan üretim biçimi ”başka bir deyişle “ekonomik sistem” var! “Para babaları” kendi çıkarlarını düşünerek bu ekonomi dışa bağımlı hale getirmişler! TKP iktidar geldiğinde yabancı sermayeye karşı “ulusal ekonomiyi bağımlıktan” kurtaracakmış!

Revizyonistlerin dillerinden düşürmedikleri “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” sloganıdır. Oysa kapitalist üretim ilişkileri, işçiyi kendi ürettiklerinden yabancılaştırır, işçinin ürettiğini, işçinin sömürülmesinin aracına dönüştürür. (15) Bunun için kapitalist üretim ilişkilerine son verilmeden, işçinin sömürülmesine son verilemez. Kapitalist üretim ilişkilerine son vermek için ilk önce burjuvazinin militarist ve bürokratik devletini zorla parçalayıp, dağıtıp, yerine Paris komünü tipi ve Lenin’in dediği gibi nitel değil, nicel (görünüşte) olarak devlet olan işçi devletini kurmak gerekir.

O zaman, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişkiye son verip, işçinin ürettiğinden yabancılaşması ortadan kaldırılır.

Ama TKP, bu izah etmeye çalıştıklarımın hiç birini kabul etmiyor, durmadan “ekonomimiz”, “tarım üretimiz” deyip duruyor. Yani bu deyimlerle, kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği, ekonominin, tarım üretiminin, kendileriyle “özleştirdikleri” işçi ve emekçilere ait olduğu iddia ediliyor. İşte bu kapitalist üretim ilişkilerini belirlediği ekonomiyi “emperyalist sömürüden” kurtarmak için iktidara talipler.

TKP, bu düzen içinde ilan ettiği programını uygulamak için hükümeti ele geçirmeyi çalışıyor. Bunun için bu devleti savunuyor. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın nedenini kapitalist üretim ilişkilerinde değil, hükümetlerin izlediği politikada arıyor. Dolayısıyla devleti ve kapitalizmi karşısına almıyor. AKP hükümetine yüklenip duruyor.

Tarım üretimiz ile kendine yeten 7 ülkeden biri idik, şimdi tarım ürünleri ithal eden ülke konumuna geldik” lafları revizyonistlerin dillerinden düşmüyor.

Kapitalizm koşullarında, tarım ekonomisinin giderek yerini sanayileşmeye bırakması ve şehirleşmenin yoğunlaşması, tarım ekonomisini geri bırakmaz mı, tarım ekonomisini yetersiz hale getirmez mi? Bugün tüm sanayileşmiş ülkelerde, tarım ürünlerinin üretimi yetersiz olduğu için ithalatların büyük kısmını tarım ürünleri teşkil etmiyor mu? Bu ülkelerdeki burjuvalar, bunun için tarım destekleme politikası yürütmüyorlar mı? Yani tarım ekonomisindeki değişiklikler kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinin doğal sonuçları değil mi?

İşte revizyonistlerin gizlemek istedikleri kapitalizmin bu gerçeğidir. Bir diğer yandan tarımda büyük üretimin gelişmesinden bahsediyorlar ve küçük üreticiler devletin desteğini arkalarında görmedikleri için büyük tarım üreticilerin ile rekabet edemedikleri ve geçimlerini sağlayamadıklarından dolayı tarım işletmelerini terk etmelerinden, daha doğrusu kapitalizm ile çelişki içinde girmelerinde yakınıyorlar.

Bir yandan “tarım ekonomisinin” çöktüğünü ileri sürüyorlar, diğer yandan tarım üretiminin büyük toprak sahiplerinin, holdinglerin, “yabancı sermayenin” eline düştüğünü belirtiyorlar.

Peki, tarımın, büyük üretimin giderek gelişmesi, küçük üreticilerinin yerini tarım işçilerinin alması ve sosyalizmin tarım üretiminde de maddi temellerinin olgulaştığını göstermiyor mu? Kapitalizme karşı tarım ve sanayi işçilerinin bütünleşmesinin güçlenmesi “sizi” neden rahatsız ediyor? Bugün Türkiye’de de mevsimlik tarım işçilerinin yerini sürekli çalışan tarım işçileri alıyor. Bu tarım işçilerinin çok büyük bölümü sigortası, sendikasız ve grev, toplu sözleşme haklarından mahrum işçi statüsündeler.

TKP, ortadan silinmeye yüz tutan küçük üreticileri yaşatmak ve kapitalizme tekrar adapte olmalarını sağlamak amacıyla, iktidara geldikleri! zaman “kooperatif“ kuracaklarını vaat ediyor ama büyük tarım çiftliklerinin kolektifleştirilmelerinden bir tek kelime dahi bahsetmiyor.

TKP’nin, AB’ye karşı oluşu, yine Türkiye’deki tarım üretimine yaklaşımının bir benzeridir. (16)

Türkiye’nin Bugünkü Sorunu “Demokrasi” mi?

Siyasi rejimin biçiminden bağımsız bir “demokrasi” sorunu Türkiye’nin gündemine suni bir tarzda sokulmaya çalışılıyor. Kürt burjuvalarına göre “Kürt ulusal sorunu” çözülmeden, işçi ve yoksul emekçilerin sosyal ve siyasal kurtuluşları için mücadelesi gündeme gelmemeli. Ve bu burjuva bakış açılarını “sosyalist” geçinen bir sürü gruba da kabul ettirmişlerdir.

Oysa tam tersine ve de kim ne derse desin, işçi sınıfını ve onun kapitalizmi tasfiye etmeyi, sosyalizm kurmayı amaçlayan siyasi mücadelesini, sınıf mücadelesinin merkezine yerleştirilmedikçe, Kürt halkının kendi kaderini kendinin tayin etmesine, ezilen bir ulusa mensup olmaktan çıkmasına imkân yoktur.

Tabi ki Kürt ulusal sorununun burjuva çözümü mümkündür. Kürt burjuvazisi bunu dayatıyor. Herkesi bu platform etrafında toplamaya, kapitalizmin neden olduğu yoksulluğa, işsizliğe, karın tokluğuna çalıştırılan milyonlarca insanın sefaletine karşı çıkılmasını ve bu sorunlar için mücadelenin gündeme gelmesini istemiyorlar.

Oysa bu Türkiye işçi sınıfının sefil yaşantısının içinde Kürt kökenli işçiler ve işsizler de yer alıyor.

Kaldı ki, Kürt burjuvaların dayattığı emperyalistler ve gericiler arası çelişkiye tabi ulusal sorunun çözümü, Türkiye generallerinin, faşistlerinin, Türk ırkçılarının, Kürt ve Türk ulusal köken farklılıklarını körüklemesine, Türk kökenli işçi ve emekçiyi, halkı yanlarına çekebilmelerine neden oluyor. Ve Türk egemen sınıflarına ve onların devletine karşı mücadeleyi zayıflatıyor.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek yolu işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesini geliştirmektir. Türk ve Kürt işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin birliği, Türk kökenli, işçi ve emekçilerin kendilerini ezen ve sömüren egemen sınıfların, aynı zamanda Kürt halkını ulusal baskı altında tutan sınıflar olduğunun farkına vararak, faşistlere, faşist generallere tavır alıp, Kürt ulusal sorununun çözümünden yana olabilir. 1984’den 2002 yılına kadar sınıf çelişkisinin yerine ulusal çelişki ön plana getirildi. “Herkes“ bu temelde Kürt sorununun çözümünü desteklemeye çağrıldı.

Oysa Türkiye egemen sınıflarına karşı, (hangi ulusal kökenden olursa olsun) işçi sınıfının birlikte kendi talepleri için mücadelesi gelişmedikçe, ezen ulusa mensup işçilerinin, ezilen ulusun ulusal sorunun çözümünü desteklemekten yana tavır almaları mümkün değil. İçi boş, soyut liberal burjuva düşüncelerin şekillendirdiği “barış, kardeşlik, barışçıl çözüm, demokrasi” gibi laflar, Türk kökenli işçilerin, emekçilerin ve halkın, Kürt ulusal sorunun çözümüne duyarsız kalmasından başka bir işe yaramıyor.

Bugün Türkiye’de 10 milyonun üzerinde var olan işçinin sadece 400, 500 bini sendikalıdır. 1848’lerde işçiler tarafından elde edilen 8 saatlik iş günü, Türkiye’de işçilere bir hak olarak tanınmamıştır. İşçiler en düşük ücretle, günde 12, 13 hatta 15 saat çalıştırılıyor. Burjuvazi her canı istediğinde işçi çıkarıyor. İş güvencesi diye bir koruma yok. Petrol-İş’in yaptığı araştırmaya göre, özel teşebbüse ait fabrika ve işletmelerin ancak %6,5 sendikalı. Bugün holdingler, büyük fabrikaları bölerek küçük iş yerlerine dönüştürmüşlerdir. Yan ürünlerini buralardan üretiyorlar. Sendikalı ve imtiyazlı işçilerin dışındaki işçiler, büyük bir kesimi taşeron firmaların kiraladığı işçilerden oluşuyor.

Çalışanların bu durumuna karşı iş bulamayan veya işten atılan milyonlarca işsiz var, bazı araştırmalara göre Türkiye’de 20 milyon işsiz var. Büyük şehirlerin varoşları işsizlerle, açlarla doludur. Türkiye de 1,5 milyon insanın aç olduğunu burjuva siyasetçiler dahi ileri sürebiliyor. CHP başkanı Baykal, Brezilyalı, Lula’nın sloganını kullanarak “hiç kimseyi aç bırakmayacağız” diyerek sözde vaatlerde bulunuyor.

Tüm bu işçilerin ve emekçilerin bu ve buna benzer sorunlarının varlığını hiçe sayanlar, bunlar, yokmuşçasına hareket edenler, demokratik hakların, işçilerin ve emekçilerin sömürü ve baskıya karşı mücadelesi ile elde edilebileceğini görmeyenler, Kürt ulusal sorununun burjuva çözümüne dahi karşı duran faşistleri, generalleri bir adım da olsa geriye doğru itemezler. (17)

Tüm dünyada neo-liberalizme karşı mücadele gelişirken, bunun tek istisnasının olduğu yer Türkiye’dir. ABD, Fransa ve hatta Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi yapılan seçimlerde neo-liberalizme karşı mücadele ve talepler seçim propagandalarının esasını teşkil eder iken, Türkiye’deki seçimlerin gündemine girmiyor. (18)

Tekellerin neo-liberal politikalarının esasını ucuz iş-gücü elde ederek artı-değer oranını yükseltme teşkil ediyor. 12 Eylül darbesi bunun için yapıldı ve Türkiye’yi, dünyada en ucuz iş-gücünün bulunduğu ülkelerden bir haline getirdi.

Türkiye burjuvazisi, bundan yararlanarak ucuza mal ettiği malları ihraç edip, önemli karlar elde etti ve ediyor. Başbakanın, “kişi başına düşen milli geliri iki katına çıkardık” diyerek böbürlenmesinin nedeni, milyonlarca insanı karın dokluğuna çalıştırmasıyla elde edilen aşır karlardır.

Bugün Türkiye’de karın tokluğuna çalışanların dışında, çalışanlarım kat ve kat üstünde işsiz, aç insan var ve bu işsizler, çalışanların üstünde büyük baskı oluşturuyor ve onları her türlü koşulda çalışmak zorunda bırakıyor.

Bunun için bir yandan, ucuz iş-gücüne karşı mücadeleyi, işsizliği giderme talepleri ile birleştirmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ucuz iş-gücünü ortadan kaldırmak için sendika, grev ve serbestçe toplu sözleşme hakkının elde edilmesine, taşeron firmaların yasaklanması, işten çıkarmanın keyfiliğine son verilmesi, fabrikalardan ve işletmelerden işçi çıkarmaların yasaklanması, kriminel suçlarla sınırlı işçi çıkarma, işçi temsilcilerinin onayıyla gerçekleştirilmesi talepleri, günlük iş gününün 8 saat ile ve giderek haftalık çalışma süresinin 35 saat ile sınırlandırılması gibi talepler, ucuz iş-gücünü gidermenin yolu olmasının yanı sıra önemli ölçüde yeni iş yerlerinin açılmasını sağlayacak ve işçi ile işsizlerin birlikte mücadelesinin zeminini hazırlayacaktır.

İşçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin ortamını hazırlar. Bu durum görülmedi veya görülmek istenmedi, işçi sınıfının mücadelesinin dışında Kürt ulusal sorununu çözümü arandı.

Abdullah Öcalan bu yanlışlığın farkına vararak, 2002 seçimleri sırasında, Kürt ulusal sorunun çözümünü, Türkiyeli işçi ve emekçilerin mücadelesi ile birleştirmek amacıyla yeni bir politik taktiği gündeme getirmişti.

Türk solu” adını verdikleri “sosyalist“ gruplarla bunun için seçim blok’unun oluşturulmasını önerdi. Ama blok kurulmasına rağmen mücadele platformunda değişen hiç bir şey olmadı. “Demokrasi mücadelesi esastır” denilerek, mücadelenin merkezine yine Kürt ulusal sorununun çözümü yerleştirildi

İşçi ve yoksul emekçilerin sorunları bir kaç göz boyama lafların dışında gündeme dahi alınmadı ve alınmıyor.

Sonuçta, “güçsüz Türk solu”nun, Kürt milliyetçiliğinin kuyruğuna takılmasından başka değişen bir şey olmadı.

Sonuç Olarak

2007 seçimlerine yine aynı anlayışla giriliyor. Ve hatta “Türk solu“ile kurulan blok dahi göstermelik hale getirildi. Kürt ulusal hareketinin bu şekilde davranmasını yadırgamamak gerekir, bunları sırtlarında taşımak zorunda değiller ki, ittifaklar siyasi güçler arasında gerçekleşir, kitlesel siyasi güce sahip olmayanın ne faydası olur?

Bu seçimlerde, Kürt burjuvalarının temsilcilerinin şimdiki amaçları, artık Türk halkını, Kürt halkının ulusal sorununun çözümü için kazanmak değil, Türk parlamentosuna girerek, Türk devleti ile Kürt ulusal sorunun sözde barışçıl çözümünü yollarını aramaktır.

Ama ne var ki şimdiden, Türk devletinin, generallerin, Kürt ulusal sorununun barışçıl çözümü diye bir dertlerinin olmadığı anlaşılıyor. Bunların tek istedikleri, PKK’nin silahını bırakıp teslim olmaya zorlamaktır. Böylece “Kürt isyanını yine bastırdık” diyerek yeni Kürt isyanlarının çıkmaması garanti altına alınmak isteniyor. Bu isyan bastırılırsa, kolay kolay bir daha “Kürt isyanı” ortaya çıkmaz diye düşünülüyor. Bunun için “ya teslim olun veya dağlarda bir tek terörist kalana kadar savaşacağız” diyorlar.

Generaller, ABD’in ve AB’nin “genel af çıkar, Kürt sorununu çöz“ önerilerini kabul etmiyorlar.

Oysa ABD emperyalizminin, Abdullah Öcalan’ı genel af çıkarılsın diye Türkiye ‘ye teslim ettiği biliniyor. Buna rağmen generaller, PKK’nın teslim olmasının dışındaki tüm “çözüm”leri reddediyorlar.

Şimdi, PKK’yi Kürt halkından tecrit etmek için bağımsız milletvekillerinin parlamentoya girmelerine göz yumuyorlar. Barzani’ye, Amerikan emperyalistlerine, AB’ye bunun için saldırıyorlar. “Türkiye halkının anti-emperyalistliğini”ni bu temelde geliştiriyorlar. Tüm stratejilerini PKK’yı tecrit edip, teslim olmak zorunda bırakmaya göre planlanmış.

Generallerin bu planın bozmanın tek yolu (yukarda da vurguladığım gibi) Türkiye’deki işçi ve emekçilerin kendi somut talepleri için mücadelesini geliştirmektir. 12 Eylül darbesi öncesi sınıf mücadelesini yeniden oluşturulmadıkça, generaller ve sivil faşistler direnmeye devam edeceklerdir.

Kürt ulusal hareketinin kitlesel bir güce ulaşmış olması, işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmede önemli bir avantaj oluşturuyor. Ama Kürt burjuvazisi böyle bir mücadelenin tekrar doğmasını istemiyor. Bu iş “Türk solu” dediklerinin göreviymiş gibi propaganda yapıyor ve amaçlarını gizlemeye çalışıyorlar.

Oysa generaller OYAK gibi tekelci sermayenin mensupları olarak, direk iktidarı yürütmeye talipler. Artık sadece orduya dayanan bir güç olarak kalmak istemiyorlar. Bu gücü aştıklarını “dosta, düşmana” göstermek için milyonlarca insanı sokaklara döktüler. Şimdi sırada CHP-MHP hükümeti var. Bu ittifakla aynı zamanda Cumhurbaşkanlığını da ele geçirecekler.

Generallerin böylesine güçlendiği koşullarda “barışçıl çözüm” nasıl gerçekleşebilir ki? Bazı Kürt burjuva kesimleri, bu açmazı aşabilmek için, Kürt ulusal hareketinin diğer Kürt bölgelerinde geliştirilmesini öneriyorlar.

Böyle bir yol Kürtlerin düşmanlarını daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Ve emperyalistler, Türk devletini, Arap ülkelerini, hata İran’ı bir kenara atarak Kürt’ü desteklemez. Bunun için Türkiye’deki Kürt ulusal sorununun tek çözümü işçi ve emekçilerin mücadelesini geliştirmekten geçiyor. .

Bunun için, bu seçimler generallerin iktidarda daha fazla söz sahibi olmaktan öte bir “yenilik” olarak ortaya başka bir şey çıkaramaz.

YAVUZ YILDIRIMTÜRK

Temmuz 2007

*******************************************

(13) Anayasa mahkemesi, bu revizyonistlerin “komünist” ismini kullanması karşısında da başsavcının açtığı davayı reddetmesinin gerekçesi, proletarya diktatörlüğüne karşı olmalarından dolayı partilerine “komünist” isimi vermesinde bir sakınca yok diyordu. Burjuvazinin mahkeme kararlarıyla bile bunların revizyonist oldukları tastik edilmişti. Tüm bunlara rağmen “Türkiye’nin tek sosyalist partisi” olduklarını iddia ederek “hava atıyorlar”. Ne demeli, “koyunun olmadığı yerde, keçinin kendini Abdurrahman Çelebi ilan etmesi" gibi sosyalizmin yerine burjuva demokrasinin savunulduğu bir yerde, TKP’nin de kendini “komünist” ilan etmesinden doğal ne olabilir ki!..

(14) Tabi ki revizyonist TKP’nin devlet ve demokrasi konusunda ileri sürdüğü burjuva görüşlerin eleştirisi bu yazının boyutlarını aşıyor. Bu bakımdan bu konuyu çok kısa geçmek zorunda kalıyorum.

(15) Kapitalist üretim ilişkileri işçinin ürettiğini, akrep gibi kendini zehirlemesine dönüştürür.

(16) TKP, AB temelinde büyük üretimin (sosyal üretimin) çok büyük boyutlara çıkmasından ve Avrupa çapında sosyalizmin maddi temellerinin giderek daha olgunlaştığının göstergesi olan “ulusal devletlerin” ve “ulusların” ortadan kalkmasının ortamının doğmasından rahatsız oluyor. Bugün AB’ye dâhil olmuş insanlar artık, ”Polan’ız, Alman’ız, Fransız’ız veya İngiliz’iz “ demiyorlar, biz Avrupalıyız diyorlar. Bu ulusal farklıkların ve ulusal çatışmaların giderek etkisiz hale geldiğinin ve Avrupa burjuvazisine karşı işçilerin birliğinin daha güçlendiğini göstergesidir. Avrupa birliğinin tekelci kapitalizm olduğu, neo-liberal politikalarıyla, işçileri ve emekçilileri daha yoksullaştırdığı ve daha da yoksullaştıracağı doğrudur. Türkiye’nin AB’ye girmesi ile Türkiyeli işçiler ve emekçilerin daha da yoksullaşabilecekleri de doğrudur. Ama Kapitalist Avrupa birliğinin karşıtı sosyalist Avrupa’dır, Türkiye’nin “ulusal” kapitalizm’i değildir! Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olan, Avrupa’nın neo-nazileri ve gerici burjuva siyasetçileridir. “Yoksul Türkiyeliler” AB’ye üye olamaz diyorlar. Bunun için Avrupalı demokratların, sosyalistlerin ve “Marksist”lerin tümü Türkiye’nin AB’ye girmesini destekliyorlar. Türkiye’nin tekelci burjuvazisi AB’ye girmeyi istiyormuş, bunun için AB işçilerin çıkarına değildir lafları sadece “Türkiye ulusal kapitalizm”ini savunmayı ört pas etmeye yarayan bir demagojidir. AB’de sadece tekelci burjuvalar yok işçiler de var ve de emek-sermaye çelişkisinin giderek keskinleştiği alanlardan biridir. Türkiye’nin tekelci burjuvazisi, bugün egemen olan tekelci kapitalizme ile daha da kaynaşmak için AB’ye girmek istiyor. Türkiyeli işçiler ise Avrupalı işçi sınıfıyla daha fazla kaynaşmak, kapitalist Avrupa’yı tasfiye etmek ve sosyalist Avrupa’yı kurmak için AB’ye katılmadan yana olur! Bunun anlaşılmayacak nesi var?!! Türkiye’nin şeriatçısıyla, faşistleri ile birlikte AB’ye karşı olmasının bir alemi var mı?!!

(17) “Kardeşlik, barış, barışçıl çözüm” gibi içi boş liberal burjuva laflarıyla bir yere varılamaz. İşçi sınıfının mücadelesini küçümseyenler, “devrimci mi kaldı” laflarını dilerinden düşürmeyenler, “Türk solu zayıfladı” diyerek sevinenlerin, çok geçmeden Türkiye’de de sosyalist gerçeklerle yüz yüze gelmeleri kaçınılmazdır. Dünyada başlayan sosyalizm rüzgârının Türkiye’yi de etkilemesini hiç kimse önleyemez.

(18) Önemli olan “program sorunu” değil deniliyor. “TÜSİAD-IMF programının ezdiği emekçiler, Kürt sorurunun çözümünü bekleyen Kürtler, inanç ve vicdan özgürlüğü olmadığı için baskı gören dini çevreleri de kapsayacak vekil adaylar”… Böylesine bir platform etrafında seçime gidiliyor. “Tüsiad-IMF“ programına karşı olma ile neo-liberalizme karşı mücadelenin kast edildiği zannedilirse yanılgıya düşmek kaçınılmaz olur. Çünkü kapitalizmin neo-liberal politikalarıyla “ezilen emekçilerin” içinde “Kürtler” yok! “İnanç ve vicdan özgürlüğü“ olmayanlar da yok! Bunun yanı sıra, ulusal ve din baskı altında olanların içinde burjuvalar da var ve bunlar, neo-liberal politikaları desteklediklerini açıkça ilan ediyorlar. DTP yayınladığı seçim bildirilerinde IMF’ye karşı bir tek laf dahi etmiyor. Böyle bir seçim platformunun neo-liberalizme karşı olmasına imkân var mı? Sınıf farklılıklarının ve sınıflar arası antagonist çelişkinin var olduğu koşullarda, neo-liberalizme karşı mücadelede “herkesi“ bir araya getirmenin imkanı var mı? Ama siyaseti “sınıflar üstü“ olarak görenler için tabi var! IMF programıyla, neo-liberal ekonomi-politikayı özdeşleştirmek başlı başına bir yanlıştır. Neo-liberal ekonomik-politika, uluslararası tekelci kapitalizm’in bir “programı”dır. Ve IMF’ye bağlı olmaksızın tüm dünya kapitalist ülkelerinde uygulanmaktadır. Brezilya’da Lula, IMF’ye olan tüm borçları ödedi ve Lula’nın neo-liberal politikaları uygulaması için, IMF’nin artık en küçük tarzda bile olsa baskısı yok; ama Lula, neo-liberal politikalarından zerre kadar sapmadan uygulamalarına devam ediyor ve Chavez’in neo-liberalizme karşı mücadelesinin karşısına dikilerek, Latin-Amerika’da neo-liberal politikaların hâkimiyeti için savaşın öncülüğünü yapıyor. Ve yine Tüsiad’a üye olmayan holdinglerin başında OYAK geliyor. Şimdi OYAK neo-liberal politikalardan yana değil mi? Niye neo-liberal politika Tüsiad’ın programı ile sınırlanıyor? Anlamak oldukça güç olsa gerek!..

19 Temmuz 2007

Türkiye'deki seçımlerde ızlenen taktikler

TÜRKİYE’DEKİ SEÇİMLERDE İZLENEN TAKTİKLER

Marksizm’e göre, esas olarak burjuva parlamenter sistem içinde yapılan seçimler, işçi ve emekçi yığınları aldatmayı amaçlayan burjuvazinin siyasi manevrasından öte bir anlama ifade etmez.

Burjuva parlamenter sistemin bu niteliğine rağmen, işçi sınıfı ve emekçiler için burjuvazinin seçim showundan yararlanmak gereklidir. Bu vesile ile işçi sınıfını burjuvazinin ideolojik ve siyasi etkisinden kurtarmak, bağımsız sınıf örgütlülüğünü oluşturmak veya güçlendirmek amacıyla burjuvazinin seçimlerine katılınır.

Burjuva demokratik seçimleri, işçi sınıfı partisi için gerçeklerin işçi ve emekçi kitlelere açıklamanın bir aracı olmasının yanı sıra ve özelikle, işçi sınıfı partisinin siyasi, ideolojik, örgütsel gücünün ne düzeyde olduğunun tespitine de yarar. Bundan öte burjuva demokratik seçimlerinden, iktidar için ümit beslemek “gerçeklere gözlerini kapamayı” kendi sınıfsal çıkarları için vazgeçilmez bir görev addeden “sosyalist” kisveye bürünmüş revizyonistlerin işi olsa gerek.

Türkiye’deki seçimler de, kapitalizmin gerçek yüzünü açığa çıkaran neo-liberal politikaların daha da su yüzüne çıkardığı yoksulluğun, işsizliğin, çaresizliğin tüm dünyayı kasıp kavurduğu bir dönemde yapılıyor.

Alman devlet istatistik dairesinin yaptığı araştırmalara göre, Almanya’nın nüfusunun %13’ü yoksulluk sınırında yaşıyor. 10,6 milyon “vatandaş” aldığı ücretle yaşamını sürdüremediği için devletten yardım alıyor. 4,6 milyon çalışan insanın brüt saat ücreti 7,5 €’nun altındadır. 1,5 milyon çalışanın ücreti ise 5 €’nun altındadır. 3 milyon işçinin eline ayda 940 €’dan dan az para (1) geçiyor.

Burjuvazi, daha fazla ucuz iş gücü elde etmek için bilinçli bir tarzda durmadan işsizliği artırarak çalışanları en düşük ücretle çalışmaya zorluyor. Bunu gerçekleştirmenin en temel yöntemlerinden biri de taşeron firmalardan işçi kiralamadır. Böylece sendika, toplu sözleşme, grev hakları olmayan işçi tabakası oluşturuluyor ve giderek de bu işçilerin, çalışanların çoğunluğunun yerini almasını amaçlayan bir politika izleniyor.

Tüm iş kollarına kiralık işçiler yerleştirilirken, sendika, toplu sözleşme, grev hakkına sahip olan işçilerin sayısı azaltılıyor ve geri kalan işçiler de daha yüksek ücret alan imtiyazlı işçiler konumuna getiriliyor. Sendika bürokratları, sadece bu işçilerin ekonomik hakları için sözde mücadele ederek, yerlerini daha da sağlamlaştırmayı amaçlıyorlar.

Burjuvazi, dinsel, ulusal, yerli, yabancı, kadın, erkek, işçi, işsiz ayrımlarını kullanarak işçileri bölme girişimine, şimdi fabrika işçileri, taşeron işçileri ayrımını devreye sokarak işçilerin kendisine karşı birleşerek mücadele etmelerinin önünü kesmeye çalışıyor.

Bir dönem, Batı Avrupa burjuvalarının siyasi partileri ve bürokrat sendikacılar, artı-değer sömürü oranını artırmanın bir yolu olan burjuvazinin işsizliği çoğaltma girişimlerinin gerçek nedenlerini ört pas etmek için “kaçak işçi çalıştırılıyor, bunun için işsizlik artıyor” bahanesinin arkasına gizleniyorlardı.

İş-gücünün fiyatını en asgari düzeye indirerek, ”kaçak işçi sorunun” sözde çözen burjuva hükümetleri, kaçak işçi statüsünün yerine köle işçi statüsünü ikame ettiler. Şimdi artık burjuvazi kaçak işçi çalıştırmıyor! Doğu-Avrupa ve “3. dünya ülkeleri” diye isimlendirilen ülkelerden getirdikleri işçileri, karın tokluğuna, baraka evlerde barındırarak, günde 13 saatten kadar çalıştırıyorlar, hem de saat ücreti 1 €’dan! (2)

Şimdi, kapitalizm’in yeni bir ekonomik krizi gündemde, ABD’de başlayan ekonomik durgunluk, AB’yi de derinden etkilemeye başladı. Son günlerde Avrupa merkez bankasının faizleri yükseltmesine, Avrupa’da da başlayan üretimdeki durgunluğun neden olduğu, bizzat Avrupa merkez bankasının başkanı tarafından basına açıklanıyordu.

Burjuvazi her zaman olduğu gibi, krizle birlikte kar oranlarında düşüşlerin ortaya çıkacağını hesaplayarak, yatırımlarını ranta doğru kaydırıyor. Böylece, bir yanda işsizlik daha da artarken, diğer yanda (paranın değeri düşmesi sonucu), işçi ve emekçilerin satın alma gücü yine daha aşağıya çekiliyor. (3)

Bugün, kapitalizmin (dünyanın dört bir tarafında) yeniden ve daha güçlü bir tarzda sorgulanmaya başlandığının farkına varan burjuvazi, kapitalist sisteme karşı başkaldırıları ve ayaklanmaları bastırmak ve ezmek için devletinin güçlerini yeniden örgütleyerek devreye sokuyor. Kitlesel mücadeleleri ezmek amacıyla özel polis komando birlikleri kuruyor.

Burjuvazi, bir yandan milyonlarca insanı yoksulluğun ve sefaletin içine itiyor, diğer taraftan bu yoksulluğa, sefalete karşı isyan edilmesini “haksız ve kanunsuz eylemler“ olarak nitelendirmekten geri durmuyor. Kapitalistler, insanları açlığa mahkûm edecek, ama ona karşı hiç ses çıkarılmayacak! Çıkarıldığında da, devlet güçleri en acımasızca saldırıya geçecek! (4)

Burjuvazi, burjuva demokrasisinin bir diktatörlük biçimi olduğunu inkâr eden ve işçi emekçi kitlelerine sadece burjuva demokrasisi için mücadele etmesi gerektiğini vaaz eden “sosyalist” kisveli revizyonistlere de gerçeğin ne olduğunu gösteriyor.

Türkiye’ye Gelince

Türkiye, kapitalist sömürünün en acımasızca cereyan ettiği ülkelerin başında yer almasına rağmen, ısrarla kapitalizmi hedef almayan “sosyalist hareket” (siyasi bir etkisi olmamasına rağmen) varlığını sürdürüyor. Bu şekilde bir “sosyalist hareketin” varlığının temel nedeni, proletaryayla burjuvazi arasında yer alan güçlü bir orta tabakanın mevcut olmasıdır. Tekelci kapitalizmin (ve dolayısıyla tekelci burjuvazinin) baskısı sonucu sınıfsal varlığını kaybetmekle yüz yüze kalan mülk sahibi orta ve küçük burjuvalar, yaşamlarını sürdürmek amacıyla siyaset sahnesine “sosyalist“ kisveye bürünerek çıkıp, sözde tekelci kapitalizm’e karşı savaş açıyorlar! Ve kapitalizm’den soyutlanan sözde anti-emperyalist mücadeleyi gündeme getirmelerinin nedeni de budur.

Özel mülkiyetten (ki kapitalist devlet mülkiyeti de son tahlilde özel mülkiyettir) dolayısıyla insanın, insan tarafından sömürülmesinden yana olan küçük burjuva ve burjuva sosyalistleri, üretici güçlerin gelişmesi ile ortaya çıkan kapitalist toplumdaki evrimsel değişiklere karşı çıkarak, tarihsel olarak gerici bir konuma düşmekten çekinmezler. Bir yandan, kendilerine “sosyalist” hata “Marksist” ad takmaktalar, diğer yandan toplumsal gelişmeye karşı çıkan faşistler ile şeriatçılarla aynı siyasi ve ideolojik görüşleri paylaşıp, bu görüşlerin yayılmasına çalışırlar.

Kapitalizm koşullarında üretici güçlerin gelişmesi sonucu, ulusalcılığın aşılıp, uluslararasılığın doğmasına “ulusal devletlerin” yerini uluslararası örgütlerin almasına karşı çıkan küçük burjuva ve burjuva sosyalistlerin, ulusalcılığa ve “ulusal devlete” dört elle sarılmalarının nedeni, ulusalcılığı ve “ulusal devleti”,özel mülkiyetlerinin (dolayısıyla sömürülerinin) yaşamasının garantisi olarak görmelerinden dolayıdır ve bunun için de “ulusal devletin” zayıflatılmasını istemiyorlar.

Bugün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de burjuvazinin neo-liberal ekonomik ve siyasi saldırıları sonucu kırlardan, şehirlere doğru hızlı bir göç yaşanıyor. İlk kez dünya nüfusunun % 50’sinin üzerinde yer alan insanlar şehirlerde yaşamaya başladı ve bu süreç giderek gelişiyor. (5)

Kapitalist gelişme, kırları boşaltıp şehirleşmeyi güçlendiriyor, iş-gücünü satmaktan başka hiç bir şeyleri olmayan insanların sayısının çoğalmasına neden oluyor.

Küçük mülkiyetini kayıp eden, üretim araçlarından arınan insanlar proleterleşir. Kapitalizm, kırları boşaltarak, şehirlerin varoşlarında, yoksul, aç, çaresiz, baraka evlerde (gecekonduda) yaşayan insanları topluyor ve bu insanlar iş-güçlerini her an en ucuz tarzda satmak için hazır ve nazır bir şekilde bekliyorlar ve bunlar aynı zamanda da kapitalizm’in mezar kazıcıları olarak da çoğalıp, hazırlanıyorlar.

Günümüz dünyasında, bir yandan giderek daha da azınlığa tekabül eden burjuvalar durmadan zenginleşirlerken, yoksulların sayısı çığ gibi büyüyor. Yoksullaşma, gelişmiş sanayi ülkeler dahi olmak üzere, tüm dünya kapitalist ülkelerinde baş sorun durumdadır.

Bu gelişmeyi göz ardı etmek amacıyla, burjuva sosyalistleri, emperyalist-kapitalizm’e karşı “ulusal kapitalizm’i” alternatif bir ekonomik sistem olarak öne sürmekteler. Ve böylece, işçi ve yoksul emekçileri aldatmaktalar. Kapitalizm, doğası gereği uluslararası bir ekonomik sistem olduğu halde emperyalist-kapitalist sisteme karşı, “ulusal kapitalizm’i” veya “ulusal ekonomi” oluşturarak sözde bağımsızlığın sağlanacağını ileri süren görüşler yalandır ve demagojiden öte hiç bir şey ifade etmiyor. Çünkü kapitalizm hiç bir zaman ulusal karakterde olmaz ve olmasına da imkân yok.

Burjuvazi, feodal parçalanmışlığa karşı, (kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucu) bir pazar etrafında merkezi ulusal devletin ulusallığının yeniden gündeme getirilmesinin, ulusallığı (yani milliyetçiliği) bayrak edinmesinin nedeni, esas olarak kapitalizmin ulusal nitelikte bir ekonomik sistem olmasından ötürü değil. Burjuvazi, içte sınıf farklılıkların sonucu ortaya çıkan sınıf mücadelesini ezmek ve ört pas etmek ve dışta siyasi yayılmacılıkla yeni pazarla elde etmek amacıyla, uluslaşma döneminde ortaya çıkan ulusallığı devamlı kullanır. Sınıflar üstülüğü öne sürerek maddi temeli ortadan kalmış olan “ulusal birliği” savunmaya devam eder.

Bugünlerde, uluslararası kapitalizmin ana üslerinden biri ve AB gibi uluslararası oluşumun temel direği olduğu öne sürülen Almanya’da, burjuvazi, neo-liberal politikalar sonucu sınıf çatışmalarının gündeme gelmesi, kapitalizm’e karşı sosyalizm’in tekrar alternatif bir sistem olarak öne sürülmesi karşısında hemen “ulusalcılığı” ve “Almanların ulusal birliğini “ ön plana getirip yoğun bir propagandaya girişiyor ve hem de ırkçı ulusalcı Hitlerin yaşadığı, derin izler bıraktığı, bu derin izlerin üzerinde yeşeren neo-Nazizm’in güçlenmeye başladığı bir ülkede, burjuvazinin FDP, CDU, CSU gibi partileri ulusalcılığı gündemlerine alıp, yoğun propaganda kampanyaları başlatabiliyorlar. Fransa’da devlet başkanı olan Sarkozy’nin de “ulusalcılığı” kullanmak amacıyla yola çıktığını herkes biliyor. Şimdi, Fransa ve Almanya “emperyalistlerin sömürgesi ülkeler“den midir ki, ulusalcılık buralarda da gündeme geliyor?..

Ulusalcılığın (milliyetçiliğin) esas hedefi, işçi sınıfı ve sosyalizm’dir. Sözde anti-emperyalistlikle, milliyetçiliğin yumuşatılmış biçimi olan yurt-severlik laflarıyla gerçeklerin üstü örtülemez. Kapitalizm enternasyonal bir sistemdir. Bunun için, kapitalizm’in kaçınılmaz alternatifi olan sosyalizm’in de enternasyonal bir sistem olması zorunludur. Dolayısıyla, işçi sınıfı ulusal değil, enternasyonal bir sınıftır. Yurt-severlik kisvesine bürünen ulusalcılığın (milliyetçiliğin) enternasyonalizm’le çelişmediği iddiası bir burjuva yalandır. İşçi sınıfının vatanı (yurdu) yoktur. Yurdu olmayan bir sınıf yurt-sever olamaz.

Ama Türkiye’deki 22 Temmuz seçimleri vesilesi ile propagandalarını yoğunlaştıran ve seçimlere katılan, kendine “sosyalist” ismi takan partilerin hiçbirisi proleter sosyalizm’i savunmuyorlar, daha doğrusu bunlar, emperyalizm’den “bağımsız ulusal kapitalizm”i oluşturma sevdasına tutulmuş burjuva sosyalistleridir. (6)

Sovyetlerin dağılmasından sonra burjuvazi, Marksizm’i karalamak için büyük bir kampanya başlatmıştı.

Neo-liberal ekonomik politikalar sayesinde kapitalizmin iç yüzünün tüm çıplaklığıyla tekrar açığa çıkmasıyla, burjuvazinin bu anti-Marksist kampanyasının etkisi kaybetmesine yol açıyor, özellikle Latin-Amerika’daki gelişmeler ve “21 yüzyıl sosyalizmi” konusundaki tartışmalar, “Marks yanılmıştı” gibi burjuva safsataları yerle bir ediyor.

Ama Türkiye hariç, çünkü Türkiye de gerçek Marksizm, işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin mücadelesinde egemen ideolojik, siyasi ve örgütsel bir güç haline gelemedi, gelmesi için yapılan her teşebbüs, “sosyalizm” kisvesine bürünmüş Kemalist milliyetçilik tarafından etkisiz hale getirildi.

12 Eylül faşizminin Türkiye sosyalist ve devrimci hareketine indirdiği darbe, Sovyetlerin dağılmasıyla da birleşerek, anti-Marksizm’in etkilerinin çok büyük boyutlara tırmandığı, son seçimleri vesilesi ile ve de generallerin cumhurbaşkanı seçimleri sırasında milyonlarca insanı sokağa dökerek gövde gösterisi yapmalarıyla belirginliğe kavuşmuştur.

Doğu Perinçek’in Zırvaları

Bunun için Doğu Perinçek, Kemalist milliyetçiliğin bayrağını, kendisi gibi düşünen “sosyalistlere” kaptırmamak amacıyla çok açık ve fütursuzca davranıyor.

Ve “emek-sermaye çelişkisi kapitalist üretim biçiminin temel çelişkisidir; kapitalizm, emeğin sermaye tarafından sömürülmesi temeline dayanır. Bu temel çelişki emek lehine çözülmeden insanın kurtuluşu da, özgürlüğü de mümkün değildir. Hiç kuşku yok ki kapitalizm son iki yüz yılda çeşitli evrelerden geçmiş, onarılmış, ehlileşmiştir. Ama özü değişmemiştir; temel çelişkisi. Bu çelişkiyi eninde sonunda gene çalışan sınıflar çözeceklerdir. Buna inanmak sosyalistliğin ilk adımıdır, 'ciddi anlamda' solculuğun da...” ileri süren bu görüşlere artık rahatlıkla itiraz edebiliyor.

Marks tarafından formüle edilen kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi ve buradan giderek sosyalist devrimlere ulaşmak, maalesef hayat tarafından doğrulanmayan 19. yüzyıl kuramıdır. 1917 Sovyet devrimi sonrasında Troçkistler, en gelişmiş işçi sınıfına (doğal olarak sermaye sınıfına) sahip batı Avrupa ve ABD'de devrim hayal ettiler, ama bu ülkelerdeki işçi sınıfı devrim yapmadığı gibi o ülkelerin komünist partileri 2. Enternasyonal’den çekilerek sosyal demokrat oldular. Zira batılı gelişmiş kapitalist ülkeler, artık emperyalist olduklarından işçi sınıfı da sömürgelerden, savaşlardan gelen rantı paylaşmaktalar.” (Do. Per)

Doğu Perinçek, bu burjuva görüşlerini doğrulamak için hilelere başvuruyor. Ama o, “emek sermaye çelişkisi belirleyici değil“ görüşlerini en keskin “sosyalist“ olduğu 1969’larda “Türkiye’de işçi sınıfının devrimde önderlik etmesinin objektif koşulları yoktur” diyerek açıklıyordu; dolayısıyla, onun bu görüşleri yeni değil.

Bugün Doğu Perinçek’in ileri sürdüğü anti-Marksist düşüncelerin hiç birisini ilk kez duymuyoruz. O “sosyalist harekete” katıldığı dönemden itibaren Marksizm’le işçi sınıfı hareketinin kaynaşmamasını sağlamayı kendine baş görev edinmiş bir burjuvadır. Bunun için Maoculuğa dört elle sarılmıştı, köylü devrimini “sosyalist devrim” diye yutturmaya çalışıyordu. Şimdi, anti-Marksist olduğunu gizlemeğe gerek görmediği için gerçekleri itiraf ederek, “Çin devrimi sosyalist değil, MDD idi” diyebiliyor.

Marks “tarafından formüle edilen kapitalizmin emek-sermaye çelişkisi ve buradan giderek sosyalist devrimlere ulaşmak, maalesef hayat tarafından doğrulanmayan 19. yüzyıl kuramıdır” lafları yine, ilk kez Doğu Perinçek tayfası tarafında dile getirilmiyor. Bu laflar, faşistlerin, burjuvazinin anti-komünist gericilerin, sosyal-demokratların ağızlarından düşürmedikleri bir sakızdı.

Doğu Perinçek ve tayfasının Türkiye’nin gündemine taşıdıkları bu düşünceler, yıllardan beri Marksistler ile burjuva reformistler arasında tartışılan konulardır. Marksizm, kapitalist sömürünün yarattığı yoksulluğun ve işsizliğin, emekçilerin özel mülkiyetten ve üretim araçlarından arınmalarının, emekçilerin ellerindeki iş-gücünü meta olarak satmalarından başka bir “gelirinin” kalmamasının, daha doğrusu, iş-gücünün meta haline gelmesinin, kapitalist üretimi gerçekleşme niteliğinde doğduğunu ileri sürerken, reformist burjuvalar ise yoksullaşmanın kapitalist üretimden değil, ortaya çıkan artı-değerin tüketim bölümünün “adaletli“ dağıtılmamasından dolayı meydana geldiğini iddia ederek, sosyalizme karşı “sosyal-adalet” ve eşitlilik talebini öne sürmektelerdi. Ve devletin ekonomiye müdahalesi ile sosyal-adaleti sağlayacak, bir ekonomi-politika izlemesini talep ediyorlardı.

Reformistlerin bu görüşleri doğrultusunda, işçi sınıfı mücadelesi karşısında, özellikle Ekim Devrimi sonrası burjuvazinin, kapitalizmi yaşatmak amacıyla sömürgelerde elde ettikleri karlarının ve rantların küçük bir bölümünü işçi ve emekçi sınıflara dağıttığı, “sosyal-devleti” gerçekleştirdiği bir vakadır. Burada, kapitalist üretimin gerçekleşme niteliğinden herhangi bir değişikliğin ortaya çıkmadığı açıktır.

Tekelci burjuvazi istemeden, ama sosyalizm karşısında kapitalist sistemi savunmanın zorunluluğundan ötürü kabul ettiği, (9) bu ekonomik-politikanın uygulanması, emek-sermaye çelişkisini kapitalist toplumun temel çelişkisi olmaktan çıkaramadı ve çıkaramazdı; çünkü ”sosyal devlet” kapitalist ekonomi tarafından yaratılan bir üst yapı kurumu değildi, tam tersine kapitalist üretimin gerçekleşmesinde etkisi olmayan tamamen ferdi tüketim maddelerinin paylaşılmasına yönelik olarak, siyasetin kapitalist ekonomiye müdahalesidir.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde burjuvazi, bir yandan iş-gücünün yarattığı artı-değeri elde ederek, yoksulluğu, işsizliği artırdığı, karını ve sermayesini durmadan büyüttüğü sırada, devlet devreye girerek, sömürgelerden elde edilen aşırı kar ve rantlar sayesinde kapitalizmin yarattığı yoksulluğu gidermeğe, sefaletin önüne geçmeğe çalışıyordu.

Sosyal-devletin maddi bir temele dayanmadığının en belirleyici kanıtı, aşırı üretimin kapitalizmi ekonomik krize sokmasıyla ortaya çıkan manzaradır. Birdenbire çöken ekonomi karşısında burjuvazi, sömürgelerden elde edilen karlardan pay dağıtarak çığ gibi büyüyen yoksulluğun ve işsizliğin önüne geçemedi ve geçemezdi de.

Günümüzde ise artık bunların tartışılmasının dahi bir anlamı yok; çünkü Sovyetler’de Stalin’den sonra başlatılan kapitalizme geriye dönüşün Sovyetler’in dağılmasıyla sonuçlanması, burjuvaziyi rahatlattı ve sosyalizme karşı kapitalizmi savunma politikasını terk ederek neo-liberal dönemi başlattı.

Burjuvazi şimdi artık, “sömürgelerden elde ettiği aşırı kar”larında işçi ve emekçilere pay vermeyerek, sosyal devleti tasfiye ediyor. “Refah toplumuna geçildi, artık proleter sınıf kalmadı, şimdi çalışanlar var“ görüşlerinin burjuvazinin göz boyama operasyonlarından başka bir şey ifade etmediği, neo-liberal dönemle birlikte açığa çıkıyor.

Devletin ekonomiye müdahale etmeyi terk edilmesiyle artık, kapitalizmin gerçek yüzü gizletilemiyor. Yukarda da vurgulandığı gibi batı Avrupa ülkelerinde yoksullaşma giderek artıyor ve Türkiye gibi ülkelerle, Avrupa ülkelerinin arasında yoksullaşmanın farkı kapanıyor. Yani, “Avrupa’da işçiler sosyalizm için mücadele edemezler, sömürüden pay alan imtiyazlı sınıf haline gelmişlerdir” iddiaları, neo-liberal dönemle birlikte yerle bir oluyor. (10)

Avrupa burjuvazisinin artan yoksullaşma ile birlikte “Marks doğru söylüyordu, Marks’ın hayaleti gökyüzünde dolaşmaya başladı” dediği bir dönemde, Doğu Perinçek tayfası ayrı telden çalıyor. Dünyada olup bitenlerden bile haberleri yok. Bunun için “Marks’ın görüşleri doğru çıkmadı, bunlar 19. yüzyıl kuramları idi” gibi zırva görüşleri Türkiye’de piyasaya sürebiliyorlar.

Türkiye gibi sömürgeleri olmayan dolayısıyla gelişmiş sanayi ülkesi haline gelmeyen ülkelerde, yoksulluğun ve işsizliğin, sefaletin çaresizliğin nedeninin kapitalist üretimin gerçekleşmesinin niteliğinden doğmadığını ileri süren revizyonist ve reformistler, tüketimde eşitliğin yani “sosyal-adaletin” sağlanamamasının nedeni olarak “dış güçlerin” yani emperyalistlerin sömürüsünü gösteriyorlar ve dolayısıyla “emperyalizme karşı ulusal kapitalizm“ parolasına dört elle sarılıyorlar.

Oysa bu revizyonist ve reformistlerin “emperyalist sömürü olmasa idi kapitalizm şartlarında, yoksulluk olmazdı” lafları yalandır; çünkü emperyalist sömürünün de esas kaynağı kapitalizmdir. Durmadan vurguladığı gibi zaten tekelci kapitalizm, kapitalizmin doğal bir uzantısıdır.

Bir an için Türkiye’nin emperyalist ülkeler tarafından sömürülmediğini farz etsek bile, kapitalizmin ekonomik kanunları gereği, kapitalizmin, büyümesi ve gelişmesi, ancak sömürünün yoğunlaşmasıyla, yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin artmasıyla, tarım ekonomisinin sanayiye bağımlı hale gelerek kırların boşalmasıyla mümkündür.

İlk sanayi kapitalist ülke İngiltere idi. Ve İngiltere emperyalistler tarafından sömürülen bir ülke de değildi.

Engels “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” isimli yapıtında, kapitalizmin gelişmesiyle İngiliz işçilerini ve emekçilerini nasıl sefalet içinde yaşattıklarını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor. Doğu Perinçek’in “19. yüzyıl kuramı” dediği bu İngiliz kapitalizminin analiz edilmesi ile şekillenen Marksist ekonomi-politikadır.

Burjuvazi buna “vahşi kapitalizm” ismini takmıştı. Şimdi “eski Maocu”, burjuvazinin diğer kesimleri gibi, “refah toplumu”, “sosyal-devlet” oluştu, “vahşi kapitalizm” geride kaldı görüşlerine katılarak, emek sermaye çelişkisinin belirleyici olmaktan çıktığı öne sürebiliyor. Bunun için kapitalizmin hedef alınmaması arzusuyla yanıp tutuşuyor. Aslında bu “PDA”lı (7) burjuvalar “elveda proletarya“ görüşlerini tekrar edip duruyorlar.

Marks'ın yeterince öngöremediği bu emperyalizm olgusunu, neredeyse eşzamanlı olarak, Sovyetler Birliği'nde Lenin emperyalizm teorisini kurarak, Türkiye'de ise devrimci önderimiz Mustafa Kemal hayatın pratiğinden "artık temel çelişkinin emek, sermaye arasında değil, emperyalizm ile mazlum milletler arasında olacağını" belirtmişlerdir.” (Do. Per.)

Her şeyden önce, sömürgecilik (kolonyalizm) emperyalizm dönemiyle ortaya çıkan bir olgu değil. Kolonyalistleşme, 15. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın sonuna kadar devam ettiği ve yerini yeni sömürgeciliğe (yeni kolonyalizme) bıraktığı biliniyor. Kapitalist-emperyalizmi, sömürge bölgelerin paylaşılmasına değil, sömürgelerin yeniden paylaşılması dönemine tekabül eder.

Lenin, hiç bir eserinde tekelci kapitalizmin (emperyalizmin), kapitalizm ile nitelik farkı olduğunu ifade etmedi. Aksine kapitalizmin, tekelci kapitalizm dönemine girmesini Marks’ın görüşlerinin doğrulanması olarak izah etti.

Bırakın Lenin’i, dünya kapitalizminin globalleşmesinin günümüzdeki boyutlara erişmesi sonucu, burjuvazinin en önde gelen yazarları dahi, Marks’ın görüşlerinin doğru çıktığını kabul ediği bir dönemde, Kemalist milliyetçi Doğu Perinçek, tam tersini Marks’ı karalamanın sevdasına tutulmuş ve anti-Marks kampanyaya açıktan katılıyor.

Lenin’in, “emperyalizm teorisinin ”temel çelişkinin, emek-sermaye arasında değil de, emperyalizm ile mazlum milletler arasında olduğunu” tespit ettiği iddiası ise Kemalist milliyetçilerin uydurduğu bir yalandır. (11)

Troçkislerin, en gelişmiş kapitalist ülkelerde proletarya devrim beklediği bununda gerçekleşmediği iddiaları da gerçeği ifade etmiyor. Gelişmiş sanayi ülkelerinde sosyalist devrimin başlayacağı tezi, Troçki’nin değil Marks’ın idi.

Gelişmiş, kapitalist ülkelerde “sosyalist devrimin gerçekleşmeyeceği“ görüşleri Maocuların Buharin’den adapte ettikleri bir saçmalıktır. Stalin’in, Buharin’e, “en yoksul sınıflara göre devrimci sınıf tespiti yapılsa idi, en yoksul Afrika halkları en devrimci sınıf olurlardı” dediği bilinmektedir. (8) Çünkü işçi sınıfının devrimciliğini yoksulluğu değil, sosyal üretimi gerçekleştirme özelliği belirler.

Burjuvazinin “sosyal-adaleti” sağlama girişimleri, tekelci kapitalist dönemle birlikte ortaya çıkan bir burjuva politikası olmadığı gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki uygulamalarla da sınırlı değil.

Türkiye gibi ülkelerde dahi kapitalist gelişme sonucu burjuvazi, işçi sınıfını bölmek amacıyla işçilerin azınlık kesimini imtiyazlı bir tabaka haline getirebiliyor.

12 Eylül sonrası generallerin hazırladığı ve şimdiye kadar bir satırının dahi değiştirilmediği sendika, grev ve toplu sözleşme yasası bu amaç için yürürlüğe konuldu. 10 milyonun üzerinde işçinin sadece azınlık bir kesimine ekonomik haklar tanınarak imtiyazlı işçi tabakası oluşturuldu.

Doğu Perinçek başta olmak üzere hiç kimsenin buna bir itirazı yoktur. Nasıl olsun ki, bugün Türkiye’nin Çin’i örnek almasını isteniliyor. Oysa Çin, bugün dünyada en ucuz iş gücüne sahip ülkelerin başında yer alıyor. Bunun için uluslararası tekeller Çin’e koşuyor.

Deng Xiao Ping “önemli olanın kedini siyah veya beyaz olması değil fareyi avlamasıdır” dememiş miydi?!! Şimdi uluslararası “kediler” Çin’de “fare” avlıyor. En büyük aşırı karlarını, ucuz iş-gücünün varlığı sayesinde Çin’den sağlıyorlar.

Çinli işçilerin dramı burjuva gazetelerinin bol bol malzemesi oluyor. Hiçbir ekonomik ve sosyal hakları olmayan Çinli işçiler, artık köle statüsü ile çalıştırılıyorlar. 10 binlerce (hatta milyonlarca) köle işçiyi “kurtarmak“ Çin polisinin görevlerin başında geliyor.

Tüm bunları göz ardı eden Kemalist milliyetçi Doğu Perinçek, uluslararası tekellerin en elverişli sömürü alan Çin’in, AB’ne ve ABD’ye kafa tuttuğunun propagandasını yapıyor ve Çin’i “anti-emperyalizmin“ kalesi olarak göstermeye yelteniyor.

Nitekim hayat, Marks'ı değil, Lenin ve Mustafa Kemal'i doğrulamış, 20. yüzyılda tüm devrimler emperyalizme karşı verilen vatan savunmasında olmuştur. Bu mazlum milletlerde devrimleri tek başına veya önder olarak işçi sınıfı yapmamış, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine karşı verilen savaş bir antiemperyalist cephe tarafından başarılmıştır. Türk, Çin, Vietnam, Küba, hatta Rus devrimleri bunun en önemli kanıtlarıdır”. (Do. Per.)

Türk, Çin ve Vietnam devrimlerinin “vatan savunması” emperyalist-kapitalist sistemle kaynaşmanın ifadesinden öte başka bir gerçeği yansıtmıyor.

Küba ve “Rus” devriminin ise dış işgal güçlerine karşı değil, iç gerici burjuvaziye karşı gerçekleştiğini ise hiç kimse inkâr edemez ve buralarda “vatan savunması“ yok.

Vatan savunması” burjuvazinin alanı içine girdiği için, adı geçen ülkeler ”devrim” sırasında ve hemen sonrası emperyalist kapitalist sistemin kopmaz parçaları haline geldiler.

Başka yazılarımda da değindiğim gibi, Lenin, proletaryanın henüz ortaya çıkmadığı ve kapitalizm öncesi üretim tarzlarının egemenliği altında olan emperyalistlerin sömürgesi “mazlum” ülkelerin, feodal-burjuva sınıfların önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşlarını, dünya proleter devrimin bir parçası olarak görerek, sosyalist devletin yardımıyla, kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçmeyi öneriyordu.

Mustafa Kemal ise “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme” geçiş tezini reddeden ve kapitalist yolu tutan bir burjuvadır. “1924 İzmir İktisat Kongresi”nde alınan kararlar ile izlenen ekonomik-politika, kapitalizmi geliştirilmesinin esası üzerinde bina edilmiştir.

Şimdi Doğu Perinçek, “ABD ve AB bağımlığına” karşı Mustafa Kemal dönemindeki sözde ulusal kapitalizmi alternatif “ekonomik sistem” olarak öne sürüyor. Onun bu düşüncesi “sosyalist” geçilenler tarafından da hararetle savunuluyor.

Oysa Mustafa Kemal dönemindeki kapitalist ekonominin de uluslar arası kapitalizm ile sık bağları vardı. 1924 İzmir İktisat Kongresi’nin en temel görüşlerinden biri “yabancı sermaye”nin Türkiye’ye davet edilmesi ve geldiği zaman her türlü kolaylığı gösterileceğine dair vaatler idi.

Bunun için de işçi sınıfına hiçbir şekilde ekonomik ve sosyal haklar tanınmadı ve yoksul köylülüğü feodal bağımlıktan kurtarmak amacıyla en küçük bir adım dahi atılmadı. Bu uygulamaların bir diğer nedeni, “yabancı sermaye”nin gelmesi halinde ucuz iş gücü bulabilmesinin de ortamını hazırlamaktı.

Buna rağmen, 1950’lerde emperyalist-kapitalizm ile sosyalist ülkeler arasındaki çatışma esas çelişki haline gelinceye kadar, uluslararası tekelci sermaye istenen oranda Türkiye’ye gelmemiştir.

Çünkü emperyalist sermaye, yeraltı maddeleri bakımından dünyanın en fakir ülkelerinden bir olan, pazar için ekonominin gelişmediği, feodal, kapalı tarım ekonomisinin ve basit meta üretimini egemen olduğu, dolayısıyla pazar için üretimin alt yapısının bulunmadığı, (12) Türkiye’yi aşırı karlar gerçekleştirilecek bir alan olarak görmemişlerdi.

Bunun için de Mustafa Kemal döneminde kapitalist gelişme yavaş bir gelişme seyri izler ve sanayi işletmelerinin büyük bir bölümü Sovyetler tarafından inşa edilerek Türk hükümetine “hediye” edilir.

Mustafa Kemal, 1921’de, kapitalizmi geliştirmek ve yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için liberal kapitalizm yanlısı Celal Bayar’ı iktisat bakanı yapar. 1924 yılında uluslararası bankaların da ortaklığıyla İş Bankası’nı kurdurtur. Bu ekonomik-politikanın amacı özel teşebbüsçü kapitalizmi geliştirmekti. Devlet işletmeleri, özel teşebbüsü geliştirmek ve onu teşvik etmek amacıyla organize edilmişti.

Mustafa Kemal,1937’de, bu ekonomik-politikasına uyum sağlamayan İsmet İnönü’yü başbakanlıktan atarak, Celal Bayar’ı başbakan yapmıştı.

1950’lerde, Sovyetlerin yanı başında olan, 2. emperyalist savaş sırasında, Sovyetlere karşı Nazi Almanyası’yla sıkı ilişki kuran, anti-komünizmi açıktan kendine bayrak edinen Türkiye, emperyalist-kapitalist ülkelerin gözdesi haline gelmişti.

1946 yılında batı kapitalizmi ile tam kaynaşmak için yola çıkan Türkiye, böylece Mustafa Kemal’in amacını da gerçekleştiriyordu.

Bunun için “1950” Demokrat Parti dönemi “karşı-devrimdir”, “Kemalizm’den sapmadır” görüşleri bir safsatadan öte hiç bir anlam ifade etmiyor.

1950 sonrası emperyalist sermayenin Türkiye’ye daha fazla girerek, kapitalizmi, önceki dönemlere göre daha hızlı bir tarzda geliştirmesi, Mustafa Kemal’in amacına ve arzusuna uygun ekonomi-politika idi.

Bu dönemden sonra, emperyalist sermayenin Türkiye’ye girişinin nedeni, Türkiye’nin emperyalist sermayenin aşırı kar sağlaması için daha uygun yatırım alanı haline gelmesi değil, emperyalist-kapitalist sistemle, sosyalist blok arasındaki çelişkinin keskinleşmesi sonucu, Türkiye’nin jeopolitik konumunun öneminin artması idi.

Bunun için emperyalistler Türkiye’yi dolara boğmuşlardı. Menderes Hükümeti, emperyalistlerden aldığı yardımları özel-teşebbüse ve pazar için üretimin alt yapısına harcayarak kapitalist ekonomiyi geliştirdi.

Adnan Menderes Hükümeti’nin geliştirdiği kapitalist ekonominin, “dışa bağımlığıyla”, kendinden önceki Kemalist iktidarların emperyalizm’le olan ekonomik bağımlılığı arasında esas ilişki açısından en küçük bir farklılık yoktu. Menderes dönemi sadece bir öncekinin geliştirilmiş biçimidir.

Bu realite gözlerden saklanmaya çalışılmaktadır. Oysa kapitalist ekonominin var olduğu her ülkede bu ekonomik bağımlılık doğaldır. Bunun dışında başka bir kapitalist içerikli ekonomik sistemin var olmasının maddi temeli yoktur.

Bunun tersini iddia edenler yalan söylüyor, objektif (yani insan iradesinin dışındaki maddi) gerçekleri inkâr ederek, işçi ve emekçileri kandırmaya çalışıyorlar. Günümüzde iki ekonomik sistem var, ya sosyalizm veya kapitalizm. Bundan başka “ara sistemler olarak” önerilenlerin tümü kapitalizmin bir biçimdir.

Lenin, Sovyetlerdeki, NEP döneminin, savaş komünizminden, kapitalizme zorunlu dönüş olduğu söylüyordu. Çünkü Çarlık Rusya’sından devir alınan ekonomi geri idi, devrimle birlikte milyonlarca köylü toprak sahibi yapılarak, kapitalist üretim ilişkilerini geliştirecek küçük tarım üreticilerinin sayısını çığ gibi büyütülmüştü. Bu koşullarda proletarya iktidarı ancak, kapitalist üretim ilişkilerine dayanarak üretici güçleri geliştirebilirdi. Bunun için Lenin, NEP’i, proletarya iktidarı altında kapitalizm olarak nitelendirmişti.

Ama NEP, sanayi işletmelerini kapsamıyordu, sanayi sosyalist işletmelere dönüştürülerek, kar ve pazar için üretim yapmasına son verilmişti.

Sanayi, halkın tüketim maddelerinin üretimine ve ekonomik kalkınmayı desteklemek amacına yönelik olarak planlanmıştı.

Yani NEP’in, kar için üretim yapan devlet ve özel teşebbüscü işletmelerin birliğini ifade eden “karma ekonomi” ile bir benzerliği yoktu.

Karma ekonomi” kapitalizmin ta kendisidir, ister devletin, isterse özel teşebbüsün elinde olsun, mülk edinme yine özeldir, yani üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki burada sona ermez, pazar ve kar için üretime devam edilir, hem özel teşebbüste ve hem de devlet işletmelerinde. Dolayısıyla burada işgücü meta olmaktan kurtulamaz.

Doğu Perinçek’in, TKP’nin ve onların bu görüşleri doğrultusunda hareket eden diğer “sosyalistlerin” gündeme getirdikleri “karma ekonomi” kapitalizmdir. Başka bir deyişle özelleştirmeler öncesi Türkiye kapitalizm’i. Buna, ABD ve AB’den “bağımsızlaşma“ programı adını veriyorlar!..

Şimdi, Türkiye, 24 Ocak 1980 öncesi gibi güllük, gülistanlık mıdır? Bu dönem allanıp, pullanıp, globalleşmenin ve neo-liberalizmin alternatifi olarak öne sürülüyor.

YAVUZ YILDIRIMTÜRK

Temmuz 2007

Devam edecek

************************************************************

(1) Türkiye’de yaşayan insanlarımız için, yukarda verdiğim rakamların yoksulluğun göstergesi olamayacağı izlenimi verebilir. €’nun Türkiye’deki değeriyle Almanya’daki değerini birbirine karıştırmamak gerekir. Almanya’da bir insanın, yoksulluk göstergesinin altında yaşamaması için, aylık gelirinin en asgari 1600 €’nun üstünde olması gerekir. Almanya’da, Sovyetler dağıldıktan sonra iş başına gelen burjuvazinin hükümetleri, iş-gücünü daha da ucuz hale getirme bir diğer yolu olarak ve de daha fazla rant elde etmek amacıyla, sosyal evlerin büyük bir bölümünü sattılar. Bugün Almanya’da 45 m² sobalı bir sosyal evin aylık kırası 400 €’nun üstündedir. Evin diğer yan giderleri de hesaba katıldığında bu evin kırası 500 €’ya kadar çıkar, 940 €’dan az ücret alan bekar bir kişinin ev kirasının dışında elinde 400 €’dan az bir para kalıyor. Almanya’da bir insanın, bu parayla geçinmesinin imkânının olmadığını herkes kabul ediyor. Diğer AB’ye üye ülkelere göre ise, Almanya yine en iyi durumda olan ülke konumundadır.

(2) Bu bahsettiğim yer, Alman burjuva gericiliğinin egemenlik kurduğu, Bayern’dır. Yıllardan beri buradaki CSU hükümeti, mevcut burjuva yasalarını hiçe sayarak kaçak işçi çalıştırmayı serbest bırakmıştı, özelikle tarımda. Şimdi artık sigortasız, sendikasız düşük ücretli işçi çalıştırmayı yeterli görmüyorlar. Köle işçi çalıştırılıyor. Çin’de, Brezilya da başlayan köle işçi çalıştırma, Batı Avrupa’ya doğru yayılıyor.

(3) Avrupa merkez bankası başkanı, aşırı üretim bulanımı nedeni ile paranın değerinin düşmesi sonucu, enflasyonun yükseldiği gerçeğini gizlemeye çalışmaktan geri durmadı. Her zaman olduğu gibi, işçilerin toplu sözleşmeler ile artan ücretlerinin, enflasyonun yükselmesine neden olduğunu iddia ediyordu. Ücret artışları, sözde arz ve talep arasındaki dengeyi bozmuş!.. Artan talep karşısında arz yetersiz hale geldiği için de, tüketim maddelerinin fiyatları artarak enflasyonu yükseltiyormuş! Bunun için faizleri yükseltmişler! Oysa Avrupa merkez bankası başkanı, faizlerin artmasının nedenlerinden biri olarak üretimde baş gösteren durgunluğu gösteriyordu. Peki, bir taraftan talep artarken, diğer taraftan üretim nasıl durgunlaşabilir. Burjuva ekonomistlerine göre, üretim harekete geçiren ferdi tüketimdir. Ücret artışları, ferdi tüketim maddelerine olan talebi artacağına göre, doğal olarak üretimin (yani arzın) artmasını kaçınılmaz kılar ve dolayısıyla şiddetlenen rekabet, fiyatların ve de enflasyonun düşmesine yol açar. Burjuvazi, ekonomik kriz dönemlerinde, ücretleri aşağıya çekerek karlarını garanti altına almak amacıyla, enflasyon artışına, ücretlerin yükseltilmesinin yol açtığı yalanına başvurmaktan geri durmaz.

(4) Burada değindiğim olaylar, burjuva demokrasini överek yere göğe sığdırmayan Alman burjuvazisinin son G8 toplantısında izlediği politikayla ortaya çıktı. Alman hükümeti, G8 toplantısın protestolarını etkisiz hale getirmek, kapitalizme karşı başkaldıranların başını ezeceklerini göstermek amacıyla aylar önceden harekete geçti. Kendince ve keyfi bir tarzda “olay çıkaracak olan militanlar” diye tespit ettikleri 50’yi aşkın kişinin gece yarısı evlerinin bastı ve hiç sebep yok iken gözaltına alarak acımasızca dövdü. Sözde “hukukun koruması altında olduğu söylenen” mektupların gizliliği hiçe sayıldı, 10 bin mektubu açan gizli polis komisyonu kuruldu. Ve yine hiç gereği yok iken, Hamburg’da binlerce solcu gençlere saldırdı. Evlerini, kaldıkları yurtlarını basıp, tarumar ettiler. G8’i protesto etmek için toplanan 100 bin kişiye gözdağı vermek için eyleme başlar başlamaz yine polis saldırıya geçti. Topladığı gençleri, hem acımasızca dövdü ve hem de önceden hazırladığı kafeslere doldurdu. Bunları dahi yeterli görülmedi, kafese doldurdukları gençlerin uyumamaları için güçlü ışıklandırma sistemini devreye soktu. Taş atan gençleri “terörist “ ilan etti. Gençlere bu şekilde davranarak, onların gözlerini korkutup, bu baskı ve sömürü düzenine başkaldıranın ”başını ezeriz” mesajını vermeye çalışıyorlardı. Alman burjuva hükümeti, protestocu 100 bin göstericinin 150 metre üstünden, dünyanın en güçlü savaş uçağı olarak gösterilen Tornado uçakların uçurmaktan çekinmedi. Böylece gövde gösterisi yapıyordu.

(5) 2008 yılında dünyada şehirlerde yaşayanların sayısı 3,3 milyar’a çıkıyor. BM nüfus programını yapan UNFP’a göre 2030’a kadar şehirlerde yaşayanların sayısı 5 milyarı bulacak. Asya ülkelerinde şehirlerde yaşayanların sayısı 1,36 milyar. Bu gelişme sonucu, 2030’larda 2,64 milyara çıkacak, Afrika’da ise 294 milyondan 742 milyona, Latin-Amerika’da da 394 milyondan 609 milyona çıkacak.

(6) Kemalist milliyetçilik, hiç bir döneminde, kendine “Marksist” adı takmayanlar tarafından ideolojik olarak formüle edilip güçlü hale getirilmedi. Bu görevi, TKP’den kopan parti önderleri, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Töre, çıkardıkları “Kadro” dergisi ile sözde emperyalizmden bağımsız “ulusal kapitalizmi” formüle edilmiştir ve onların bu görüşleri, Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, TİP yönetimi, 1960 sonrası TKP’yi ele geçiren Yakup demir (Zeki Başpınar), ve Laz İsmail (İsmail Bilen), Doğu Perincek ve bugün de MDD görüşleri ile yetişenler tarafından savunulmaktadır. Bu görüşlerin Marksizm’in, yani maddi gerçeklerin inkârı olduğunu ileri sürenler ise 1971’de harekete başladı. İlk kez Mahir Çayan, Şefik Hüsnü TKP’sinin ve dolayısıyla TKP’nin Marksist olmadığını gündeme getirdi. Mahir’den sonra, 1971 hareketinin örgütleyenler de aynı görüşleri geliştirmeye devam ettiler.

(7) “PDA”, Doğu Perinçek’in Aydınlık dergisinden atıldıktan sonra arkadaşlarıyla (şimdi bu arkadaşların hiçbirisi kendisiyle birlikte değil) çıkardıkları “proleter devrimci aydınlık” isminin kısaltılmasıdır. Doğu Perinçek grubu bu isimle anılırdı.

(8) Enver Hoca, Maocuların “gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist devrimin koşulları yoktur” iddiaların bir zırva ve Mao’nun da anti-Marksist olduğunu kanıtladı.

(9) Buna rağmen burjuvazi yine, gelişmiş kapitalist ülkelerde ucuz iş-gücü aramaktan vazgeçmedi. Yabancı işçi ithal ederek, düşük ücretli işçi çalıştırarak mutlak artı-değer oranını artırmaya devam etti. Yoksul veya sömürge ülkelerden getirdiği işçileri, yerli işçilere karşı grev kırıcısı olarak kullandı.

(10) Burjuvazinin, devletin ekonomiye müdahalesini önleyerek, neo –liberal ekonomik-politikayı uygulamaya sokması, Türkiye’de tartışma konusu dahi olmadı. Kapitalizmin globalleşmesi yeni bir olguymuş gibi lanse edilerek, “anti- globalizm” adı altında “ulusal kapitalizm” savunulmaya başlandığı unutulmasın. Çünkü neo-liberalizme karşı mücadele kapitalizmi hedef alıp, sosyalizmi tekrar alternatif bir sistem olarak öne sürülmesini zorunlu kılar. “Anti-globalistler” ise “ulusal devletin” ve “ulusal kapitalizmin” savunulmasını kendilerine amaç edinirler. Ama anti-globalizm, Kemalist milliyetçiliği şaha kaldırmaktan başka bir işe yaramadı.

(11) Bu görüşleri, ilk kez Sovyetlerin dağılmasının hemen arifesinde ortaya atan Cumhuriyet gazetesiydi. Bir dönem Sovyetlere dayanarak, “askeri cunta”yla sözde sol darbe tezgâhlamaya çalışan İlhan Selçuk gibi Kemalist aydınlar, Sovyetlerden ümitlerini kestiklerinden sonra faşistleşmeye doğru yol aldı. Bunun için hiç çekinmeden, Marks’ı akılları sıra “gözden düşürmeye, globalizme karşı “ulusal kapitalizm” görüşlerini “sol cenah”ta etkin kılmak için, işe Marks’ın, ulusal sorunla ilgili düşüncelerinin eleştirisi ile ve Lenin ile Marks arasında bu konuda ayrılığın bulunduğunu “keşfederek” başladılar. Güya Marks, işçi sınıfını ve sosyalizm’i esas aldığı için, sömürgelerin “ulusal kurtuluş” mücadelesine karşı çıkıyormuş, Lenin ise “burjuvazinin önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşlarını koşulsuz destekliyormuş”! Lenin, ayrı devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere, ulusların kaderini tayin hakkının mutlak savunulmasıyla, hakkın kullanılması arasındaki temel farklılıkları vurgulayarak Marks’la bu konuda da farklı düşünmediğini sergiliyordu. Tabii ki Marks, kapitalizmin gelişmesini ve işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olarak ortaya çıkmasını ve güçlenmesini sağlayan “ulusal kurtuluş“ savaşlarından yana oldu. Üretici güçlerin gelişmesine engel olan, geri üretim ilişkilerin temsilcisi sınıfların ulusal kurtuluş savaşlarına karşı çıktı. Bunun en vurucu örneği, Osmanlı’ya (dolayısıyla kapitalist gelişmeye) karşı, Feodal Çarlık Rusya’sını güçlendirilmesini amaçlayan, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya gibi ülkelerin gerici burjuvaların önderliğindeki, Osmanlı’ya karşı ulusal kurtuluş savaşların desteklemeyerek gösterdi. Marks, Latin Amerika’daki sömürgeciliğe karşı ulusal kurtuluş savaşlarına da aynı bakış açısıyla yaklaştı. Kapitalizmi ilelebet yaşatmayı amaç edinen bir burjuva milliyetçisinin, Marks’ı anlamasına imkân var mı? Marks, İrlanda’nın ulusal sorununa yaklaşış tarzıyla tümü ile ulusal soruna karşı olduğu iddialarını çürütmektedir. Ezen ulus proletaryasının, ezilen ulusun mücadelesini desteklemekten geri durursa, kendi köleliğin temellerin korumuş olur görüşlerin ifade eden Marks’tır. Lenin; Marks’ın görüşlerini savunmuştur. Ve proletaryanın ve sosyalizmin çıkarına hizmet etmeyen ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin desteklenmeyeceğini vurgulamaktan geri durmamıştır.

(12) Zaten, emperyalistler Osmanlı’nın elinden verimli ve zengin yeraltı maddelerin (özellikle petrol’ün) bulunduğu bölgeleri çekip alarak kendilerinin sömürge bölgeleri haline getirmişlerdi. Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde inşa edilen Türkiye’ye ise, Anadolulun kıraç topraklarından başka hiç bir şey kalmamıştı. Şimdi sanayinin ham maddesi dahi olup olmadığı tartışılan “bor maddelerimiz” var diye böbürlenip duruluyorlar.

7 Temmuz 2007

Kadir...


KADİR YALÇIN’IN YANILGISI


“Geleneksel Solcuya Zorunlu Yanıt” makalesi ile “Özgürlük Dünyası’nda” TKP ile polemiğe giren Kadir Yalçın, hangi içerikte olursa olsun “sosyalizmin“ gündeme getirilmesine itiraz ettiği için, TKP’nin “sosyalizm” görüşlerine dahi tahammül edemiyor. Çünkü sosyalizm lafına alerjisi var!..

” …’sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez’ (TKP’linin görüşü - KY) tezinin anlamı açık değil mi? Tezini, sosyalizmi savunmayanların, politik tutumu bir yana, nesnel olarak bu politik tutumu almaları olanaksız olanların, yani örneğin köylülüğün, yani şehir küçük burjuvazisinin, yani genel olarak burjuvazinin emperyalizmle çelişmelere sahip olmadıkları ve emperyalizme karşı bir mücadele yürütmelerinin olanaksız olduğu anlamı taşıdığı ortada” (KY Özgürlük Dünyası sayı 181 sf. 49–50)

KY devamlı emperyalizmin kapitalizmin bir üst aşaması ve tekelci kapitalizm olduğunu göz ardı etmeye çalışıyor ve “sosyalizmi savunmayanlar“ dediği ısrarla “anti-kapitalist olamayacak” diye tanımladığı, tekelci burjuvazinin dışındaki orta ve küçük burjuva tabaklarıdır.

Peki, Çarlık Rusya’sı dâhil olmak üzere birçok ülkede kapitalizm tasfiye ederek kurulan sosyalizmi ve proletarya diktatöryasını tek başına işçi sınıfı mı kurdu? İşçi sınıfının önderliğinde, şehir ve kır küçük burjuvazisi bu anti-kapitalist mücadeleye katılmadı mı? Marks “işçi sınıfı sosyal olarak sadece kendisini değil diğer ezilen ve sömürülen sınıfları da kurtaracak” görüşlerini boşuna mı saf etti?

Lenin, tekelci kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, tekelci burjuvazinin, küçük burjuvazinin yanı sıra (ki küçük burjuvazinin tekel öncesinde de burjuvazi ile çelişkisi vardı) tekel dışı orta burjuvazi ile de çelişkisi ortaya çıktığını vurgular. Peki, Lenin, KY gibi bu çelişkinin ortaya çıkmasıyla ”kapitalizme karşı değil, sadece tekelci kapitalizme karşı mücadele edilmeli, sosyalizm için değil, tekel dışı kapitalizmi yaşatmak için mücadele edelim, yoksa tekellere karşı mücadelede orta burjuvaziyi yanımıza alamayız” mı dedi?!! Başka bir deyişle, tekelci kapitalizmin ortaya çıkmasıyla, sosyalizm için mücadelenin maddi temelleri zayıfladı mı, Lenin bunları mı iddia etti?!!

Peki, yine Lenin, açık bir tarzda tekelci kapitalizme göre tarihsel olarak daha geri olan serbest rekabetçi (veya sanayi) kapitalizminin, tekelci kapitalizme karşı savunulamayacağını, tekelci kapitalizmin, sosyalizmin arifesi olduğunu ileri sürmedi mi?

KY’nın ve “kapitalizme karşı olunmadan emperyalizme karşı olunur” tezini savunan EMEP’in reddettikleri, küçük ve orta burjuvazinin ara sınıf oldukları için kapitalist gelişme sonucu büyük kesimi özel mülkiyetten arınarak proleterleştikleri, diğer azınlık kesimin ise tekeller ile birleştiği gerçeğidir. Tekeller karşısında tasfiye ile yüz yüze olanlar, sınıfsal (sosyal) kurtuluşlarını sosyalizmde ararlar ve kaçınılmaz olarak sosyalizm için mücadeleye katılırlar. Bunun için tekelci kapitalizmle birlikte, sosyalizm için mücadelenin sınıfsal tabanı daha da genişlemiştir.

Lenin, tekelci kapitalizmi de, orta burjuvazi ile tekelci burjuvazi arasında çelişkinin ortaya çıkmasını, sosyalizm için mücadelenin daha da güçlendiğini vurgulamak için yorumluyordu; çünkü artık bir dönemin egemen sınıfı olan orta burjuvazi de mülkiyetten arınma sürecini yaşayan sınıf konumuna gelmişti. Bunun da artık sınıfsal kurtuluşunu sosyalizmde arayabilmesinin koşulları olgunlaşmıştı. Lenin, bunun için mülkiyetin ve üretim araçlarının daha azınlık sınıfın eline geçtiğini, kapitalizmin daha belirgin bir tarzda iki kutuplu (proletarya-tekelci burjuvazi) bir topluma dönüştüğü ve tekel öncesine göre kapitalizme karşı mücadelenin objektif koşullarının daha da güçlendiği tespitini yapıyordu. Ama sosyalizme karşı alerjisi olan KY tam tersine, Lenin’in aklının ucundan geçmeyen sonuçlar çıkarabiliyor. Tekelci dönemle birlikte sosyalizm için mücadelenin gündemde kaldığını ileri sürebiliyor.

Kaldı ki, tekelci burjuvazinin, kapitalist gelişmenin yarattığı olumsuzluklar sonucu küçük ve orta burjuvazinin işçi sınıfıyla birlikte anti-kapitalist mücadeleye katılmalarını önlemek için, küçük ve orta burjuvaziyi yaşatmayı amaçlayan politik taktikler ile tarih sahnesine çıktığı bilinmektedir. Tekelci burjuvazi, bu politikasıyla, küçük ve orta burjuvazinin özel mülkiyet tutkusunu diri tutup sosyalizm için mücadelenin karşısına çıkarır. Hatta tekelci burjuvazi, işçi sınıfı içinde de (revizyonizminin de sınıfsal temelini oluşturan) küçük burjuva tabakası oluşturmakta çekinmez.

Tekelci burjuvazinin, orta tabaka zengin köylülüğü ve zengin köylülüğe yakın küçük üreticileri devlet sübvansiyonlarıyla desteklediği bilinmektedir. Tarımı destekleme tüm kapitalist devletlerin özel politikalarıdır. (1)

KY, Türkiye gibi ülkelerde “emperyalizm ile çelişkisi” olan burjuva sınıfları, sadece küçük ve orta burjuvaziyle sınırlı tutmuyor. “Genel olarak burjuvazinin” emperyalizmle çelişkisi var dediğine göre, emperyalizmin “işbirlikçisi burjuvazinin” dışındaki “tekelci burjuvazinin” bir kesimi de bu “anti-emperyalist “ kategoriye girmiş oluyor ve dolayısıyla onları da “anti-emperyalist cepheye” çağırıyor. Bunun için de, burjuvazinin gericileştiğini “mutlaklaştırmamak” gerektiğini de vaaz ediyor.

Böylece “ulusal tekelci holdinglerimiz!” özellikle “OYAK’ımız!”, “emperyalizme karşı savaşta”, emperyalizme karşı “ulusal kurtuluş mücadelesinin“ temel direği olarak tarih sahnesine çıkıyor!..

KY, durmadan, “Mustafa Kemal’in, ulusal kurtuluş savaşının” mirasçısı ve onun “bağımsızlık mücadelesini” sonuçlandıracak ulusal kurtuluşçular olduklarını dilinden düşürmüyor. Arkasından da “ben Maocu değilim“ diyebiliyor.

KY’nin, “Kemalist milliyetçi” görüşlerini “sosyalist düşünceler” gibi yutturmak için, Lenin’in, Stalin’in, Komintern’in görüşlerine başvurması insanı çıldırtıyor. Lenin’in ne dediğini anlamıyor ve anlamak da istemiyor.

“Lenin’in Junious broşüründe dediği gibi ‘emperyalist devletlere karşı milli savaşlar sadece mümkün ve muhtemel değil, aynı zamanda kaçınılmaz ‘ilerici ve devrimci’ olduklarıdır.” (a.g.e sf. 50). KY, Lenin’in bu düşüncesini kendi Kemalist milliyetçi düşüncelerini aklamak için kullanmaya yelteniyor.

Lenin, emperyalizm öncesi dönemde sömürgeleştirilen ve Ekim Devrimi sonrası, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelesine giren ve girmeye başlayan, kapitalizm öncesi geri üretim (feodal veya kapalı tarım ekonomisi) ilişkileri içinde olan ve kapitalist üretim ilişkilerinin şu veya bu şekilde gelişmesi sonucu uluslaşma sürecine girmelerine rağmen, henüz burjuvazi ve proletarya ayrımların belirginleşmediği, sömürgelerin ulusal kurtuluş savaşlarında, proletaryanın demokratik devrimde öncülüğünün koşullarının olgunlaşmadığı dönemlerde, bu savaşların feodal-burjuvaların önderliğinde olsa bile ilerici ve devrimci olduğunu söyler. Lenin’in, millileşmeden, feodal veya kapalı tarım ekonomilerinden ulusal pazar etrafında kapitalistleşme sürecinin yarattığı uluslaşmayı kastettiği bilinmektedir. Emperyalist devletler, sömürüleri gereği, ulusal baskıyla, o ülkelerin uluslaşmasını önleyerek ulusal devletlerin kurmasına engel oluyordu. Ve yine Lenin, ulusalcılığın ilerici ve devrimci olmasını, uluslaşma sonucu ulusal devletlerin kurulmasına tabi kıldığı bilinmektedir.

Ama KY, kapitalizmin egemen olduğu ve demokratik devrimin aşıldığı, uluslaşmanın tamamlandığı bir ülkede, emperyalizme, yani tekelci kapitalizme karşı, sosyalist değil ulusal (milli) demokratik devrimin olabilirliğine dem vurabiliyor ve kesinlikle, feodalizmin veya kapitalizm öncesi üretim tarzının o ülkede egemen olup olmadığını tartışma konusu dahi yapmıyor.

Lenin’in kast ettiği dönemlerde, sömürge ülkeler kapitalistleşme sürecini yaşıyordu. Tabi ki bu dönemde kapitalistleşme ilerici ve devrimci idi ve kapitalizm şekillenmediğinden dolayı, sosyalizm için mücadelenin objektif koşulları yoktu. Bu dönemde, sömürge ülkelerin ulusal devletlerin kurulmasına ve uluslaşmasına engel olan emperyalistlere karşı verilen savaşların ilerici ve devrimci olmasından doğal ne var? (2)

Kaldı ki Lenin, ilerici ve devrimci gördüğü sömürgelerin milli savaşlarını, dünya proletarya devriminin bir parçası olarak görür ve dünya sosyalist devrimi mücadelesine tabi kılınmasının zorunluluğu üzerinde durur. Bunun için de kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş tezini ortaya attı. Lenin, son tahlilde anti-kapitalist olmayan, dünya kapitalist sistemini hedef almayan milli savaşlardan yana olmadı ve olmazdı.

Ki, Lenin döneminde emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası olmak için yola çıkan ve onlarla kaynaşmayı amaçlayan ulusal kurtuluş savaşları henüz ortaya çıkmamıştı (yarı-sömürge ülkeleri kast etmiyorum). Yani yeni sömürgecilik dönemi henüz başlamamıştı. Bunun için de, Lenin döneminde, sömürgelerde ortaya çıkan feodal-burjuvalar sınıfların önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşları ilerici ve devrimci idi.

” ...sömürgelerdeki burjuva demokratik hareketler ‘ulusal devrimci‘ nitelikte olduğunda bu burjuva kurtuluş hareketlerini desteklemek gerektiğini söylüyoruz” (a.g.e sf. 50) Lenin’den aldığını belirtmediği bu alıntıdan da anlaşıldığı gibi desteklemenin koşulu “demokratik bir burjuva hareketinin “ulusal devrimci” nitelikte olmasıymış. Demek ki, burjuva demokratik hareketlerin “ulusal devrimci“ olmayanları da varmış ve Lenin, sömürgelerdeki emperyalistlere karşı olan her savaşı desteklemiyormuş.

Ama KY, bu görüşlerden de (her zaman olduğu gibi) yine ters sonuçlar çıkarıp, Menşeviklerin savunduğu demokratik devrimde işçi sınıfının önderliğini inkâr eden fikirleri gündeme getiriyor. “Sosyalist iktidar mücadelesi verilmeksizin emperyalizme karşı mücadele edilemez tezini, Lenin ve Stalin’e dayandırılmış, hayır, işçi sınıfı elbette sosyalizmi perspektif edinecektir, ancak sosyalist iktidarı hedeflemeden de emperyalizme karşı mücadele eden ve desteklenmesi gerekenler, yalnızca olabilir de olur teziyle geçersizleştirmek için” (a.g.e)

Buradaki alıntıdan da anlaşılan, KY “sosyalist iktidar” mücadelesi verilebilmesinin koşullarından, yani işçi sınıfının var olduğu bir sömürge ülkeden bahsediyor ve de işçi sınıfına sosyalizmi uzak bir gelecek olarak görmesini öğütlüyor. Bu ülkede, işçi sınıfının görevi de, burjuvazinin önderliğinde “emperyalizme karşı mücadeleyi desteklemek” ve bunu “olabilirlikten, olurluğa” çevirmektir diyor. Yani proletaryanın görevi kayıtsız şartsız burjuvaziyi desteklemekmiş!.. (3)

Marksizm’den az çok haşır neşir olanlar, bu burjuva kuyrukçuluğunun aksine, Lenin’in burjuva demokratik devrim sürecinde dahi proletaryanın devrimdeki önderliğini zorunlu gördüğünü, Menşevikler ile en temel tartışmalarından birinin bu olduğunu bilir.

Ve yine Lenin’in, proletaryanın, burjuvazinin yerine getirmediği ve tamamlamadığı demokratik devrimi tamamlayıp, sosyalizme kesintisiz geçişi sağlayarak, proletarya diktatöryasının kurulması gerektiği tezini savunduğu da bilinir.

Menşevikler ise, burjuva demokratik devrim aşamasında, proletaryanın görevi burjuvaziyi, burjuva demokrasisi mücadelesinde desteklemek, burjuva demokratik devrim tamamlandıktan sonra, sosyalizm için mücadeleyi gündeme getirmek olduğunu savunan görüşleri ileri sürdükleri bilinmektedir.

Bunun için, Lenin, aşamalı ve kesintisiz devrimi savunur iken, Menşevikler “aşamalı devrimi” savunurlardı.

Demokratik devrim (isterse emperyalizme de karşı olsun), hiç bir şekilde “ulusal burjuvazinin” (küçük burjuvazi de ulusal burjuvazidir) sınıfsal varlığıyla özdeş kılınamaz. Çünkü demokratik devrim toplumsal bir aşamaya tekabül eder ve objektif bir olgudur. Demokratik devrim, feodal toplumdan, kapitalist topluma dönüşümün siyasi unsuru olarak doğar, tamamlanması kapitalizmden, sosyalizme geçişin şartların olgunlaştırır.

Bunun için sosyalizm için mücadele eden işçi sınıfı, sosyalizme geçişi olgunlaştırmak için burjuvazinin yerine getirmediği, burjuva demokratik devrimin tamamlanması görevin üstlenir ve kesin olarak sosyalizmde geçmek için demokratik devrim mücadelesinin önderi sınıfı olur.

Dolayısıyla, sosyalist devrim karşısında, feodal sınıfların ve emperyalist devletlerin kollarına atılan burjuvaziye karşı mücadeleyi de esas alır ve kaldı ki, kapitalizme (yani iç gerici burjuvaziye) karşı mücadele edilmeden, tekelci kapitalizm (yani emperyalizme) karşı mücadele edilemez görüşleri sosyal-pratik tarafından da doğrulanmıştır.

Bunun en vurucu örneğini, Vietnam, Kamboçya, Laos ve Çin halk cumhuriyetidir.

Kissinger, 27 Haziran’da Almanya’nın haftalık Die Zeit gazetesi ile yaptığı röportajda Vietnam gerçeğini ve Vietnam’la yaptıkları anlaşmaların içeriğini anlatıyor.

Kissinger, Vietnam savaşının sonra ermesi ile Vietnam’ın askerlerini Kamboçya’dan, Laos’tan çektiğini ve bölgeye istikrar geldiğini öne sürüyor. Ve yine Kissinger,1973 anlaşmasından çok önce Kuzey Vietnam ile ilişkiye geçtiklerini, 1971’lerde 500 binlik kara ordusunun %90’ını geri çekerek kara savaşına son verdiklerini, 1972’de savaşı kazandıklarını ve 1973 barış anlaşması imzaladıklarını ve geriye kalan 30 bin askeri de geriye çektiklerini ileri sürüyor.

Ve yine aralarında yaptıkları anlaşmaya göre, ABD askerlerinin tümü geri çekildikten sonra da, Vietnam’a ekonomik ve askeri yardıma devam edeceklermiş. Bu yardımın devamının şartı ise, Güney Vietnam hükümetinin iş başında kalmasıymış. Kuzey Vietnam bu anlaşmaya uymayıp, Güneydeki hükümeti dağıttığı içinde, Amerikan Kongresi Vietnam’a vaat edilen yardımların 1/3 kadarının yapılmasına karar vermiş ve bu yardım da devamlı yapılmış. Amerikan emperyalistleri, Vietnam’dan çekildikten sonra bile Vietnam’la ekonomik ilişkilerini sürdürmeye son vermemiş ve giderek geliştirmişler.

Bilindiği gibi Vietnam, ABD ve Sovyetlerin teşviki ile (anlaşma gereği Kamboçya’dan askerlerini geri çekmesinden sonra) Kamboçya’ya işgal etti. Ve ABD ile anlaşmaya yanaşmayan Kamboçya’nın devlet başkanı Prens Sihanouk‘a iktidarı devretmeyen Pol Pot’un iktidarına son verdi. Böylece Amerikalıların yeniden Kamboçya’da iktidara gelmesini istediği kapitalizm savunucusu Prens Sihanouk’u iktidara getirildi.

Bugün, Vietnam, neo-liberal ekonomik-politikayı başarıyla uygulayan Uzakdoğu ülkelerinin başında geliyor ve emperyalist-kapitalist devletlerden en fazla övgü alan ülke konumuna erişmiş. ABD devlet başkanlarının en fazla ziyaret ettiği ülkelerden biri Vietnam’dır.

Şayet, Vietnam, bu anti-emperyalist siyasi devrim döneminde, Sovyetler (veya Çin) sosyalist bir ülke olsa idi, kapitalist yolu tutmaz, antikapitalist mücadeleyle sosyalizme geçişi sağlardı ve mücadele sırasında ABD ile kapitalist yolu izlemeği garanti altına alan anlaşmaları imzalayan ve kapitalizmi geliştirmeye çalışan ulusal burjuva devrimci unsurlar tasfiye edilerek, yerlerine proletaryanın sınıfsal önderliği ikame edilirdi.

Emperyalist işgale karşı savaşan (burjuva önderliğinde ötürü) ama kapitalizmi hedef almayan, aksine aynen Kemalistler gibi kapitalist yolu tutan Vietnam’ın, emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı. Emperyalist devletlere sadece siyasi ve askeri olarak karşı olmak, emperyalist-kapitalist sistemden kopmaya yol açmaz, çünkü tayin edici olan ekonomidir yani maddedir, irade değil.

Çin, Laos ve Kamboçya da Vietnam’ ın yollundan yürüdüler ve emperyalist-kapitalist sistemin birer parçaları haline geldiler. (4)

Kaldı ki, Türkiye gibi kapitalizmin egemen olduğu, kırlarında büyük kapitalist işletmelerin her geçen gün daha da çoğaldığı bir ülkede, devrim aşamalarını tartışmak lükstür. “Demokratik devrim nasıl olmalıdır” tartışması gevezelikten öte bir anlam ifade etmiyor. (5)

KY, TKP’nin aynı görüşleri savunduğunu biliyor. TKP de bugün Türkiye’de, ABD ve AB’ne karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini esas alarak, “yabancı sermayeye karşı” Türkiye’nin tekelci kapitalizmini savunuyor ve sosyalizmden yana olmayan tekellerin “antiemperyalist” mücadeleye katılabileceklerini reddetmiyor.

Türkiye’de “sosyalizmden yana olmayacak” sınıfların, yoksullaşmanın girdabına sürüklenen küçük burjuvazi ve orta burjuvazinin alt kesimlerinin olmadığı açıktır. Geriye, “antiemperyalist“ oldukları iddia edilen tekelci burjuvalar ve orta-burjuvazinin tekellere yakın kesimi kalıyor. Tabi ki tekelci burjuvazi ve orta burjuvazinin üst kesimi sosyalizmden yana olmazlar.

KY’nın, küçük burjuvaziyi “antiemperyalist olup da, anti-kapitalist olmayan” sınıf olarak göstermesinde tek bir amacı var: o da, Türkiye’nin Tekelci burjuvazisini “anti- emperyalist“ gördüğünün, siyasi propagandasının bu temelde yürüttüğünün anlaşılmasını önlemek içindir.

Sözüm ona “kurnazlık yaparak” göz boyamaya çalışıyor. Hiç kimse “anti-emperyalist olup da, antikapitalist olmayan” sınıflardan Türkiye’nin Tekelci burjuvalarını kast edildiğini unutmasın.

Bunun için, Türkiye’nin tekelci kapitalizmi, uluslararası tekelci kapitalizmin bir uzantısı olduğu inkar edilerek bunu, dış “emperyalist güçlere” karşı savunma amacıyla “demokrasi ve bağımsızlık” mücadelesi gündeme getiriliyor.

TKP’nin, “antiemperyalist mücadeleyi, sosyalist iktidar mücadelesi ile birleştirilmelidir” ile kast ettiği “sosyalistlerin” bu “anti-emperyalist mücadelede” önderlik etmesinin zorunluluğudur.

KY’nın, TKP’ ye itirazı esası olarak buna yöneliktir ve TKP’ye “sosyalistlerin önderliği” gibi görüşleri gündeme getirip, tekelci burjuvaları ürkütme demek istiyor. Bunun içinde “Örnek vererek, sosyalizmin işçi sınıfına mal edilmesinin, sınıfın içinde bulunmayı ve sınıfın acil talepleri uğruna mücadelesiyle anti-emperyalist demokratik talepler uğruna mücadelenin sosyalizmin propagandasıyla birleştirmek gerektirdiğini anlatmıştık. Sosyalizm sınıfın mücadelesine nüfuz etmelidir. Sosyalizm propagandası “kamuoyuna” yöneltilmez.” (a.g.e - sf. 53)

Şimdi KY ‘nın ne ifade etmek istediğine bir bakalım! İşçi sınıfının “acil talepleri” (yani ücret artışları vs.) için mücadele edecek, buna ilaveten dış emperyalist güçlere karşı Türkiye’nin tekelci kapitalizmini savunmayı esas alan “anti-emperyalist demokratik talepler” (5) uğruna mücadele edilecek! Sıra sosyalizme gelince de, onun işçi sınıfıyla sınırlı propagandası yapılacak! Ama günlük sınıf mücadelesinin konusu haline getirilmeyecek! Çünkü sosyalizm propagandası “kamuoyuna” yöneltilmezmiş!

Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi sosyalizm salt bir “ideolojik” olgu olarak ele alınıyor. Sosyalizm, kapitalizm tarafından her an yaratılan üretim ilişkileri, bir ekonomik ve siyasi sistem olarak görülmediği için onun, sadece sınıfa yönelik propagandasıyla yetinilinmesi öneriliyor. Kapitalizm, artı-değer oranını artırmak için durmadan ucuz iş gücü piyasası yaratıyor, milyonlarca insanı üretim araçlarından ve özel mülkiyetten arındırıyor, aç ve yoksul, işsiz insanların sayısı çığ gibi büyüyor, milyonlarca insan burjuvazi tarafında karın tokluğuna ve günlük 8 saattin üstünde çalıştırılıyor vs. Tüm bunların nedeninin kapitalizm olduğu, kapitalist sistemden kurtulmadıkça, yani iş-gücü meta olmaktan çıkarılmadıkça, kar ve pazar için üretimin gerçekleştirilmesine son verilmedikçe, yani sosyalizm inşa edilmedikçe işsizliğin, açlığın, yokluğun, çaresizliğin, sefaletin ortadan kalkmayacağı anlatılamazmış!.. Kapitalizm, her geçen gün sosyalizm’in maddi temellerini yaratıyor. Bir sosyalistin görevi bu maddi olguları bilince çıkarmaktır. KY’nın itirazı bu maddi olguların bilince çıkarmaya yöneliktir.

Burjuvazinin temsilcileri ve siyasi partileri, yoksulluğun, işsizliğin, çaresizliğin durmadan çığ gibi büyüdüğü gerçeğini gizlemiyorlar. Ama bunun gerçek nedenini göz ardı ederek, baştaki hükümetlerin izlediği ekonomi-politikaya bağlıyorlar. Kapitalist sisteme dokunmayan burjuva hükümetlerin bir gidip, diğer geliyor ama değişen hiç bir şey olmuyor. Çünkü kapitalizm dipdiri ayakta kaldıkça, işsizliğin, çaresizliğin, yoksulluğun, sefaletin ortadan kalkmasına imkân varmı?

Bir dönem, sosyalizm’in korkusuyla sosyal-devlet politikası izleyen burjuvazinin, sosyalizm’in tasfiyesi ile sosyal devlet politikasını terk ederek, neo-liberal politikayı tüm dünya çapında izlemeye başladığı bilinmektedir. Ama Türkiye’de neo-liberalizmden sadece devlet işletmelerinin özelleştirilmesi anlaşıldı. Oysa neo-liberal politikaların esas amacı ucuz iş-gücü yaratarak, mutlak ve nispi artı-değer oranını yani burjuvazinin, karını, sermayesini, sermaye birikimini, rantı durmadan artırmaktı. 12 Eylül generallerinin faşist darbesi bunun için yapılmadı mı?

Bugün, Türkiye’de özel teşebbüse ait işletmelerde çalışan işçilerin sadece % 6,5 sendikalı, 10 milyon üstünde işçi olmasına rağmen, 400–500 bin işçi sendika, grev ve toplu sözleşme hakkı sahip. (6)

Böylesine bir ülkede sosyalizmin kapitalizme karşı alternatif bir ekonomik ve siyasi sistem olarak öne sürülmesine itiraz ediliyor.

“Gündemde olan anti-kapitalist değil, anti-emperyalist demokrasi mücadelesidir” deniliyor. Bunun içeriği ne, hangi ekonomik ve siyasi sistemi ön görüyor, bunlar belli değil, antiemperyalist demokratik devrim lafları dahi edilmiyor. Yani ortada iktidar talebi yok. “Demokrasi“ise anti-feodal içerikte de değil.

Lenin “bütün köylülükle birlikte otokrasiye karşı” dediği zaman feodal çarlık diktatöryasına karşı burjuva demokrasisi için mücadeleyi kastettiğini herkes bilir.

KY, feodalizme karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadele arasında fark görmüyor. Oysa bu iki sistem arasında nitelik farkı var. Feodalizmin alternatifi kapitalizm ve burjuva demokrasidir. Kapitalizmin alternatif ise sosyalizm ve proletarya demokrasidir. Ve yine Fransa örneğini vererek, anti-faşist mücadele ile anti-emperyalist mücadeleyi aynılaştırıyor. II. Emperyalist savaş sırasında Sovyetler ve komünistler faşizme karşı burjuva demokrasini savunan emperyalist devletlerle ve bu burjuvaziyle ittifak yapmıştı. Sovyetler ve komünistler, bir çok temel yanlışa rağmen faşizme mücadeleyi anti-kapitalist (dolayısıyla antiemperyalist) mücadeleye dönüştürmeğe çalışmışlarken, emperyalist devletle faşizme karşı sadece burjuva demokrasi ile sınırlı ve kapitalizmi yaşatmaya çalışan bir mücadele yürütmekte idi. Peki tüm bunlara rağmen faşizme karşı mücadele ile “emperyalizme karşı mücadele“ arasında fark olmadığı ileri sürülebilir mi?!! Yani, De Gaulle’ciler, emperyalist devletler, “antiemperyalist mücadele” yürütmüşler! Buradaki görüşlerden de anlaşıldığı gibi KY’nın emperyalizm kavramından anladığı siyasi işgaldir. Yani emperyalizmi kapitalizmin bir üst aşaması değil salt siyasi bir olgu olarak görüyor.

Ve yine yukarda yaptığımız alıntıdan da anlaşıldığı gibi, sosyalizm propagandası “kamuoyuna yöneltilmezlikten”, kast edilen işçilerin ileri kesimlerine “Marksizm’in eğitiminin” verilmesidir!..

Bilindiği gibi tasfiye oluncaya kadar tüm revizyonist ülkelerde, Marksist ekonomi-politikayı, diyalektik ve tarihi materyalizmi, ilk okuldan, üniversitelere kadar ders olarak okutur iken, diğer yandan (revizyonist devletler) her alanda kapitalizmi egemen kılmaya devam ediyorlardı. Çünkü Marksizm günlük sınıf mücadelesinin canlı pratiğinin rehberi olmaktan çıkarılarak, pedagojik soruna ve pratikten kopuk “teoriye”, entelektüel bir uğraşıya dönüştürülerek iğdiş edilmişti.

KY bunun öneriyor ve Marksizm’in özünü oluşturan teori ile sosyal pratik arasındaki zorunluluğunu göz ardı etmeye çalışıyor.

Şimdi günlük sınıf mücadelesine yol göstermeyen, günlük sınıf mücadelesinin pratiği ile zenginleşmeyen bir Marksizm olabilir mi? Marksizm salt teori değil, tam tersine canlı bir pratiktir. Sırada işçinin farkına varamadığı ve varamayacak sınıflar arası ilişkileri inceleyen ve bunun “kamuoyuna” aktaran, siyasi mücadeleye yol gösteren Marksizm’in bu şekilde propagandası yapılmadan sınıfı mücadelesi proletarya diktatöryasının kurulmasına kadar tırmandırılabilinir mi?

Ama KY’nın gündeminde sosyalizm devrim, proletarya diktatöryası için mücadele yok Bunun için TKP ile aynı görüşleri savunduğu halde kayıkçı dövüşü yapıyor. (7)

-------------------------------------------------------------------------------------------------


(1) Neo-liberal dönemle birlikte özellikle Türkiye ve Latin Amerika ülkelerinde baş gösteren ekonomik krizler sonucu, tekellerin, köylülüğü destekleme politikalarından kısmen vazgeçmeleri karşısında, köylülükte başlayan proleterleşme hızlanmıştır. Burjuvazi sosyalizm için mücadelenin yeniden gündeme gelmesi karşısında köylülüğü destekleme politikasına geri dönüş yapıyor.

(2) KY aslında, Lenin’in bu düşüncelerini, şeriatçıların emperyalistler karşı verdikleri savaşın “ilerici ve devrimci“ olduğunu kanıtlamak için öne sürüyor. TKP’nin kendisi gibi düşündüğüne göre, sözde TKP ile yaptığı polemikte niye “milli savaşları” gündeme getiriyor sorusunun cevap bana cevap vermeme isteğinden dolayıdır. O,benle direk muhatap olmak istemiyor ve benimle polemikten kaçıyor. Bunun için TKP’nin arkasına gizlenerek benim görüşlerimi “çürütmeğe” çalışıyor.

(3) Peki! Okuyucu bu kadar cesur! ve açık sözlü bir Menşeviğe rastlamış mıdır acaba?!! Mihri Belli ve Doğu Perincek bile, sözde de olsa, “biz ulusal demokratik devrimde işçi sınıfının önderliğini, sosyalist devrimle demokratik devrimin kesiştiğini inkâr etmiyoruz” demekten geri durmamışlardı. İlk defa KY sosyalizmi “bir perspektif “yani geleceğin bir sorunu olarak görüp, emperyalizme karşı burjuvazi (şeriatçı olsa da fark etmez) kayıtsız şartsız desteklenmelidir diyebiliyor. Ne demeli?!! Geldiğin yerden ötürü sana “helal olsun”.

(4) Benim öne sürdüğüm Vietnam örneğini “çürütmek” için Sosyalist Arnavutluk’un, kapitalizme geri dönüşünü öne sürülebilineceğini biliyorum. Arnavutluk sosyalist devleti, en fazla ekonomik ilişkiler içinde olduğu, Doğu Avrupa ülkelerinin özel teşebbüsçü kapitalist ülkeler haline gelmesiyle birlikte Arnavutluk’la olan ekonomik ilişkilerini kesip, onu tam anlamıyla ekonomik ambargo altına aldı. Ekonomik olarak çıkmaza giren Arnavutluk’t, emperyalist ve kapitalist devletler kanallıyla karşı devrimci kitlesel ayaklanma organize edildi. Ve iktidara, emperyalist devletlerden ekonomik ve siyasi güç alan Arnavut burjuvazisi el koydu. Ama Sovyetler dağıldıktan sonra, Vietnam’da herhangi bir iktidar değişikliğinin meydana gelmediği bilinmektedir. Aynen diğer örnek gösterdiği ülkelerde olduğu gibi.

(5) Aslında TKP ile KY aynı görüşleri savunuyorlar ve aralarında “kayıkçı dövüşü” var. TKP’nın “yurt-sever cephesi”,”anti-kapitalist olunmadan, antiemperyalist olunur” görüşlerinin temelinde kurulmuştur.

(6) 12 Eylül faşizminin, sendika, grev ve toplu-sözleşme hakkını yok eden, 9 hatta 10 milyon işçiye sendika, grev ve toplu sözleşme hakkını ortadan kaldıran yasası ve uygulamaları dip diri canlılığının korur iken, KY, “işçilerin sendikalaştırdıklarından” dem vuruyor. Mevcut ve imtiyazlı işçileri bağrında toplayan sendikalara bazı işçiler kayıt etmekle, sendikasızlaşmaya son verilmiş olunuyor! Oysa bu sendika yasaları yürürlükte oldukça, taşeron firmalarının varlığına son verilmedikçe, işçilerin sendika, grev ve toplu sözleşme hakkına sahip olmasına imkân yok. “Bu yasalarla da hak alınır” boş böbürlenmeden başka hiç bir şey ifade etmiyor. Sadece işçileri uyutup, 12 Eylül işçi yasalarının mücadeleyle ortadan kaldırılmasın önünü kesiyor.

(7) KY, TKP’liler ile yaptığı polemikte, TKP’linin “siz geçmişte Maocuydunuz” suçlamasına “hayır biz Maocu değildik, Maoculuktan etkilenmiştik” diyor. “HK hareketinin ”Maoculuktan etkilenme” olarak tespit ettiği, Maocu 3 dünya görüşlerinin savunması ve bu görüşlerin ışığında “tırmanan faşizm” adı altında reformist siyasi taktiklerin izlenmesi idi. Ve Maocu 3 dünya görüşlerinin eleştirisi sırasında “H.K hareketi” en çalkantılı dönemini yaşamıştı ve bir sürü kişi ve grup HK hareketinden ayrılmış, bazılar Doğu Perinçek’inin partisine katılmışlardı. TKP ise, dün de bugün de 3 dünya görüşlerini savunmuyor mu? Esas Maocu olan TKP’li revizyonistler değil mi? Sovyet revizyonistleri, aynı Maocular gibi “emperyalizme karşı”, etkisi altına aldığı ve almak istediği kapitalist devletler ile “antiemperyalist” blok kurmamışlar mıydı? TKP, yayınladığı son seçim bildirisinde, Türkiye’nin komşularıyla ABD ve AB’ye karşı blok kurmayı önermiyor mu? 3 dünya tezinin esasını kapitalizme karşı olunmadan, emperyalizme karşı olunur tezi oluşturmuyor mu?!! KY ve EMEP bu görüşleri, TKP ve Doğu Perinçek gibi savundukları halde “geçmiş Maoculuktan etkilenmişti ama EMEP bu etkilenmenin dışındadır” diye iddia edebiliyor. Hem “kapitalizme karşı olunmadan, emperyalizme karşı olunur“ görüşleriyle hareket ederek şimdiye kadar izlediğin ve tespit ettiğin taktikleri buna göre belirleyeceksin, arkasından da EMEP ile birlikte Maocu etkilenmenin dışında yer aldığını ileri süreceksin! Hayret ki ne hayret… Sen geçmişin Maocu etkilenmesinden sıyrılmayı bırak da, bir dön kendine bak.


------------------------------------------------------------------------------------------------
Yavuz Yıldırımtürk, yyildirim1918@hotmail.com | yyildirim1918@web.de