28 Mart 2008

Demokratik devrim

DEMOKRATİK DEVRİM – SOSYALİST DEVRİM İKİLEMİNDE KÜRT MİLLİ MESELESİ

Kapitalizmin dünya egemenliğini sağlama yöntemlerinin başlıcasını, alternatifi olan sosyalizmi içinden çıkılmaz gibi görünen tartışmalarla oyalamak oluşturmaktadır. Birlik ve dayanışma ortamını bozucu mezhepsel, etnik, dini vb. konular yıllardan beri sosyalist solun çözemediği sorunlardandır. Kapitalizmin karşı psikolojik ve fiziksel saldırısı da bu tip aydınlığa kavuşmamış alanlardan gelmektedir. Hele ki doğal yoldan kapitalistleşmeye gidilememesinden ötürü, modern kapitalist ülkelerin bu coğrafyalardan “artı-değer emilimi” yapıp, üretici güçlerinin gelişmesini zorlama bir yoldan sürdürdüğü ortamda bu tartışmalar, akademik boyutu çokça aşmıştır. Bu süreç bugün Ortadoğu merkezli olarak kan, vahşet ve gözyaşı ile birlikte işliyor. Dolayısıyla akademik sorundan çok halkın sorunu haline geliyor.

Şüphesiz, bu sorunun başında milliyetler meselesi ile din savaşları gelmektedir. Dini çatışmalar, pratik düzlemde daha çok ulusal sorunun içerisinde konumlanıyor. En azından Türkiye gibi laikliği biraz olsun yerleştirme aşamasında girmiş ülkelerde, işbirlikçi kapitalizm, özgürlükler adına dinsel konularda kısmen ilerici rol oynarken, aynı şekilde özgürlükler bahanesiyle ulusal sorunu çözümsüzlüğe itiyor. Tartışma konusu olan her sorun gibi, ulusal sorunun da tarihsel süreç içerisinde nasıl geliştiğini incelemek, gerek çözüm konusunda gerekse önerilen çözümlerin doğruluğu/yanlışlığı bağlamında yol gösterici olacaktır.

Ortadoğu coğrafyasının kritik ülkesi Türkiye ve kritik halkı Kürtler de ulusal sorunun en canlı ve güncel örneklerindendir. Yazının başında belirtilmelidir ki, Türkiye’deki Kürt nüfusu, bu halkın yaşadığı Suriye, İran ve Irak ile oldukça farklı sosyolojik özellikler barındırmaktadır. Dolayısıyla bu yazının kapsamı sadece Türkiye’deki Kürt nüfusuyla ilgilidir. Kürt egemen/ezilen güçleri, Anadolu topraklarının sınıfsal konumuyla içli dışlıdır; bir ayağı finans kapitalin merkezi olan İstanbul’dadır, diğeri tefeci-bezirgan tabakanın kuvvetli hakimiyet sahası Güneydoğu Anadolu’dadır.

Ulusal Sorunun Evrensel Gelişimi ve Anadolu’ya Etkisi :

Bilindiği gibi ulusal sorun, kapitalizm ile birlikte dünya halklarının gündemine gelmiştir. Daha önce, ilkel sınıfsız toplumdan uygarlığa geçişte kabile düzeninden küçük ve derli-toplu topluluklar düzeni belirmiştir. 2000 yıl önce “natio” terimi kullanılmıştır. Daha sonra köleci ve feodal ekonomik sistemin hakimiyeti, bu noktada “milliyetler” şeklinde bir toplum düzeni öngörmektedir.

Kapitalizmin şafağıyla beliren bireylerin uluslar biçiminde örgütlenme süreci, dört kısımdan oluşmaktadır. Birinci dönem, burjuva devrimleri zamanıdır. İkinci dönem 1873 ekonomik kriziyle oluşmaya başlayan 20. yy tekel dönemidir. Sovyet deneyiminin örnek olduğu proletarya diktatörlüğü üçüncü dönemi ve modern sınıfsız toplum da dördüncü bölümü oluşturur.

İngiltere’de tarım yapılan alanların, dokumacılık için yün sağlamak üzere koyun çiftliklerine dönüştürülmesi ile ilkel birikim sağlanmıştır. Şehirlere göç eden tarım çalışanları da proletarya ordusunun temellerini atmıştır. Bu sayede birinci döneme girilmiştir .Böylece Avrupa, 17. ve 18. yy. burjuva devrimleri ile uluslaşma sürecini tamamlamıştır.
Merkezi devletler kurulmuştur. Özellikle Batı Avrupa’da, İrlanda ve Polonya haricinde sorunlar çözülmüştür. İtalya ve Almanya’nın ulusal birliklerini tamamlamasıyla modern kapitalizm kendi üretim biçiminden önceki sistemlerin kalıntılarını da geri gelmeyecek biçimde yok etmiştir. Ulusal baskı, ulusal azınlık vb. kavramlar, günümüzde de görüldüğü üzere yoktur. Birinci dönemde Batı, ulusal sorunu kendi içinde tarihe gömmüşken, Osmanlı İmparatorluğu köşeye sıkışmışlık içerisinde Batı’nın dayatmalarına mahkum olmuş ve onları kabullenmiştir. 1838 Balta Limanı anlaşması,tekel öncesi büyük sermayenin manifaktürden tam kopuş aşamasında imzalanmıştır. Bu dönem, Batı’da Almanya’nın 1813’te ulusal birliğini tamamlayıp rekabet piyasasında söz sahibi olduğu dönemdir de aynı zamanda. 17. ve 18. yıllardaki burjuvazinin misyonu olan feodaliteye düşmanlık ve modern uluslaşma birinci dönemin sonlarına yaklaşıldıkça artık devre dışı kalmıştır. Meta ihracı son noktalarına ulaşmış, sermaye ihracı için koşullar hazırlanmaktadır. Zaten 19. yy.’ın ikinci yarısında Batı’da tekeller oluşmuştur. Osmanlı’nın içerisinden uluslaşma çizgisiyle çeşitli milletler koparılmıştır. Ancak bu ayrılışlar, burjuvazinin ilk evrelerinde olduğu gibi ilerici bir misyonda değildir. Meta ihracının daha iyi yürütülmesi ve küçük küçük şirketlerin “ortalama azami kar” anlayışıyla orantılıdır. Olaya 1854 Kırım Savaşı ve 1863 Osmanlı Bankası’nın kuruluşundan sonra Osmanlı devlet sınıflarındaki ekonomik bağımlılık da eklenince tüm üstyapının 1881 tarihinde Duyun-u Umumiye’ye teslim olması kaçınılmaz olmuştur.

Toparlamak gerekirse, burjuvazi için amaç, üretici güçlerin gelişmesini sağlamak ve üretici güçlerin çöküşünün görüldüğü durumlarda bu duruma ahlaksızlık yolundan dahi olsa engel olmaya çalışmaktır. Zaten geçirdiğimiz 300 yıl, özetle bunu tarihidir. Ulusal sorun, bunun en açık seçik görüldüğü konudur. Feodal sistemi yıkmak için kullanılan ulusçuluk, birinci dönemden ikinci döneme geçilirken bu defa sistemi çöküşten kurtarmak için Osmanlı İmparatorluğu’na uygulanmaktadır. Ancak tarihin diyalektik yönünün göstergesi olacak ki, feodal unsurlar temizlenmiyor; aksine gelişmesine izin veriliyor, palazlandırılıyordu. Bu olay, bugün Kürt sorununda yaşadığımız problemlerin kökenini oluşturmaktadır. Bu dönem, demokratik devrimci düşüncenin, küçük-burjuva kaypaklığının hatalarının net bir şekilde görüldüğü dönemdir.

Ancak üretici güçlerin gelişmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp yeni pazarların açılmasıyla sağlanamaz boyuta ulaştı. 1873 krizinden sonra tekel dönemine doğru gidilmeye başlandı ve II. dönem olarak adlandırdığımız 20. yy. tekelci sermaye çağı hakim oldu. Batı’da tekelci sanayi sermayesi ile banka sermayesi kaynaştı. Sermaye ihracı başladı. Artık sömürgeciliğin karakteri, Batı’nın diğer ülkelerde aracı-komprador burjuva yaratmasıyla değil de; direkt olarak sermaye göndermesiyle özdeşleşti. Osmanlı’da da bu kural işledi ve komprador burjuvazi yerine finans-kapital oligarşisi hakim olmaya başladı. Bu sürecin tamamen yerleşmesi 1937 darbesi (İktisat Bakanlığı’na Celal Bayar’ın atanması) ve 1950 seçimleri sonrasına denk düşmektedir. Emperyalizm döneminin mazlum uluslar için en karakteristik özelliği, finans-kapital hakimiyetinin bu ülkelerde yer alan kapitalizm öncesi üretim biçiminin yadigarı tefeci-bezirgan sermaye ile kaynaşma yoluna girmesidir. Bu durumu Dr. Hikmet Kıvılcımlı “O yüzden Türkiye’nin bir avuç Finans-Kapitalisti: herkese, hele biraz da sivrilmiş veya sivriltilmiş büyük “Devletlu”larımıza bütün bir dünya kalabalığı imiş gibi görünürler. Ancak bu görünüşün ardında gölgesi hiç yitmeyen ve bilmeyen az çok gerçek yerli bir kabus vardır. Bu kabus, devletçiliğimizin bütün subaşılarını şu veya bu fırsatla kesmiş etkili tefeci-bezirgan hacıağa, eşrafayanın ta kendisidir. (…) Türkiye’de Finans-kapital egemenliğinin bütün Anadolu’yu ve Rumeli’yi canevinden sarmış geniş yerli mekanizması bu korkunç ve tecrübeli, sinsi ve atak tefeci-bezirgan taşra eşrafayan ve hacıağalarıdır.” şeklinde açıklamıştır. Bu aşama ile birlikte ülkemiz sürekli tefeci-bezirgan tabakanın varlığından hoşnut finans-kapital ile yönetilmiştir. Bu anlayıştaki partiler iş başına getirilmiştir. Ulusal sorun da bu gelişmelerden doğrudan etkilenmişlik içerisinde, kapitalizm öncesi sosyal sınıfların yadigarı olan tabakalar sorunu olarak kendini göstermiştir. Bunlardan üst-tabakalar büyük toprak-mülk sahipleri ile tefeci-bezirganlık, alt-tabakalar ise köylü-esnaf ile aydınlar kümelerinden oluşmaktadır. Kürt meselesinde etkisini olduğu yadsınılamaz bir gerçeklik olan köylülüğün, evrensel anlamda heterojen bir yapı taşıdığı tartışılmazdır. Bu durum toprak sahibi köylülüğün emek-gücünün değeri olarak hem ücreti hem karı hem de rantı sağlayabilme kapasitesinden ileri gelmektedir. Büyük mülk sahipleri bu prosesi tamamlarken, küçük köylü ücret düzeyine dahi erişememekle beraber devletin tekel fiyatı ile tefeci baskısı altında topraksız tarım proleteri haline gelmektedir. Bizim doğumuzdaki olay tam da budur. Ancak Türkiye’nin bu gerçekliğini anlamamış zihniyetler aşağıdaki gibi açıklamalarda bulunabiliyorlar:

“Sol jargon içinde konuşursak en kestirme ifadeyle AKP'nin seçim zaferi bizce Türkiye'de gerçek bir burjuva devrimi yaşanmış olduğunu gösteriyor. Süreç içinde bir burjuva devrim tamamlandı ve oturdu. Türkiye'nin otantik burjuvazisi, geleneğiyle, göreneğiyle yüz yıldır iktidar mücadelesi verdiği asker, sivil bürokrata karşı verdiği savaştan galibiyetle ayrıldı. Asker, sivil bürokrat kesim artık bu otantik burjuvazinin belirlediği payla yetinmek zorunda kalacak. Burjuva demokratik devrimin düzeni kendine göre restore etme projesi kapsamında gelişmeler izleyeceğiz. Bu aşamadan sonra sosyalizmin temsil ettiği idealleri savunanların önünde bu idealleri gerçekleştirme hedefi birincil olarak gündemdedir. Toplum, artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir. Bunu tabii ki kendi tarzı çerçevesinde yaptı.” (Ömer Laçiner)

Bu kavga zaten, 1970’lere damgasını vuran Milli Demokratik Devrim- Sosyalist Devrim kavgasıdır. Sosyalist Devrimciler, feodal mütegalibeyi göremediklerinden finans-kapitale karşı net tavır alamamışlardır ve onların mirasçıları da bugün Laçiner benzeri yorumlar içerisinde AB fonu soslu bir AKP özgürlüğü sevdasına kapılmışlardır. Kürt meselesinde de aynı özgürlükçü(!) tavırlarını göstererek yeni-emperyalizmin milliyetçi-burjuva planına PKK içerisindeki Barzanici-Apocu saflaşmalarını da ustaca kullanarak gönüllü-ücretli uşaklık etmektedirler. Bugün bu kampın Türkiye’deki finans-kapital oligarşisine ve yandaşı tefeci-bezirgan sermayeye karşı bir görüntüsü yoktur. MDD tarafı ise Kıvılcımlı’nın “ MDD'ciler: "İşbirlikçiler" dedikleri sınıfı "Emperyalizm"den başka bir şey saymakla, hem Emperyalizmin Tekelci Kapitalizm olduğunu anlamıyorlar. Hem o yüzden 1970 Türkiyesi’ni ya Afrika ve Hindistan, yahut 1919 Türkiyesi kadar gerilerde sanıyorlar.” şeklinde haklı eleştirilerine maruz kalıyordu. Sonuç olarak bir taraf tefeci-bezirgan sermayeyi, diğer taraf da finans-kapital oligarşisini göremiyor, bu şekildeki eksik tezlerini ulusal soruna da uyarlayarak Kürtleri yıllarca içinden çıkılmaz bir emperyalizm bağımlılığına itiyorlardı.

Kürt milli meselesi, yalnızca finans kapital’in direkt sömürüsüyle değil onun tefeci-bezirgan yandaşı ile de ilişkili olduğu, bugün AB fonlarına bulaşmamış sosyalist literatür tarafından kabul edilmiştir. Antika tefeci bezirganlığın ve feodal kalıntıların finans-kapitalle rezonansı, etnikçilik sosuyla birlikte bölgeyi emperyalizmin oyun sahası haline getirmektedir. Böyle bir ortamda Kürt emekçi halkına da düşen, mevcut oyun sahası içinde, mevcut politikalar ve ideolojik yöneliş içinde piyon olmaktır.

Türkiye’de ise 1978’de PKK’nın köylücü-milliyetçi söylemlerinin kitlesel geçerlilik kazanmasıyla sol çevreler tarafından olayın burjuva demokratik devrim ile çözüleceği söz konusu edilmiştir. Çünkü Batı kaynaklı Marksist verilere göre, feodalizm burjuvazinin düşmanıydı ve Kürt sorununun temeli olan bu tefeci-bezirgan tabaka da burjuva devrim sayesinde çözülebilirdi. Ayrıca modern emperyalistlerin kültürel haklar, dil sorunu vb. konular için özgürlükçü bir tutum takınması kuyrukçuluğa iyice bulaşmış sol içerisinde iştah kabartıcı bir rol alıyordu.

Ancak Türkiye’de kapitalizm öncesi artıkların temizlenmesi kapitalizm taraftarlığıyla değil, aralarındaki rezonanstan ötürü bizzat kapitalizm karşıtı nihai hedefi sosyalizm olan “demokratik halk devrimi” stratejisiyle olanaklıdır. Bu da Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesinden geçer. Kürtlere verilen burjuva nitelikli özgürlükçü haklar ise proleter bilinci yükselttiği ölçüde faydalı; milliyetçiliği körüklediği ölçüde zararlı olmaktadır.

Son Dönem Kürt Hareketleri (PKK ve Sonrası) :

Türkiye Solu olayları böyle gözle yorumlarken, bahsettiğimiz sorun olan halkın kendisi –Kürtler- nasıl reaksiyonlar göstermişler?

Son dönem Kürt hareketleri ele alınırken, özellikle 1960’tan sonraki gelişmeler dikkate alınmalıdır. Çünkü, Türkiye’de genel olarak sosyalist mücadelenin üniversite gençliği arasında yükselmesi Kürtleri de etkilemiştir. Bu dönemde Kürt aydın ve öğrencileri kimi zaman Dev-Genç gibi yapılar içinde Türk devrimcilerle birlikte bulunmuşlar, kimi zaman da KDP uzantısı partiler içinde gerici- milliyetçi güçlerin siyasetlerini takip etmişlerdir.

1965 yılında kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi, Barzani hareketiyle yakından ilişkili, milliyetçi özelliklere sahip bir partiydi. Yine o dönemde sosyalist devrim tezini savunan TİP içinde yer alan Kürt aydınları da vardı. Bunlardan Tarık Ziya Ekinci gibileri “sosyalist devrim” oportünizmini günümüzde Avrupa Birliği yanlılılığıyla “taçlandırırken”, Irak’taki feodal milliyetçi birikime sahip Barzani hareketinin destekçisi Sait Elçi TİP’in Doğu mitinglerinde aktif olarak yer almıştır. Yine bu dönemde, TİP içinden ayrılan Kürt gençleri, Dev-Genç dışında DDKO’lar çatısı altında örgütlendiler. DDKO tüzüğünde “Irkçı, şoven, antidemokratik akımlara karşı...toplumsal muhtevalı bir Misak-ı Milli anlayışını hakim kılmak amacını güder.” deniliyordu. 12 Mart müdahalesiyle birlikte hem DDKO hem de TKDP ağır darbe aldılar. Kürt hareketlerinde, PKK’ya kadar uzanacak olan yeni örgütlenmeler 12 Mart’tan sonra gündeme geldi.

12 Mart sonrası dönemde, Türkiye’de genel sosyalist harekette olduğu gibi Kürt hareketi içinde de parçalanmalar ve çok sayıda çeşitli örgütler ortaya çıktı. DDKO içinden ayrılan gruplar, DDKD, Komal-Rızgari-Ala Rızgari gruplarını oluşturdular. TKDP içinde de sağ ve sol kanatları temsil eden gruplar arasındaki bölünme 1977’de kesinleşti. TKDP içinde başını Mustafa Fisli’nin çektiği kanat Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları(KUK) adıyla ayrıldı. Fisli’nin tüzüğüne göre, örgüt işçi partisi olduğunu açıklıyor, “tam bağımsız Kürdistan” vurgusu yapıyordu. Buna benzer bir başka örgüt de Kawa’dır. DDKD içinde yer alan, “sosyal emperyalizm” tartışmaları nedeniyle Maocu görüşleri sahiplenen Kawa grubu, “devrimci Kürt burjuvazisi” teziyle bugüne uzanan ve Türkiye’de devrimci, yurtsever mücadeleyi bölen fikirleri miras bıraktı.

Bu örgütleri kısaca anlattıktan sonra PKK hareketine geçebiliriz. 1973 yılında temelleri atılan örgüt, 27 Kasım 1978’de PKK(Kürdistan İşçi Partisi) adıyla sahneye çıktı. Başlangıçta Kürt küçük burjuva hareketi olarak ortaya çıkan PKK, 1979’da AP Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Celal Bucak’a düzenlediği suikastla adını duyurdu. Bu eylemle, Kürt köylülüğünün feodal-aşiret reislerine karşı mücadelesi simgelendi. PKK kuruluş aşamasında Kürt feodallerine karşı saldırılar yürüttü, ancak örgütün Kürt egemenleri karşısındaki tutumu 1980’lerden itibaren değişti. Örgütün küçük-burjuva önderlikli karakteri, sıkışma anlarında kendini burjuvazi lehine dayattı. Sovyetlerin dağılmasının ardından PKK burjuva ulusal istemler konusunda yoğunlaşmıştır. PKK, zamanla ayakta kalmak için burjuva-feodal güçlerle bütünleşmiştir. PKK, sınıf mücadelesi yerine, burjuva milliyetçiliği çatısı altında “ilerici-gerici feodal ağa” ayrımı yapmaya başlamıştır. “PKK eski komünist sloganların, sosyo-ekonomik programların ve sembollerin siyasal dinozorlar haline geldiğini 1995 yılında yaptığı 5. kongresinde “değişen dünya düzenine bağlı olarak köklü yeniden yapılanma politikaları” ilan etti. Artık bir soğuk savaş sembolü olarak değerlendirdiği orak-çekiç amblemini bayrağından çıkardı. Ayrıca, “PKK bir insanlık hareketi olmakla birlikte serbest pazarın gelişim ihtiyacını ilkesel olarak kabul etmektedir.” açıklamasında bulundu...PKK yeni dünya ile uyum sağlamak için neredeyse yeniden kuruldu”(Ersal Yavi, Kürdistan Ütopyası, Cilt 1). Oluşumunda, gelenek olarak burjuva ulusçu taleplerle ortaya çıkan Kürt hareketlerinin sonunda piyasacılığı savunması ve emperyalizmle bütünleşmesi kaçınılmaz bir olgudur.

Bu sürecin devamını PKK sonrası “deneyimlerden ders çıkarma ve demokratikleşme” sloganları altında kurulan KADEK ve KONGRA-GEL yapılanmalarında da görmekteyiz. KONGRA-GEL başkanı Zübeyir Aydar 15 Aralık 2003 tarihli “Bölünme Paranoyasından Kurtulun” başlıklı yazısında şunları söylemektedir: “..zaten ismi Kongra-Gel, yani halk kongresi. İddiası da, halkın içinde var olan her türlü sınıf ve eğilimin hepsini temsil etmektir...Yine bütün inançların, sınıfsal tabakaların kongrede temsil edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.” “Bağımsız Kürdistan’a” giden yolda gerici sınıflarla uzlaşmayı beceri olarak kabul eden bir “sözde devrimci” örgütlenme. Konuyu her türlü kapitalist/tefeci-bezirgan sömürüden saptıran soyut “devlet karşıtlığı” ve Prens Sabahattinciliği aratmayacak “merkezi devleti yerele yayma” politikası, PKK’nın finans-kapitalin paralı askerliğini yaptığını ispatlıyor. “Türkiye’de demokrasi güçleri resmi görüşten kendini kurtarmalı” sözleri de, sözü edilen “demokrasi güçlerinin” AB foncusu sahte sosyalistler olduğu dikkate alındığında, Kürt milliyetçi hareketinin ittifak politikasının temellerini gösteriyor. Batı güdümlü sosyalizmin temsilcisi İştirakçi Hilmi’nin Kürt feodal-burjuva güçlerinin temsilcisi Şerif Paşa ile olan işbirliği adeta tekrar yaşanmaktadır.

Abdullah Öcalan’dan başlayan ve sonraki liderliklere giden yolda PKK’nın örgütlenme modelinde geçirdiği “evrimlerin” örgütü nasıl “olgunlaştırdığı”, Koma Komalen Kürdistan YK Üyesi Cemil Bayık’ın şu sözlerinde görülebilir: “Demokratik konfederalizm sistemi esas olarak hiyerarşik devletçi zihniyet ve gelenekten kopuşu amaçlıyor. Kuruluşunda Leninist örgütlenme modelini benimseyen PKK, KKK sistemine geçişten sonra ise bu gelenekten, dolayısıyla reel sosyalizmden ve devlet geleneğinden kopmanın gerektiğine inandı...Yürütülen pratikten bunu çıkaran önder Apo’nun en önemli yanlarından biri de teoriyi pratikte tamamlamasıdır...Önderlik PKK örgütlenmesini geliştirdiğinde Leninist örgütlenmenin pek de öyle bütün yönleriyle özgürlüğü ve demokrasiyi geliştirecek bir örgütlenme olmadığını pratik yaşamdan çıkardı.”


Ulusal sorunun etraflıca tartışılmaya başladığı 1970li yıllardan bugüne dek sosyalist düşüncenin zayıflaması Kürt milliyetçiliğini güçlendirmiş, Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesi sosyalizmin zayıflamasını neden olmuştur. “Sömürge Kürdistan” tezi bu şekilde, dış güçlerin desteklediği milliyetçi bir tezdir. Çünkü Türkiye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerdeki artı-değer sömürüsü tek başına Türk burjuvazisi tarafından değil, Kürt burjuvazisi, tefeci sermayesi eliyle de yapılmaktadır ve sömürünün boyutları tüm ülkeyi kapsamaktadır. Ayrıca, Kürt burjuvazisinin sömürüsü sadece Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı değildir; yerli finans-kapitalin önemli bileşenlerinden biri olarak Kürt burjuvazisi gerek iç pazarlarda, gerekse dış pazarlarda önemli yatırım imkanlarına sahiptir. Hatta burjuva kurumları içinde bile Türk egemen güçleri kadar Kürt egemen sınıflarının temsilcileri de yer almaktadır. Kaldı ki, bağımsız bir Türk finans-kapitali başka bir halkı sömürecek kertede bir oluşum-gelişim aşaması geçirmemiştir. Bu veriler açıkken, Türkiye’yi kendisi sömürge iken sömürgeci diye nitelendirmek, Kürt hareketinin sosyalist tezlere uzaklığı ile ilişkilidir. “Sömürge Kürdistan” tezinin savunucusu İsmail Beşikçi’nin emperyalizmin Ortadoğu’daki varlığını esas olarak Kürt topraklarının bölünüp parçalanmasıyla izaha kalkışması, buna ek olarak Kürt halkının kurtuluşunu Barzani gibi feodal işbirlikçilerin kazandığı statü üzerinden ABD emperyalizminin politikalarında araması, tarihsel gelişmelerin burjuva milliyetçi bir anlayışla ele alınmasının gerçekleri bulandırdığının göstergeleridir. Bu akımın temsilcilerinin temel iddiası “sömürgecilik” teriminin emperyalizm dönemine ait bir kavram olmadığı ve bundan dolayı da yarı-sömürge devletlerin başka bir ulusu sömürebileceği yönündeydi. Bu tezlerine kanıt olarak da, kendisi yarı-sömürge olan Portekiz’in bir çok sömürgeye sahip olmasını gösteriyorlardı. Türkiye’deki Kürtleri de Portekiz’in sömürgelerine benzetiyorlardı. Açıktır ki Marksist öğretinin “sömürgecilik” kavramını artı-değer sömürüsünden koparmak isteyen ancak milliyetçi bir bakış olabilir. Öne sürülen Portekiz örneği, zaten sorunu çözmemizi kolaylaştırıyor. Kapitalizm öncesi ilkel birikimi oluşturma aşamasında, sömürgeler edinen Portekiz, yarı-sömürge durumuna rağmen bu konumunu coğrafi şartlardan ötürü sürdürmüştür. Sormak gerekir, bu ilişki Osmanlı Devleti yıllarında, Kürtlere uyarlanabilir mi? Aşağıda ayrıntılı inceleyeceğimiz üzere Selçuklu-Osmanlı’da feodal karakterin dayatmasından ötürü Kürtlere ayrıcalıklı statü verilmiştir. Bilimsel sosyalist literatürdeki “sömürgecilik”, meta üretiminin boyutlarının genişleyip dış pazarlar arama ihtiyacı ile karakterizedir. Emperyalizm dönemiyle birlikte de yarı-sömürge ülkelerin üst-yapısının bağımlılığından dolayı başka bir ülkeden artı-değer kazanması imkansızdır. Türkiye devletinin de özel olarak Kürtlerin yoğun yaşadığı toprakları sömürdüğü iddiası bilimsel olarak yanlıştır. Türkiye’nin Kürtlerin yaşadığı bölgeleri “sömürge” kavramı içerisinde elinde tuttuğu iddiasına dayanan Kürt hareketleri, Türk devrimci hareketlerine karşı sınıfsallıktan uzak, milliyetçi bir tutumla karşılık vermektedirler. PKK’nın tarihi ve sol içi çatıştığı güçler, bunu ispatlar niteliktedir. 1993’te Tunceli’de TDKP üyelerinin öldürülmesi, 1999 yılında DHKP-C ile yaşanan çatışmalar, YÖGEH ve DTP gençliğinin TKP ve HÖC ile olan kavgaları rastlantı değildir. Yaşananlar, sosyalist düşünce ile milliyetçi düşüncenin üst yönetimler tarafından oluşturulan derin devlet damgalı “diyalog masaları”nın aksine uzlaşmadığının göstergesidir. Birçok örgüt de kaderini pasifist bir yol izleyerek PKK ile bağdaştırmışlardır.

Bu durumu daha iyi kavramak için tarih, boyunca Kürt isyanlarını değerlendirmek gerekiyor. Ancak sayıca fazla olan bu isyanların tarihsel olarak kategorilenmelerinin yukarıda belirtilen ulusal sorunun evrensel dönemleriyle doğrudan alakalı olduğu; ancak Osmanlı tarihinin maddesi olan toprak sorunu dikkate alındığında karmaşık çeşitliliğe bulaştığı gözden kaçırılmamalıdır.

Kürt İsyanlarının Tarih Boyunca Sınıfsal Konumu :

Türkiye’nin devrimci hareket dinamikleri içinde iki unsur çok belirgin olarak karşımıza çıkar. Bunlar üniversite ve ordu gençliğinin tarihsel devrimci refleksleridir. Türkiye’nin sosyal olaylar tarihi içinde yer alan bir başka önemli dinamikse, kökenini aşiret-komünal örgütlenme kalıntılarından alan Kürt eylemliliğidir. Geçmişten bugüne, değişik sınıfsal önderlikler altında ilerleyen bütün Kürt ayaklanmalarında tabandaki motor güç daima Kürt halkının kolektif isyan geleneği olmuştur. Kürt aşiret yapılanmasının tarih içindeki kolektif aksiyoner tutumu, diğer barbar-ilkel komünal unsurlarla işbirliğinde de görülür. 1071’de Malazgirt Savaşı’nda orta barbar karakterli Türkmen ve Kürt savaşçılarının işbirliği, bezirganlaşmış Bizans medeniyetine yapılan bir barbar vuruşu olmuş; Anadolu bu şekilde yurt edinilmiştir.

Ortadoğu tarihi içinde Kürtlerin feodal liderlik altında, emirlikler içinde yer aldığı kolaylıkla gözlenebilir. Kürtlerin toplumsal yapıları içindeki feodal kalıntılar gerek üretim biçimi olarak, gerek üst yapı kurumları bağlamında varlığını-belirli oranlarda- sürdürmektedir. Ancak, Kürtlerin sosyal hayatları içinde yer edinen feodal önderlik, Batıdaki alışıldık feodalizmden birtakım farklı nitelikler taşımaktadır. Kürtlerin yaşadığı topraklarda tarih içinde görülen hakim sosyal yapı aşiret düzenidir. Bölgedeki derebeylik, çevredeki bezirganlaşmış Selçuklu, İran derebeyliğinin etkisi altında gelişmiştir. Selçuklu-Pers medeniyetlerinin egemenliklerinde Kürt aşiretlerinin üzerinde yerleşen derebeylik kurumu zaman içinde kalıcı izler de bırakmıştır. Kürt aşiret sistemi, gelmiş geçmiş derebeylerden bir dizi artıklarla saflığını kaybetmiştir. Bunun tarih içindeki yansıması, klan şeklinin derebeyleşmiş örneği olan “feodaloklan” sistemidir. Bu sistem içinde ağanın konumu, geleneksel orta barbar babahanın konumudur. Aşiret topraklarının zaman içinde ağanın mülkiyetine geçirilmesi, sömürünün feodal temellerde yürütülmesi aşamasında bile Kürt halkının bir sahip, bir yol gösterici olarak ağasının peşinden gitmesi antika dönemden kalma tarihsel-sosyal yapıların modern dönemde varlığını belli ölçülerde korumasıyla ilişkilidir.

Kürt feodal egemenleri, Ortadoğu topraklarının egemen hanedanlarıyla sınıfsal çıkarlar bağlamında uzlaşmış, bu yolla Kürt halkı üzerindeki derebeylik baskısını sürdürmüştür. Selçuklu hanedanının en önemli dayanaklarından biri yerel Kürt egemenleridir. Karakoyunlular döneminde devlet içindeki ayrıcalıklı konumlarını devam ettiren Kürt beyleri, özellikle Akkoyunlu ve Safevi hanedanlarının tasfiye girişimleri sonucu Osmanlı Devleti’ne yakınlaştılar.

Safevi-Osmanlı geriliminin dayandığı moment, Osmanlı egemenlerini Kürt derebeyleriyle ortak çıkarda bütünleştirdi. Osmanlı egemenlik düzeninin devamı, Şah İsmail’e karşı Bitlisli İdris’in 20 kadar Kürt derebeyini Osmanlı’ya bağlamasıyla sağlandı. Çaldıran’da Osmanlılığın vurucu gücü yeniçeriliğin, Kürt aşiretlerinin vurucu gücüyle birleşmesi bir kez daha karşımıza çıkar. Ancak, bu defa da hem Osmanlı egemenleri, hem de Kürt feodal önderleri kazançlı çıkan hakim sınıf konumundaydılar. Osmanlı toprak düzeninin dirlik düzeninden kesimciliğe doğru geçiş sürecinde, Kürt feodallerinin “yurtluk ve ocaklık” adı verilen topraklarında hakimiyetlerinin tanınması, koyu sömürü biçiminin olduğu gibi toprak sistemine içerilmesi anlamlıdır. Ocaklık tımarlar beylere, yurtluk tımarlarsa aşiret reislerine verilir. Tımar sisteminin çözülmesi, Kürt feodal güçleri açısından mülkiyet ilişkilerini fazla etkilememiştir. Çünkü, aşiret toprakları ayrı bir statüye sahipti. Süreç içinde aşiret topraklarının kendi iç dinamikleri içinde bazı çözülüşler ortaya çıktı. Aşiretin ortak mülkiyeti olan klan topraklarının parçalanması birtakım çelişkilere kapı açmıştır.

Derebeylikte, toprağa bağlı olan köylünün çalışma gücünün artırılması için onda toprağa sahiplik duygusu uyandırılırdı. Bunun sonucunda derebeyliklerin yanında haraç veren komün toprakları da oluşturuldu. Buna ek olarak, klan toprak sisteminin çözülmeye başlaması, ortak mülkiyetin derebeyler lehine kaybedilişi biçiminde oldu. Kürt tarihinde yaşanan olayları da bu iki sürecin bileşimi olarak düşünmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, Kürt bölgelerinde üç tip köy-toprak sistemi görülecektir: Doğrudan ağaya bağlı köy, ağanın yönetimindeki köy ve serbest köyler. Bu örgütlenme içinde, feodalizmin çeşitli sömürü biçimlerini bir arada görmek olanaklıdır. Ağalar sömürüyü ya nakdi irad alarak, ya da ürün iradı yoluyla yapmışlardır.

Kesim düzenine geçişle birlikte mütegallibenin, ayanın Osmanlı’daki gücü artmıştır. Özellikle 18. yy. sonu ve 19. yy. başında ülkenin çeşitli bölgeleri ayanlık yönetimleri altındaydı. Kendisi de bir ayan olan Alemdar Mustafa Paşa’nın kabul ettirdiği Sened-i İttifak, Osmanlı yönetiminin ayanların gücünü tanıdığı bir anlaşmadır. İlerleyen yıllarda, İngiltere öncülüğündeki Batı kapitalizminin ve Tanzimat burjuvazisinin Osmanlı’yı ayakta tutma, bürokratik merkeziyetçilik yoluyla “zamansız dağılmasını önleme” planları gündeme gelmiştir. Mısırlı Mehmet Ali Paşa’nın merkeze karşı isyanı ve bunun sonucunda Hünkar İskelesi Antlaşması ile Rusya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzunu artırması böyle bir yöntemi gerekli kılıyordu.

Sanayi kapitalizminin ticaret kapitalizmine üstün gelmesi, Osmanlı Devleti gibi yarı-sömürge ülkelerde azınlıklardan komprador burjuvazi yaratmayı daha hesaplı hale getirdi. Bunun sonucunda Batı kapitalizmi patentli “merkezileşme” çabaları, Tanzimat düzeni içinde ve Balta Limanı Ticaret Anlaşmasıyla ortaklaşa biçimde Batı kapitalizmine zincirlenmenin önünü açtı. Bu süreçte yapılan “merkezileşme” hareketleri, feodalizmi sistem olarak ortadan kaldırmadı, zaten Batı kapitalizminin de böyle bir talebi yoktu. Yapılan sadece, Osmanlı’yı “büyük devletler dengesi” içinde zamansız dağılmaya götürebilecek feodal karakterli isyanların bastırılmasından ve merkezi derebeyliğin korunmasından ibarettir. İlk Kürt isyanları olarak kabul edilen Soran Emiri Muhammed Paşa ve Botan Emiri Bedirhan Bey isyanları bunun iki çarpıcı örneğidir.

Muhammed Paşa, Mehmet Ali Paşa isyanından etkilenerek harekete geçmiştir. Bu isyanın karakteri tümüyle feodaldir. Osmanlı’nın Batıya zincirli egemenlik sistemi içinde ezilen yoksul Kürt köylülerinin katıldığı isyan, temelde Kürt feodallerinin önderliği altındadır. Muhammed Paşa ve Bedirhan ayaklanmalarında Kürt isyanlarının politik yasaları da oluşmuş, egemen güçlerle uyuşmaya hazır gerici Kürt liderliği-sınıfsal önderliği prototipi yaratılmıştır. Kürt bölgelerinde yarı-otonom emirliklerin büyük oranda çözülmesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, feodalizmin ve tefeci-bezirganlığın tümüyle yok edilmesi anlamına gelmemiştir. Büyük emirlikler yerine, daha küçük, egemenlik sistemine sorun yaratmayacak feodal önderlikler tercih edilmiştir. Var olan feodal sömürü biçimi ve tefeci bezirgan sermaye korunmuştur.

Mirlerin emirlikler içinde aşiretleri birbirine karşı kullanarak kurduğu kısmi denge yönetimi, bu defa toprak zengini şeyh aileleri tarafından yerine getirildi. Zaten Kürt ağalığı iki başlıydı:ruhani ağalık(seyitlik) ve asıl ağalık. Özellikle Nakşibendi tarikatı Kürtler arasında çok etkindi. Tarikatlar, genelde ezilen köylülüğün mürit kitlesini oluşturduğu örgütlenmelerdir, ancak tarikat önderlerinin, seyitlerin(ruhani ağaların) derebeyleşmiş konumları Nakşibendi önderlikli Kürt isyanlarının feodal karakterini silmemiştir. Şeyh Ubeydullah’ın 1879’daki isyanının ardından derhal Osmanlı egemenleriyle bütünleşmesi, İran üzerine saldırıda bulunması, İngiliz yardımını “ümitle” beklemesi önemlidir. Nakşibendi önderlikli isyan dalgası karakter olarak milliyetçi özellikler de taşır, ancak burada eski derebeyi yönetiminin baskın olduğu açıktır.

Merkezi feodal-tefeci bezirgan devlet yapısının temsilcisi Abdülhamit iktidarının Kürt hakim sınıflarıyla olan ilişkisi tarihte önemli bir yer tutar. Abdülhamit döneminde, Doğu topraklarında Ermenilerle yapılan mücadelede Kürt önderlerinden Hamidiye alayları kurulmuş, açılan Aşiret Mektepleri’nde egemenlik sistemine bağlı Kürt aydın tabakası oluşturulmuştur. Abdülhamit’in Kürt hakim sınıflarınca “Kürtlerin babası” olarak nitelenmesinin ardında bu sınıfsal-tarihsel gerçekler yatar. Ermeni taşra-komprador burjuvazisinin mallarına Kürt ağa ve beylerince el konulması, Osmanlı egemenlik sistemi ve emperyalist sistem içindeki dengelerin örtüşmesi sonucunda gerçekleşmiştir. İngiliz-Alman finans-kapitalistlerinin mücadelesi, Ermeni-Türk-Kürt halklarının düşmanlaştırılmasında önemli yer tutar. Görüldüğü gibi sadece Kürt meselesinde değil, Ermeni sorununda da sınıfsal determinizm bir kere daha kendini göstermektedir.

Sermayenin tekelleşme sürecinde aracı sermaye olarak yerli şirketlerin kullanılması Jön Türk burjuva devrimi sonucunda olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da oluşan Kürt entelijansiyası, yetiştirdiği tarihsel kişiliklerle döneminde etkilidir. “Jön Kürtlerin” bir kısmı İttihatçıların yerli komprador burjuvazi destekçisi politikalarına katılmıştır. Bir kısım Kürt önderi ise tefeci bezirgan-feodal egemenlerin tarafındadır; Prens Sabahattin’in “teşebbüs-ü şahsi, adem-i merkeziyet” hareketine ve Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne katılmışlardır. O dönemde İstanbul’da kurulan Kürt Terakki- Teavün Cemiyeti, Kürt Talebe Hevi Cemiyeti, Kürdistan Teali Cemiyeti bu sınıfsal karakterlerin birlikte bulunduğu örgütlenmelerdir.

Emperyalizme karşı verilen Milli Mücadele yıllarında, Kürt egemenlerinin bir bölümünün konumu karşı-devrim peşinden sürüklenmek olmuştu. O dönemde Kürt milliyetçiliği derebey liderliği altında, sultan-halifenin paralı askerliğini yaptı. Bedirhan önderliğinde, halife-sultan ve İngiliz ajanı Binbaşı Noel’in desteğinde hazırlanan Kürt hareketlenmesi, emperyalizme yedeklendi. Buna rağmen, savaş boyunca emekçi Kürt halkı emperyalizme karşı önemli bir mücadele verdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan iki Kürt isyanı ise, yerli finans-kapital ve Kürt hakim sınıflarına iki halkın karşı karşıya getirilmesi olanağını vermiştir. Şeyh Sait ayaklanması, cumhuriyetin ilk yıllarında Türk ve Kürt halkları arasında önemli kırılma yaratan olaylardan biriydi. Ayaklanma ruhani ağalık önderliğindeydi, dünya sistemi içinde emperyalizmden destek alıyordu. İkinci önemli ayaklanma ise Ağrı isyanıdır. Emperyalizm işbirlikçisi, gerici önderlikli Hoybun cemiyetinin başını çektiği bu ayaklanma Kürt milliyetçisi niteliğinden dolayı bugün pek çok Kürt burjuva(kendini sosyalist olarak tanımlayan) milliyetçisi tarafından övgüyle anılmaktadır. Ancak, meseleye sınıfsallıktan uzak bakan bu görüşler, günümüzde de AB-ABD emperyalizmleri altında Kürt halkının özgürlük elde edebileceğini düşünen görüşler şeklinde devam etmektedir.

Cumhuriyetin kuruluşunun ardından devrimlerin örgütlü burjuvazi tarafından kesintiye uğratılması, burjuvazinin feodal-tefeci bezirgan güçlerle rezonansının sonucudur. Bunun sonucunda, Kürtler arasında da feodal yönetimler devam ederken, Kürt tefeci-bezirgan sermayesi, Türk burjuvazisi ile bütünleşmiştir. “Aşiret arazisi denilen şey, aşiret ağasının özel mülkü değildir. Klanın ortak mülkiyeti, babahan sisteminden derebeyi ilişkilerine kadar uzanan bir dizi dejenere rönesansa uğramış ve aşirette bir zaman herkesin olan toprak yavaş yavaş ağaların malı haline sokulmuştur. Toprağın ağa malı haline gelişi, Osmanlı İmparatorluğu’nda sultanlar tarafından başlamış ve Türk burjuvazisiyle birlikte tam kıvamını bulmuştur”(Hikmet Kıvılcımlı, Yol-2). Bu durum, karşıdevrimin en yoğun noktası olan DP iktidarında güçlenmiş, böylelikle Türkiye’de Türk-Kürt burjuvazilerinin ortak sömürüsü, yanına Kürt bölgelerindeki derebeyliği de alarak devam etmiştir. Yani, Türkiye egemenlik sistemi içinde Türk-Kürt burjuvaları, tefeci-bezirganları ortaklaşa yer almaktadır. Buradan da anlaşılacağı gibi, Türkiye tarihinde kapitalizm talimatlı merkezileşme hareketleri ya da burjuva demokratik devrimleri, gerici sınıfsal karakterleri yok edememiştir; tam tersine onları sistemle daha “uyumlu” hale getirmiş, işbirlikçi finans-kapital eliyle emperyalizme daha sıkı bağlamıştır. Bundan dolayı, milliyetçi-etnik temelde ortaya çıkan Kürt hareketleri sınıf mücadelesini bölmekte, son tahlilde emperyalizmle uzlaşmaktadır.

Süreç içerisinde Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, etkisini artırması, Doğu illerinde de tarım ve sanayi işçi sınıfının gelişmesine yol açmıştır. Bugün gelinen noktada, genel olarak Ortadoğu halklarının, özelde ise Türk ve Kürt halklarının kurtuluşu, birliktelik içerisinde verilecek sosyalist mücadeleye bağlıdır. Tarih içinde, Ortadoğu halklarının ortak direniş birikimi bugün finans-kapital ve işbirlikçi güçlerin en önemli düşmanıdır ve toplumların siyasal-tarihsel birikimi yok edilmek istenmektedir. Son günlerde, ABD emperyalizminin Türkiye-Irak-Barzani yönetimlerini bir araya getirme çabaları bu bakımdan önemlidir. Halkların birliği, emperyalist stratejiler ve gerici egemen sınıfların önderliği altında gerçeklik bulamaz. Türkiye ve gerici Kürt yönetiminin politikaları, Ortadoğu’da diğer gerici Arap devletleri ile ortaklık halinde, Lübnan, Suriye, İran, Filistin meselelerinde emperyalist projeleri gerçekleştirmeye dönük bir ortam yaratmaktadır. Bunun devam etmesi halinde, Ortadoğu ve Avrasya orta ve uzun vadede çok ciddi problemlerle karşı karşıya kalacak; emekçi halklar burjuva milliyetçisi görüşler altında kanlı mücadelelere sokulacaktır. Bunu önlemenin önemli yollarından biri de, Avrasya-Ortadoğu coğrafyasının önemli ülkelerinden Türkiye içerisinde, Türk ve Kürt devrimcilerinin, emekçi sınıflarla birlikte verecekleri mücadeleden geçmektedir. Türkiye’nin tam bağımsızlığı, eşitlik temelinde bütünlüğü ancak uluslararası ve yerli(Türk-Kürt burjuvazisinin bütününe karşı) finans-kapitale Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte karşı çıkmasıyla sağlanabilir.

Yakın Dönem Tezler ve Geçerlilikleri :

21. yy.da ise PKK önderliği tarafından çözüm olarak sunulan “demokratik cumhuriyet” projesi de olayın burjuvaca çözümü açısından 20. yy daki milliyetçi-gerici tezlerin ve onların tarihsel kökenini oluşturan feodal karakterin bir benzeri olarak gündemdedir. Lenin’in de belirttiği üzere “demokratik cumhuriyet” en yaşanılası burjuva iktidarıdır. Ancak sınıf kavgaları ve finans-kapitalin hakimiyeti uzlaşmaz bir biçimde devam eder. Dolayısıyla Kürt sorununun temeli olan tefeci-bezirgan tabaka, finans-kapital yok edilmediği için devam eder. Abdullah Öcalan savunmasında “Her tarafta ayrılmak istenilen, isyan edinilen değil, bütünleşmek, birlikte güçlü olunmak istenilen, dışta hiçbir gücün parçalamaya, artık güç getiremeyeceği, yeltenemeyeceği güçlü demokratik cumhuriyet dönemi doğar. Cumhuriyetle demokratik birlik tümüyle isyan döneminin sonu, sürekli barış içinde gelişme ve güçlenme demektir.(…) İki yüzyıldır yaşanan başkaldırı ve isyan ve buna karşı bastırma ve inkar yerine, yeni bir tarihi aşamanın; ancak demokratik cumhuriyetle, demokratik birlikteliğin eşsiz çözümleyiciliğinde, yaşanabileceği bir yirmi birinci yüzyıl umuduyla son buluyor. ” şeklinde yazıyor. Yani burada sosyalizm açık bir biçimde yok sayılıyor ve çözüm stratejileri içerisinde bile yer almıyor. Sorunun çözümü, nihai hedef olarak sunulan burjuva cumhuriyetlerinin bir türü olan “demokratik cumhuriyet” sistemine havale ediliyor. Bu proje Kürtlerin sorunu çözmez, sadece onlara bir takım ilerici kültürel haklar vaat edebilir. Lenin de “Artık siyasal mekanizmanın bu tür eksikliklerine ve kapitalizmin siyasal zarfındaki kusurlara bağımlı olmadığı için, "zenginlik"in sınırsız gücü demokratik cumhuriyette daha güvenliktedir. Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir; çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği, onu sarsamaz.” derken bunu kastetmiştir.

Ancak, “demokratik cumhuriyet” tezinde Kürt hareketinin kökeninin Sümerlerden beri incelenmesi ve tarihsel olarak Türk hareketiyle ortaklık özelliğinin vurgulanması, bugün kapitalist-emperyalist sisteme karşı bir direnme dinamiği yaratması bakımından olumlu özellik taşımaktadır.

“Demokratik cumhuriyet” tezini savunuyor görünen DTP merkezli “arazi sahiplerinin” küresel sermaye yanlısı AKP’nin Kürt paketini olumlamaları büyük bir çelişkidir. Bu ve benzeri çelişkiler Kürt halkını deyim yerindeyse çatal ağzına getirmiştir.

İki yol gözüküyor:

1. Ya Kürt halkı burjuva-feodal önderlik altında emperyalizme yedeklenecek, bunun sonucunda da Kürt-Şia, Barzani-Talabani seçeneklerinin dışına çıkamayacak; böylelikle hem kendisini hem de tüm Ortadoğu’yu yıkıma sürükleyecek;

2. Ya da, “demokratik cumhuriyet” tezinin sunduğu tarihsel birikim referans alınarak -onun da çözümsüzlüğünün ve burjuva sınırlar içinde kaldığının bilinciyle- Ortadoğu emekçi halklarıyla birlikte anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadele hattına gireceklerdir.

21. yy’da devrimci mücadelenin lokomotif görevi görmeye aday toprakların en önemli sorunların biri Kürt Sorunu’dur. Bu sorun da, ancak kendisini doğuran tefeci-bezirgan tabanın ve destekçisi finans-kapitalin hakimiyetinin yok edilmesiyle sağlanabilir. Barzani-Talabani’nin milliyetçi çözümü ile Abdullah Öcalan’ın burjuva çözümü, finans-kapital oligarşisinin devrilmesi iddiasında bulunmadıkları için çözümsüzlük doğurur. Dolayısıyla, Türk ve Kürt emekçilerinin kardeşliğini sağlayan kültürel haklar için, sosyalist düşünce ve ortak proleter bilinç beyinlerimizden eksik olmadan savaşılmalıdır. Türkiye gibi feodalizmi silememiş ülkelerde sosyalist devrimin minimal demokratik devrimci düşünceyi dahi kapsamasından dolayı, bu hakların da yalnızca devrimci halk güçlerinin oluşmasında bir araç olacağı akıllardan çıkarılmamalıdır.





ÇAĞDAŞ BALCI-UĞURAY AYDOS




Kaynaklar:

Yol-2, Hikmet Kıvılcımlı
Lenincilik Ve Ulusal Sorun, SBKP Marksçılık-Lenincilik Enstitüsü
Siyasal Marks, David Fernbach
Genel Olarak Sosyal Sınıflar ve Partiler, Dr. Hikmet Kıvılcımlı
Devlet Ve Devrim, Viladimir İlyiç Lenin
Savunma, Abdullah Öcalan
Kürdistan Ütopyası, Ersal Yavi
MDD Zortlaması, Dr. Hikmet Kıvılcımlı
Birgün Gazetesi, Sol Kendini Anlatıyor Yazı Dizisi
Özgürlük Dünyası Dergisi, Sayı 180 - Beşikçi Tarihi Nasıl Okuyor
Türkler ve Kürtler, Suat Parlar
Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, Wadie Jwaideh

Hiç yorum yok: