Kapitalizm “bulanımdan” çıktımı?!
Burjuva hükümetlerinin ”ekonomik krizden çıkıldığına” dair söylevlerinin ardı,arkası kesilmiyor.
Almanya’nın gerici CDU/CUS ve
FDP hükümeti, tüm propaganda araçlarının devreye sokarak, Kapitalist sistemin
bulanımdan sıyrıldığını kanıtlamaya çalışmakta.
AB’ne bağlı diğer hükümetlerde benzeri lafları edip,duruyorlar. Burjuva
hükümetlerinin ekonomik krizden
çıkıldığına dair öne sürdükleri iddialara rağmen,kapitalizmin bulanımdan
sıyrıldığını gösteren kanıtlar gerçeği
ifade etmiyor.
Bir yandan ekonomin “krizden” çıktığının kanıt olarak ihracat artış gösterilirken, diğer yandan
işsizliğin hemen azalmayacağı da söylene biliniyor!.
Eğer ekonomi; krizden çıktıysa,
doğal olarak kapana veya üretim kapasitesini düşüren fabrikaların canlanması ve
yeni iş-gücüne olan talebin artması
veya bir dönem “kısa çalışma” adı
altında evine gönderilen işçilerin
geri çağırılması gerekmezimiydi?
Örneğin: Almanya’da “kısa
çalışma” adıyla işten çıkarılan işçilerin, işsiz kalma süreleri
2 seneye kadar çıkarıldı.
Ama bu
işçilerin büyük çoğunluğu işten atıldılar. “Kısa çalışma döneminde”
işsizlik parası alanlar, bir müddet sonra işten atılıp, işsizlik parasının çok
altın kalan işsizlik yardımı (veya
Harzt 4) isimi verilen; açlık
sınırındaki ücretlerle geçinmeye mahkum edildiler.
Avrupa’nın ve dünyanın en zengin
ülkesi olarak gösterilen ve dünyanın
ihracat “şampiyonu” ilan edilen
Almanya’da yoksulluk çığ gibi büyüyor. Devletin resmi rakamlarına göre 7
milyon insan açlıkla pençeleşiyor.
Keza, “ dünya imparatoru” ABD’ de,de aç insanların varlığını, BBC gibi burjuvazinin borazanı ve anti-komünist
propagandanın üstadı yayın organı dahi
gizleyemiyor. Karınlarını doğuracak kadar dahi yiyecek satın alacak parası olmayanların sayısı,1990’dan 2010 arasında büyük oranda artmış(1) ve bunun
yanı sıra,3,5 milyon bekar anne açlıkla baş başaymış. Amerika devletinin resmi
rakamlarına göre 2009 yılda hane halklarından %15 yiyecek parası bulamıyorlarmış.
Karınlarını doğuramayanlara hükümet yiyecek dağıtıyormuş ve bu yiyecek yardımından 34 milyon insan
yararlanıyormuş, aş evlerin sayısı her
gecen gün durmadan artmaya devam
ediyormuş ve özellikle siyahlar ve Güney Amerika kökenliler, tam anlamıyla
açlığın pençesindeymişler.
Bir dönem “ sosyalist ülke”
diye yutturulmaya çalışılan, kapitalist
pazar ekonomisine rağmen “refah toplumunun” kurula bileceğinin kanıt
olarak gösterilen İsveç kapitalizmi, bugün artık gerçek
karakteriyle ortaya çıkıyor.
Pazar ekonomisinin gereği olan
yoksulluğun artışı İsveçlileri de
kasıp, kavuruyor. Ama bunun nedenini
kapitalist sistemin varlığında arayacaklarına,gerçeği hale gizlemeğe çalışan
faşistlerin peşine takılıp, yoksullaşmalarının sebebini; toplumlarının en alt tabakasını oluşturan, düşük
ücretlerle en pis ve ağır işlerde çalışan
“yabancı işçilerde” aramalarına ne demeli!?.
Yıllardır İsveç gibi Avrupa’nın
gelişmiş kapitalist ülkelerinin insanları, “yapancı işçilerin” geldiği
ülkeleri, sömür çarkı içine alan
emperyalist sermayelerinin elde ediği aşırı karlardan aldıkları baylarla
“refah içinde” yaşıyorlardı. Şimdi devri değişti. Tekelci burjuvaları, sömürge
ülkelerin emekçilerinin ve
işçilerinin sırtından ve onları açlığa
mahkum ederek elde edikleri karlardan “halkına” bay vermiyor. Aksine, her gecen
gün sosyal hakları bir,bire ortadan kaldırıyor, ücretleri düşürüyor, daha düşük
ücretlerle ve çalışma saatlerini uzatarak
çalışanları, bir yandan
yoksulluğunu girdabına sürüklerken,diğer yanda işsizliği artırarak açların
sayısını çoğaltıyor ,geleceklerini karartıyor.
Türkiye gibi emperyalist
sermayenin sömürüsü altında olan ülkelerdeki kapitalizmin manzaralarına
değinmeğe dahi gerek yok. Çünkü bu “gelişmekte olan ülkeler” adı verilen,gelişmiş
kapitalist ülkeler tarafında “ fakir ülkeler “diye nitelendirilen, yeni
sömürgelerde;zaten açlık,işsizlik, yoksulluk kalıcılaştırılmıştır.
İşte kapitalizm budur. İşsizlik,
açlık, çaresizlik, yoksulluk, ardı,arda patlak veren ekonomik krizler v.s kapitalizmin adıdır. Bunlar olmadan kapitalizm var olmaz.
Avrupa burjuvazisinin tam
“ekonomik krizden “çıkıldığına dair propagandasını yoğunlaştırdığı sırada,
İrlanda’da gelen “kara haberler”
ortalığı toz dumana kattı. 730 milyar € borç olan İrlanda devleti “iflas
ediğini ve borçlarının ödeyemeyeceğini”
ilan ediyordu.
Peki 730 milyar borç’un
alacaklısı kim?, başka bire değişle,
borç para verip,İrlandalıların sırtından
yıllarca rant elde edenler kimlerdir?.
Uluslararası bankalardan borç
alan sadece İrlanda devleti değil,( Yunanistan’da olduğu gibi) özel İrlanda bankaları ,ticari
işletmeleri ve inşat şirketleridir.
İrlanda bankalarından ve şirketlerinden alacağı olanlarsa; 149 milyar
€’la İngiliz bankaları en ön sırada yer alıyor. Bunları 138 milyar € tutarında
borç veren alacaklı Alman bankları takip ediyor. Üçüncü sırada 69 milyar €’la
ABD’nin bankaları geliyor. Fransız bankaları da “İrlandalılara” 50 milyar €
tutarında borç vermiş.
Kapitalist dünyayı kasıp, kavuran
aşırı üretim krizinin patlak
vermesinden öncesine kadar borç taksitlerini zamanında ödeye bilen İrlanda devleti,bankları ve
şirketleri, (üretimin gerilemesi ve
durması sonucu) borçlarını ödeyemeyeceklerini ileri sürüp, AB ve İMF de yardım istemek zorunda kaldı.
AB ve İMF sözde 750 milyar dolarlık bir kurtarma
planıyla İrlandalıların “imdadına” yetişti!. Güya İrlanda’yı iflastan
kurtaracaklar!.
Ama “Kurtarma” atraksiyonun
birinci şartı;İrlanda devletinin
iflasının yükünü İrlandalı
işçilerin ve memurların sırtına yıkacağının
ve “yapancı şirketlerde ve yatırımcılarda “ düşük vergi alma şartının değiştirmeyeceğinin garanti edilmesiydi.
Almanya ve İngiltere sözde İrlanda’yı kurtarma planın destekliyorlar.Çünkü İrlanda’nın
borçlarını ödeyememesi sonuç, Alman ve
İngiliz bankalarının iflasa etmeleri kaçınılmazdır.
Yani aslında kurtarılmak istenilen; iflas ediğini açıklayan İrlanda devleti
değil, İngiliz,Alman ve diğer alacaklı olan bankalardır.
İrlanda hükümeti çok önceden,
işçi ve memurların gelirlerin düşürmeği amaçlayan “tasarruf” programını yürürlüğe koymuştu. Buna rağmen borçlarının zamanında ödeyememeyle baş,başa
kaldılar. “Kurtarıcılar”, şimdi İrlanda hükümetinin daha kapsamlı, yani işçi ve
emekçilerin satın alma güçlerini daha da
düşürecek, sosyal ve ekonomik haklarını daha da kısıtlayacak yeni
tasarruf programını yürürlüğe koymasını istiyorlar. Yani bir avuç
moderni tefeci, rantiyeci bankaların ve rantiyeler sayesinde lüks hayat
sürdüren burjuvaların çıkarı için
İrlanda halkı da, daha da sefaletin girdabına itiliyor.
İrlanda halkın önüne
sürülen “acı reçete” ise,
her sene 15 milyar € tasarruf
yapıyı ön görüyor. Bunun için sağlık harcamalarından ilk sene 1,5 milyar € tasarruf yapılacak ve bu miktar her gecen
sene artırılacak. Dolaylı vergiler ( yani halkın satın aldıkları mallarda alına
vergiler) 4 yıl içinde ilk önce % 21
oranında atacak, 1 sene sonraysa bu
oran %23 çıkarılacak. Kurumlarda alına
( yani şirketlerde ) %12,5’luk vergi
oranı hiç bir şekilde değişmeyecek, ama asgari ücret oranı düşürülecek.
Yunanistan’dan ve İrlanda’dan sonra, Avrupa’da sefaletin girdabına sürüklenme sırasını bekleyen
Portekiz ve İspanya işçileri ve emekçileridir. Yunan halkının, İrlanda halkını
hızlı tarzda yoksulluk sürecine itilmelerini, sırası gelen Portekizler ve
İspanyalılar takip edecek.
Almanya’nın uluslararası
bankları, İrlanda’ya, Yunanistan’a, Portekiz’e, İspanya’ya verdikleri resmi ve özel kredilerinin tutarı
400 milyar doları buluyor. Yunanistan’ın en büyük “ yapancı finansörü”
Fransız banklarıdır, bunları Alman bankaları takip ediyor. Portekiz’in
en büyük alacaklısıysa , İspanyaymış.İspanya’ya kredi açan (yani borç veren)
Alman bankalarıymış. Bunları, alacaklı
İngiliz ve Fransız bankları takip ediyormuş.
Uluslararası ödemeler
banksının ortaya koyduğu istatistiklere göre, İrlanda gibi, Portekiz, İspanya
ve Yunanistan’ın ödeme yapamamasından en fazla zarar görecek olan, Alman ve
Fransız bankalarıymış.
Borçları ödeyememe sorunlarıyla
baş,başa kalanlar; Bu saydığımız Avrupa ülkeleriyle de sınırlı değil, Belçika
ve İtalya da ‘ödeme güçlüğü” içine giren ülkeler sıralamasına girmeye
hazırlanıyor.
Daha önemlisi, AB’nin asları,
Almanya, Fransa ve İngiltere devletleri de kendi ülkelerinin bankalarına olan
borçları ödemek için üst,üste “tasarruf
programlarını” yürürlüğe koymaya başlamalarıdır.
Alman hükümetinin açıkladığı
“tasarruf programı”;şimdiye kadar işçi ve emekçilere yönelik ekonomik
saldırıların en kapsamlısı ve
acımasızıdır.
Schröder döneminden itibaren yoğunlaşa
ekonomik saldırılar sonucu yoksullaşanların var olan ekonomik hakları daha da kısıtlanırken, Bankların,
Holdinglerin, vergileri düşürülmeye devam ediliyor. Bugün Alman devletin 1,5
trilyon borç var. Alacaklısı ise bankalardır. Devlet,1990 itibaren uygulana
ekonomik-politikaların sonucu olarak bankalardan yüksek faizli borç edinip, Tekellere rant ödendi. Durmadan
borçlarını artıran hükümetler şimdi,yıllardır
bu borçların yükünü çeken işçilerin
ve emekçilerin sırtına daha
büyük yük bindirmenin peşindeler.
Son dönemlere kadar, ekonomik saldırı programlarını yürürlüğe
koymaktan çekine İngiliz hükümeti, II. emperyalist savaş sonrasının en kapsamlı
“tasarruf programıyla” İngiltereli işçilerin, öğrencilerin, emekçilerin
karşısına dikildi.2015 kadar kamu
sektöründen çalışanlardan 490 bini işten çıkaracakları ilan ettiler. İşsiz
bırakılan 500 bin kişinin sayesinde 83 milyar sterlin tasarruf yapacaklarmış.
Devlet dairelerin bütçelerinden %19 oranı da kesindi yapacaklar. Sağlık
harcamalarından, çocuk yuvalarına
yönelik harcamalardan, ev yardımlarından 18 milyar sterin
tutarında kısıtlama yapacaklarmış.Emekli yaşını 66 seneye
çıkaracaklarmış ve tüm bunlara ilave
olarak üniversitelilerden alına
harçlarının oranlarını 2 ve 3 misline çıkarılıyor ve de aldıkları
bursların oranlar da düşürülüyor. Böylece üniversite öğrenimi
yapabilme sadece zenginlerin çocuklarıyla sınırlanıyor.
Avrupa birliğinin üyesi,
Hollanda,Avusturya gibi ülkelerde yürürlüğe koyulan “tasarruf “ programları
daha sert ve ağır ekonomik saldırıları içeriyor. Bu ülkelerde,yapancı işçi düşmanlığını körükleyen ve İslam dininin şerait hükümlerini gündeme
getirip, korku yaratan neo-NAZİ’ler (faşistler), hükümetlere katılarak ,en
ağır saldırı programlarını yürürlüğe
girmesini sağlamakta zaman kayıp
etmediler.
Böylece, Hollandalıları, Avusturyalıları neden
kandırdıklarını da açıklamış oluyorlardı!. Yapancı düşmanlığını
körüklemelerinin esas nedeni, tekellerin ,bankaları istedikleri saldır
programlarını yürürlüğe koymaydı.
Burjuva devletlerinin borç
bataklığına saplanmalarının nedenleri.
1965-1970’lerden itibaren tekrar aşırı üretim kriziyle baş, başa kalan
burjuvaziye ve devletlerine yol gösteren Milton Friedman (burjuvazinin büyük iktisatçısı!) ortaya çıkmıştı.
Bu adam bir yandan,”kapitalizmin
ve özgürlüğü” bir bütün olduğu sözde savunurken, diğer yandan, Şili’deki kanlı diktatör Pinoje’yi desteklemekten, onun ekonomik-politikasına
yön vermekten geri durmuyordu.
Kısacası, 1929’da Stalin’in önderliğinde Sovyetlerdeki sosyalist plan’lı ekonomiyle, kalkına ve gelişen bir toplumsal sistemin, işsizliği,yoksulluğu yok
edebileceği kanıtlandığı dönemde, kapitalizm yeni bir aşırı üretim krizine girerek,işsizliği ve yoksulluğu büyük boyutlara
çıkarmıştı.
Bu sıralarda, İngiliz iktisatçı
Keynes ortaya çıkıp, burjuvaziye
(dolaysıyla devlete) yol gösterdi(2). Keynes, artan işsizlik karşısında,işçi
sınıfının isyan edeceği düşüncesinden
yola çıkarak, işsizliği ve yoksulluğu önlemek için devletin ekonomiye müdahale
etmesinin zorunluluğunu dile getirip,
devletin işsizliği azaltmak için, kar gözetlemeyen alanlara yatırım yapmaktan ve bunun için borçlanmaktan, para azını genişletmekten,
enflasyonun yükselmesinden korkmaması gerektiğini öne sürüyordu.
1970’lerde sahneye çıkan,
Milton Friedman ise, krizi döneminde ileri sürülen Keynesçi düşüncelerini
eleştirerek,hata ekonomik krizin nedeni Keynesçi düşüncelere göre izlene
ekonomik-politik uygulamalardan kaynaklandığını öne sürerek, devletin ekonomiye
müdahalesine karşı çıkıp, “serbest pazar ekonomisini” savunucusu pozlarında,
Keynes’in “Para, ekonomide çokta önemli
değil” tezine itiraz ederek,paranın pazar ekonomisindeki fonksiyonunu belirleyici olduğu iddialarıyla, Monetarizm isimli
doktrini burjuvazinin gündemine taşıdı.
Şimdi burada önemli olan;
Keynes’ci ve Monetarist iktisadi doktrinlerin içeriğini
açıklanmasından ziyade, burjuvazinin, neden ve hangi şartlarda bu görüşlerin
ışığında ekonomik-politikaların yürürlüğe koyduğuna bakmak gerekir.
Keynes,sosyalist Sovyetlerin
varlığı karşısında, işçi sınıfının
kapitalizm hedef alması muhtemel
olan isyanın yatıştırmak için
burjuvazinin karlarından taviz verilmesi gerektiğini öne sürdü ve
buna uygun bir ekonomik-politikanın yürürlüğe koyulmasını istedi.
Stalin’in ölümünden sonra,
sosyalizm’i tasfiye eden Kruşcevçilerin, devlet kapitalizmini inşa ediğini
tespit eden burjuvazi, sosyalist devrim
korkusunu üzerlerinden atarak, Milton’un görüşleri doğrultusunda, ekonomik
krizin faturasını işçi ve emekçilerden çıkarma amacıyla, paranın sermayeye
dönüşmesini engelleyip, ekonomik krizin artırdığı işsizliği daha da artmasından korkmadan,rantiyeciliği esas
alan, bir ekonomi-politikayı geçerli
hale getirdi.
Dolayısıyla,devletin işsizliği
azaltmak için ekonomiye müdahalesine son verildi ve “enflasyonlar mücadele” adı
altında para arzı kısıtlandı ve sayısı
azalan çalışanların satın alma güçleri ve ücretleri düşürüldü. Paranın sermayeye
dönüşmesini önemek için de faizler yükseltildi.
Tüm bunların sonucu,
uluslararası bankalar da , daha fazla rant elde etmeği amaçlayan bir yolu
tuttular.
Özellikle ekonomik krizden en
fazla etkilene yeni sömürge ülkelere yüksek faizli borçlar vermede çok
“cömert” davrandılar.
1980’lere gelince ekonomik
krizden en derin şekilde etkilene ülkelerin başında; sözde sosyalizmin, özünde devlet -kapitalizminin egemen olduğu eski sosyalist ülkelerin geldiği anlaşıldı.
Nitekim ekonomik krizin
bataklığına gömülen devlet-kapitalizmin egemenliği altındaki ülkeler,liberal
kapitalizmi tercih ederek ve ekonomik
çıkmazdan kurtula bilecekleri umuduyla, dünya “serbest” pazar ekonomisinin kopmaz bir parçası haline geldiler.
Böylece uluslararası tekellerin
ve bankların tüm dünya pazarlarına
sınırsız egemenliklerin sağlayacak kapılar ardına kadar açıldı. Sermayenin sınırsız dolaşımının önündeki
engellerin tümünün kaldırılması ve
rantçılığın esas alınması, kapitalizm’i “yeni çıkmazlar” baş başa bıraktı.
Uluslararası banklardan yüksek
faizli borçlarıyla, ülkesinde yatırımlara girip, dünya pazarlarında rekabet
edebilecek güce erişebileceklerini
zanneden uzak-doğunun ve güney
Amerikanın bazı ülkeleri,1996’lara gelindiğinde aşırı üretim bunalımının kıskacı altında iflas bayrağını çektiler.
Gerek uzak-doğu ekonomik
krizinden,gerekse 2002 de güney Amerika ülkelerini yıkıma götüren
krizlerden yararlana ve rantlarına,
rant katan uluslararası bankalar oldu.
Uluslararası tekellerin rantçılığı esas alması; kapitalizmin ekonomik
krizini önlemesi bir yana, onu daha da çıkmaza sürükledi.Üst,üste patlak veren
ekonomik krizler uluslararası bankaların ve emperyalist devletlerin aşırı rant elde etmeği amaçlayan
ekonomik-politikalarını işlevsiz hale
getirdi. Bir yandan, elde edilen rantlar sonucu uluslararası bankaların ve emperyalist devletlerin elerinde
harcaması dahi imkansız hale gelen
dolar ve diğer emperyalist ülke paralarının birikimi ( yani rezervsi)
büyük boyutlara çıkarken,(ABD’nin
şimdi dahi elinde 2,9 trilyon dolar rezervsi var. İflas eden bankaları
milyarlarca dolarla desteklemelerine rağmen, rezervleri öyle çok
azalmamış), diğer yandan bu rantların
bedellerini ödeyen,özellikle yeni
sömürge ülkelerin işçileri ve emekçileri,faşist askeri diktatörlüklerin baskısı altında korkunç bir yoksulluğun içine sürüklenmeleri ve sürüklenmeye devam edilmesi.Artan
zenginliği yanı başında, yaşana korkunç sefalet. İşte kapitalizmin iç yüzü.
2001 yıllında ABD başkanı olan
George W. Bush , 2002 yılında patlak veren ekonomik kriz karşında, rant elde
etmeyi esas alan ekonomik –politikaları yumuşatmanın yolunu tercih etti.Çünkü
modern tefecilik tıkanmıştı.
George W.Bush , Amerika merkez
bankasının ve büyük bankaların elinde biriken ve
aşırı boyutlara çıkan dolar
rezervlerini eritmek ve yeniden paranın sermayeye dönüşmesinin
sağlamak için ,uluslararası banklardan ve Holdinglerden alına vergileri çok
aşağıya çekti. Bu girişimi Bankaların faiz oranlarını düşürmesine yol açtı. Ve bankalar inşat sektörüne
yönelik büyük yatırımlara giriştiler.
Lüks evlerin satın alınması için
faiz oranların düşürmesi, birden bire
bina inşa sektöründe canlanma yarattı. Nerede kar varsa, oraya yönelme
eğilimini içinde barındıran sermaye (
yani bankalar), bu alana yönelik büyük yatırımlara giriştiler.
2007 gelindiğinde, George
W.Bush’un, ekonomiyi “krizden kurtarma” planı “suya düştü”. Bırakın ekonomiyi
krizden kurtarmayı, inşa sektöründe başlayan aşırı üretim, tüm kapitalist
dünyayı derinde sardı ve ekonomiyi 1929
benzeri krizini içine itti.
1929 başlana ekonomik kriz , 1930-31’lere gelindiğinde yerin
toparlanma dönemine bırakmıştı. Ama
2007 başlayan ekonomik krizden, (2011 senesine girme aşamasında dahi,) çıkıldığını gösteren en küçük emare ( tüm yalan kaynaklı propagandalara rağmen) yok. Aksine,AB’ne ait ülkeler bile, bir,biri
ardı sıra, iflas ettiklerini açıklamaya
devam ediyorlar.
Burjuvazi,hangi yolu seçerse,
seçsin, ne ekonomiyi krizden kurtula biliyor, nede yaygarasıyla yeri, göğü
inlettiği “ serbest pazar ekonomisi” laflarını gerçeğe dönüştüre biliyor. Tekelci kapitalizm koşularında “ serbest
pazar ekonomisi” lafta kalmaya
mahkumdur.
Lenin, tekelci kapitalizm
koşullarında, ( Engels’in bu konudaki
görüşlerine de atıf yaparak) büyüyen ve
merkezleşen sermayenin işleyişini ancak
devlet gibi organizelerin yerine getire bileceğin ve tekelci kapitalizmin,
sosyalizm arifesi ve özünde devlet
kapitalizm olduğunu kanıtladı. Lenin’in bu konuya ilişki düşünceleri
de,sosyal-pratik tarafında adım başı
doğrulanıyor.
Para “ kurlarının
günlük olarak ve serbest pazara
göre ” saptanmasının ateşli savunucusu ABD şimdi, devlet tarafından
belirlenen sabit kura geçilmesini ve ihracatın sınırlarını
devlet tarafından belirlemesini
istiyor.!
Doğal olanın, “serbestlik,
özgürlük” tekelci kapitalizmin özüne aykırılığıdır.Tekelci kapitalizm,
gerici,demokrasi düşmanı ve her şeye
zorla egemen olma eğilimini içinde barındıran
toplumsal sistemdir. Tekelci kapitalizmle, serbestlik,
“özgürlük”,demokrasi bir arada bulunamaz.
Sosyalist devrimlere
çağında,tekelci kapitalist üretim ilişkileri , üretici güçlerin gelişmesinin
önündeki en büyük engeldir.
Üretimin dünya çapında
yoğunlaşması ve merkezleşmesi; doğrudan,doğruya, üretimin sosyalleşmesini en uç
notaya taşımıştır. Dünyada, kapitalist üretimi ilişkilerin
giremediği,kapitalizmin egemen sistem haline gelmediği yerler, hemen, hemen hiç
kalmadı.
Bunun için üretimin sosyal
karakteriyle, mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişki en uç
noktasına çıkarak, daha da
şiddetlenmiştir. Kapitalizmin bir türlü içinde çıkamadığı
bunalımlarını esas nedeni, üretici
güçlerin gelişmesi sonucu üretimi
sosyalleşmesinin büyük boyutlara çıkmasıyla,
mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişkinin her gecen
gün daha da keskinleşmesinden kaynaklanıyor.
Ama toplumları şekillendiren,
gelişmesini belirleyen ve toplumun niteliğini tayin eden , üretici güçlerdir.
Üretimi ilişkileri, üretici güçlerle uyum haline gelmeden, eskiye üretim
ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmasına son
verilmeden, o toplum bunalımdan çıkamaz.Mülk edinmenin özelliğini belirleyen
kapitalist üretim ilişkileri ve kapitalist sistem tasfiye edilmeden, günümüzün
toplumu ekonomik krizlerden,savaşlardan, şiddetin var olmasını belirleyen uzlaşmaz çelişkilerden kurtulması imkansızdır. Kısacası mülk edinme
sosyalleşmeden, başka değişle, üretimin
sosyal karakteriyle çelişmeyen, mülk edinmenin sosyal karakteri arasında uyum
kurulmadan günümüzün toplumu bunalımdan çıkamaz.
İşçilerin, gençlerin ve
tüm emekçilerin burjuvazinin saldırıları
Karşısında
artan öfkeleri.
Ekonomik kriz ortamında dahi
devam eden burjuvazinin ekonomik ve
siyasi saldırıları karşısında, işçiler ve emekçiler sessiz kalmıyorlar.
Özellikle Avrupa işçi sınıfı ve emekçiler öfke ve kızgınlıkla ayağa kalkıyor,
grevlerin, genel grevlerin, milyonlarca
insanın katıldığı yürüyüşlerin ve mitinglerin ardı, arkası kesilmiyor. Ama,
işçilerin, gençlerin, emekçilerin direnişi, burjuvaziyi ve burjuva
hükümetlerini ekonomik ve siyasi saldırılardan vazgeçmeğe yetemiyor.
Çünkü 1929 ekonomik kriz
döneminde, Stalin’in
önderliğindeki sosyalist Sovyetlerden
güç alan ve onun desteğiyle,
kapitalizm’i yıkmayı , sosyalizmi kurmayı amaçlayan,izledikleri gerçek
M.L siyasi ve ideolojik
çizgileriyle, işçi ve emekçi kitleler
üzerinde siyasi,ideolojik ve örgütsel
egemenlik kuran ve onların
mücadelelerine önderlik eden komünist
partiler, burjuvazinin, burjuva devletlerinin ve özellikle burjuvazinin 5.
kolu modern revizyonizmin saldırıları sonucu etkisi hale
getirilmiştir.
Bu dönemdeyse, işçi sınıfı mücadelesine önderlik edenler,
kapitalizmden nemalana, işçi sınıfın mücadelesini ekonomik mücadeleyle
sınırlamayı amaçlayan bürokrat
-burjuva sendikacılardır. “Sosyalist”
yaftalı reformist partilerde, bu bürokrat-burjuva sendikacıların kuyruğuna
takılmışlar.
Yıllardır anti-komünizm’i
kendilerine bayrak edine, kapitalizm savunma temelinde burjuva ideolojisinin
işçi sınıfına egemen kılan, işçi sınıfının sınıfsal kurtuluş yolunu karartan ve onu burjuvazinin acımasız
sömürüsüne terke eden, burjuvaziden aldıkları tavizlerle işçi sınıfını uyutan,ekonomik kriz döneminde
burjuvazinin saldırıları karşında ayağa kalkan işçileri pasifsize eden,
işçilerin mücadelesinin kapitalizme zarar vermemesini özenle yerine getiren
bürokrat- burjuva sendikacıların
faaliyetleri, burjuvaziyi ve hükümetleri her türlü korkudan arındırarak,
pervasıca hareket etmelerine ortam
hazırlıyor.
Bu bürokrat-burjuva sendikacılara göre;ekonomik kriz
kapitalizmin niteliğinden doğmuyor!.Bazı bankaları ve Holdingleri
yöneten menajerler, borsalarda “kumar
oynamışlar ve bunun sonucu olarak ta,
büyük bankaların ve şirketlerin
batmasına nede olmuşlar.” Bunu içinde “gazino kapitalizminin”
istemiyoruz diyerek çığlık atıp,(3) işçilerin kapitalizmi hedef almasını önlemeğe çalışmaktalar.
Burjuvazi ve hükümetler, bu
bürokrat- burjuvalar sayesinde “rahat nefes alıyor”. Şimdi burjuva
hükümetlerini dilinden, ”Yunanistan’da ,bir sürü grevler, yürüyüşler oldu, ama
sonunda tasarruf programını uygulanmasının zorunluluğu kabul edildi ” lafları
düşmüyor.
İşçiler ve emekçiler, kapitalizmi ve sermayenin
egemenliğini hedef almayan mücadele biçimlerinin sonucunu görüp, ümitsizliğe kapıldıklarında ve burjuvaziye
boğun eğme yollarını seçtiklerinde, hükümetleri cesaretlendirip, saldırganlaştırıyorlar.
Nitekim, Yunanistan’daki hükümet, 24 saat ve daha kısalı sürelerle
sınırlandırılan grevlerin ve genel grevlerin hiç bir işe yaramadığını gören
işçilerin, emekçilerin karamsarlığa kapılmalarından yararlanarak, yeni
ekonomik saldırı programlarını yürürlüğe koymakta gecikmedi.
Keza, İspanya’da son yapılan
hava yolları grevinde , faşist Franco
diktatörlüğünde sonra, ilk kez ordu devreye girdi ve orduyu devreye
sokan ise “sosyalist parti”
hükümetiydi. Tüm bu ve buna benzer
militarist saldırılar, burjuvazinin hiçbir şeyden çekinmeden ekonomik
programlarını yürürlüğe koyacağını gösteriyor.
Burjuvazi, bir yandan da ,
“alacaklı ve borçlu ülkeler ayrımın” gündeme taşıyarak, “ırkçı, ulusçu” propagandayı yoğunlaştırıp,
Avrupa işçi sınıfının tekelci kapitalizme karşı mücadelesini zayıflatmaya ve çeşitli uluslara mensup işçileri
birbirlerine düşürüp, bölmeğe çalışıyor.
Bürokrat-burjuva sendikacılar, burjuvazinin bu politikasını
işçi sınıfı içine taşıyor ve işçileri, “ulusal “ temelde kamplaştırıp,”ulusalcılığı” çoktandır terke
eden ve uluslararası tekellerin ve
bankaların ortak sermayedarlarının bir
bütün olduklarını ve de burjuvazi için
“ulusal farkların ve ulusçuluğun” hiçbir
şekilde önemli olmadığını göz
ardı ederek, işçi sınıfının birleşik mücadelesini baltalamak amacıyla
“ulusalcılığı” gündeme taşıyorlar ve
işçiler birbirlerine karşı kışkırtıyorlar.
Borçlarını ödemez duruma düşen ülkelerdeki işçiler ve
emekçiler, bir dönem alınan borçlar
sayesinde yüksek ücretler almışlar! ve borç veren ülkelerdeki işçiler ise düşük
ücretlerle çalışmışlar!.Şimdiyse borçları ödemek için sıkıntıya katlanmak
istemiyorlarmış! ve bu tavırları,
modern tefeci ülkeleri değil de,
“alacaklı ülkelerin” halklarını mağdur ediyormuş!
Borç veren tefeciler, bu düşüncelerini
yoğun bir tarzda ülkesindeki işçi ve
emekçilere aşılamaya, onları, ekonomik ve siyasi saldırı altında olan sınıf
kardeşleriyle dayanışmaya girmelerine ve kendilerini de birlikte sömüren
burjuvaziye karşı ortak mücadele etmelerine engel olmak istiyorlar.
Oysa AB içinde diğerlerine göre daha zengin ve ekonominin
en kilit sektörlerini elde tutan “alacaklı ülkelerin” tekelleri, borç verdikleri “ülkelerden” hem yüksek faizler
aldılar ve hem de İhraç mallarını onların satın almasını zorunlu kıldılar ve “borçlu ülkelerden” aldıkları
malları ise ucuza alarak aşırı
karlarına kattılar ve kattıyorlar.
Kredi faizlerine ilave olarak
tekeler, hegemonyacı ekonomik ve
siyasi avantajlarını kullanarak ticarette
eşitsiz mübadele yaratmışlardır
ve yaratıyorlar. Ve en önemlisi, borç alan ülkelerin ihracatları hiç bir
zaman yaptıkları ithalatı karşılamaz.
İthalat yapmadan üretim gerçekleştiremediği içinde yeni borç para (yani kredi)
bulmak zorundalar. Bunun için Almanya
gibi ülkelerden borç alırlar ve
borçları durmadan kartopu gibi büyümeye devam eder ve de borç taksitlerini
zamanında ödemelerine rağmen .
“Borçlu ülkelerin” ihracatı, ithalatı karşılamazken,alacaklı
ülkelerin ihracatı, ithalatının çok üzerinde gerçekleşir.
Tüm bunlara
rağmen,böylesine sömürü çarklarının içine aldıkları ülkelerin işçileri ve
emekçileri, onlarını verdikleri borçlar sayesinde “refah” içinde yaşadıklarını! ileri süre
biliyorlar. Özellikle Almanya’daki burjuvazi,bu iddialarının propagandasını yaygınlaştırıyor.
Güney AB ülkelerine de büyük
miktarda borç veren Almanya, dünyanın
ihracat şampiyonu. Ve Almanya’nın
ihracatının en büyük kısmıysa; AB ülkelerine yapılmaktadır. Ve yine
borçlu ülkelerdeki işsizlik oranı, alacaklı ülkelerdekinin çok üstünde.
İspanya’daki işsizlik %20 oranının altına
düşmedi. Ve ispanya ve diğer güney AB ülkelerinde, işçilerin aldığı işsizlik parası ise, Almanya’ya göre daha kısa süreli ve daha
düşük.
Tüm bunlara rağmen, Almanya’nın
tekelci burjuvazisi, borçlarının ödeyemez duruma gelen ülkelerin sırtından elde
ettikleri aşırı karları göz ardı ederek, “mağdurlar” rolünü oynaya biliyor
ve verdikleri borçları geri almak
amacıyla, sömürü çarklarının içine aldıkları “borçlu ülkelerin”
işçilerini ve emekçilerini açlığın
girdabına sürükleyen ekonomik saldırılarını
“haklı” göstermeğe çalışıyor
İhracatı, ithalatında fazla
olan Almanya’nın dışındaki ve
neo-faşistlere hükümetlerinde yer veren, alacaklı Hollanda ve Avusturya
burjuvazisi de aynı propagandayı
yaygınlaştırmaya çalışıyor.
Bunlar adi ve acımasız
sömürücülerdir. En ilgiciyse, bu aşırı sömürülerinden, ülkelerindeki işçi ve
emekçilere bay vermiyor, aksine onların var olan ekonomik ve sosyal haklarını
bire,bire ortadan kaldırıyorlar ve kaldırmaya
devam ediyorlar.
Avrupalı işçi ve
emekçileri “umutlandıran” Fransa’daki mücadele
Fransız devlet başkanı Sarkozy’nun, kendinden önceki devlet
başkanlarının bir türlü gerçekleştiremediği, çalışanların emekli yaşlarının
60’dan , 62’ye, ama aslındaysa
67’ye çıkartması karşısında,
Fransız işçilerin ve emekçilerin öfkeyle ayağa kalkacakları farz
ediliyordu. Çünkü burjuvazinin yılardan
beri gerçekleştirilmesi için çapa harcadığı
bu talep, bir türlü direnişler karşısında kanunlaştırılamamıştı.
Ekonomik krizin işsizliği
artırdığı ve çalışanların işlerin kayıp etmemek için ücretlerinin
düşürülmesine sesiz kaldığı,ama her an patlamağa hazır olduğu
iddialarının ortaya atıldığı koşullarda, Sarkozy’nun emeklilik yaşını yükseltmesi, “arı kovanına çomak sokmak”
anlamına geldiği yorumlarının
ardı,arkası kesilmiyordu.
Bu arada, Sarkozy’nin
saldırılarının, işçilerin ve üniversiteli, orta öğrenimli gençlerinin, yeni bir 68 olaylarını
yaratacağı görüşlerini de yaygınlaşıyordu, ama ne yazık ki mücadele hiçte beklendiği şekilde cereyan
etmedi. Çünkü emekli yaşının yükseltilmesi karşı oldukların ileri süren işçi sendikalarının, Sarkozy’nin kararlığı karşısında “ emekli yaşını yükseltmesine sessiz
kalmayacağız” palavralarından öte ciddi bir mücadeleye giremeye niyetleri
olmadığı, işçilerin ve çalışanların öfkelerini yatıştırmakta başka bir şey
yapmayacakları açıktı. “Süresiz grev yapılmalı” görüşlerin ret edenlerin
başında, sosyalist partiye yakın ve en
çok üyeye sahip olan CFDT isimli
sendikadan geliyordu.
Sarkrozy, bürokrat-burjuva
sendikacıların palavralarına birim vermedi ve bildiği yolda yürüdü.Çünkü işçi
sendikalarının,ekonomik krizden
kapitalist istemin zarar görmemesine özen gösteren bir politika
izledikleri , burjuvazinin yardıma
koşmaya hazır oldukları belliydi.
68 olaylarının tekrar patlak vereceği sanısına kapılan burjuva çevrelerini teselli etmek ve korkmalarına gerek
olmadığı kanıtlamakta,“işçilerin mücadelesinin önderliğine” soyuna Trockistlere
düştü.
Fransa’daki yapılan devlet başkanlığı ve meclis seçimlerinde işçilerden aldıkları oylarla,
revizyonist FKP’ni geride bırakan ve
Trockist grupları bir araya getirerek, “anti-kapitalist” adlı partiyi kuran ve bu partini başkan olan Olivier Besancenot, gazetelere
verdiği beyanlarla ve yaptığı röportajlarla
reformist bir anlayışın temsilcisi olduklarını ve revizyonist FKP hiç bir farklarının olmadıklarını sergiliyordu.
Kendisine,işçilerin ve
öğrencilerin birleşerek, barikatlar kurulduğu,fabrikaları ve
üniversiteleri işgal edikleri 68 olaylarının yeniden gündemde olup, olamayacağı sorulduğunda “ hayır, biz başka mücadele biçimleri ithal etmiyoruz, 68
olaylarının patlak verdiği ortam başkaydı, şimdi böyle bir ortam olmadığı gibi,
bizim gündemiz de 68’kine benzer
siyasi talep yok, 1995 ve 2006
da ki gibi sadece somut ekonomik taleplerle hareket etmek ve yavaş,
yavaş genel greve doğru gitmek zorundayız” cevabını veriyordu.
Trockistler, hiç bir zaman
Lenin’in mücadele ve biçimleri konusundaki düşüncelerini savunmadılar ve de
revizyonistler gibi, mücadele ve biçimlerinin oluşumuna işçilerin o günkü geri bilincine göre yaklaşıp, onların
mücadele içinde bilinçlerin de olağanüstü
sıçramaların meydana gelmesine neden olacak uzlaşma çelişkinin
varlığını nazar dikkate almazlar ve
mücadeleye iradeci bir tarzda yaklaşırlar.
Dolayısıyla, sosyalist- devrimle ilgili olarak hep lafta kalan görüşleri savunur
görülürler ama, pratiğe sıra
geldiğinde ise, revizyonistlerde hiçbir farkları olmadığı ortaya çıkar.
Avrupa’da ,68 olaylarının ortaya
çıktığı koşullarda kapitalizm, bugünkü boyutlarda dahi ekonomik kriz içine
girmemişti ve işçilerin, emekçilerin ekonomik saldırı sonucu yoksullaşmaları bugünkü düzeylere çıkmamıştı.
Yani günümüz objektif
koşullarının devrimci mücadelenin
yükselmesi için daha uygun olduğunu hiç
kimse inkar edemez. Tüm bunlara rağmen,
68’de mücadelenin gelişimi, Fransa’nın devrim aşamasına
girmesine neden olmuştu.
Olivier Besancenot’un iddialarının
tam tersine, Fransa’da patlak veren 68 olayları başlangıçta hiç bir şekil siyasi amaçlı bir taleple gündeme
gelmemişti. Üniversite öğrencileri, kız arkadaşlarının kendilerini yurtlarda
ziyaret etmelerinin
yasaklanmasını protesto etmek için yürüyüşe geçmişti ve polisin
saldırılarıyla karşı,karşıya kalmışlardı.
FKP (Fransız komünist
partisi),polisin saldırısına karşı kamu oyunun
kabaran öfkeyi göz ardı edememiş ve örgütsel egemenliği
altındaki CGT isimli sendikaya , polisini saldırısını protesto etmek
amacıyla kısa süreli grev yapma
çağrısı yapıştı(4)
Ama FKP komünist partisi yönetiminin yaptığı bu çağrı, kendilerinin
dahi tahmin etmediği olayların ortaya çıkmasına vesile olmuştu.
Trockist partini başkanı Olivier,
pasifiz siyasi mücadele anlayışların gizlemek için somut gerçekleri
çarpıtmaktan kaçınmıyor.
Oysa (tekrarlarsam) mücadele ve
biçimlerinin oluşturan işçi sınıfıyla,burjuvazi arasındaki uzlaşmaz çelişkidir ve uzlaşmaz çelişkiler ,ancak
şiddetle metoduyla çözüle
bilinir. Bundan dolayı, sömürülen ve burjuvaziyle uzlaşmaz çelişki içinde olan
işçilerin mücadelesi, işçilerin
bilincinde olağan üstü sıçramaların ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılar, ama bu sıçramanın ortaya çıkmasında, harekete
önderlik eden M.L partinin katkısı belirleyicidir. Mücadelenin hangi biçim alacağını mücadelenin kendi süreci belirlemesine rağmen, işçi ve emekçilerin
bilincinde sıçramaları ortaya çıkmasını
veya geri düzeyde kalmasını
mücadeleye öndelik edenlerin ideolojik,siyasi görüşleri ve örgütsel faaliyetleri belirler.
Burjuvaziyle, işçi sınıfı
arasındaki çelişkinin niteliğinden dolayı, başlangıçta barışçıl bir şekilde ortaya çıkan kitle mücadelesi, devrimci mücadeleye(yani şiddeti içeren mücadeleye ) dönüşe bilmesinin objektif koşullarını
bağrında taşır.
Lenin, mücadelenin hangi
biçimde cereyan edeceğini mücadelenin kendisi, kendiliğinden belirlediğini
ve bunun için “Marksistler hiç bir mücadele biçimini ret etmezleri” der.
Revizyonistler ve trockistler
“kitleler hazır değildir” görüşleriyle hareket etmeyi alışkanlık haline
getirmişlerdir. Hiç bir zaman barışçıl şekilde başlayan mücadelenin şiddet esas
alan bir mücadeleye dönüşe bileceğini
göz önünde bulundurmazlar. Mücadelenin
hangi biçimde olacağını, hep mücadeleye
girmeden önceki işçilerin mevcut bilincine göre saptamaya çalışan revizyonist
ve trockist partiler, kitle kuyrukçuluğu yapmaktan, geri bilince tapmaktan
kendilerini alıkoyamazlar.
Bu düşüncelerin
savunucularından bir olan Trockist şef Olivier, gerçekten Marksist. Leninist düşüncelerden uzak olduğu için ,
“yavaş, yavaş genel greve doğru gidiyoruz” görüşleriyle hareket ediyor ve objektif koşuların uygun olduğu koşullarda,
barışçıl mücadelenin birden bire sıçrama yaparak,şiddete dönüşebileceğini inkar
ediyor. “Biz, somut bir talep için eyleme geçiyoruz” dediği emekli yaşının
yükseltilmesine karşı çıkmanın, aynı zamanda
sermayenin ekonomik ve siyasi iktidarını tehdit eden siyasi talepleri de
içine alabilecek boyutlara çıkmasını
da kaçınılmaz olduğunu görmüyor.
Lenin,Çarlık Rusya’sında
ortaya çıkan ve Çarlığın despot iktidarını hedef alan 1905 devrimini başlangıcının, Potemkin Zıhlısındaki askerlerin,
yemeklerinde kurt çıkması üzerine protestoya etmek için eyleme geçmesiyle
başladığını önemle vurguladığı biliniyor.
1968 deki barışçıl mücadelenin, iktidarı hedefleyen
devrimci ( şiddeti içeren) mücadeleye dönüşmesinin odak noktasında, FKP
şefleri, revizyonist bir yola girerek,
o dönemde (utangaç bir tarzda da olsa) parlamenter mücadeleyi amaç haline
getiren siyasi ve ideolojik
çizgisini komünist partisine
egemen kılmaya çalışmalarına
rağmen, henüz komünist partisinin
tüm üyeleri devrimci düşüncelerden vazgeçmeyen tavırları yer
alıyordu. İşçi sınıf içinde ve fabrikalarda sendika örgütlülüğünü
dışında örgütlene ve işçilerin
mücadelesine önderlik eden FKP’nin taban örgütleri (özellikle genç üyeleri) 68 olayların yaratılmasında belirleyici
rol oynamış ve FKP devrimci mücadele
geleneğini sürdürerek, bir yandan
fabrikaları işgal ederken, diğer yandan
hemen işçilerin oylarıyla grev komitelerin seçtirmişler , barikatlar kurarak,De
Gaulle diktatörlüğünü saldırıları karşında hazırlığa girişmişlerdi.
Şimdi,Fransa’daki,
Sarkrozy’nin emekli yaşının yükseltilmesinin
kanunlaştırılmasının önlenememesinin tek nedeni,68 olayları sırasında
FKP devrimci ve militan mücadele geleneğini sürdüren komünistlerin işçi sınıfı
içinde varlıklarını sürdürememeleridir.
Bugün FKP’nin etkinliği
altında ki CGT’nin, sosyalist partiye yakın
CFDT le hiçbir farklılığının kalmamıştır.
Oysa 1964 yıllında CGT karşı
burjuvazi tarafından kurulan CFDT 68
olayları sırasında işçi sınıfı içinde
doğru dürüst güçü dahi olmayan sendika konumundaydı ve işçi sınıfının birliğini
parçalamaya gücü yetmiyordu. CFDT’nin,
Fransa’nın en güçlü sendikası olması, FKP’nin
hükümetine katıldığı Francois Mitterrand’ döneminde tekabül eder.
CGT’ise ,68 olayları sırasında,
FKP izlediği devrim karşıtı reformist siyasi taktiklere göre hareket
ederek,militan işçi sınıfı sendikası olma niteliğini kayıp etti ve FKP’nin
barışçıl geçiş görüşlerine tabi olup, proletarya diktatörlüğü kurma
amacından vazgeçti ve süreç içinde Fransız
işçi sınıfı içindeki gücünü yitirdi
Ama,tüm bunlara rağmen
Fransa’daki işçilerin mücadelesi, emekli yaşını yükseltilmesi isteğinin,
tekelci sermayenin AB düzeyindeki en önemli talebi olduğunu “su yüzüne”çıkardı.
“İnsanların yaşam yaşları
uzadı, bunu için emeklilik yaşı yükseltilmeli, devlet erken emekliliği
karşılayamıyor” bahanelerine başvuran tekelci burjuvazinin esas amacı iş-gücünü
daha ucuza mal ederek, aşırı karlarına,kar katmaktır.
Sadece Fransa’da emekli yaşını
yükseltilmesi,1 milyon insanı hemen işsiz kalmasını sağlayacak . Bunun yanı sıra,
işsizlerin çoğunluğunu 55 yaşın üzerindeki işçiler oluşturuluyor.İşçiler
çalıştığında, patronların ödediği emeklilik primleri işsizlik döneminde
ödenmiyor. ve burjuvaların cebinde
kalıyor. Aslıda emeklilik yaşının uzatılması, işsizlik süresinin uzatılması
demektir ve buda patronların uzun süre emekli primlerini ödeme zorunluluğunu
ortadan kaldırıyor.
Ve yine,İşçiler ve diğer
maaşlı çalışanlar, işsizlik kaldıkları sürece daha az emeklilik primi ödemek
zorunda kalacaklar. Doğal olarak 67 yaşında emekli olduklarında, bu günküne
göre çok düşük emekli maaşı alacaklar.
Bunun için, emekli yaşını
yükseltilmesi;burjuvazinin en temel taleplerinde bir haline geldi. Sadece hükümetlerin politikalarını hedef alarak, emekli yaşının yükseltilmesini
karşı çıkıla bileceğini zannetmek “ham hayal”dir. Direk tekelci sermayeyi hedef
alan , “borçlar silinsin, bankalar ve
büyük şirketler kamulaştırılasın( yani
devletleştirilsin ) talepleri ön plana çıkarılmalı.
Trockistlerin, “
anti- Stalinist” olmalarında gizlene neden
Bu eylemlerde sırasında
niteliklerini ortaya sergileyen Trockistler neden; Stalin döneminin
Sovyetleriyle, Kruşcev dönemiyle başlayan kapitalizme geriye dönüşü
aynileştirdiklerini, “Stalinist rejim”
diyerek sosyalist Sovyetlerle, kapitalist Sovyetleri arasındaki nitelik
farklılıklarını göz ardı ettikleri de açıklamış oldular
Çünkü Trockistlerin
savundukları ve pratiğe geçirmeğe
çalıştıkları sıyası görüşlere ve taktiklere,
en yakın olan Kruşcevci modern revizyonistlerdir.
Türkiye’ye İngiliz burjuvazisi tarafında “ihraç” edilen
zibidi Trockist Doğan’ın, Türkiyeli sosyalistleri karalamak için bunların
çoğunluğu “ Stalinist”dir nitelendirilmesini yapması boşuna değil; çünkü kendisi,
“ben şiddete, silahlı mücadeleye karşıyım,zaten Sovyet devrimde barışçıl!oldu
hiç kimse burnu kanamadı” yalanını ortaya atıp, AKP iktidarına şirin görünmeğe
çalışması boşuna değil.
Proletarya devrimin
zorunluluğunun ret eden bu zibidi, Lenin’in , burjuva devletini zor yoluyla
parçalanıp, dağıtılmadan işçi sınıfın iktidarı ve sosyalizm
kurulamayacağını,gerçek demokrasine geçilemeyeceğini ileri sürdüğünü (aklı sıra ) göz ardı edecek.
1971 yılında Marksizm-Leninizm
kendine rehber edinmek için mücadeleye girişen Türkiye sosyalist- devrimci
hareketi, Kruşcevci revizyonizme karşı,
Stalin savunmasının odak noktasında ,reformu,devrimi? ayrımının belirleyici
olduğu açık bir gerçektir.
Stalin, hiç bir dönem proletarya devrimini zorunluluğunu ne inkar etmemiştir ve nede (Kruşcevci revizyonistler gibi) “
barışçıl geçiş, barış içinde bir arada yaşama”, parlamenter mücadeleyi esas alma “ gibi kapitalizmi yaşatmayı
amaçlayan reformcu yolu seçmiştir.
Bunun için Türkiye devrimci hareketi, Stalin savunmuş,
Kruşcevci modern revizyonizm’e karşı çıkmıştır.
Ama Trockistler için ,
devrimi?, reformu? ayrım hiç bir
dönem önemli olmamıştır ve kapitalist sistemin ekonomik krizlerle
boğuştuğu günümüzün koşullarında dahi, Trockistlerin gündeminde, proletarya
devrim, burjuva devletini zor yoluyla parçalanıp, dağıtılmasının zorunluluğunun
propagandası yer almamıştır. Tam
tersine, burjuva demokrasisine dayanarak, sermayenin ekonomik iktidarına son
verilebileceği görüşlerini (üstü kapalı
tarzda) savunmaya devam etmişlerdir ve ediyorlar.
Bugün Avrupa’da eski komünist partilerin revizyonizm’e
kaymaları ve kapitalist-Sovyetler dağılmasıyla, örgülülüklerini dahi sürdüremez
duruma gelmeleri sonucu Trockist
gruplar, Marksizm savunucuları olarak
sahneye çıkmışlardır.
Teoride gerçekten Markizm’e
,revizyonist partilere göre daha yakın
duruyorlar. Ama iş, işçi sınıfının pratik mücadelesine geldiğinde modern
revizyonistlerden hiç bir farkları olmadıkları ortaya çıkıyor.
Bu tavırların esas
nedeni,Lenin’e önem vermemeleri,Trocki’yle, Lenin’i yanı düzeyde görmeleri ve de
en önemlisiyse, Lenin’le , Trocki arasıdaki görüş farklıklarında, Trocki’yi
savunmalarıdır.
Bunun için,Reformist ve
pragmatist siyasi mücadele
anlayışlarıyla, M.L yolunda yürüyen,
II. emperyalist savaş öncesi ve faşist saldırganlara karşı militanca mücadele yürütüp,kızıl-orduyla birlikte faşizm
mezara gömen “Stalinist” komünist
partilerin yerini almalarına, işçi sınıfına ideolojik, siyasi ve örgütsel
önderlik etmelerine , işçilerin ve emekçilerin
sınıfsal kurtuluşlarını sağlayacak olan ve onları proletarya devrimine
doğru yönlendirecek siyasi ve ideolojik
bakış acısına sahip olmadıkların, bugünkü sınıfı mücadelesinin pratiği de
kanıtlıyor.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1) BBC Türkçe servisi bu durumu “ gıda sıkıntısı” olarak lanse ediyorlar.
Yani gıda üretiminde ki yoksunluk, doğa
sorunmuş gibi göstermeğe çalışıyor.
(2) Keynes’in düşüncelerinin içeriği hakkında çeşitli yazılarımda açıklık
getirmeğe çalıştım.Ama Keynes’ini
görüşleri üzerinde en iyi yazılardan birini Veli Yadırgı, “Özgürlük dünyasında” yayınladı. Bu önemli yazı, Keynes’in görüşlerinin
Marksist eleştirisinin örneklerinden
biridir. Bu konu da bilgi edinmek
isteyen arkadaşların Veli
Yadırgı’nın yazısını okumalarını
önemle tavsiye ederim.
(3) Örneği: İrlandalı şirketler , bankalar
ve hükümetler, (yukarda izah ediğim şekilde) İngiltereli, Almanyalı v.s bankalarda kredi almış.Peki bu kredileri
kimler almış?; İrlanda da faaliyet gösteren ve İrlanda burjuvazinin de ortak olduğu, uluslararası bankalar ,
şirketler ve de bunların ekonomik çıkarlarına göre politika izleyen İrlanda
hükümetleri.Kredi veren bankalar ve hükümetler, kredi alanlardan , yüksek orandaki faizleri ödemelerinin yanı sıra, sahip oldukları fabrikaların
ürettiği çeşitli mallarında satın almasını da
şart koşmuşlar. Böylece ihraç edikleri malların fiyatlarıyla, satın
aldıkları malların fiyatlar arasında eşitsiz bir mübadele ortaya çıkmış.(ki
İrlanda Euro ülkesi değil,yani para birliğine katılmadı, İngiltere’nin
etkisiyle )Ve yine borçlu ülkenin, ihracatıyla, ithalatı
arasındaki pergel durmadan açılır.İhracatları , ithalatlarını karşılayamadığı
için, yeni borçlara bulunmadan, ithalat
yapamaz duruma gelirler ve yeniden
borçlar edinmek zorunda kalırlar
ve böylece borçlar kartopu gibi büyür, gider . İrlanda hükümeti
de, neo-liberal politikaların uygulayıcılarından oldukları için, sermayelerinin rekabet gücünü artıma adına,
uluslararası şirketlerin vergilerini
durmandan aşağı çektiler. Bunun sonucu olarak diğer hükümetler gibi, o’da
devlet harcamaları için borçlandı, ama kurum vergisini (yani şirketleri,
bankaların vergisi) %12,5 oranına kadar indirdiler. BBC haberine göre İrlanda’nın
“iflastan kurtulası için “yardıma koşan” AB’nin komisyonun ve İMF’nin,
yukarda izah ediğim saldırı programın en önemli şartlarında birisi; % 12,5’luk
kurumlar vergisinin
yükseltilmeyeceğinin garantisinin verilmesiydi. Şimdi,uluslararası şirketleri ve bankaların vergilerinin
yükseltilmesi talebi sanki varmışçasına
“kurumların vergisinin yükseltilmesi, İrlanda’nın egemenliğini elde
gitmesi” olarak yorumlanıyor. Ekonomik saldırı programları sadece işçileri ,emekçileri hedef aldım, ”
İrlanda’nın bağımsızlığına” hiç bir
zarar gelmiyor!. Ama uluslararası
burjuvaziye yönelik oldu mu, “İrlanda’nın egemenliği rafa kaldırılmış”
olunuyor!. Oysa AB komisyonunu ve İMF’ni de böyle bir isteği yoktur.aksine İrlanda
hükümetiyle bu konuda anlaştılar. İşte
bunu BBC kanıtlıyor. : “Başbakan Brian Cowen, maliye bakanı Brian Lenihan, Çevre
bakanı John Gormiye ile birlikte kamu
oyuna duyurduğu plan çerçevesinde İrlanda 4 yıl içinde 15 milyar € tasarruf
yapacak .... İrlanda’nın ‘kırmızıçizgisi’ olarak bilinen %12,5 kurumlar vergisi
oranı değişmeyeceği bildiriliyor” (
BBC 24 kasım 2010) ve yine BBC’nin
röportajı: “İrlanda krizi ve euro
bölgesinin geleceğini Londra’da King’s College’daki Avrupa çalışma
merkezi’nin direktörü Alex Callınıcos’la
konuştuk- Soru: İrlanda’da
hükümet kurtarma paketi müzakerelerinde uluslararası şirketlere
sağladığı düşük vergi avantajını aynen koruma konusunda anlaşmış
görünüyor.dolayısıyla krizin faturası çokuluslu şirketlerden çıkmayacak,peki
kredinin gizli ve açık bedellerini kim ödeyecek?-Cevap:İrlanda halkı büyük
bedel ödeyecek.... Bir kaç ay önceki
bir İMF raporunda İrlanda’nın maaşları rekabetçi düzeylere çekebilmesi
için bir devalüasyon yapması gerektiğinden bahsediliyordu...”
(BBC.24.11.2010) Şimdi bürokrat
sendikacıların, kendilerinin ve
burjuvazisinin çıkarı için “ulusçuluğa” dört sarılmalarını göz ardı edip, ayni görüşleri yaygınlaştırmanın
bir alemi var mı? .
Alacaklı veya borçlu ilişkisi ,uluslararası şirketler ve
bankalar arasındadır.Ve önemliyse,
İrlanda’nın “bağımsızlığı
”İngiltere’nin yeni sömürgesi
olmakta
öteye geçmediği açıkken,
var olmayan “egemenlik”,hem de uluslararası
şirketlerin
vergilerinin
yükseltilmesiyle nasıl “rafa kaldırıldığını" görüşlere anlam vermek
oldukça güç olsa gerek.
(4) Fransa’daki 68 olaylarının
özelliklerini genişçe açıklayan yazımı
www.yyildirim.de.vu adılı sitemde “68 olayları” başlığıyla yayınlamıştım.