28 Kasım 2009

Almanya'daki seçimler ve göstergeleri

Almanya’daki seçimler ve göstergeleri.
Uluslararası kapitalizminin krizinden en fazla etkilenen ülkelerin içinde yer alan Almanya’daki seçim dönemi burjuvaziyi oldukça tedirgin ediyordu. Çünkü kriz, “kapitalizmin yıkılmaz kalesi” addedilen,Sovyetlerin özelikle doğu-Almanya’nın tasfiyesiyle sosyalizme karşı ebediyen zafere kazanıldığı! ileri sürülen “Almanya kapitalizmini”
korkusunu üzerinden attığı sosyalizm tehdidiyle yeniden karşı,karşıya bırakmıştı.
Oysa burjuvazi, sosyalizm tehdidinin tamamen ortadan kaldığını zannederek, Almanya’daki işçilere ve emekçilere emperyalist karlarından verdiği bay oranını düşürmekten ve Almanya’da,da ucuz iş-gücü piyasası yaratarak,yoksulluğun yeniden doğmasına neden olmaktan çekinmemişti ve çekinmiyor.
Ama 1929 ekonomik krizinin bir benzerinin 2007-8 yıllarında patlak vermesiyle kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğu gerçeğinin açığa çıkması , Alman burjuvazisini “tatlı rüyasından” ne yazık ki ! uyandırdı.Yüksek sesle “kapitalizmin sonumu geldi” tartışmasına balıklama dalmaktan dahi kendini alıkoyamadı.
Çünkü 1929 ekonomik kriz burjuvaziyi ve kapitalizmi tasfiye edilme aşamasına getirmiş ve Almanya’ da komünistlerin ( yani KPD’nin) işçi ve emekçiler üzerindeki ideolojik,siyasi örgütsel egemenliğini üst boyutlara çıkarmıştı ve de bu durum,kapitalizmi savunan sosyal-demokrasinin işçi ve emekçiler üzerindeki siyasi ve örgütsel etkisinin kırılmasına da yol açmıştı.
“ Savaş sonrasının en büyük kriz” olarak nitelendirilen günümüzdeki ekonomik kriz, burjuvaziye hep 1929 dönemini hatırlatıyor ve o günleri yeniden yaşanacağı korkusuna kapılmasına neden oluyor.
Bunun içinde hemen batan bankaları “kurtararak” paniğin ortaya çıkmasının önü kesilmek istendi.
1929 da,da baş vurulan bu ekonomik-politikalar,fabrikaların kapamasına, işsizliğin artmasına çare olmadı ama toplumsal paniği şimdilik önledi ve krizinin toplumda büyük boyutta his edilmesinin (geçicide olsa) önü kesildi.
Ne yazık ki günümüzde, kapitalizmin krizinden yararlanarak işçi sınıfı hareketini sosyalist devrim amacına doğru yönlendiren, ne KPD gibi bir parti var,nede onun siyasi,ideolojik ve örgütsel etkisi altında hareket eden güçlü işçi sınıfı hareketi.
Günümüzdeyse , Doğu-Almanya’daki bürokratik kapitalizm’in alternatifi olarak, “demokratik sosyalizm’i” adı altında “sosyalleştirilen kapitalizm’i” öne süren DDR’li revizyonistlerin uzantıları “sosyalistlik” adına iş başındalar.
Burjuvazinin neo-liberal ekonomik politikasına karşı,neo-liberalizm öncesi “sosyal devlet”e ve “refah-toplumuna” geriye dönülmesini isteyen DDR’li revizyonistler, sosyalizm’e karşı kapitalizm’i savunan ve uzun dönem sosyal-devlet ve sosyal-Pazar ekonomisi politikasını izleyen sosyal-demokratların neo-liberal politikaya dört ele sarılması karşısında, onların yerine geçmek amacıyla “sosyal Almanya”,”sosyal Avrupa ” sloganıyla yol çıkmışlardır.
Tabii ki “sosyal Almanya”yı veya “sosyal Avrupa”yı sözde kurma mücadelesi burjuva demokrasine,yani parlamenter mücadeleye tabi olmak zorunda!.Çünkü revizyonistlere göre “sosyal-Almanya”ya geriye dönmek parlamentonda sağlanacak çoğunluğun bağlıdır.Bunun için parlamenter mücadeleyi kendileri için vazgeçilmez temel siyasi mücadele alanı olarak seçmişlerdir.
Parlamento dışı mücadeleyle,parlamenter mücadelenin birleştirilmesinden dem vurup duruyorlar, ama parlamento dışı mücadelenin, ortaya çıkması ve gelişmesi için hiç bir örgütsel, siyasi çalışmaya girişmiyorlar.Tek amaçları, bürokrat-burjuva sendikacıların ekonomik talepleri elde etmekle sınırlı ve kesinlikle sermaye zarar vermemeye özen gösteren eylemlerini parlamenter mücadeleye tabi olmasını sağlamaktır. Yani parlamento dışı mücadeleyi, parlamenter mücadeleye tabi olarak ele alınıyor ve böylece seçimlerde “oy avcılığı” siyasi mücadelenin esasını belirliyor.
Peki, DDR’li revizyonistlerinin öncülük ettiği bu siyasi ve ideolojik mücadele başarılımı? “Sosyal-Almanya’yı” geri getirmede işçi ve emekçilerden yeterli destek alıyor mu?. Veya aldı mı?;kesinlikle hayır, çünkü burjuvazi bir yandan sosyalist sistemin bürokratik kapitalizme dönüşmesini istismar ederek,diğer yandan emperyalist sömüründen elde ediği karlardan ülkesindeki işçi ve emekçilere bay vererek “refah toplumunu” oluşturması, batı-Almanya’da sosyalizm ve Marksizm düşman anti-komünist toplumsal bir temel yaratabilmişti.Bunun için doğu-Almanya kökenli bir parti, SPD’den ayrılanlar ile birleşmesine rağmen, batı-Almanya’nın anti-komünist duvarlarını yıkmayı henüz başaramamıştır.
Batı-Almanya burjuvazisinin emperyalist sömürüden elde ediği karlardan işçilere ve emekçilere pay vererek, kapitalizmin doğal olarak yarattığı açlığın ve sefaletin önüne geçip, güçlü bir işçi aristokrasi ve (sömürülen dünya ülkelerindeki işçilere ve emekçilere göre)çok imtiyazlı “işçi ve emekçi” tabakası oluşturması, işçi sınıfının ve emekçilerin sosyalizm sınıfsal kurtuluşları için bir umudu olarak görmesini (geçici bir süreyle sınırlıda olsa) engelleye biliyor.
Burjuvazinin, sosyalist ülkelerin tasfiyesinden sonra “sosyal-devleti” savunma politikasından vazgeçmesine rağmen sosyal devletin varlığına tamamen son vermemesi,sosyal-devlete geriye dönüle bilineceği umudunun diri tutulmasını sağlıyor ve bunun için neo-liberal politikalara,ekonomik krize rağmen batı-Almanya’da ki anti-komünist toplumsal temelin güçlü bir tarzda sarsılmasının önüne(şimdilikte olsa) geçile biliniyor.
Bunun için 1929 krizin bir benzeri olduğu iddia edilen bugünkü ekonomik kriz döneminde,Almanya’da ve Avrupa’da 1929 krizinin yarattığı manzaraları göremiyoruz .Yani işsizler, açlık ve sefalet içinde sokakları doldurmuyor ve kapitalizme karşı isyan duygularıyla kendiliklerinden (henüz ve güçlü bir tarzda) harekete geçmiyorlar.
Sadece bu kriz döneminde Almanya’yı ele alırsak;neo-liberal politikalar ilave edilen krizin etkileriyle işçilerin ve emekçilerin yaşam standartlarını çok aşağı çekmesine, grev ve toplu sözleşme hakları olmayan taşeron firmalara bağlı işçilerin ücretleri,kadrolu işçilere göre çok düşük düzeyde tutulmasına,işsizlik parasının ödeme süresinin kısaltılmasına, bir sürü sosyal haklar ortadan kaldırılmasına,işçileri zorla ve düşük ücretle çalışmaya zorlayan yasalara,asgari ücretin dahi kabul edilmemesine rağmen şimdilik hiç kimse aç ve evsiz kalmıyor.Devlet krizi döneminde işsizlik parası alamayanlara sosyal-yardım adı altında en asgari düzeyde yaşam standart’ı sağlamakla sınırlı şekilde, ev kirasını ve yiyecek,giyecek v.s parasını veriyor.
Ama sosyal yardım alanların sayısı çığ gibi büyüyor.1 seneyle sınırlı işsizlik parası alanların tümü sosyal yardım almaya gönderiliyor ve yine iş bulamayan gençler verilen sosyal yardımlarla uyutuluyor.Böylece açlık sınırındaki yoksullaşma her gecen gün artmaya devam ediyor ama açlık ve sefalette henüz ortaya çıkmıyor.
Almanya’da ekonomik krizin işsizlerin sayısını (DGB’nin verdiği rakamlara göre) bir sene içinde 3.258 milyon artırmasına, 2 milyon işçi ise ,”işyeri garantisi verilerek” kısa çalışma adı altında 2 seneye kadar ücretlerinin %60’nı (işsizlik parası kadarını) almaya razı edilip, evlerine gönderilmelerine rağmen çalışan (yani istihdam edilen kadrolu ) işçilerin sayısı,işsizlere ve taşeron firmalarında çalışan işçilere göre çok daha fazladır.İşsizlerin, taşeron firmalar ait işçilerin sayısı hızlı bir şekilde artmasına rağmen henüz tüm işçilerin %15, 20 oranına tekabül ediyor.
Gelişen koşullara göre değil, bugünkü duruma göre hareket eden revizyonistler, sosyal-demokrat partinin rolünü üstlenerek,kapitalizmi ile bağlarını koparma aşamasına gelen işçilerin bu “azınlık kesimlerini” dahi kapitalizmi ile yeniden kaynaştırmanın yollarını arıyorlar ve buna uygun politik taktikleri devreye sokuyorlar.Bunun için ekonomik krizin belirtileri ortaya çıkar çıkmaz, krizin nedenleri olarak kapitalizmin değil de,hükümetin izlediği politikaları gösterip, sosyal-devleti yeniden diriltecek taleplerin öne çıkararak, kapitalizmin hedef haline getirilmesinin önü kesmeye çalışıldı.
“Ekonomik krize karşı alternatif program” adı altında yayınlanan neo-liberal politikaların karşıtı talepler, sosyal-devleti güçlendirme amacından öteye geçmemesine özen gösterildi.
Seçim programları da bu görüşlerin ışığında hazırlandı. Bu metinde ekonomik krizin kapitalizmin niteliğinde kaynakladığı kabul ediliyor görünmesine rağmen, sosyal-devleti kurma amacına ters gelen ve kapitalizm hedef alan taleplerin gündeme getirilmesine karşı çıkılmaktan çekinilmedi.
Ekonomik krizine karşı işçilere (seçimlerde oy vermeden öteye) bir mücadele yolu gösterilmiyor. Burjuvazinin saldırılarına karşı işçilerin grevlere ve direnişlere hazırlanması için hiç bir çapa harcanmıyor. Parlamenter yolunu dışında ortaya koyulan somut eylem planı yok;çünkü sosyalizm diye bir amaçları olmadığından dolayı kapitalizmi yıpratmayı düşünmüyorlar.
“Sosyal devlete” dönüş mümkün mü?
II. emperyalist savaş sonrası batı ve doğu Almanya oluşturulan “sosyal devletler” arasında nitelik farklılıkları olduğu göz ardı edilemez. Çünkü “sosyal-devlet” batı-Almanya’da, burjuvazi tarafından (kapitalizmi koşullarında) emperyalist sömürüye dayanarak inşa edilirken,doğu-Almanya’da sosyalist devletin doğal niteliği gereği kendiliğinden var oldu.
Doğu-Almanya’da (kısa bir döneme tekabül etse dahi), kapitalizme son verilerek,işçi gücü meta olmakta çıkarılmış, üretimin Pazar ve kar için üretilmesine son verilip,işçi ve emekçi kitlelerin tüketimini gözeten üretime geçilmiş ve böylece kapitalizmin neden olduğu işsizliğe,açlığa, evsizliğe, sefalete son verilmiş , herkesin rahatça yaşamını sürdüre bileceği bir ortamın doğmasını sağlayan sosyalist sisteme geçilmişti.
Stalin’in ölümünden sonra revizyonistler, bürokratik-kapitalizm’i (devlet- kapitalizmi) inşa etmelerine rağmen devletin sosyal yapısına son vermeye hemen cesaret edememişlerdi; çünkü onların dünya işçi sınıfını uyutmak için “sosyalist” maskeye ihtiyaçları vardı.
Aslında “sosyal-devlet”, sosyalist devletin kurulmasının gereksiz olduğunu sözde kanıtlamak için burjuva siyasetinin ekonomiye müdahalesinin bir ifadesidir.Ama kapitalist ekonomiyle sosyal-devlet bir uyum içinde değil,çelişki içindedirler.Sosyal-devlet, kapitalist ekonominin gelişmesinin önünde bir engeldir. Kapitalist ekonomiye rağmen siyasi müdahale ile sosyal devletin inşa edilmesi, kapitalist sömürüye karşı çıkan sınıfları yatıştırmayı da amaçlar.
Kapitalizm’in genişleyerek gelişen ekonomik sistem olmasından dolayı artı-değer sömürü oranının artırılmasının zorunluluğu, ucuz iş-gücünün ve işsizliğin var olmasına neden olur.Dolayısıyla, herhangi bir kapitalist ülke burjuvazisinin ,kapitalist pazarlarda rakiplerine karşı yeterli rekabet gücüne sahip ve pazarlara egemen olması, esas olarak artı-değer oranın artırılmasına bağlıdır. Başka türlü sermaye var olamaz ve büyüyemez.
Bunun için kapitalist ekonominin yasaları gereği kapitalist, rakiplerini alt edecek sermaye gücüne sahip olmak zorundadır. Oysa emperyalist sömürüye dayanmayan “sosyal-devlet”, artı-değer oranının artırılmasına ve dolayısıyla burjuvazinin sermayesini büyüterek, istediği rekabet gücünü elde etmesine engel çıkarır. Bu durum burjuvaziyi “sosyal-devletle” devamlı çelişki içine sokar.
Bir yandan toplumda,burjuva devletinin “sınıflar üstü “ bir mekanizma olduğu intibasını yaratma çapaları ,diğer yandan, devletin kısmen ”özerk” niteliğinin varlığı, burjuvazinin siyasi temsilcilerini kapitalist ekonominin yarattığı sefaleti önlemek amacıyla ekonomiye müdahale etmek zorunda bırakır.
Burjuva devleti,bir yanda kapitalist ekonominin işleyişini devam ettirme ve diğer yandan doğası gereği onun yarattığı sefaleti ortadan kaldırma sorunlarıyla baş,başa kalır.
Devlet bu çelişkiyi sözde çözmek için başlıca iki siyasi yol seçer; ya sosyal-devleti inşa eder veya bunu inşa etme kudretine sahip değilse, faşist zorbalıkla sefalete karşı mücadele eden işçi ve emekçileri sindirerek,sefil yaşamın sürdürülmesini sağlar.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin devletleri “sosyal-devleti” kurma imkanına sahiplerdi;çünkü bunlar aynı zamanda emperyalist devletlerdir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki burjuvazinin demagojik propagandasına rağmen, sosyal-devlet, kapitalist ekonominin niteliğinin doğal bir sonucu değil, emperyalist sömürünün eseridir.Başka bir değişle,sosyal-devlet emperyalist sömürü sayesinde burjuva devletinin ekonomiye müdahale etmesi sonucu oluşturulur.(1)
Neo-liberal dönemle birlikte burjuvazinin gelişmiş kapitalist ülkelerde var olan “sosyal-devletin” varlığına son vermesinin temel nedeni ,Sovyetlerin , etkinliğindeki ülkelerin ve doğu-Avrupa’nın dünya pazarlarına dahil edilmesiyle burjuvazinin, pazarlara egemen olmak için yeniden kıran,kırana bir rekabetin içine girmesinin zorunluluğunun doğmasıydı.
Böylesine bir rekabet ortamı, sermayenin bir önceki döneme göre daha da güçlenmesini şart koşuyor.
Bu koşullar, sömürge ülkelerden elde edilen aşırı karların dahi burjuvazinin rekabet gücünü artırmada yetersiz kaldığını gösteriyordu.
Dolayısıyla,sosyalizmin kırıntılarının dahi tasfiye edilmesiyle rahatlayan emperyalist burjuvazi, “kendi ülkesinde” de ucuz gücü piyasasının yeniden diriltmek için kollarını sıvadı ve emperyalist sömürüsünden “işçilerine ve emekçilerine” verdiği payı düşürmek için teşebbüse geçti.(2)
Ama neo-liberal politikalar dünya pazarlarında burjuvalar arası rekabet kızıştırırken,diğer yanda işçi ve emekçilerin yoksullaştırmasını korkunç boyutlara çıkardı. Kıran,kırana rekabet ve burjuvazinin kar hırsı bir,biri ardı sıra ekonomik krizlerin ortaya çıkmasıyla daha da
yoksullaşan yeni sömürge ülkelerin halkları, özellik güney Amerika halkları,kapitalist-emperyalist sömürüye karşı harekete geçerek, sömürüye dur demeğe başladılar ve emperyalist blokların,devletlerin sömürülerini en asgari düzeylere doğru çekmeğe çalıştılar ve çalışıyorlar.
Diğer yandan,tekelci kapitalizmin gelişmesi emperyalist ülkelerin bloklaşmalarını üst boyutlara doğru tırmandırıyor ve Pazar paylaşım mücadelesini kızıştırıyor.
Kısacası bir yandan yoksullaşan sömürülen ülkelerin işçilerinin ve emekçilerinin kapitalist sömürüye karşı başkaldırıları sonucu azalan emperyalist sömürü,diğer yanda emperyalist bloklaşmaları ve aralarındaki rekabetin gelişmesi, özellikle ardı arkasına patlak veren kapitalist aşırı üretimi yarattığı kaçınılmaz ekonomik krizler,emperyalist burjuvaların,sömürülen ülkelerden elde edikleri karlının bir kısmını kendi ülkesindeki işçilere ve emekçilere vermesini imkansız hale getiriyor.Ve böylece sosyalizmin karşıtı ve “sömürüyü ortadan kaldıran alternatif” sistem olarak lanse edilen “sosyal-devlet” ve “refah toplumu” tarihe karışıyor. Bunun için Almanya’da,da burjuvazi ve kapitalizm savunan partiler ucuz iş gücü piyasası yaratmaktan vazgeçmeyecekler ve de isteseler de vazgeçemeyecekler.
“Sosyal –Avrupa”,”sosyal-Almanya” maddi temeli olmayan boş bir lakırdıdan öte hiç bir şeyi ifade etmiyor ve etmeyecek.
Günümüzün koşullarında, ya sosyalizm, ya kapitalizm’in dışında başka bir alternatif yoktur.Bu gerçeği görmeyen, “işçi ve emekçilerin çıkarı “adına kapitalizmi restore ederek yaşatmayı kendilerin için siyasi amaç edilenlerin yanılgılarını sosyal-pratik adım başı gösteriyor ve göstermeye devam edecek.
SPD gerçeği
SPD’nin b u seçimlerde %23 oranda oy alması .(ki bu şimdiye kadar katıldığı seçimlerde aldığı en düşük oy oranıdır) onun neo-liberal politikalardan vazgeçip , “sosyal.devlet” politikasına geri döneceğini umutlarını yeşertmişti.
Oysa SPD,izlediği politikalar sonucu ilk kez seçimlerde oy kayıp etmiyordu.
SPD,kapitalizmin savunması ve yaşatılması gündeme geldiğinde, işçileri ve emekçileri karşısına almaktan zere kadar tereddüt göstermemiş bir parti olarak tarihe geçmiştir.
Schröder ve onun politikasının destekleyen SPD, ucuz iş-gücü piyasası yaratma politikalarının kendilerine oy kayıp ettireceğini biliyorlardı.Ama Schröder “Alman sermayesinin” varlığını sürdürmesinin ve AB’ni arkasına alarak dünya pazarlarına egemen olmasının ancak Almanya’da ve AB’de ucuz iş-gücü piyasası yaratılmasına bağlı olduğunun farkındaydı ve bunu “Alman kapitalizmi” için “varlık,yokluk” sorun olarak görüyordu.
Alman sosyal-demokratları, 1914 de “Alman kapitalizm” için emperyalist savaşın gerekliği gündeme geldiğinde hemen savaşı kredilerinin lehine oy vermişti ve seçimlerde yine bugünküne benzer şeklide oy kayıp ettikleri halde, izlediği politikadan bir adım dahi geri dönmemişti.
O dönemde SPD’den ayrılanlar (ve özellikle SPD gençlik örgütü) Rosa Luxsemburg ve Karl Liebkneceht önderliğinde KPD’in kuruluşuna katıldılar ama, SPD yoluna devam etti ve Weimarer cumhuriyetinin kurulmasını gerçekleştirmekten, ,Rosa Luxsemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki işçi sınıfının ayaklanmasını bastırmaktan, Rosa’yı ve Karl Liebknecht katletmekten (zere kadar) tereddüt göstermedi.
SPD, Hitler faşizmine karşı KPD’le birlikte anti-faşist cephe kurulmasına yanaşmadı. Kapitalizm savunan Hitler’i, sosyalizm savunan KPD’ye tercih etti ve faşizmin iktidara gelmesi için elinde geleni ardına koymadı.
Hitler faşizm tasfiye edildikten sonra açıkça sosyalizme karşı kapitalizmden yana tavır aldı.1966’da yeniden patlak veren kapitalizmin ekonomik krizi karşısında, “sosyal ve demokratik hakların savunucusu” pozlarında hareket ederek işçi ve emekçileri aldatıp,1945 beri “birlik partilerine” karşı ilk kez oy çoğunluğunu sağlamasına rağmen,kapitalizmin “müşkül durumda “ olduğunun his eder,etmez CDU,CSU ile hemen “büyük partiler hükümetini” kurdu.SPD’nin tarihi işçileri ve emekçileri aldatma politik manevralarıyla topludur.
SPD, devamlı kapitalizmin durumuna ve temsil ediği işçi aristokrasi tabakasının çıkarına göre politika izlemeği kendisi için vazgeçilmez ilke haline getirmiştir.
Alman sosyal-demokratları 1914 öncesi,Marksist ve devrimciydiler ama I.emperyalist savaş sırasında emperyalist burjuvazisini destekleyerek,Marksizm’den ve devrimden koparak reformist bir burjuva partisine dönüştüğü biliniyor.
SPD, tüm bunlara rağmen (bir dönemle sınırlıda olsa) ”Marksist bir parti” olduğu iddiasını sürdürmekten de vazgeçmedi ama,proletarya diktatörlüğüne karşı çıktı,burjuva parlamenter rejiminin diktatörlük olduğunun inkar edip, onun “sosyalleştirilmesinin” ifadesi olan “demokratik sosyalizm” kavramının arkasına gizlenerek “sosyalist” olduklarını öne sürebildiler.
Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerde başlayan ve eski sosyalist doğu-Avrupa ülkelerine doğru yayılan kapitalizme geriye dönüş,bürokratik diktatörlüğe geçiş, SPD’nin lafta savunduğu Marksizm’den ve “demokratik –sosyalizm” hedeflerinden vazgeçmesi için “bulunmaz” fırsat yarattı.
Nitelim,1958 Godesberger kongresinde SPD, “sosyalizm karşısında, kapitalizmin zafer kazandığını” ileri sürerek, “sosyalizme” gerek olmadığını iddiasıyla, ”demokratik sosyalizm” kavramıyla formüle edilen programın yerine , “sosyal-Pazar ekonomisi” tanımıyla ifade edilen program kabul etti.
Sovyetlerin ve doğu –Avrupa ülkelerinin devlet kapitalizminden, özel teşebbüsçü kapitalizme geçmeleriyle birlikte SPD, “sosyal-Pazar ekonomisi” programını savunmaktan da vazgeçip, neo-liberal politikalara adapte oldu.
1998 yılında yeşille birlikte hükümeti kuran Schröder,2003 Hamburg kongresinde “Agenda 2010”isimli programı SPD’ye kabul ettirdi ve böylece “sosyal-Pazar ekonomisinden” neo-liberalizm’e geçişi tamamlattı..
SPD’nin 27 eylül 2009 seçimlerinde aldığı ağır yenilgiden sonra yaptığı kongre, tarihine yakışır tarzda cereyan etti.Schröder döneminde tespit edilen ve izlene politikalardan “geriye dönüş” olamayacağını “dosta, düşmana” gösterdi.
Ve böylece SPD, seçim yenilgisiyle “sosyal-devlet” politikasına geriye döneceğini umut eden “sosyalist” geçine reformistleri de hayal-kırıklığına uğratmış oldu.

SPD’den ayrılanların hedefleri
SPD’nin tarih sürecinde içinde iki kez kendilerinden ayrılanların kurdukları partiler, siyaset arenada güçlü bir tarzda yerlerini alabilmişlerdir.
I.emperyalist savaş sırasında (yukarda da vurguladığınız gibi)II.enternasyonal oportünizmin öncüsü bir parti olarak harekete etmeye başlayan SPD’den ayrılan Rosa Lüxsemburg ve Karl Liebknecht önderliğinde kurulan KPD ve 2003 Hamburg kongresiyle “sosyal Pazar ekonomisi” politikalarından vazgeçip, neo-liberal politikaya dönüşle birlikte çıkarılan Hartz yasaları karşında kurulan WASG isimli partinin, PDS (demokratik sosyalist parti)le birleşerek Linke(sol) isimli partide bir araya gelmeleri.
SPD’den ayrılanların ideolojik farklılıkları ve amaçları tespit ediğimizde birincisi: SPD’nin terk ediği Marksizm’in yollunda yürüyerek,sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü kurma mücadelesine kararlı bir tarzda devam ederken, ikincisi,kapitalizm ve burjuva demokrasine savunan SPD’nin terk ediği ”sosyal-Pazar ekonomisi” diye formüle edilen politikaları sürdürmeğe çalışıyor ve burada kapitalizmi tasfiye ederek sosyalizm kurma diye bir amaç yok.
KPD, izlediği Marksist-Leninist ideolojik ve siyasi çizgi sayesinde 1929 kriz döneminde, gerek işçi sınıfı hareketinde,gerekse seçimlerde SPD’yi etkisiz hale getirip, ondan daha güçlü parti haline gelirken,Linke(sol) parti 2007 de başlayan ekonomik kriz döneminde aynı başarıyı gösteremedi. 27 eylül 2009 seçimleri bunun önemli göstergelerinden birisidir.
Ekonomik kriz döneminde baştaki hükümet, tekelci burjuvazinin çıkarı doğrultusunda (açık bir tarzda) politikalar izlemesine rağmen,şimdiye kadar federal parlamenton seçimlerine katılmanın en düşüğü %70 oranı bu seçimlerde ortaya çıktı. Bir önceki federal meclis seçimlerine göre bu seçimlerde,nüfus artışına göre artması gereken seçmen sayısı 4.308.232 olarak azalmış ve 62 milyon küsur seçmenden,19 milyon küsuru bu seçimde ya oy kullanmamış veya geçersiz oy vermiş.
Bu rakamlar, Almanyalıların önemli bir kesiminin kendi sorunlarının parlamento platformunda çözüleceğine inanmadığını gösteriyor. Buradaki pasif direniş aynı zamanda Linke(sol) partinin parlamentarizm mücadelesine de bir tepkinin ifadesidir.
CDU/CSU( sağcı muhafazakar partiler ) bir önceki seçime göre 1.979.055 oy kayıp etmiş.SPD’nin kayıp’ıysa bir önceki seçimlere göre 6.205.822 oydur
Bir önceki seçime göre oylarını, Grüne (yeşiller)802.871,FDP 1.664.879 ,Linke(sol parti) 1.035.960 artırmış. (3)
Görüldüğü gibi CDU/CSU ve SPD’nin (aynı zamanda hükümetteki partiler) birlikteki oy kayıpları 8.184.877 ken, parlamentoda yer alan muhalefet partilerin aldıkları oylardaki toplam artışı 3.503 730 dur.
SPD’nin kayıp ettiği oylardan Linke (sol) parti ancak 1/6’ni alabilmiş.
Linke (sol) parti Almanya genelinde %12 yakın oy alırken, doğu -Almanya’daki oy oranı % 28’lere kadar çıkardı.Ve yine bir önceki seçimlere göre doğu-Almanya’da 3.sıradaki partiyken,bu seçimlerde CDU’la hemen ,hemen aynı oranda oy alarak 2.sıradaki parti konumuna erişti.
Linke (sol) parti için doğu ve batı Almanya arasında oy farkının bu kadar olmasının nedeni;doğu- Almanyalıların sosyalizm özlemlerinin her gecen gün daha da artmasından dolayıdır.
Almanya’nın doğusu ve batısı arasında büyük bir uçurum var.Doğuda İşsizlik ve yoksulluk büyük boyutlara doğru tırmanıyor. Doğu Almanlar, batı-Almanya tekelci burjuvazisi tarafından aldatılmanın öfkesi içindeler.DDR döneminde işsizliğin,evsizliğin,sefaletin olmaması batı-Almanya burjuvazisine duyulan öfkeyi her gecen gün daha da artırıyor.
Linke(Sol) partinin “doğu-Almanya kökenli” parti olarak lanse edilmesi,doğu-Almanyalıları bu parti etrafında toplanmaya itiyor. Ama Linke(sol) parti, izlediği siyasi ve ideolojik çizgisiyle doğu-Almanyalıların sosyalizm duydukları özleme cevap vermedikleri gibi, DDR bir bütün olarak karalayan batı-Alman burjuvazisiyle birlikte hareket etmekte sakınca görmüyor.(5)
Kapitalizm, her gecen gün gerçek yüzünü göstermesine rağmen, Linke (sol) partinin yönetiminde çoğunluğu elinde tutan DDR kökenli revizyonistler, sosyalizmin, kapitalizm karşı alternatif sistem olarak öne sürülmesine engel çıkarıyorlar ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla insanın insan tarafından sömürülmesine son verile bileneceğini inkar ediyorlar.Neo-liberal ekonomik- politikaların kapitalizmin doğal niteliğinden kaynakladığı gerçeğinde hareket edenler, tekellerin özel mülkiyetlerinin kamulaştırılmasını (yani devletleştirilmesini) gündeme getiriyorlar.Linke(sol)parti içindeki sosyalistlerin bu çıkışlarından rahatsız olan burjuvaziyi “sakinleştirmek” görevi Linke parti yöneticilerine düşüyor! ve hemen “ Biz özel mülkiyete,özel teşebbüse karşı değiliz “açıklamalarını yapmakta zaman kayıp etmiyorlar.
Oysa neo-liberal ekonomik-politikaların yarattığı yoksulluğunu,işsizliği ve sefaletin önüne geçmek ancak Tekelleri hedef almakla mümkündür.Sadece tekellerin vergilerini yükselterek onlar etkisiz hale getirilemez.Onlar mülkiyetten arındırmadan yoğunlaştırdıkları sömürü,işsizlik ücretlerin durmadan düşürülmesi ve yoksullaşma durdurulamaz.

Sonuç Olarak
Almanya’da seçimler sonrası, burjuvazinin neo-politikaları daha da kararlıkla sürdüreceği anlaşılıyor.Neo-liberal politikaların takipçileri tekelci burjuvazinin ve işçi aristokrasinin partilerinin hiç biri izledikleri politikalarda vazgeçmeye niyetlerinin olmadığı açığa çıkıyor. Bu seçimlerin ortaya çıkardığı bir diğer gerçekse, neo-liberalizme karşı mücadelenin parlamenter sistemin içine habis edildikçe, herhangi bir başarılı adımın atılmasının imkansız olduğunun anlaşılmasıdır.
Almanya’nın bugünkü koşullarında Linke(sol) partinin federal parlamentoda çoğunluğu sağlamasına imkan yoktur. Bu bilindiği için Linke(sol) partide, Grüne ve SPD ile birlikte hükümet kurmanın hesapları yapılıp duruluyor.
Fakat Linke(sol) parti sadece, neo-liberalizm’e karşı öne sürdüğü taleplerinden vazgeçip, politikasından taviz verdiği zaman SPD’le ,bazı eyaletlerde hükümet kurabiliyor. (6)
Gelişmeler neo-liberal ekonomik politikaya karşı öne sürülen talepler, ancak işçilerin,okuyan gençliğin grevleri,boykotları ve direnişleriyle elde edile bilineceğin gösteriyor. www.yyildirim.de.vu



..............................................................................................................................................
(1) Sosyal-devletle,kapitalizmin arasındaki çelişkinin vurucu örneklerinde biri, bürokratik-kapitalizmin egemenliği altına giren Sovyetlerde ve doğu-Avrupa ülkelerinde görüldü.Bu ülkelerdeki burjuvazi, sosyalizmin kırıntısı olarak muhafaza edilen “sosyal-devleti” ortadan kaldırmadan,işsizlik ve ucuz iş gücü piyasası yaratılmadan kapitalist ekonominin daha gelişemeyeceğini,ekonomik tıkanıkların açılamayacağını gördü ve devlet-kapitalizminden, liberal-kapitalizme geçiş yaptı.
(2) Bunun için Almanya’da,da ilk önce işsizliği azaltmak için kurulan, ama yeterli kar elde edemedikleri için “zarar eden” ve devletin sübvansiyonlarıyla yaşatılan işletmelerin varlıklarına son verildi.
Batı-Almanya’nın doğu-Almanya’yı yutması sonucu, doğu-Almanya’daki işletmelerin büyük bir çoğunluğu kapatıldı.Çünkü bunların hiç bir kapitalist pazarda kar elde edebilecek işletmeler niteliğinde görülmedi.
Batı-Almanya’da yine devletin sübvansiyonlarıyla yaşatılan devlet işletmeleri özelleştirildi. Devlet sübvansiyonları için harcadığı ve özelleştirmelerle elde ettikleri paraları uluslararası pazarlarda faaliyet gösteren Holdinglere ,özellikle bankalara aktardı. O dönemde İş başında olan Kohl hükümeti izlediği bu ekonomik-politika işsizliği birden bire üst boyutlara tırmandırdı. Bu ekonomik-politikayı izleyen ve işsizliği büyük boyutlara çıkaran,CDU,CSU ve FDP hükümetine karşı işsizliği azaltmak vaatleriyle SPD-Grüne (yeşiller)seçimlerde çoğunluğu sağlayarak hükümete geldiler.
1998 de burjuvazinin vergilerini düşürerek onları yatırımlara teşvik edip,sözde yeni iş yerleri açılarak işsizliği azalacağı iddiasıyla hareket eden Schröder,Kohl hükümetinin burjuvazinin dünya pazarlarına egemen olmasını sağlayacak olan rekabet gücünü artırmayı amaçlayan politikalara devam etmekten başka bir şey yapmadı ve “Alman tekellerini” gerek AB’nde, gerekse dünya pazarlarında en güçlü uluslararası tekeller olmalarının yollarını açtı, ama işsizlik azaltılması bir yana, daha da arttı.
”Alman burjuvazi”sinin ele geçirdiği ekonomik gücünü muhafaza edebilmesi ve geliştirmesi Almanya’da,da ucuz iş gücü piyasasını yaratmasını zorunlu kılıyordu.Bu iş ancak burjuva sendikacıların örgütü SPD yapabilirdi ve Schröder bu görevi cesaretle üzerine aldı.İşsizliği azaltma adına,işsizlerin en düşük ücretli işleri kabul etmek zorunda bırakan yasaları, o dönemin muhalefet partileriyle birlikte yürürlüğe koydu.Ve Almanya’da,da yoksullaşmanın kapılarını ardına kadar açtı.
(3) Piraten (korsanlar) ismiyle kurulan doğru, dürüst bir amaç taşımayan ve gençlerden oy alan parti bile %2 oranla 845.904 oy alabildi.
(4) Batı-Almanya’da sol parti ancak 5.sırada yer alabiliyor.
(5) Doğu-Almanyaların sosyalizme duydukları özlem,doğu-Almanya’yı Gorbaçov’dan 4 milyar € (eu)satın alan Batı-Alman burjuvazisini müthiş tedirgin ediyor. Bunun için bu sene doğu ve batı Almanya’nın birleşmesinin yıl dönümünü daha “görkemli” şekilde kutlanması için tüm propaganda mekanizmalarını hareket geçirdiler.DDR’in bürokratik diktatörlüğünü bahane ederek, sosyalist dönemi ve sosyalizm kararlamak için yoğun propagandalara giriştiler.Günlerce basın-yayın organları bu iş “hakkıyla” yerine getirmeye çalıştı.Ama Doğu Almanyalılar, bu seçimlerde,de Almanya’nın birleşmesi kendilerini yoksulluğun pençesine atmakta başka bir iş yaramadığının farkında oldukların gösterdiler.Burjuvazinin demagojik propagandası doğuluların sefalet için itildiği gerçeğinin üstünü örtemiyor.Doğu-Almanyalılar sosyalizmi? Kapitalizmi? sorusuna cevaplarını vermişlerdir.BBC, bile “Almanya’nın birleşmesinin yıl dönümü” vesilesiyle yaptırdığı araştırmada, “Almanya’nın birleşmesinin” kapitalizm zaferi olarak görülmediğini ilan etmek zorunda kaldı.
(6) En yakın örnek Brandeburg eyaletinde kurulan SPD-Linke(sol) hükümetidir.Burada Linke parti neo-liberalizm ihtiva eden hükümet programını kabul ediği için hükümete katılabildi. Bundan önceki CDU-SPD hükümetinin programının aynısı, SPD-Linke hükümetini programı olarak kabul edilmiştir

27 Kasım 2009

12 Eylül Faşist Darbesinin Gerçek Nedenleri

12 Eylül faşist darbesinin gerçek nedenleri
 
12 Eylül faşist askeri darbesinin oluşumunun gerçek nedenleri,  Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve siyasi yapısı incelenmeden açığa çıkarılamaz.
12 Eylül, 1960’tan 1980’e kadarki süreç boyunca devam eden işçi sınıfının, emekçi halk kitlelerinin ve gençliğin kapitalist sistemin yarattığı sömürüye, baskıya karşı isyanının faşist barbarlıkla bastırılmasının ifadesidir.
1960 askeri darbesi, o güne kadar gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı sosyal, ekonomik gelişmelerin cumhuriyetin kuruluşundan itibaren egemen kılınan siyasi rejimin, artık yaşamını sürdüremeyeceği koşullarının ortaya çıkmasının göstergesiydi.
Türkiye, cumhuriyetin kurulmasından 1950’ye kadar, var olduğu kadar ile sanayi ve banka işletmelerinin devletin elinde olduğu, pazar ekonomisine esasta tabii olmayan, bazı alanlarda feodal ve yarı feodal ilişkilerin var olduğu, kapalı tarım ekonomisinin egemenliğinde geri tarım ülkesiydi. Bu ekonomik ve sosyal yapıyla henüz çelişki içine düşmemiş gerici, giderek faşizme dönüşen diktatörlük de egemenliğini sürdürüyordu.
2. emperyalist savaş sonrası sosyalizmin zaferi karşında uluslar arası kapitalist sistemle tam kaynaşan Türkiye, devlet kapitalizminin ağır bastığı yapıdan “özel teşebbüsçü” adı verilen liberal kapitalist döneme hızlı giriş yaptı ve kapitalizm, (Türkiye şartlarına göre) hızlı gelişme sürecine girerek toplumdaki sınıf farklılıklarını ve çelişkilerini daha da belirginleştirip, keskinleştirdi.
1960’lara gelindiğinde, gelişen kapitalizm tüm hastalıklarını ortaya çıkarmıştı. İşçi sınıfı, sayısal olarak büyümesine rağmen hiç bir demokratik, ekonomik, sosyal haklara sahip değildi. Köylülük pazar ekonomisine bağımlı hale getirilerek kapitalist sömürü çarkının içine alınmış ve kapalı tarım ekonomisi parçalanmış, dolayısıyla sınıf farklılaşması ve yoksullaşma artmıştı. Tüm bu gelişmeler kırların boşalmasına şehirleşmenin hızlanmasına yol açıyordu.
Büyük şehirlerin varoşları giderek köylerden göç eden yoksulların, işsizlerin, çaresizlerin barınağı haline gelmişti.
Bu gelişmeye muhalefet eden burjuva kesimleri dahi baştaki hükümetin (Menderes-Bayar hükümeti)  büyük baskısı altında kalabiliyordu. Bu baskıya karşı bazı demokratik, sosyal ve ekonomik talepleri öne süren işçi ve emekçi kitlelerin desteğini kazanmaya çalışan burjuva muhalefeti (CHP) güçlenmekteydi.
Bunların sonucunda sivil, asker burjuva demokrat aydınların öncülüğünde üniversite gençliği ayaklandı ve arkasından 27 Mayıs 1960 askeri darbesi geldi.
Askeri cunta,  darbe öncesi öne sürülen demokratik hak ve özgürlüklerin kısmen de olsa yürürlüğe girmesini sağladı.
Bu dönemden sonra, Türkiye’nin geri kapitalist ekonomik yapısının yarattığı artan işsizliğe, yoksulluğa karşı mücadele, Türkiye’nin siyasi gündemini belirledi.
Diğer yandan 27 Mayıs 1960’ta ordunun baştaki faşist hükümete karşı darbe yapmasının ve demokratik hakların savunmasından yana tavır almasının ana nedeni, liberal kapitalizmin gelişmesi sonucu, devlet kapitalizmin ağır bastığı dönemin imtiyazlı bürokrat ve militarist güçlerinin sosyal ve ekonomik konumlarını yitirmesiydi.
Devletin maaşlı memurları olduklarından dolayı kapitalist ekonominin yarattığı olumsuzluklardan ordu mensuplarının da etkilenmeleri doğaldı.
Kendilerini de “yoksullaştırmaya” sürükleyen Menderes-Bayar hükümetinin izlediği ekonomik politikalara ve onların baskıcı yönetimlerine bunun için karşı çıkmaktaydılar. Bu karşı çıkış, işçi ve emekçilerin ekonomik çıkarlarıyla kısmen de olsa örtüşüyordu.
Kapitalizmin yoksullaştırmayı ortaya çıkarmasının askeri darbeye yol açması, uluslararası burjuvazinin uzantısı Türkiye burjuvazisinin uyanmasına neden oldu ve ekonomik sistemine ordu kurumunda adapte edecek şekilde girişimlerine CIA’in yol gösterisi ile zaman kaybetmeden başlandı ve bugün Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri haline gelen OYAK’ı kurdular. Böylece ordu kurumuyla tekelci sermaye arasında kaynaşmanın ve bütünleşmenin gerçekleştirilmesi ekonomik olumsuz gelişmelerden ordu mensuplarının etkilenmesi önlediği gibi onlara refah bir yaşam da sağlanmış oluyordu. Ve böylece, kapitalizmin olumsuzluklarından, krizlerinden etkilenmeyen ordu kurumunu kendilerinin doğrudan bir parçası haline getirdiler.
27 Mayıs sonrası emperyalist-kapitalist burjuvazinin yoğun baskısı sonucu darbecilerin tekrar sözde demokrasiye geçişi kabul etmesi, DP’nin devamı olan ve özel teşebbüssün giderek güçlenmesini hedefleyen burjuvazinin siyasi partilerinin iktidarlarını geri almalarının yol açmıştı.
Bu gericiler hiç bir zaman 27 Mayıs sonrası yürürlüğe koyulan bazı demokratik hak ve özgürlükleri içlerine sindirmediler ve onları ortadan kaldırmak için durmadan mücadele ettiler.
Onlara göre bu hak ve özgürlükler devleti zaafa uğratmış, onun otoritesini sarsmış ve gelişen ve genişleyen kitlelerin eylemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Mücadelenin gelişmesinin nedeni artan yoksullaşmayı değil de, devletin otoritesinin zaafa uğratılması olarak gösteriliyor ve 1960 öncesi diktatörlük biçiminin yeniden oluşturulmasını istiyorlardı.
DP-AP görüşlerine karşı çıkanlar ise 1950 öncesi devlet kapitalizminin özlemi içindeydiler. İşsizliğin, çaresizliğin ve yoksullaşmanın nedeninin de devlet-kapitalizm’inden vazgeçmeyi sağlayan ekonomik-politik uygulamalarda arıyorlardı.
Oysa Türkiye’nin uluslararası kapitalizmle tam kaynaşması ve onun bir parçası haline gelmesi yeniden 1950 öncesine dönülmesini objektif olarak imkânsız kılmıştı. Bir dönem özel teşebbüsçülüğü değil de devlet kapitalizmini tercih eden CHP dahi 1950 öncesinin ekonomik-politik uygulamalarına geri dönülmesini istemiyordu.
Bu düşünceyi, devlet kapitalizmini sosyalizm olarak lanse eden sosyalist kisveli revizyonistlerden başkaları savunmuyordu. Bunların yoğun çabaları, kapitalizmden soyutlanan sözde emperyalizmden bağımsızlık görüşleri, ordu içinde ve dışındaki aydınları etkileyip, 27 Mayıs’ın yarım bıraktığı görevleri tamamlayacak darbenin yapılması için ortam hazırlanmaya girişildi.
Onlar hala ordunun 27 Mayıs öncesi yapıda olduğunu zannediyorlardı; oysa tekelci burjuvazi tüm açıklarını kapatmıştı ve oligarşi iktidarına orduyu da kurum olarak dâhil etmişti.
Tüm değişikliklere rağmen hale ”ulusal kurtuluşçuluğun”, Kemalizm’in yoğun propagandasıyla askeri darbenin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi sayesinde her şeyin düzelebileceği savunuluyordu.
1966 yılına gelindiğinde uluslararası kapitalizmin krizi yenide başlamıştı ve bu durum dünyada kapitalizmin sömürü ve baskısı altında olan emekçilerin başkaldırılarının yoğunlaşmasına yol açtı.
Kapitalizmin krizinin etkileri 1968’de doruk noktasına erişti, Avrupa’da başlayarak, Türkiye’yi de içine alan mücadele, burjuvaziyi ve hükümetleri müşkül durumda bırakıyordu. Gerek Avrupa’da, gerekse Türkiye’ de öğrenci gençlik eylemleri olarak başlayan mücadele,  işçi sınıfına ve emekçi kitlelere doğru yayılıyordu.
Böylesine ideolojik ve siyasi çatışmaların devam ettiği bir dönemde, işçi, emekçi ve gençlik kitleleri, emperyalizme ve kapitalizme karşı talepleriyle sokaklara dökülerek ekonomik ve sosyal haklarını elde ediyorlardı.
Türkiye de özel teşebbüsçü kapitalizmin takipçisi Demirel Hükümeti’ne karşı kitlesel mücadelelerin, “sol” askeri darbenin oluşumuna doğru kanalize edilmesi, mücadelenin kapitalizmin çıkmazına hapsedilmesiyle eş anlamlıydı.
Ama bu süreçte kapitalist sistem içinde sözde çözüm aramaların dışında, kapitalizme karşı sosyalizm ve proletarya iktidarı taleplerini öne süren sosyalist hareketler ortaya çıkıp örgütlenmeye başlamıştı.
Bu dönemde Marksist- Leninist görüşler özellikle öğrenci gençlik üzerinde büyük etki göstermeye başladı. Ve proletarya devrimi olmadan, sömürüden, baskıdan kurtuluşun imkânsız olduğu görüşleri, devrimci gençliği egemenliği altına aldı. Artık gündeme gerçek sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışma girmiş. Devrimci görüşleriyle işçi ve emekçi kitlelere giden gençler, on binlerce işçi ve emekçiyi düzene karşı başkaldırıya itiyorlardı.
İşçi sınıfı devrimciliğinin gelişmesini görmezlikten gelerek 9 Mart 1971’de “sol” askeri darbeyi tezgâhlamak isteyenlerin “hevesleri kursaklarında kaldı”. Çünkü faşist generaller bunları oyuna getirip, darbeyi boşa çıkarabildiler ve kısa bir müddet sonra ordu içinde sosyalizm adına devlet kapitalizmini savunan güçler tasfiye edildi.
12 Mart 1971’de başlayan bu süreç, faşist generallerin orduya tam egemen olmalarına, 27 Mayıs’ın tüm kalıntılarını ortadan silmelerine yol açtı.
Ama aynı dönemde işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesini devrim amacına yönlendirmek için silahlı mücadeleye zamansız başlayanlara karşı faşizm azgın saldırıya geçti. Sözde onları yok ederek işçi ve emekçilere gözdağı verecekti. Ama sosyalist devrimciler, işçi ve emekçilere sınıfsal kurtuluşlarının kapitalizmin alternatifleri içinde olmadığını göstermeyi başlamışlardı.
Faşist generallerin,  kapatmadıkları parlamentoya dayanarak yeniden sözde demokrasiye geçiş girişimi Türkiye’nin yeni bir siyasal döneme girdiğini açığa çıkardı.
1946’da sözde çok partili demokrasi girildiğinden beri Türkiye halkı ilk kez 1973’te yapılan seçimlerde faşistleri, dinci gericileri, sağcıları, kısaca toplumsal gericileri değil de kendine “solcu, sosyal-demokrat” diyen, “düzen değişikliği” istediğini ileri süren partiyi tercih etti.
Ecevit’in  “sosyalist”,  hatta “komünist” olduğunu öne süren CHP’nin sağ kanadıyla birleşen İsmet İnönü’nün keskin taraftarlığına rağmen ülkedeki “solun”  giderek güçlenmesinden dolayı Ecevitçiler “solcu” kisvesiyle CHP’nin yönetimini ele geçirdiler. Ecevit’in sözde solculuğu,  sol sloganları demagojik tarz kullanması, CHP’nin seçimlerde güçlü birinci parti olarak çıkmasını sağlamıştı.
Ecevit, seçimler sırasında “evet bizde sömürünün ortadan kalmasını istiyoruz ve insanın insan tarafından sömürülmesine karşıyız, su kullananın, toprak işleyeni olacak” nutuklarıyla halkı aldatmaya çalışıyordu. Ama onun “sol”a sahip çıkmasının nedeni işçi ve emekçilerin uyanışıydı.
Bu durum, egemenleri, gerici ve faşistleri, dincileri tedirgin etti, korku ve paniğe sürükledi.
1950’den itibaren toplumu etkisi altına alan anti-komünist, gerici, dinci ve faşist düşüncelerin sayesinde seçimler ile iktidara gelerek “ demokrasi” havarisi kesilen uluslararası kapitalizmin uzantısı tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin partileri “demokrasi ve serbest seçimler” ile iktidarlarını sürdüremeyecekleri şüphesine kapıldılar. Demokrasi adına yıllarca sürdürdükleri demagojik propagandaları sosyal-pratik tarafından geçersiz hale getiriliyordu.
Göstermelik demokrasinin dahi iktidarlarını sürdürmenin bir aracı olmadığının ortaya çıkmaya başlaması, gericileri aralarındaki iktidar çatışmalarını bir yana bırakarak, komünizme gidişin yolunun açacağını iddia ettikleri sözde solcu CHP’yi de içine alan sola karşı Milli Cephe’yi kurmalarına neden oldu.
Demirel, bu vesileyle kendiden ayrılan ve Celal Bayar’ın tam desteğiyle kurulan DP isimli partiyle yeniden AP’de birleşti ve dinci gericilerle, Hitler faşizminin Türkiye’deki kolu MHP ile Milli Cephe’yi kurdu. Böylece sosyalistlere, devrimci sosyalist gençliğe, işçilerin ve emekçilerin uyanan kesimlerine karşı yoğunlaştırılan anti-komünist propagandayla siyasi saldırı dönemini başlattı.
Sivil faşist çeteler, ülkenin dört bir yanında işçilere emekçilere karşı saldırılara geçtiler. İşçilerin ve emekçilerin içinde (ülkenin her tarafında) örgütlenen devrimciler, MC hükümeti sayesinde devletin militarist kurumlarının, yani asker ve polislerin desteğini alan faşist sivil çetelerin saldırılarını geri püskürttüler. İşçileri ve emekçileri tekelci burjuvazinin ekonomik ve MC hükümetinin siyasi saldırılarına karşı seferber ettiler.
Sivil faşist çetelerin saldırıları devrimcileri, gençliği, işçi ve emekçileri sindiremedi aksine daha da gelişip genişlemelerine neden oldu. Türkiye’nin şehirlerinin, kasabalarının çoğunluğu, mahalleler, özellikle büyük şehirlerin varoşları, üniversiteler devrimcilerin egemenliği altına girdi.
Devrimci mücadelenin bastırılamamasının sonucunda, kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesi Türkiye’yi tam anlamıyla çıkmaz sokmuştu. Çünkü ülkedeki işçi ve emekçilerin mücadelesi, uluslararası bankaların yüksek faizli kredilerinin geriye ödenmesinin garantisini önlediği için Türkiye, acil ihtiyaçları duyduğu borç parayı dahi bulamıyordu.
Bu durum karşısında MC hükümeti Türkiye’nin iflasını açıklamakta dahi çekinmedi. Demirel “devlet 70 sente muhtaçtır” diyerek ”feryat figan” ediyordu.
Türkiye’de artık askeri darbe isteyen ve onun tezgâhlanmasına girişen “solcular” değil faşistler ve gericilerdi.  Demirel, bizzat kendisi askeri darbenin ortamı hazırlamaya soyunmuştu.
1977’lere gelindiğinde,  MC hükümetinin, izlediği ekonomik-politika ve faşist saldırılar halkın çoğunluğunun tepkisini çekmiş ve onları terk etmişlerdi.
1977 seçim dönemi, reformist politikalar ile halk kitlelerinin karşınsa çıkan CHP’nin seçimleri kazanacağı belli oluyordu.
CHP’nin seçimi kazanmasının devrimcilerin, sosyalistlerin daha da güçlenmesine yol açacağını düşüne tekelci burjuvazinin ve generallerin bir kesimi o dönemde askeri darbe yapılmasını istiyor ve bunun ortamını yaratmaya çalışıyorlardı. Diğer bir kesim ise kendi tanımlarıyla “solcu” CHP’ye karşı yapılacak askeri darbe, ona ümit bağlayan büyük halk kesimlerini karşıya almak, ülkeyi sağ ve “sol” diye cephelere bölmek ve daha korkunç siyasi çatışmaların ortamını yaratmak demek olduğunu öne sürerek, darbenin yapılmasını erken buluyorlardı.
Bu dönemde darbe yapılmasını isteyenler, seçimler sırasında Ecevit’e suikast yapıp ordunun devreye girmesinin ortamını yaratmaktan çekinmediler. Ama generallerden darbenin yapılmasını erken bulanlar (bu dönemde darbe isteyenler MHP ile birlikte hareket eden ordu mensuplarıydı) darbecilerin planlarını bozdular. Ve de yapılan seçimlerde CHP %42 oy oranıyla halk kitlelerinin büyük bir umudu olarak iktidara geldi.
Aslında Türkiye’nin ekonomisinin bataklığa gömüldüğü koşullarda CHP’nin iktidara gelmesine izin vermek onun intihara sürüklemek demekti. Çünkü kapitalizmin krizinin en şiddetli tarzda cereyan ettiği dönemde, sözde ekonomik ve sosyal reformlarla kapitalizmi yaşatmayı hedefleyen sosyal-demokratların halka vaat ettikleri demokratik özgürlükleri ve ekonomi, sosyal hakları yürürlüğe koymalarına imkân yoktur.
Tekelci burjuvazi bu durumu çok iyi tahlil etmişti. CHP’nin halk kitlelerinin ekonomik ve sosyal durumların düzeltmek için hiç bir şey yapamayacağını biliyordu. Kapitalizm ve tekellerin egemenliğini savunan CHP, ekonomik krizden kurtulmak için krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmakta öte hiç bir şey yapamazdı.
Bunlardan dolayı CHP; kendinden öncesi MC hükümeti ne yaptıysa onu yapmaya, onun ekonomik politikasını takip etmeğe mahkûmdu, çünkü kapitalizme karşı olmadan ve kapitalistleri etkisiz hale getirmeden halkın çıkarına yönelik bir adım dahi atılamazdı. Ekonomik krizden, krizin yükü halkın veya burjuvazinin sırtına bindirmeden çıkılması imkânsızdı.
Kapitalizmin sözde reformlar ile yaşatılmasını isteyen CHP de, krizin yükünü işçi ve emekçileri sırtına bindirmek için yola çıkmıştı. İktidara gelir gelmez ilk yaptıkları iş, işçi grevlerin durdurmak, işçi ücretlerini ve tarım ürünlerinin taban fiyatlarının düşürmek oldu. TİP’nin etkinliğindeki DİSK yönetimleriyle anlaşan CHP,  işçilerin grev yaparak hak almalarının önüne geçti.
Ama CHP de, kendinden önceki Demirel Hükümeti gibi IMF’nın dayattığı şartlarda kredi bulma istemlerini reddetmesi, burjuvazi tarafından köşeye sıkıştırılmalarına, ekonomik krizin daha da derinleşmesine neden oldu.
CHP hükümetinin iş başında olması zaman kaybı olduğunu düşünen generaller ve burjuvazi, harekete geçerek faşist askeri darbenin ortamının hazırlamak için kolları sıvadılar.
Diğer yandan generaller, MHP’nin faşist çetelerini doğrudan, doğruya emir kumandaları altına alarak provokasyon üzerine provokasyon eylemleri tertip etmeye başladılar. Polisin gözetiminde İstanbul Üniversitesi’nin devrimci öğrencileri silahlarla taranarak katledildi.
Sınıf çatışmasını geri plana atmak için Türkiye’de mezhep çatışmalarını kızıştırmak amacıyla en uygun yerler seçildi.
Maraş, Çorum, Sivas, gibi yerlerde Alevi mezhebinden olanları katletmekten çekinmediler. Maraş katliamı, askerlerin iktidarda söz sahip olmasını sözde istemeyen Ecevit hükümetini sıkıyönetim ilan etmek zorunda bıraktı ve generallerin iktidar inisiyatifini ele almasına yol açtı.
Sıkıyönetim, mezhep çatışmaların bulunduğu yerlerde değil, devrimcilerin, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin yoğun olduğu büyük şehirleri içine alan bölgelerde ilan edildi.
Böylece devrimci hareketleri, işçileri, emekçileri sindirmek için ordu devreye giriyordu.
Sıkıyönetim döneminin başlaması faşist çetelerin provokasyonların yoğunlaşması demekti ve nitekim öyle oldu.
Önde gelen CHP’li olduğu söylenen öğretim üyeleri, gazeteciler, aydınlar birer birer sokak ortasında suikastlar ile öldürülüyordu. Ve toplumda can korkusu yaratılarak panik ortamının doğmasına yol açıldı. Bu cinayetlerin yakalanan katilleri sıkı yönetim hapishanelerinden kaçırılıyorlardı veya sıkıyönetim kumandanlarının verdikleri pasaportlar ile yurt-dışına çıkarılıyorlardı.
Generaller, kendilerini dinlemeyen polislere, emniyet müdürlerine dahi suikast yaptırdılar. Dönemin Adana Emniyet Müdürü’nün öldürülmesi, Adana halkının isyanına neden olmuş ve Adana’da tüm fabrikalar greve gitmişti.
Provokasyonların halkın başkaldırısına neden olduğunu gören burjuvazi, bu sefer Ecevit hükümetini ekonomik alanda sıkıştırmak için karaborsa yaratmaktan çekinmedi. Bu dönemde karaborsa başını alıp yürüdü. Zaruri ihtiyaç maddelerin hiç birisi piyasada bulunamıyordu ve karaborsadan yüksek fiyatlar ile satın almak zorunda kalınıyordu.
CHP’nin reformist siyasi çizgisini hedef alan devrimci hareketler,  faşist generallerin ardı arkası gelmeyen tertiplerine, katliamlarına, sıkıyönetimin saldırılarına, yasaklarına rağmen daha da güçleniyorlardı. Tertip ettikleri yasadışı grevler, fabrika işgalleriyle burjuvaziyi köşeye sıkıştırıp, krize rağmen ücret artışlarını ve ekonomik ve sosyal hakların elde edilmesini sağlıyorlardı. Böylece kısmen de olsa krizin yükü burjuvazinin sırtına bindiriliyordu.
1979 ara seçimlerine karşı başlatılan “seçime boykot” çağrısı halk kitlelerinde cevap bulmuş ve ilk kez Türkiye tarihinde seçime katılma oranının % 50’lerin altına düşmesi sağlanmıştı. Halkın hatırı sayılır bölümü CHP ‘ye oy vermediği gibi, diğer sağcı, faşist ve dinci partileri de tercih etmemişti. Böylece, “seçim değil, mücadele, genel grev” çağrısına pratikte kitlelerin cevap verdiği görülmeye başlandı.
1979 ara seçimlerinde CHP oy çoğunluğunu kaybetti. Bunun üzerine Ecevit hükümetten çekildi ve Demirel’in başkanlığında azınlık hükümeti kuruldu.
Demirel, hükümetini kurduktan sonra bir daha seçimlerin olacağını düşünmediği ve darbenin olacağını bildiği için IMF’nin programını kabul etti ve 24 Ocak Kararları’nı yayınladı. Bu programın hayata geçirilmesi, 12 Eylül öncesi siyasi ortama göre imkânsızdı. Bunun için Demirel, parlamento içi çözümün olamayacağını kanıtlamak için gericiler arası çatışmayı daha derinleştiren taktikler izlemeye başladı. Bilinçli bir tarzda cumhurbaşkanını seçtirmedi.  Bilinçsiz halk kitlelerine bu parlamentoyla hiç bir şeyin çözülemeyeceği inancını yerleştirmek istiyorlardı. Bunun için “yeni bir parlamento” hedefini gözeten erken seçim çağrılarını Demirel, duymazlıktan geldi.
Bu yolla, halk üzerinde  “askerlerin iktidarı almasından başka çare yok” intibasının doğmasını istiyordu. Çünkü 24 Ocak Kararları’nın yürürlüğe koyulması için ilk önce ekonomik krize karşı mücadele eden işçi ve emekçiler sindirilmeleri ve kesin olarak kontrol altına alınmaları gerekiyordu. Bu da ancak, işçi ve emekçileri, gençliği mücadeleye sevk eden sosyalist ve devrimci hareketlerin faşist zorbalıkla ve ülke çapında genel saldırılarla dağıtılıp, tasfiye edilmesiyle sağlanabilirdi. Bunun için generaller iktidara el koydu, partileri,  parlamentoyu, DİSK’i kapattı.
Sendikal faaliyetleri ve grevleri yasakladı. Tüm fabrikaları askeri işgal altına aldı. Diğer yandan hemen önüne gelenleri ve devrimci hareketlerin taraftarı oldukları iddia edilenleri tutukladı ve karakolları, kışlaları, bazı devlet dairelerini işkence merkezlerine dönüştürdü. Tutuklamalar öyle boyutlar aldı ki, stadyumlar aynen Şili’de olduğu gibi gözaltı merkezleri haline getirildi.
Bilinçsiz yığınların desteğini almak amacıyla, “sağ-sol çatışmasına karşıyım” intibasını yaratmak için kullandıkları, provokasyon eylemleri yaptırdıkları sivil faşist çeteleri, aynen Hitler’in harcadığı gibi harcamaktan çekinmediler ve onları da tutukladılar, işkenceden geçirdiler. Devrimcilere, sosyalistlere uygulanan korkunç işkence, zulüm halk kitlelerinin gözünü korkutup, sindirdi.
Bu ortamda 24 Ocak Kararları yürürlüğe koyuldu. IMF programıyla şekillenen neo-liberal ekonomik politika’nın amacı sadece, işçi ücretlerin ve tarım ürünlerinin taban fiyatların düşürmekle sınırlı değildi. Neo-liberalizm, kapitalizmin “yeni bir dönemiydi” ve bu politikanın ilk uygulandığı yerlerden birisi Türkiye oldu.
Kısacası neo-liberalizm, 2. emperyalist savaş sonrası gelişen ve genişleyen sosyalist dünya karşısında kapitalizmi yaşatmak amacıyla burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği ekonomik, sosyal tavizlerin geri alınması ve alabildiğine sömürünün yoğunlaştırılması demekti.
“Sosyal devlet, sosyal pazar ekonomisinin” yerine devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkan  “serbest rekabetçi” dönem adı altında sınırsız sömürü dönemi başlatılıyordu.
Türkiye gibi geri kapitalist ülkelerde, sosyalizme karşı kapitalizmin yaşatılması esas alan politika, orta ve küçük mülk sahiplerinin pazar ekonomisi ve serbest rekabet karşısında devlet tarafından korunma altına alınmasıyla şekillenmişti.
Türkiye’de neo-liberal politikalar, ilk önce devletin tekel dışı üreticileri koruma politikasına son vermekle başlandı.
Kapitalizmin aşırı üretim krizi doğal olarak üretimin daha da düşürülmesini ön görür.
12 Eylül öncesi burjuvazi, aşırı üretimin yarattığı üretimdeki gerilemeye ve durgunluğa rağmen işçilerin işine son veremiyor ve çalışan işçilerin ücretlerini düşüremiyordu. 12 Eylül faşizmi devrimci hareketleri tasfiye ettikten sonra, işçi çıkarmaları serbest bıraktı, 10 binlerce işçiyi işten attılar. Büyük fabrikaların önemli bir bölümü tasfiye edilerek küçük işletmelere bölündü. Ve geriye kalan çalışan işçilerin ücretleri düşürüldü.
Ama esas yöneldiği kesim küçük ve orta tarım üreticileriydi. Bunlara yönelik devlet desteğine ve tarım ürünlerinin taban fiyat uygulamasına son verildi. Böylece yaşamlarını sağlayamayan kırların küçük üreticileri iş bulma umuduyla şehirlere göç etmeye başladılar. Büyük şehirler, kırlardan göç eden fakirler, işsizler, çaresiz insanlarla doldu. Faşist generaller kırların boşalmasını önlemek için büyük şehirlere girişi zorlaştırmaktan dahi çekinmedi.
Tekeller, üretime yönelik olarak değil, rantiyecilikle yüksek gelirler elde etme yolunu seçtiler. Bankalar, yüksek faizli krediler ile üretimi yönlendirmekten koparak rantiyeyciliği esas aldı ve bankerler ile işbirliği yaptı. Bankerler, yüksek faiz vaatleriyle küçük mülk sahiplerinin ellerindeki mülklerin paraya dönüştürüp ellerinden aldı ve özel mülkiyetten arındırma tuzağına düşürdüler ve bu yolla milyonlarca insanın küçük mülklerini ellerinden alıp, tekelci burjuvaziye aktardılar.  Bankaların uyguladığı rantiyecilik sayesinde burjuvazi zenginleşmeleri büyük boyutlara çıktı.
Bu politika, IMF programı adı verilen uluslararası bankalardan alınan yüksek faizli borçların zamanında ödenmesini de sağladı. Böylece Türkiye halkı uluslararası ve yerli tekellerin rantiyeciliğiyle iliklerine kadar sömürülüp, yoksullaştırıldı.
Faşist generaller, 12 Eylül öncesi aşırı üretim sonucu artan stoklardaki malları, “ihracatı teşvik” adı altında maliyetlerinin çok altında dış pazarlarda satışa sundu. İhracatı teşvik adına tekellerin elde etmek istediği kârları devlet karşıladı.
Tüm bunlar 12 Eylül’ün zulüm, soygun demek olduğunun açık göstergesidir. Generaller sadece zulüm ve işkence, katliam yapmakla kalmadılar, korkunç bir sömürü düzeni kurdular. Köylü üreticiler büyük ölçüde tasfiye oldu. Bir avuç holding sahibi tekelci burjuva daha da zenginleşirken, halkın büyük çoğunluğu işsizliğin, yoksulluğun girdabına itildi. Zengin-fakir arasındaki uçurum büyük boyutlara çıkarıldı. 
Bu yoksulluk, dinci gericilik tarafından istismar ediliyor, halk kitleleri kandırılıyor. Çaresizlikle baş başa kalan insanlar, sosyal kurtuluş umutlarını yitirmişlerdir.
12 Eylül’den 30 sene geçmesine rağmen işçi sınıfı, gasp edilen ekonomik ve sosyal hakları hale geriye almış değil, işçilerin (esas olarak) sendika kurma ve grev ve toplu sözleşme hakkı yok, taşeron firmalara mahkûm edilmişlerdir.  İşçi sınıfı bilinçli bir tarzda darmadağın edilerek, kendiliğinden ekonomik mücadelenin etkin bir tarzda ortaya çıkması engellenmiştir.  İşçilerin güçlü topluluklar oluşturmalarını önlemek için küçük işletmelerle sınırlı istihdam politikasını uygulamaya sokulmuştur. Kısacası aradan geçen 30 seneye rağmen 12 Eylül’ün ekonomik, siyasi sisteminden bir adım dahi öteye gidilmemiştir.
 
YAVUZ YILDIRIMTÜRK
yyildirim1918@hotmail.com

"Kürt Açılımının" Gerçek Yüzü

“Kürt açılımının” gerçek yüzü
Ekonomik krizin Türkiyeli emekçileri ve işçileri,işsizliğin, yoksulluğun açlığın girdabına atıldığı,bir milyonun üzerinde çalışanın işine son verilerek çaresizlikle baş başa bırakıldığı dönemde,bundan önceki ekonomik krizleri istismar ederek halkı kandıran AKP hükümeti kriz karşında sıkıştığı köşeden kurtulmak için birden bire “Kürt sorununun “ sözde çözümünü siyasi gündemi birinci maddesi haline getirdi.
Ekonomik krizin siyasi krize dönüşmesinden “ödü kopan” sosyalistler! hemen ve vakit geçirmeden burjuvazinin suni gündemine dört ele sarılarak,”pişmiş aşa soğuk su katmama” titizliğiyle “Kürt sorununun barışçıl” çözümünün yoğun propagandasına girişmede zaman kayıp etmediler.
Dünyanın dört bir tarafında kapitalizmin krizi karşısında işçiler ve emekçiler isyan halindeyken, Kapitalist dünyanın “parlayan yıldız “olarak lanse edilen Çin’de 100 binlerce işçi krizin yarattığı işsizliğe karşı isyan bayrağını açmışken , Güney Kore’de fabrikaları işgal eden işçiler burjuvazinin amansız saldırılarına karşı günlerce direndiklerine dair haberler Avrupa burjuva gazetelerinin dahi manşetlerinden aşağıya inmezken, Türkiye’nin siyasi gündemine kapitalizme karşı mücadele girmiyor ve girmemesi için büyük gayret gösteriliyor.
ABD emperyalizm, “savaşçıl dönemden barışçıl döneme “girdiklerini Güney Amerika ülkelerinde askeri darbeleri yeniden gündeme almasıyla gösteriyor.Buna rağmen, burjuva demokrasinin “aşığı” “Türkiye sosyalistleri” burjuva demokrasinin iki yüzlülüğünü ve sahteliğini görmezlikten gelerek “ burjuva demokrasi için mücadelelerine” büyük bir gayretle devam etmekten yılmıyorlar.
12 eylül faşist rejimini savunucusu burjuva siyasetçilerden, şeriatçılardan, emperyalist tekelci ve “İslamcı” burjuvaziden ”Kürt sorununu barışçıl çözümüyle “ demokrasinin “genişletilmesini” umutla bekliyorlar!.
AKP hükümetinin , devletin ve tekelci burjuvazinin “Kürt sorunun” sözde çözümü için kollarını sıvamasının nedeni açıktır ama hiç kimse gerçeği ne olduğunu açıklamak istemiyor.
Oysa ortada ne Kürt ulusal sorununun demokratik çözümü, nede bu sorunun çözümüyle “Türkiye’nin demokrasileşmesi” var.
İster ezilen ,istese ezen ulusa mensup olsun, burjuvazi kendi sınıf çıkarı için Kürt halkının ulusal sorununu istismar ediyor ve onu egemenliklerinin bir aracına dönüştürmek istiyor.
Obama’nın başkan seçilmesiyle orta –doğuda ABD emperyalizminin politikasında biçimsel değişikliklerin ortaya çıkacağı belliydi. ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesinin gündeme gelmesi ,Saddam İktidarına karşı cephe kuran Irak’ın Kürt feodal- burjuvazisiyle Arap egemenleri arasındaki petrol bölgelerine egemen olma çatışmasını yeniden su yüzüne çıkarıyor.(1)
Türkiye’nin egemenleri de, Irak’la ABD arasında “sıcak” savaşın çıkmasından itibaren kuzey Irak’ın Petrol bölgelerinin kontrolünü ele geçirmek için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bu amaçları uğruna politik taktiklerini değiştirerek bıkmadan, usanmadan çapalarını sürdürüyorlar
Türkiye burjuvazisi, Irak’taki çatışmalardan, mezhep ve ulusal çelişkilerden yararlanarak petrol bölgesine egemen olma sevdasına tutulan “yerli güçlerin” başında geliyor.
“Kerkük ve Musul petrol bölgeleri Osmanlınındı, emperyalistler hile ile bizden aldılar” lafları Türk faşistlerinin ve Osmanlının devamı oldukların ileri süren dinci gericilerin “dilinden düşmez”
Bunun için Turgut Özal ,ABD ile birlikte Irak’a girmek için Türk ordusunun saldırıya geçmesini istiyordu.Ordunun bu işe yanaşmaması ve baskılar karşısında dönemin genel kurmay başkanının istifa etmesi, Turgut Özal’ın hevesini kursağında bıraktı.Turgut Özal “bir koyup,üç alacaktı” ama Saddam’ın gücünü gözünde büyüten Türk ordusu bu işe girişemedi.
Turgut Özal’ın devam olduğunun ileri süren Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül hükümeti II. Irak savaşında ,da aynı amaçla yolla çıktılar.
ABD’nin Irak’ı işgal etmek için kuzeyden de askeri saldırıya geçmeyi planlaması, dinci hükümet için yıllardır rüyaların süsleyen Musul ve Kerkük petrol bölgelerine egemen olmanın adımıydı. Bunun için vakit geçirmeden ABD emperyalizm ile sıkı bir pazarlığa giriştiler. ABD’den Kuzey Irak’ın egemenliğini kendilerine bırakılmasını ve Kürtlerin silahsızlandırılmalarını istediler.
Irak Kürtleri ile ittifak içinde olan George.W. Bush hükümeti Türkiye’nin bu talepleri ret etti.Bunun üzerine dinci hükümeti, ABD askerlerinin Türkiye güzergahını kullanarak kuzey Irak’tan Saddam karşı saldırıya geçme planını pratikte geçersiz hale getirdi ve TBMM(Türkiye büyük millet meclisine) ABD’nin planını onaylatmadı.(2).
“Savaş meydanlarında büyük zaferler kazana kahraman “ Türk generallerinin “Irak’a kuzeyden girilmese ABD ordusu çok zayiat verir “ öngörülerinin tam tersine, ABD ordusunun sadece güney Irak’tan girerek çok az kayıpla Irak’ı işgal etmesi, Türk ordusunu ve dinci hükümetin ABD’ye karşı tutumlarından dolayı bin pişman olsallarda, ABD emperyalizminin kendilerine duyduğu güvene “büyük darbe” indirmiş oldular.
Diğer taraftan ,ABD’in de ,senelerdir kendilerine sadakatle hizmet eden dostlarını Kürtlere tercih etmesi, Türk generallerinin ve devletin çok zoruna ! gitmişti.
Bunun üzerine ABD’ne rağmen Irak’a egemen olmanı yolları aramaya giriştiler.Ellerinde ki en önemli koz Irak’ta yaşayan Türkmenlerdi. Birden bire Türk devletinin “Türkmen sevdası” ortaya çıktı. Kürtlere karşı Türkmenleri örgütleyip bölgede siyasi güç olmanın yollarını aradılar ve Türkmenleri silahlandırmaya başladılar.Tabii ABD’den de unutamayacakları çok sert tavır gördüler ve o meşhur “subayların başına çuval geçirme” olayı patlak verdi.
Bu sefer “yasa dışı yolları terk edip” Türkmenlere parti kurdurtarak Irak meclisinde söz sahibi olmaya yeltendiler,ama Türkmenlerin çoğunluğu ise Türk devletin değil, Iraklı Araplar ve Kürtlerle birlikte hareket etmeyi tercih ettiler.
Dinci Hükümet bu faaliyetlerini dahi yeterli görmedi. ABD ile aralarında çıkan çelişkileri gidererek “yeni dönemi başlatma “ adına Kürdistan’ın dışındaki Irak’ın bölgelerine Türk askeri gönderme teklifini George W Bush’ a sundular.Bush’un, “Iraklıları ikna edin, bizim için sorun yok” demesiyle hemen kolları sıvayıp,TBMM’den Türk askerlerinin Irak’a gönderme kararını çıkartılar.Ama Iraklı Kürtler, Sünni ve Şii Arapların hiç birisi Türk askerlerinin Irak’a girmesini,(Osmanlı dönemine geriye dönülmesini) istemediler.
Türk devletin Irak’ın işgaline yönelik politik taktiklerin işe yaramaması karşısında, PKK bahane ederek,Irak’lıları ve özellikle Irak’lı Kürtleri baskı altına almaya başladılar. “PKK’ı durdurun yoksa askeri saldırıya gececeğiz” tehdidini savurmaya başladılar.
2007 genel secimler öncesi bu tehditlerini üst boyuta çıkardılar.Genelkurmay ve onları ateşli bir tarzda destekleyen Faşist MHP ve CHP kuzey Irak’a saldırıya geçilmesi için yoğun bir kampanyaya başladılar. Dinci Hükmet ABD ile çatışmayı göze alamadığı için sesiz kalmayı tercih etti.(3).
2007 secimler sonrası bu “savaş çığırtkanlığına” AKP hükümeti de katıldı. ABD ve Irak devleti “ Tamam, sizin kuzey Irak’ı işgal etmek diye bir amacınız yoksa,PKK hedeflerine askeri saldırılar buluna bilirsiniz” diyerek izin verdiler. Niyetleri “üzümü yemek değil, bağcıyı dövmek” olduğu için bu saldırılarından da bir sonuç alamadılar.
Bu arada ABD’nin Irak’tan askerlerini çekmesi gündeme gelemeye başlamasıyla Irak’lı Kürtler ile Araplar arasındaki petrol bölgelerine egemen olma çatışmasını yeniden diriltti.
Kürt feodal- burjuvazinin egemenliği altındaki kuzey Irak sözde Irak’ın federe bir bölgesi.!Ama Kürt egemenleri merkezi devlete karşı hiç bir sorumluluk his etmeden hareket ediyor. Uluslararası şirketler ile egemen oldukları bölgedeki Petrol ve doğal gaz çıkarılması ve işletilmesi konusunda çeşitli anlaşmalar yapıyor. Şimdi bu faaliyetinin içine Kerkük bölgesinde almak istiyorlar.
Irak merkezi hükümeti de sözde federe Kürt devletinin bu politikasına karşı çıkıyor. Böylece aralarındaki çelişki giderek keskinleşiyor.
Bir yandan Sünni ve Şii Araplara arasındaki kanlı egemenlik mücadelesi ,diğer yandan Kürt egemenlerinin petrol bölgelerine egemen olma sevdaları, Irak’ı 3 bölgeye bölünme aşamasına getirmiştir.
Bir dönem “Irak’ın toprak bütünlüğünde yanayız” görüşleriyle hareket eden Türk devleti şimdi Irak’ın bölünmesini teşvik ediyor. Türkmenlere dayanarak Irak’ta bir etkinlik sağlamayacağını gördükleri için şimdi de Kürt egemenlerine yanaşıp petrol ve doğal-gaz kaynaklarından pay almaya peşinde koşuyorlar.
Kürt egemenleri de ele geçirmek istedikleri petrol ve doğa-gazın Türkiye’nin dışında dünya pazarlarına sevk edemeyeceklerin görerek,onlarda Türk devletinin bu “sıcak ilgisini” boş çıkarmamaya çalışmaktalar.Esas olarak da Araplar ile Kerkük için girdikleri çatışmada Türkiye devletinin desteğine ihtiyaçları var.Bunun için kuzey Irak pazarlarını Türk firmalarına açıyorlar ve onları yatırım yapmaya çağırıyorlar.
Türkiye devleti ile Iraklı Kürt egemenleri arasındaki “sıcak gelişmenin ” önündeki engel ise hale edilmeyen Türkiye’deki Kürt ulusal sorunu. Bunun için Abdullah Gül,”Kürt sorununu çözmenin tam zamanıdır,konjonktür buna çok uygundur” laflarıyla “Kürt açılımını” gündeme taşıdı ve savaş karşı “barış” sloganıyla kampanya başlattılar.
Bu politika aynı zaman Obama’ın ve AB’nin de istekleriyle de örtüşüyor.
Bölgeye emperyalistlerin gölgesinde ve ona hizmet ederek uluslar arası petrol şirketlerinden “komisyon” almaya çalışan “yerli güçlerin” bölgeye egemen olma politikaları sayesinde Kürt halkının ezilen ulus statüsünün tasfiye olacağı ve dolayısıyla Türkiye’nin “demokrasileşeceğini” ileri sürmek tamamıyla Türkiye’nin ve çağımızın gerçeklerinin inkarıdır.
Emperyalist ve gericiler arası çatışma ve uzlaşmalardan ezilen ulus sorunun çözüle bilinir.Ama bu çözüm ulusal baskı altında olan sömürülen ezilen ulusun işçi ve emekçisi için ulusal baskının dahi ortadan kaldığına dair bir gösterge değil. Çünkü burjuva demokrasisi gericileşmiştir ve tarihsel olarak miadını doldurmuştur.Bunun için burjuva demokrasisi toplumun demokratlaşmasına tekabül etmez.
Örneği:ezilen Kürt halkının ayrı devlet kurma hakkı dahil olmak üzere kendi kaderinin kendisinin tayın hakkının gerçekleşmesi demokrasi mücadelesinin temelinde toplumun demokrasileşmesiyle ancak mümkündür. Bunun ilk şarttı Kürt halkının “Türk devletinin” çatısı altında yaşayıp, yaşamayacağına serbest iradesiyle karar vermesini sağlayacak demokratik bir ortamın doğması gerekir. Bu da ancak referandum yolluyla sağlana bilinir. Böylesine demokratik bir ortam da proletarya diktatörlüğü altına gerçekleşe bilinir.
Ama sözde demokrasi laflarıyla, toplumun demokrasileşmesinin gerçekleşmesi , ancak Kürt işçi ve emekçilerin ezilen ulus mensup olmaktan kurtaracak olan ulusal hak eşitsizliklerini ortadan kalmasını sağlayacak zeminini doğmasıyla mümkün olduğu göz ardı ediliyor.
Ezilen ulus statüsünde olan ve zorla asimile edilen Kürt halkına demokratik referandum yoluyla ayrı devlet kurmak isteyip, istemediği dahi sorulmuyor.
Emperyalistlerin isteği doğrultusunda silahlı çatışma içinde silahlı güçler arasında uzlaşmalar ile “Kürt ulusal sorunun çözümü” isteniyor. Böyle bir çözüm (ister ezen, isterse ezilen ulusal mensup olsun), işçi ve emekçileri sınıf çıkarına tekabül etmiyor.
“Kürt ulusal sorunun çözme” iddiasıyla uzun yıllardan beri silahlı veya silahsız mücadele yürüten siyasi hareketlerin hiç birisi “Kürt ulusal sorunun” Türkiye demokratik ve sosyalist devrimin bir parçası olarak görmediler.Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren hep “ulusal sorunun” çözümünü emperyalist-kapitalist sistem içinde aradılar.
“Cumhuriyeti birlikte kurduk, şimdi bu cumhuriyeti demokrasileştirmemiz gerekir” lafları dillerden düşmüyor.
“Cumhuriyeti kuranlar” Türk feodal-burjuvalar ile Sünni Osmanlıyla çatışma içinde olan Kürt feodalleriydi. Şimdi burjuva demokrasisin dahi inkar eden egemen sınıfların bugünkü doğrudan uzantılarından “Türkiye’nin demokrasileştirilmesi” isteniyor.!
Türkiye’de demokrasinin önündeki en büyük engel, Faşist devlet, onun ordusu ve devletin savunuculuğunu gönül olarak üzerine alarak örgütlene sivil faşistler,Türk-İslam sentezinin unsuru dinci gericilerdir . Demokrasinin azıl düşmanlarından “ Kürt ulusal sorununun” demokratik çözümü bekleniyor.!
Dünya’nın hiç bir yerinde demokrasi düşmanı faşistlerin “demokratlaştıklarına ” şahit olunmadı.Faşizme karşı mücadele edilmeden, onları mücadele ile geriletmeden demokrasi adına bir adım dahi atılamayacak gerçeği herkesin gözü önündedir. Ve demokrasiye ihtiyacı olanlar ise Faşizm tarafından ezilen,sömürülen sınıflardır. Yani hangi ulusa mensup olursa olsun işçiler ve emekçilerdir.
Kürt halkının ulusal sorunun çözümü bir devrim sorunudur. Bu gerçek inkar ediliyor. İşçi ve emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarının dışında Kürt halkının ulusal sorunun çözümü aranıyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin çıkarı için orta-doğunun en güçlü devleti olarak yaşamının sürdüren,bundan dolayı emperyalist devletlerin desteğini alan Türk devleti bir anlamda bu güçlülüğünü Cumhuriyetin kurulmasından kısa bir dönem sonra Kürt halkını zorla asimile ederek “Türkleştirme” politikasından aldığı bilinmektedir.Türk devleti, varlığını bağımlı hale getirdiği bu politikasından zere kadar geri adım atmaz . Geri adım onun için bir “ intihar”dır. Şimdi Türk devletinden, onun faşist generallerinden, Türk devletini var eden Kürt halkın zorla asimile etmeyi amaçlayan politikasından vazgeçmesi isteniyor ve bekleniyor.
12 eylül faşizmin hedefi işçiler, emekçiler ve onların devrimci öncüleriydi. 12 eylül faşizminin “ demokrasisi” aradan geçen uzun yıllara rağmen bir tuğlasını dahi yitirmeden dip,diri ayakta duruyor.
12 eylül öncesi faşizme karşı mücadelesiyle güçlene ve işçi,emekçileri etrafında toplayarak eyleme sürükleyen sosyalist ve devrimci hareketlerin, Kürt ulusal sorununun çözümü için silahlı ve silahsız mücadele eden grubun dışındakilerin,eski güçlerinin çok gerisinde olması, Kürt halkının ulusal sorunun çözümünü faşist devlete ve faşizme karşı devrimin zaferinin dışında mümkün olmadığını objektif gerçekliği ortadan kaldırmaz.
Kürt halkının ulusal sorunun çözümünün Bolşevik devriminin sonun da ortaya çıkan benzer iktidarın kurulmasıyla gerçekleşeceğin inatla görülmek istenmiyor.Marksist- Leninist ideolojiği hedef alınarak, Diyalektik ve tarihi Materyalizm düşüncenin yerine sömürücü sınıfların ve sistemin savunucu idealist filozofların düşüncelerine dört ele sarılıyor. Maddenin tayin ediliciliğinin yerine iradeciliğin tayin edici olduğunun öne süren görüşlere sahip çıkılıyor. Sınıfların varlığı ve sınıf çelişkilerini inkar edilerek doğrunun ne olduğunun ortaya çıkması engellenmek isteniyor.
Siyasi gerçekler bir kez daha Türkiye işçi ve emekçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin dışında Kürt halkının ulusal sorunun çözümünün mümkün olmadığını gösteriyor.
Bunun için ulusal sorunun için mücadeleyi sınıf temeline oturtmak gerekiyor.12 eylül faşizminin açlığını,yoksulluğunu daha da pekiştirdiği işçilerin yoksul emekçilerin var olanlarının dahi yok edildiği sosyal ve ekonomik hakları için mücadele edilmeden, Kürt halkının zora dayana Türk devletinin faşist ve ırkçı asimilasyon politikasına karşı mücadele edilemez.Faşizme, sermayenin acımasız saldırılarına ve kapitalizme karşı sosyalizm amacıyla Türk ve Kürt ulusuna mensup işçiler ve emekçiler mücadeleye sokulmadıkça ve de bu mücadele esas alınmadıkça,ne Kürt halkının ulusal sorunun demokratik çözüm gündeme gelir, nede Türkiye demokrasileşir . Ne Türk ve Kürt ulusa mensup işçilerin emekçilerin birliği sağlanır ,nede faşistlerin ve faşist devletin ezen ulus ırkçılığıyla işçi ve emekçileri bölerek sömürme politikaları boşa çıkarıla bilinir.




...........................................................................................................................................
(1) Bilindiği gibi bir dönem Saddam’ın egemenliğinde ki Irak ve ona karşı ulusal başkaldırıya girişen Molla Barzani önderliğindeki Kürt feodal- burjuva ulusal hareketi Sovyetlere bağlıydı. Sovyetler, orta –doğuda kendi egemenliğine zarar veren bu çelişkinin “barışçıl” çözümü için devreye girerek,dosttu iki tarafı uzlaştırma yollarını aradı. Nitekim Saddam, Irak Kürdistan’ına çok geniş bir ulusal özerk tanıyan planı kabul etti. Molla Barzani, Kerkük petrol bölgesini içine alan “Kürdistan sınırında” ısrar etti. Molla Barzani’n bu tutumunu Sovyetler desteklemedi ve Saddam’dan yana tavır aldı. Talabani’de Sovyetleri dolayısıyla Saddam’ı destekledi.
Sovyetlerin “Saddam yanlısı” politikasına karşı ,Molla Barzani vakit geçirmeden ABD emperyalizmine yanaştı.ABD, orta-doğuda Sovyet egemenliğini zayıflatmak için “baba Barzani”yi destekledi. Iran şahıyla birlikte Molla Barzani hareketine para ve silah yardımında bulundular. Türkiye’nin de desteğiyle M. Barzani Saddam’ın kuzey Irak’taki egemenliğini kırdı.
II. Arap -İsrail savaşında ,batılı emperyalistlerin desteklediği İsrail’in savaşı kazanması ve bunun üzerine Sovyet yanlısı Abdünnasıl’ın ölmesi, Sovyet yanlılarının Mısır’da darbe ile iktidardan uzaklaştırılmalarının ortamını yarattı. Bu vesileyle Sovyetlere karşı olan Enver Sadat iktidarı ele geçirerek, ABD’ne yanaştı.Enver Sadat’ın İsrail’le barış sürecini başlatması aynı zamanda Kürt ulusal hareketin kaşısın da müşkül durumda kalan Saddam’ın, ABD’ ve Şah’la uzlaşmasının zeminini oluşturdu.
Saddam da ABD ve Iran Şahıyla anlaştı. Bu anlaşma sonucu ABD ve İran Şah’ı M. Barzani’ye verdiği yardımı kestiler. Barzani de , Irak ordularının saldırısı karşısında dayanamadı, Askerleriyle birlikte İran’a sığındı.
Saddam, tekrar kuzey Irak’ı egemenliği altına aldı ve Sovyet yanlısı Talabani’yi de bir kenara attı.
Kürt ve Arap egemenleri arasında Kerkük petrol bölgesine egemen olma çelişkisinin üstü örtülmesine rağmen bu güne kadar varlığını sürdürdü ve sürdürüyor
Bunun için Irak’taki Kürt ulusal hareketinin, ezilen bir ulusun kurtuluşunu amaçlayan bir siyasi hareket olmasından ziyade, petrol bölgelerine egemen olmayı amaçlayan burjuvalar arası egemenlik mücadelesiydi ve mücadelesidir.
(2) Dinci hükümetin bu saldırgan politikası ABD emperyalizmine karşı duruş ve” halk temsilcilerinin direniş” olarak lanse eden sosyalist geçine reformistlerin tavırı da “takdire şayandı “.....
(3) Kürt halkı bunların “savaş yanlısı olmadığına “ kanarak,2007 seçimlerinde AKP’ye oy verdi.

25 Kasım 2009

Almanya'daki seçimler ve göstergeleri

Almanya’daki seçimler ve göstergeleri.
Uluslararası kapitalizminin krizinden en fazla etkilenen ülkelerin içinde yer alan Almanya’daki seçim dönemi burjuvaziyi oldukça tedirgin ediyordu. Çünkü kriz, “kapitalizmin yıkılmaz kalesi” addedilen,Sovyetlerin özelikle doğu-Almanya’nın tasfiyesiyle sosyalizme karşı ebediyen zafere kazanıldığı! ileri sürülen “Almanya kapitalizmini”
korkusunu üzerinden attığı sosyalizm tehdidiyle yeniden karşı,karşıya bırakmıştı.
Oysa burjuvazi, sosyalizm tehdidinin tamamen ortadan kaldığını zannederek, Almanya’daki işçilere ve emekçilere emperyalist karlarından verdiği bay oranını düşürmekten ve Almanya’da,da ucuz iş-gücü piyasası yaratarak,yoksulluğun yeniden doğmasına neden olmaktan çekinmemişti ve çekinmiyor.
Ama 1929 ekonomik krizinin bir benzerinin 2007-8 yıllarında patlak vermesiyle kapitalizmin ölüm döşeğinde olduğu gerçeğinin açığa çıkması , Alman burjuvazisini “tatlı rüyasından” ne yazık ki ! uyandırdı.Yüksek sesle “kapitalizmin sonumu geldi” tartışmasına balıklama dalmaktan dahi kendini alıkoyamadı.
Çünkü 1929 ekonomik kriz burjuvaziyi ve kapitalizmi tasfiye edilme aşamasına getirmiş ve Almanya’ da komünistlerin ( yani KPD’nin) işçi ve emekçiler üzerindeki ideolojik,siyasi örgütsel egemenliğini üst boyutlara çıkarmıştı ve de bu durum,kapitalizmi savunan sosyal-demokrasinin işçi ve emekçiler üzerindeki siyasi ve örgütsel etkisinin kırılmasına da yol açmıştı.
“ Savaş sonrasının en büyük kriz” olarak nitelendirilen günümüzdeki ekonomik kriz, burjuvaziye hep 1929 dönemini hatırlatıyor ve o günleri yeniden yaşanacağı korkusuna kapılmasına neden oluyor.
Bunun içinde hemen batan bankaları “kurtararak” paniğin ortaya çıkmasının önü kesilmek istendi.
1929 da,da baş vurulan bu ekonomik-politikalar,fabrikaların kapamasına, işsizliğin artmasına çare olmadı ama toplumsal paniği şimdilik önledi ve krizinin toplumda büyük boyutta his edilmesinin (geçicide olsa) önü kesildi.
Ne yazık ki günümüzde, kapitalizmin krizinden yararlanarak işçi sınıfı hareketini sosyalist devrim amacına doğru yönlendiren, ne KPD gibi bir parti var,nede onun siyasi,ideolojik ve örgütsel etkisi altında hareket eden güçlü işçi sınıfı hareketi.
Günümüzdeyse , Doğu-Almanya’daki bürokratik kapitalizm’in alternatifi olarak, “demokratik sosyalizm’i” adı altında “sosyalleştirilen kapitalizm’i” öne süren DDR’li revizyonistlerin uzantıları “sosyalistlik” adına iş başındalar.
Burjuvazinin neo-liberal ekonomik politikasına karşı,neo-liberalizm öncesi “sosyal devlet”e ve “refah-toplumuna” geriye dönülmesini isteyen DDR’li revizyonistler, sosyalizm’e karşı kapitalizm’i savunan ve uzun dönem sosyal-devlet ve sosyal-Pazar ekonomisi politikasını izleyen sosyal-demokratların neo-liberal politikaya dört ele sarılması karşısında, onların yerine geçmek amacıyla “sosyal Almanya”,”sosyal Avrupa ” sloganıyla yol çıkmışlardır.
Tabii ki “sosyal Almanya”yı veya “sosyal Avrupa”yı sözde kurma mücadelesi burjuva demokrasine,yani parlamenter mücadeleye tabi olmak zorunda!.Çünkü revizyonistlere göre “sosyal-Almanya”ya geriye dönmek parlamentonda sağlanacak çoğunluğun bağlıdır.Bunun için parlamenter mücadeleyi kendileri için vazgeçilmez temel siyasi mücadele alanı olarak seçmişlerdir.
Parlamento dışı mücadeleyle,parlamenter mücadelenin birleştirilmesinden dem vurup duruyorlar, ama parlamento dışı mücadelenin, ortaya çıkması ve gelişmesi için hiç bir örgütsel, siyasi çalışmaya girişmiyorlar.Tek amaçları, bürokrat-burjuva sendikacıların ekonomik talepleri elde etmekle sınırlı ve kesinlikle sermaye zarar vermemeye özen gösteren eylemlerini parlamenter mücadeleye tabi olmasını sağlamaktır. Yani parlamento dışı mücadeleyi, parlamenter mücadeleye tabi olarak ele alınıyor ve böylece seçimlerde “oy avcılığı” siyasi mücadelenin esasını belirliyor.
Peki, DDR’li revizyonistlerinin öncülük ettiği bu siyasi ve ideolojik mücadele başarılımı? “Sosyal-Almanya’yı” geri getirmede işçi ve emekçilerden yeterli destek alıyor mu?. Veya aldı mı?;kesinlikle hayır, çünkü burjuvazi bir yandan sosyalist sistemin bürokratik kapitalizme dönüşmesini istismar ederek,diğer yandan emperyalist sömüründen elde ediği karlardan ülkesindeki işçi ve emekçilere bay vererek “refah toplumunu” oluşturması, batı-Almanya’da sosyalizm ve Marksizm düşman anti-komünist toplumsal bir temel yaratabilmişti.Bunun için doğu-Almanya kökenli bir parti, SPD’den ayrılanlar ile birleşmesine rağmen, batı-Almanya’nın anti-komünist duvarlarını yıkmayı henüz başaramamıştır.
Batı-Almanya burjuvazisinin emperyalist sömürüden elde ediği karlardan işçilere ve emekçilere pay vererek, kapitalizmin doğal olarak yarattığı açlığın ve sefaletin önüne geçip, güçlü bir işçi aristokrasi ve (sömürülen dünya ülkelerindeki işçilere ve emekçilere göre)çok imtiyazlı “işçi ve emekçi” tabakası oluşturması, işçi sınıfının ve emekçilerin sosyalizm sınıfsal kurtuluşları için bir umudu olarak görmesini (geçici bir süreyle sınırlıda olsa) engelleye biliyor.
Burjuvazinin, sosyalist ülkelerin tasfiyesinden sonra “sosyal-devleti” savunma politikasından vazgeçmesine rağmen sosyal devletin varlığına tamamen son vermemesi,sosyal-devlete geriye dönüle bilineceği umudunun diri tutulmasını sağlıyor ve bunun için neo-liberal politikalara,ekonomik krize rağmen batı-Almanya’da ki anti-komünist toplumsal temelin güçlü bir tarzda sarsılmasının önüne(şimdilikte olsa) geçile biliniyor.
Bunun için 1929 krizin bir benzeri olduğu iddia edilen bugünkü ekonomik kriz döneminde,Almanya’da ve Avrupa’da 1929 krizinin yarattığı manzaraları göremiyoruz .Yani işsizler, açlık ve sefalet içinde sokakları doldurmuyor ve kapitalizme karşı isyan duygularıyla kendiliklerinden (henüz ve güçlü bir tarzda) harekete geçmiyorlar.
Sadece bu kriz döneminde Almanya’yı ele alırsak;neo-liberal politikalar ilave edilen krizin etkileriyle işçilerin ve emekçilerin yaşam standartlarını çok aşağı çekmesine, grev ve toplu sözleşme hakları olmayan taşeron firmalara bağlı işçilerin ücretleri,kadrolu işçilere göre çok düşük düzeyde tutulmasına,işsizlik parasının ödeme süresinin kısaltılmasına, bir sürü sosyal haklar ortadan kaldırılmasına,işçileri zorla ve düşük ücretle çalışmaya zorlayan yasalara,asgari ücretin dahi kabul edilmemesine rağmen şimdilik hiç kimse aç ve evsiz kalmıyor.Devlet krizi döneminde işsizlik parası alamayanlara sosyal-yardım adı altında en asgari düzeyde yaşam standart’ı sağlamakla sınırlı şekilde, ev kirasını ve yiyecek,giyecek v.s parasını veriyor.
Ama sosyal yardım alanların sayısı çığ gibi büyüyor.1 seneyle sınırlı işsizlik parası alanların tümü sosyal yardım almaya gönderiliyor ve yine iş bulamayan gençler verilen sosyal yardımlarla uyutuluyor.Böylece açlık sınırındaki yoksullaşma her gecen gün artmaya devam ediyor ama açlık ve sefalette henüz ortaya çıkmıyor.
Almanya’da ekonomik krizin işsizlerin sayısını (DGB’nin verdiği rakamlara göre) bir sene içinde 3.258 milyon artırmasına, 2 milyon işçi ise ,”işyeri garantisi verilerek” kısa çalışma adı altında 2 seneye kadar ücretlerinin %60’nı (işsizlik parası kadarını) almaya razı edilip, evlerine gönderilmelerine rağmen çalışan (yani istihdam edilen kadrolu ) işçilerin sayısı,işsizlere ve taşeron firmalarında çalışan işçilere göre çok daha fazladır.İşsizlerin, taşeron firmalar ait işçilerin sayısı hızlı bir şekilde artmasına rağmen henüz tüm işçilerin %15, 20 oranına tekabül ediyor.
Gelişen koşullara göre değil, bugünkü duruma göre hareket eden revizyonistler, sosyal-demokrat partinin rolünü üstlenerek,kapitalizmi ile bağlarını koparma aşamasına gelen işçilerin bu “azınlık kesimlerini” dahi kapitalizmi ile yeniden kaynaştırmanın yollarını arıyorlar ve buna uygun politik taktikleri devreye sokuyorlar.Bunun için ekonomik krizin belirtileri ortaya çıkar çıkmaz, krizin nedenleri olarak kapitalizmin değil de,hükümetin izlediği politikaları gösterip, sosyal-devleti yeniden diriltecek taleplerin öne çıkararak, kapitalizmin hedef haline getirilmesinin önü kesmeye çalışıldı.
“Ekonomik krize karşı alternatif program” adı altında yayınlanan neo-liberal politikaların karşıtı talepler, sosyal-devleti güçlendirme amacından öteye geçmemesine özen gösterildi.
Seçim programları da bu görüşlerin ışığında hazırlandı. Bu metinde ekonomik krizin kapitalizmin niteliğinde kaynakladığı kabul ediliyor görünmesine rağmen, sosyal-devleti kurma amacına ters gelen ve kapitalizm hedef alan taleplerin gündeme getirilmesine karşı çıkılmaktan çekinilmedi.
Ekonomik krizine karşı işçilere (seçimlerde oy vermeden öteye) bir mücadele yolu gösterilmiyor. Burjuvazinin saldırılarına karşı işçilerin grevlere ve direnişlere hazırlanması için hiç bir çapa harcanmıyor. Parlamenter yolunu dışında ortaya koyulan somut eylem planı yok;çünkü sosyalizm diye bir amaçları olmadığından dolayı kapitalizmi yıpratmayı düşünmüyorlar.
“Sosyal devlete” dönüş mümkün mü?
II. emperyalist savaş sonrası batı ve doğu Almanya oluşturulan “sosyal devletler” arasında nitelik farklılıkları olduğu göz ardı edilemez. Çünkü “sosyal-devlet” batı-Almanya’da, burjuvazi tarafından (kapitalizmi koşullarında) emperyalist sömürüye dayanarak inşa edilirken,doğu-Almanya’da sosyalist devletin doğal niteliği gereği kendiliğinden var oldu.
Doğu-Almanya’da (kısa bir döneme tekabül etse dahi), kapitalizme son verilerek,işçi gücü meta olmakta çıkarılmış, üretimin Pazar ve kar için üretilmesine son verilip,işçi ve emekçi kitlelerin tüketimini gözeten üretime geçilmiş ve böylece kapitalizmin neden olduğu işsizliğe,açlığa, evsizliğe, sefalete son verilmiş , herkesin rahatça yaşamını sürdüre bileceği bir ortamın doğmasını sağlayan sosyalist sisteme geçilmişti.
Stalin’in ölümünden sonra revizyonistler, bürokratik-kapitalizm’i (devlet- kapitalizmi) inşa etmelerine rağmen devletin sosyal yapısına son vermeye hemen cesaret edememişlerdi; çünkü onların dünya işçi sınıfını uyutmak için “sosyalist” maskeye ihtiyaçları vardı.
Aslında “sosyal-devlet”, sosyalist devletin kurulmasının gereksiz olduğunu sözde kanıtlamak için burjuva siyasetinin ekonomiye müdahalesinin bir ifadesidir.Ama kapitalist ekonomiyle sosyal-devlet bir uyum içinde değil,çelişki içindedirler.Sosyal-devlet, kapitalist ekonominin gelişmesinin önünde bir engeldir. Kapitalist ekonomiye rağmen siyasi müdahale ile sosyal devletin inşa edilmesi, kapitalist sömürüye karşı çıkan sınıfları yatıştırmayı da amaçlar.
Kapitalizm’in genişleyerek gelişen ekonomik sistem olmasından dolayı artı-değer sömürü oranının artırılmasının zorunluluğu, ucuz iş-gücünün ve işsizliğin var olmasına neden olur.Dolayısıyla, herhangi bir kapitalist ülke burjuvazisinin ,kapitalist pazarlarda rakiplerine karşı yeterli rekabet gücüne sahip ve pazarlara egemen olması, esas olarak artı-değer oranın artırılmasına bağlıdır. Başka türlü sermaye var olamaz ve büyüyemez.
Bunun için kapitalist ekonominin yasaları gereği kapitalist, rakiplerini alt edecek sermaye gücüne sahip olmak zorundadır. Oysa emperyalist sömürüye dayanmayan “sosyal-devlet”, artı-değer oranının artırılmasına ve dolayısıyla burjuvazinin sermayesini büyüterek, istediği rekabet gücünü elde etmesine engel çıkarır. Bu durum burjuvaziyi “sosyal-devletle” devamlı çelişki içine sokar.
Bir yandan toplumda,burjuva devletinin “sınıflar üstü “ bir mekanizma olduğu intibasını yaratma çapaları ,diğer yandan, devletin kısmen ”özerk” niteliğinin varlığı, burjuvazinin siyasi temsilcilerini kapitalist ekonominin yarattığı sefaletin önlemek amacıyla ekonomiye müdahale etmek zorunda bırakır.
Burjuva devleti,bir yanda kapitalist ekonominin işleyişini devam ettirme ve diğer yandan doğası gereği onun yarattığı sefaleti ortadan kaldırma sorunlarıyla baş,başa kalır.
Devlet bu çelişkiyi sözde çözmek için başlıca iki siyasi yol seçer; ya sosyal-devleti inşa eder veya bunu inşa etme kudretine sahip değilse, faşist zorbalıkla sefalete karşı mücadele eden işçi ve emekçileri sindirerek,sefil yaşamın sürdürülmesini sağlar.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin devletleri “sosyal-devleti” kurma imkanına sahiplerdi;çünkü bunlar aynı zamanda emperyalist devletlerdir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki burjuvazinin demagojik propagandasına rağmen, sosyal-devlet, kapitalist ekonominin niteliğinin doğal bir sonucu değil, emperyalist sömürünün eseridir.Başka bir değişle,sosyal-devlet emperyalist sömürü sayesinde burjuva devletinin ekonomiye müdahale etmesi sonucu oluşturulur.(1)
Neo-liberal dönemle birlikte burjuvazinin gelişmiş kapitalist ülkelerde var olan “sosyal-devletin” varlığına son vermesinin temel nedeni ,Sovyetlerin , etkinliğindeki ülkelerin ve doğu-Avrupa’nın dünya pazarlarına dahil edilmesiyle burjuvazinin, pazarlara egemen olmak için yeniden kıran,kırana bir rekabetin içine girmesinin zorunluluğunun doğmasıydı.
Böylesine bir rekabet ortamı, sermayenin bir önceki döneme göre daha da güçlenmesini şart koşuyor.
Bu koşullar, sömürge ülkelerden elde edilen aşırı karların dahi burjuvazinin rekabet gücünü artırmada yetersiz kaldığını gösteriyordu.
Dolayısıyla,sosyalizmin kırıntılarının dahi tasfiye edilmesiyle rahatlayan emperyalist burjuvazi, “kendi ülkesinde” de ucuz gücü piyasasının yeniden diriltmek için kollarını sıvadı ve emperyalist sömürüsünden “işçilerine ve emekçilerine” verdiği payı düşürmek için teşebbüse geçti.(2)
Ama neo-liberal politikalar dünya pazarlarında burjuvalar arası rekabet kızıştırırken,diğer yanda işçi ve emekçilerin yoksullaştırmasını korkunç boyutlara çıkardı. Kıran,kırana rekabet ve burjuvazinin kar hırsı bir,biri ardı sıra ekonomik krizlerin ortaya çıkmasıyla daha da
yoksullaşan yeni sömürge ülkelerin halkları, özellik güney Amerika halkları,kapitalist-emperyalist sömürüye karşı harekete geçerek, sömürüye dur demeğe başladılar ve emperyalist blokların,devletlerin sömürülerini en asgari düzeylere doğru çekmeğe çalıştılar ve çalışıyorlar.
Diğer yandan,tekelci kapitalizmin gelişmesi emperyalist ülkelerin bloklaşmalarını üst boyutlara doğru tırmandırıyor ve Pazar paylaşım mücadelesini kızıştırıyor.
Kısacası bir yandan yoksullaşan sömürülen ülkelerin işçilerinin ve emekçilerinin kapitalist sömürüye karşı başkaldırıları sonucu azalan emperyalist sömürü,diğer yanda emperyalist bloklaşmaları ve aralarındaki rekabetin gelişmesi, özellikle ardı arkasına patlak veren kapitalist aşırı üretimi yarattığı kaçınılmaz ekonomik krizler,emperyalist burjuvaların,sömürülen ülkelerden elde edikleri karlının bir kısmını kendi ülkesindeki işçilere ve emekçilere vermesini imkansız hale getiriyor.Ve böylece sosyalizmin karşıtı ve “sömürüyü ortadan kaldıran alternatif” sistem olarak lanse edilen “sosyal-devlet” ve “refah toplumu” tarihe karışıyor. Bunun için Almanya’da,da burjuvazi ve kapitalizm savunan partiler ucuz iş gücü piyasası yaratmaktan vazgeçmeyecekler ve de isteseler de vazgeçemeyecekler.
“Sosyal –Avrupa”,”sosyal-Almanya” maddi temeli olmayan boş bir lakırdıdan öte hiç bir şeyi ifade etmiyor ve etmeyecek.
Günümüzün koşullarında, ya sosyalizm, ya kapitalizm’in dışında başka bir alternatif yoktur.Bu gerçeği görmeyen, “işçi ve emekçilerin çıkarı “adına kapitalizmi restore ederek yaşatmayı kendilerin için siyasi amaç edilenlerin yanılgılarını sosyal-pratik adım başı gösteriyor ve göstermeye devam edecek.
SPD gerçeği
SPD’nin b u seçimlerde %23 oranda oy alması .(ki bu şimdiye kadar katıldığı seçimlerde aldığı en düşük oy oranıdır) onun neo-liberal politikalardan vazgeçip , “sosyal.devlet” politikasına geri döneceğini umutlarını yeşertmişti.
Oysa SPD,izlediği politikalar sonucu ilk kez seçimlerde oy kayıp etmiyordu.
SPD,kapitalizmin savunması ve yaşatılması gündeme geldiğinde, işçileri ve emekçileri karşısına almaktan zere kadar tereddüt göstermemiş bir parti olarak tarihe geçmiştir.
Schröder ve onun politikasının destekleyen SPD, ucuz iş-gücü piyasası yaratma politikalarının kendilerine oy kayıp ettireceğini biliyorlardı.Ama Schröder “Alman sermayesinin” varlığını sürdürmesinin ve AB’ni arkasına alarak dünya pazarlarına egemen olmasının ancak Almanya’da ve AB’de ucuz iş-gücü piyasası yaratılmasına bağlı olduğunun farkındaydı ve bunu “Alman kapitalizmi” için “varlık,yokluk” sorun olarak görüyordu.
Alman sosyal-demokratları, 1914 de “Alman kapitalizm” için emperyalist savaşın gerekliği gündeme geldiğinde hemen savaşı kredilerinin lehine oy vermişti ve seçimlerde yine bugünküne benzer şeklide oy kayıp ettikleri halde, izlediği politikadan bir adım dahi geri dönmemişti.
O dönemde SPD’den ayrılanlar (ve özellikle SPD gençlik örgütü) Rosa Luxsemburg ve Karl Liebkneceht önderliğinde KPD’in kuruluşuna katıldılar ama, SPD yoluna devam etti ve Weimarer cumhuriyetinin kurulmasını gerçekleştirmekten, ,Rosa Luxsemburg ve Karl Liebknecht önderliğindeki işçi sınıfının ayaklanmasını bastırmaktan, Rosa’yı ve Karl Liebknecht katletmekten (zere kadar) tereddüt göstermedi.
SPD, Hitler faşizmine karşı KPD’le birlikte anti-faşist cephe kurulmasına yanaşmadı. Kapitalizm savunan Hitler’i, sosyalizm savunan KPD’ye tercih etti ve faşizmin iktidara gelmesi için elinde geleni ardına koymadı.
Hitler faşizm tasfiye edildikten sonra açıkça sosyalizme karşı kapitalizmden yana tavır aldı.1966’da yeniden patlak veren kapitalizmin ekonomik krizi karşısında, “sosyal ve demokratik hakların savunucusu” pozlarında hareket ederek işçi ve emekçileri aldatıp,1945 beri “birlik partilerine” karşı ilk kez oy çoğunluğunu sağlamasına rağmen,kapitalizmin “müşkül durumda “ olduğunun his eder,etmez CDU,CSU ile hemen “büyük partiler hükümetini” kurdu.SPD’nin tarihi işçileri ve emekçileri aldatma politik manevralarıyla topludur.
SPD, devamlı kapitalizmin durumuna ve temsil ediği işçi aristokrasi tabakasının çıkarına göre politika izlemeği kendisi için vazgeçilmez ilke haline getirmiştir.
Alman sosyal-demokratları 1914 öncesi,Marksist ve devrimciydiler ama I.emperyalist savaş sırasında emperyalist burjuvazisini destekleyerek,Marksizm’den ve devrimden koparak reformist bir burjuva partine dönüştüğü biliniyor.
SPD, tüm bunlara rağmen (bir dönemle sınırlıda olsa) ”Marksist bir parti” olduğu iddiasını sürdürmekten de vazgeçmedi ama,proletarya diktatörlüğüne karşı çıktı,burjuva parlamenter rejiminin diktatörlük olduğunun inkar edip, onun “sosyalleştirilmesinin” ifadesi olan “demokratik sosyalizm” kavramının arkasına gizlenerek “sosyalist” olduklarını öne sürebildiler.
Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerde başlayan ve eski sosyalist doğu-Avrupa ülkelerine doğru yayılan kapitalizme geriye dönüş,bürokratik diktatörlüğe geçiş, SPD’nin lafta savunduğu Marksizm’den ve “demokratik –sosyalizm” hedeflerinden vazgeçmesi için “bulunmaz” fırsat yarattı.
Nitelim,1958 Godesberger kongresinde SPD, “sosyalizm karşısında, kapitalizmin zafer kazandığını” ileri sürerek, “sosyalizme” gerek olmadığını iddiasıyla, ”demokratik sosyalizm” kavramıyla formüle edilen programın yerine , “sosyal-Pazar ekonomisi” tanımıyla ifade edilen program kabul ettiler.
Sovyetlerin ve doğu –Avrupa ülkelerinin devlet kapitalizminden, özel teşebbüsçü kapitalizme geçmeleriyle birlikte SPD, “sosyal-Pazar ekonomisi” programını savunmaktan da vazgeçip, neo-liberal politikalara adapte oldu.
1998 yılında yeşille birlikte hükümeti kuran Schröder,2003 Hamburg kongresinde “Agenda 2010”isimli programı SPD’ye kabul ettirdi ve böylece “sosyal-Pazar ekonomisinden” neo-liberalizm’e geçişi tamamlattı..
SPD’nin 27 eylül 2009 seçimlerinde aldığı ağır yenilgiden sonra yaptığı kongre, tarihine yakışır tarzda cereyan etti.Schröder döneminde tespit edilen ve izlene politikalardan “geriye dönüş” olamayacağını “dosta, düşmana” gösterdi.
Ve böylece SPD, seçim yenilgisiyle “sosyal-devlet” politikasına geriye döneceğini umut eden “sosyalist” geçine reformistleri de hayal-kırıklığına uğratmış oldu.

SPD’den ayrılanların hedefleri
SPD’nin tarih sürecinde içinde iki kez kendilerinden ayrılanların kurdukları partiler, siyaset arenada güçlü bir tarzda yerlerini alabilmişlerdir.
I.emperyalist savaş sırasında (yukarda da vurguladığınız gibi)II.enternasyonal oportünizmin öncüsü bir parti olarak harekete etmeye başlayan SPD’den ayrılan Rosa Lüxsemburg ve Karl Liebknecht önderliğinde kurulan KPD ve 2003 Hamburg kongresiyle “sosyal Pazar ekonomisi” politikalarından vazgeçip, neo-liberal politikaya dönüşle birlikte çıkarılan Hartz yasaları karşında kurulan WASG isimli partinin, PDS (demokratik sosyalist parti)le birleşerek Linke(sol) isimli partide bir araya gelmeleri.
SPD’den ayrılanların ideolojik farklılıkları ve amaçları tespit ediğimizde birincisi: SPD’nin terk ediği Marksizm’in yollunda yürüyerek,sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü kurma mücadelesine kararlı bir tarzda devam ederken, ikincisi,kapitalizm ve burjuva demokrasine savunan SPD’nin terk ediği ”sosyal-Pazar ekonomisi” diye formüle edilen politikaları sürdürmeğe çalışıyor ve burada kapitalizmi tasfiye ederek sosyalizm kurma diye bir amaç yok.
KPD, izlediği Marksist-Leninist ideolojik ve siyasi çizgi sayesinde 1929 kriz döneminde, gerek işçi sınıfı hareketinde,gerekse seçimlerde SPD’yi etkisiz hale getirip, ondan daha güçlü parti haline gelirken,Linke(sol) parti 2007 de başlayan ekonomik kriz döneminde aynı başarıyı gösteremedi. 27 eylül 2009 seçimleri bunun önemli göstergelerinden birisidir.
Ekonomik kriz döneminde baştaki hükümet, tekelci burjuvazinin çıkarı doğrultusunda (açık bir tarzda) politikalar izlemesine rağmen,şimdiye kadar federal parlamenton seçimlerine katılmanın en düşüğü %70 oranı bu seçimlerde ortaya çıktı. Bir önceki federal meclis seçimlerine göre bu seçimlerde,nüfus artışına göre artması gereken seçmen sayısı 4.308.232 olarak azalmış ve 62 milyon küsur seçmenden,19 milyon küsuru bu seçimde ya oy kullanmamış veya geçersiz oy vermiş.
Bu rakamlar, Almanyalıların önemli bir kesiminin kendi sorunlarının parlamento platformunda çözüleceğine inanmadığını gösteriyor. Buradaki pasif direniş aynı zamanda Linke(sol) partinin parlamentarizm mücadelesine de bir tepkinin ifadesidir.
CDU/CSU( sağcı muhafazakar partiler ) bir önceki seçime göre 1.979.055 oy kayıp etmiş.SPD’nin kayıp’ıysa bir önceki seçimlere göre 6.205.822 oydur
Bir önceki seçime göre oylarını, Grüne (yeşiller)802.871,FDP 1.664.879 ,Linke(sol parti) 1.035.960 artırmış. (3)
Görüldüğü gibi CDU/CSU ve SPD’nin (aynı zamanda hükümetteki partiler) birlikteki oy kayıpları 8.184.877 ken, parlamentoda yer alan muhalefet partilerin aldıkları oylardaki toplam artışı 3.503 730 dur.
SPD’nin kayıp ettiği oylardan Linke (sol) parti ancak 1/6’ni alabilmiş.
Linke (sol) parti Almanya genelinde %12 yakın oy alırken, doğu -Almanya’daki oy oranı % 28’lere kadar çıkardı.Ve yine bir önceki seçimlere göre doğu-Almanya’da 3.sıradaki partiyken,bu seçimlerde CDU’la hemen ,hemen aynı oranda oy alarak 2.sıradaki parti konumuna erişti.
Linke (sol) parti için doğu ve batı Almanya arasında oy farkının bu kadar olmasının nedeni;doğu- Almanyalıların sosyalizm özlemlerinin her gecen gün daha da artmasından dolayıdır.
Almanya’nın doğusu ve batısı arasında büyük bir uçurum var.Doğuda İşsizlik ve yoksulluk büyük boyutlara doğru tırmanıyor. Doğu Almanlar, batı-Almanya tekelci burjuvazisi tarafından aldatılmanın öfkesi içindeler.DDR döneminde işsizliğin,evsizliğin,sefaletin olmaması batı-Almanya burjuvazisine duyulan öfkeyi her gecen gün daha da artırıyor.
Linke(Sol) partinin “doğu-Almanya kökenli” parti olarak lanse edilmesi,doğu-Almanyalıları bu parti etrafında toplanmaya itiyor. Ama Linke(sol) parti, izlediği siyasi ve ideolojik çizgisiyle doğu-Almanyalıların sosyalizm duydukları özleme cevap vermedikleri gibi, DDR bir bütün olarak karalayan batı-Alman burjuvazisiyle birlikte hareket etmekte sakınca görmüyor.(5)
Kapitalizm, her gecen gün gerçek yüzünü göstermesine rağmen, Linke (sol) partinin yönetiminde çoğunluğu elinde tutan DDR kökenli revizyonistler, sosyalizmin, kapitalizm karşı alternatif sistem olarak öne sürülmesine engel çıkarıyorlar ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla insanın insan tarafından sömürülmesine son verile bileneceğini inkar ediyorlar.Neo-liberal ekonomik- politikaların kapitalizmin doğal niteliğinden kaynakladığı gerçeğinde hareket edenler, tekellerin özel mülkiyetlerinin kamulaştırılmasını (yani devletleştirilmesini) gündeme getiriyorlar.Linke(sol)parti içindeki sosyalistlerin bu çıkışlarından rahatsız olan burjuvaziyi “sakinleştirmek” görevi Linke parti yöneticilerine düşüyor! ve hemen “ Biz özel mülkiyete,özel teşebbüse karşı değiliz “açıklamalarını yapmakta zaman kayıp etmiyorlar.
Oysa neo-liberal ekonomik-politikaların yarattığı yoksulluğunu,işsizliği ve sefaletin önüne geçmek ancak Tekelleri hedef almakla mümkündür.Sadece tekellerin vergilerini yükselterek onlar etkisiz hale getirilemez.Onlar mülkiyetten arındırmadan yoğunlaştırdıkları sömürü,işsizlik ücretlerin durmadan düşürülmesi ve yoksullaşma durdurulamaz.

Sonuç Olarak
Almanya’da seçimler sonrası, burjuvazinin neo-politikaları daha da kararlıkla sürdüreceği anlaşılıyor.Neo-liberal politikaların takipçileri tekelci burjuvazinin ve işçi aristokrasinin partilerinin hiç biri izledikleri politikalarda vazgeçmeye niyetlerinin olmadığı açığa çıkıyor. Bu seçimlerin ortaya çıkardığı bir diğer gerçekse, neo-liberalizme karşı mücadelenin parlamenter sistemin içine habis edildikçe, herhangi bir başarılı adımın atılmasının imkansız olduğunun anlaşılmasıdır.
Almanya’nın bugünkü koşullarında Linke(sol) partinin federal parlamentoda çoğunluğu sağlamasına imkan yoktur. Bu bilindiği için Linke(sol) partide, Grüne ve SPD ile birlikte hükümet kurmanın hesapları yapılıp duruluyor.
Fakat Linke(sol) parti sadece, neo-liberalizm’e karşı öne sürdüğü taleplerinden vazgeçip, politikasından taviz verdiği zaman SPD’le ,bazı eyaletlerde hükümet kurabiliyor. (6)
Gelişmeler neo-liberal ekonomik politikaya karşı öne sürülen talepler, ancak işçilerin,okuyan gençliğin grevleri,boykotları ve direnişleriyle elde edile bilineceğin gösteriyor. www.yyildirim.de.vu



..............................................................................................................................................
(1) Sosyal-devletle,kapitalizmin arasındaki çelişkinin vurucu örneklerinde biri, bürokratik-kapitalizmin egemenliği altına giren Sovyetlerde ve doğu-Avrupa ülkelerinde görüldü.Bu ülkelerdeki burjuvazi, sosyalizmin kırıntısı olarak muhafaza edilen “sosyal-devleti” ortadan kaldırmadan,işsizlik ve ucuz iş gücü piyasası yaratılmadan kapitalist ekonominin daha gelişemeyeceğini,ekonomik tıkanıkların açılamayacağını gördü ve devlet-kapitalizminden, liberal-kapitalizme geçiş yaptı.
(2) Bunun için Almanya’da,da ilk önce işsizliği azaltmak için kurulan, ama yeterli kar elde edemedikleri için “zarar eden” ve devletin sübvansiyonlarıyla yaşatılan işletmelerin varlıklarına son verildi.
Batı-Almanya’nın doğu-Almanya’yı yutması sonucu, doğu-Almanya’daki işletmelerin büyük bir çoğunluğu kapatıldı.Çünkü bunların hiç bir kapitalist pazarda kar elde edebilecek işletmeler niteliğinde görülmedi.
Batı-Almanya’da yine devletin sübvansiyonlarıyla yaşatılan devlet işletmeleri özelleştirildi. Devlet sübvansiyonları için harcadığı ve özelleştirmelerle elde ettikleri paraları uluslararası pazarlarda faaliyet gösteren Holdinglere ,özellikle bankalara aktardı. O dönemde İş başında olan Kohl hükümeti izlediği bu ekonomik-politika işsizliği birden bire üst boyutlara tırmandırdı. Bu ekonomik-politikayı izleyen ve işsizliği büyük boyutlara çıkaran,CDU,CSU ve FDP hükümetine karşı işsizliği azaltmak vaatleriyle SPD-Grüne (yeşiller)seçimlerde çoğunluğu sağlayarak hükümete geldiler.
1998 de burjuvazinin vergilerini düşürerek onları yatırımlara teşvik edip,sözde yeni iş yerleri açılarak işsizliği azalacağı iddiasıyla hareket eden Schröder,Kohl hükümetinin burjuvazinin dünya pazarlarına egemen olmasını sağlayacak olan rekabet gücünü artırmayı amaçlayan politikalara devam etmekten başka bir şey yapmadı ve “Alman tekellerini” gerek AB’nde, gerekse dünya pazarlarında en güçlü uluslararası tekeller olmalarının yollarını açtı, ama işsizlik azaltılması bir yana, daha da arttı.
”Alman burjuvazi”sinin ele geçirdiği ekonomik gücünü muhafaza edebilmesi ve geliştirmesi Almanya’da,da ucuz iş gücü piyasasını yaratmasını zorunlu kılıyordu.Bu iş ancak burjuva sendikacıların örgütü SPD yapabilirdi ve Schröder bu görevi cesaretle üzerine aldı.İşsizliği azaltma adına,işsizlerin en düşük ücretli işleri kabul etmek zorunda bırakan yasaları, o dönemin muhalefet partileriyle birlikte yürürlüğe koydu.Ve Almanya’da,da yoksullaşmanın kapılarını ardına kadar açtı.
(3) Piraten (korsanlar) ismiyle kurulan doğru, dürüst bir amaç taşımayan ve gençlerden oy alan parti bile %2 oranla 845.904 oy alabildi.
(4) Batı-Almanya’da sol parti ancak 5.sırada yer alabiliyor.
(5) Doğu-Almanyaların sosyalizme duydukları özlem,doğu-Almanya’yı Gorbaçov’dan 4 milyar € (eu)satın alan Batı-Alman burjuvazisini müthiş tedirgin ediyor. Bunun için bu sene doğu ve batı Almanya’nın birleşmesinin yıl dönümünü daha “görkemli” şekilde kutlanması için tüm propaganda mekanizmalarını hareket geçirdiler.DDR’in bürokratik diktatörlüğünü bahane ederek, sosyalist dönemi ve sosyalizm kararlamak için yoğun propagandalara giriştiler.Günlerce basın-yayın organları bu iş “hakkıyla” yerine getirmeye çalıştı.Ama Doğu Almanyalılar, bu seçimlerde,de Almanya’nın birleşmesi kendilerini yoksulluğun pençesine atmakta başka bir iş yaramadığının farkında oldukların gösterdiler.Burjuvazinin demagojik propagandası doğuluların sefalet için itildiği gerçeğinin üstünü örtemiyor.Doğu-Almanyalılar sosyalizmi? Kapitalizmi? sorusuna cevaplarını vermişlerdir.BBC, bile “Almanya’nın birleşmesinin yıl dönümü” vesilesiyle yaptırdığı araştırmada, “Almanya’nın birleşmesinin” kapitalizm zaferi olarak görülmediğini ilan etmek zorunda kaldı.
(6) En yakın örnek Brandeburg eyaletinde kurulan SPD-Linke(sol) hükümetidir.Burada Linke parti neo-liberalizm ihtiva eden hükümet programını kabul ediği için hükümete katılabildi. Bundan önceki CDU-SPD hükümetinin programının aynısı, SPD-Linke hükümetini programı olarak kabul edilmiştir