5 Ocak 2009

Kapitalizmin Krizi Türkiye'den Teğet mi Geçiyor?

Türkiye’nin dinci başbakanı Tayyip Erdoğan, her ne kadar demagojik propagandanlar ile halkı uyutmaya çalışsa da, kendi kazdığı kuyuya düşmek üzere. Tayyip Erdoğan ve tayfası, 2001-2002 senelerinde ortaya çıkan ve Türkiye’nin alt-üst olmasına neden olan ekonomik krizi istismar ederek seçimlerde sağladığı % 37 oy oranıyla tek başına hükümete gelmişti.

AKP, baştaki Ecevit Hükümeti'nin izlediği ekonomik-politikaları, ekonomik krizin nedeni olarak gösterip, kapitalist ekonomiye ve neo-liberalizme toz kondurmuyordu ve neo-liberal politikalar sayesinde ekonominin krizden çıkabileceğini iddia ediyordu.

Sözde, “müthiş” ekonomik tedbirler ile finans sektörü sağlamlaştırılmıştı! Artık Türkiye bir daha 1994 ve 2001 yıllarındaki gibi ekonomik krizler ile karşılaşmayacak, “imamlar” sayesinde “güllük gülistanlık” döneme girecekti!

Oysa, 2001-2002 yıllarında ekonomik krizin en şiddetli etkisine maruz kalan, Latin Amerika ülkeleri, özellikle Arjantin ve Brezilya, neo-liberal politikalara(tutarlı olmasa da) ve IMF’in baskısına boyun eğmeyerek, alacaklı uluslararası bankalara ve rantçı kapitalist devletlere meydan okuyarak, borçlarını ödemeyeceklerini ilan etmeleri, bu ülkeleri borç ödeme baskısından( kısmen de olsa) kurtarmış ve mevcut borçların ödenmesinin ertelenmesini sağlamıştı.

Latin Amerika halklarının uluslararası kapitalizme ve neo-liberal politikalara karşı isyanı ve ayaklanmaları, özellikle Venezüella’da, Bolivya’da ve Chavez’in yolunda yürüyen diğer Latin Amerika ülkelerinde kapitalizme ve neo-liberalizme karşı politikaların yürürlüğe koyulması, gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkeleri geri adım atmak zorunda bırakmıştı. ABD ve AB başta olmak üzere, neo-liberal politikalar ile birbirlerine sıkı sıkıya bağlı olan ülkelerin ekonomik krizin bataklığına gömüldükleri bu dönemde, Latin Amerika ülkelerinin krizin şiddetini nispeten daha az hissetmelerinin nedeni, kapitalizme ve neo-liberal ekonomik politikalara karşı baş kaldırmalarından dolayıdır.

Chavez’in, “halk bankçılık” ve kooperatifleştirme girişimleri ile burjuvazinin karını ve pazar için üretim teşebbüsünü sınırlayarak, (kısmen de olsa) emekçi kitlelerin tüketimini gözeten ve kar etmeyi asgari düzeye indirmeyi amaçlayan ekonomik-politika, uluslararası kapitalizmin ekonomik krizinden etkilenmeyi (şimdilik) düşük bir düzeyde tutabiliyor.

Uluslararası kapitalizmin kriziyle birlikte, halk inisiyatif grupların elinde olan fabrikaların kapanmadığı, işsizliğin artmadığı, açlığın, çaresizliğin hissedilmediği ülkelerden biri de (şimdilik) Venezüella’dır.

Kar ve meçhul pazar için üretim gerçekleştirilmedikçe ekonomik krizin ortaya çıkması söz konusu olamaz tezi, Venezüella deneyiyle de bir kez daha kanıtlanıyor.

Oysa Türkiye, burada vurguladığımız ekonomik-politikaların tam tersine bir yol izlemişti. IMF ve Dünya Bankası, uluslararası burjuvazi, devlet garantili borçların ödenmesinin aksamaması ve zamanında ödenmesini sağlamak için, adamları Kemal Derviş’i “ekonomik krizin kurtarıcısı “ olarak Türkiye’ye göndermiş, neo-liberal politikalar ile Türkiye’nin sözde “ekonomik krizden kurtulacağı” ileri sürülmüştü.

Oysa 2002 sonrası uluslararası kapitalizmin ekonomik krizden ( geçici bir süre de olsa ) çıkarak istikrar dönemine girmesinden en az etkilenen ülkelerin başında Türkiye geliyordu .

Çünkü Türkiye’nin (cüzzi IMF borçlarını bir kenara bırakırsak), devlet garantili borçları 500 milyar doların üstüne çıkmıştır. Uluslararası bakanlardan alınan yüksek faizli kredilerin yanı sıra, ihracat tutarından çok daha fazla yapılan ithalat, devlet garantili borç yumağının kartopu gibi durmadan büyümesine neden olmuştur. Borcu borçla ödeme, Türkiye’nin yıllardan beri devam edegelen temel politikasıdır.

Türkiye, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Asya, Afrika ve Uzak Doğu ülkelerinin tümü, gelişmiş kapitalist ülkelere ve uluslararası bankalara borçlu durumdalar. Sadece (Rusya hariç) Doğu Avrupa ülkelerinin borçları,1,6 trilyon € tutarındadır. Doğu-Avrupa ülkelerine “Borç veren” devletlerin ön sırasında yer alan Avusturya, gayri safi yurt içi hasılatının %85’ni, kredi olarak Macaristan ,Ukrayna ve Sırbistan gibi ülkelere vermiştir. Batı Avrupa bankaları, 4,7 trilyon € tutarında “gelişmekte olan ülkeler” diye adlandıran ülkelere borç vermişlerdir.

Doğu Avrupa ülkelerine verilen 1,6 trilyon € tutarındaki paraların % 25’i İsviçre’ye, %24 İsveç’e, %23’ü İngiltere’ye aittir. Latin Amerika ülkelerine İspanya tek başına 316 milyar €, ABD bankaları 172 milyar dolar borç vermişlerdir .

Ekonomik kriz, borçları ödeyememe sorununu da gündeme taşıdı. Bu borçların ödenmemesi, emperyalist-kapitalist ülkeleri, ( ekonomik durgunlukla da birleşince) iflasa doğru sürüklüyor.

İzlanda, Macaristan, Ukrayna, gibi devlet garantili borçlu ülkeler, iflas ettiklerini ardı ardına açıkladılar. Sırada Beyaz Rusya(Belarus) var. Türkiye’nin iflasını açıklaması ise an meselesi.

Çünkü Uluslararası finans kuruluşlarının, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın tespit ettiği iflas etme tehlikesi ile baş başa olan ülkeler sıralanmasında, Türkiye ön sıralarda yer alıyor.

Guardian'ın manşetinden duyurduğu bir habere göre, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD'nin raporunda, ekonomik krizden en fazla etkilenecek ülkeler arasında İngiltere'nin sayıldığına dikkat çekiliyor. “Altı aylık küresel büyüme raporunda, mali krize en fazla yakalanan ülkelerden İngiltere ekonomisinin yüzde 1,1 küçüleceği öngörülüyor. Bu ülkeler arasında, Macaristan, İzlanda, İrlanda, Lüksembourg, İspanya ve Türkiye de (a.ç-Y)var.”

Dinci Hükümet ve Türkiye’nin tekelci burjuvazisi bu gerçekleri Türkiye halkından gizlemeye çalışmaktalar.

Borsa oyunlarıyla, borsanın inişli çıkışlı sahte grafikleriyle insanlar aldatılmak isteniyor. Oysa borcu borçla ödeme, Türkiye’nin uzun yıllardan beri vazgeçmediği temel ekonomik –politikasıdır.

Türkiye, şimdiye kadar 12 Eylül faşizminin yürürlüğe koyduğu, iş-yasalarının sağladığı ortam sonucu oluşan en ucuz iş gücü sayesinde, maliyeti düşürülen malların dış pazarlardaki satışıyla ve turizmden sağlanan dövizler v.s. ile tespit edilen borç taksitlerini zamanında ödeyebiliyordu .

Şimdi ise, dünya ekonomik krizinin şiddetlenmesi karşısında ucuz maliyetli mallara dahi dış piyasada alıcı bulunamıyor ve dolayısıyla, önceki ekonomik kriz dönemlerinden hiçbir zaman doğru dürüst çıkamayan Türkiye ekonomisi, şimdi de iflasa doğru yol alıyor. Sadece son bir ay içinde kapanan veya üretim kapasitesini düşüren işyerlerinden, fabrikalardan çıkarılan işçilerin sayısı (resim rakamlara göre) 125 bin kişidir. Son günlerde IMF memurlarının Türkiye’yi ziyaret etmesinin nedeni, borçların ödenmesinde ortaya çıkan sıkıntıdan dolayıdır. Türkiye ekonomisinin iflasın eşiğinde olduğunun anlaşılması, demagog başbakan Tayyip Erdoğan’nı hırçınlaştırıyor.

Bu günlerde sadece Tayyip Erdoğan değil, tüm burjuva hükümetleri, ekonomik durumu toz pembe göstermek için yoğun demagojik propaganda yürütüyorlar. Örneğin; Almanya Başbakanı Merkel, durmadan Almanya ekonomisinin ne kadar güçlü olduğundan, krizden etkilenmediğinden dem vurup duruyor, ama bir yandan da krize giren fabrikaları ve bankaları kurtarma paketleri ardarda açıklanıyor. Kapitalizmin krizini ört bas etme konusunda Rusya Başbakanı Putin, herkesi geride bırakmak için özel çaba harcıyor.

Putin, Kruşcev-Brejnev döneminin kapitalist Sovyetler’de yetişen ve devlet kapitalizmi ile neo-liberal kapitalizmi kaynaştırmaya çalışan bir burjuva devlet adamı olarak politik arenada boy gösteren demagog bir burjuvadır.

Sovyetler dağıldıktan sonra, üst üste sekizinci ekonomik kriz dönemine giren Rusya’da son günlerde toplanan partisinin kongresinde Putin, ABD’nin ve AB’nin uyguladıkları finans politikalarının Rus ekonomisinin krize girmesine neden olduğunu ileri sürebiliyordu. Bir yandan da global kapitalizme karşı “ulusal kapitalizm” nakaratlarıyla da Rus işçi ve emekçileri kandırmaya çalışıyordu.

Ve yine bir yandan, yurt sever petrol zengini Rus milyarder burjuvalara “paralarınız yabancı bankalardan çekin, devletinizin bankalarına yatırın” çağrısıyla “ulusal kapitalizm” döneminin başladığını ilan ediyor, diğer yandan, küçük ve orta büyüklükteki özel teşebbüsçüleri vergi indirimleri ile ekonomik kriz karşısında sözde desteklediklerini açıklayarak ve işsizlik parasının 1500 Ruble’den 4500 Ruble’ye (yani 43 €’dan 129 €’ya) çıkarıldığını vurgulayıp, açlığın, işsizliğin, sefaletin arttığı koşullarda, Rusya’nın bir “sosyal devlet” olduğuna dair demagojik propagandalarla şov yapıyordu .

“Sosyal-devlet” vurgulamasını, “yurtseverlik”, “Birleşik Rusya” gibi motifler ile süsleyerek ekonomik krizin karşısına Hitler gibi “ulusalcılığı” öne çıkaran ve herkesi Rus ulusal devletinin etrafında kenetlenmeye çağıran Putin’in, tüm bu demagojik propagandasının amacının ne olduğunu, üretimde verimliğin arttırılması talebiyle ve de Rus kapitalizmini gelişmiş kapitalist ülkeler ile rekabet edebilecek yeteneğe kavuşturma hedefiyle açıklıyordu.

Ama ne var ki, Rusya’yı da etkisi altına alan ekonomik krizin, yeni ,yeni gelişmekte olduğu iddia edilen banka sistemini, inşat ve otomobil imalat sanayiyi, restoran zincirlerini ve hammadde üretim sektörünü v.s. felç ettiği de gizlenemiyor.

Ekonomik krizin boyutları açığa çıkmasın diye Moskova borsası, durmadan kapatılıyor. Moskova borsası kısa bir süre içinde % 70 kayıpla en fazla zarar uğrayan borsaların başında gelmeye başladı. Otomobil fabrikaları kısa devreli çalışma dönemine girdi. Petrol başta olmak üzere hammadde üretimi (miktar olarak) hızlı bir şekilde düşmeye devam ediyor. Rus burjuvazisinin çok övündüğü, petrol ve doğalgaz gelirleri çok hızlı bir şekilde azalıyor.

Rusya’nın “Yeni Ekonomi Endüstrisi” isimli üniversitesinin rektörü ve Rusya’nın en önde gelen iktisatçılarından Sergej Guriyew, ekonomik durumun çok ciddi olduğunu inkar etmiyor ve önemli sayıda firmanın yatırımlarını ertelediğini, personel çıkarmaya başladığını, durumun tahminlerden daha kötü olduğunu ve dünya ekonomik krizinin etkisinin Rusya’da iki kat daha fazla hissedildiğini ileri sürüyor. Guriyew, “Rus ticaret bilançosu müthiş baskı altındadır, çok az miktarda yabancı para ülkeye giriyor, Rus banka sistemindeki hastalıkların diğer kriz dönemlerinden farklı değildir” diyor. Birbirini takip eden Rusya’daki basın haberlerine göre, çok sayıda işveren ödeme zorlukları baş başadır. Rus hükümetin işverenleri bu müşkül durumdan kurtarmak için piyasaya sürdüğü çok yüksek miktardaki paraların da bir işe yaramadığı yine gizlenemiyor. Ve yine Rus hükümeti, “yabancı ülkeler” e borçlu olan Rus burjuvalarına, borçlarını ödemesi için durmadan para aktarıyor. Buna rağmen Rus burjuvazisinin devlet garantili yabancı banklara olan borçları 500 milyar $’dır. (Rus devletinin direkt borçları hariç.)

Tüm bunlara rağmen Rusya’da bir devletleştirme hareketi değil, devletin kontrolü genişliyor ve bu da bürokratların yolsuzluklar ile zenginleşmelerine yol açmaktan başka bir işe yaramıyor.

Ama, Kremlin’in resim açıklamaları, devlet medyası bu gerçekleri inkar ederek ekonomik durumu toz pembe göstermeye devam ediyor. Rus Devlet Başkanı Dmitri Medwdew’e göre “Kriz yalnızca dış ülkelerde var, Rusya’da yok.”Aynen Tayyip gibi , “henüz kriz bizde görülmüyor, biz krize girmeden kurtulabiliriz” nakaratını tekrarlayıp duruyor.

Dünya ekonomisinin “büyük gücü” olarak lanse edilen Çin, ekonomik kriz açısından Rusya’yı aratmıyor. ABD’deki krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında, ABD ile sıkı ekonomik işbirliği içinde olan Çin geliyor. Çin’de 10 binlerce fabrika kapanıyor, çünkü Amerikalılar bisiklet, çocuk oyuncakları, tekstil ürünleri v.s almıyorlar. Amerika’daki ekonomik durgunluk doğrudan doğruya kendine bağımlı hale gelen Çin ekonomisini çöküntüye zorluyor.

Sosyalistlerin ekonomik kriz karşısındaki tavırları

“Kim bir problemi çözmek istiyorsa, onun nedenlerini öğrendikten sonra ancak onu çözebilir” laflarını sarf eden Almanya’nın "keskin sosyalisti" Lucy Redler (6) başta olmak üzere, önemli sayıda “sosyalist”, kapitalist ekonominin krizinin çözümünü kapitalist sistem içinde aramaktan kaçınmıyorlar. İşçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarları adına öne sürdükleri "çözüm önerileri" ise başta bankalar olmak üzere büyük sanayi işletmelerinin devletleştirilmesi ve kar için pazar ekonomisinin yerine "planlı ekonomiye" geçiştir. İlk bakışta bunların, kapitalizm karşıtı sosyalizmi amaçlayan talepler olduğu izlenimi edinilmektedir. Ki, aynı zamanda bunların kapitalist ekonominin krizine karşı şimdiye kadar gündeme getirilen en radikal “talepler” olduğu da inkâr edilmez. Ama ne var ki, bu çok radikal görülen taleplerin arkasında reformist görüşler gizlenmektedir.

Marksizm, sosyalist devrim gündeme geldiği dönemler de, devletleştirmelerin öne sürülmesinin kapitalizmi kurtarma amacı taşmaktan öte bir anlam ifade etmediğini seneler önce tespit etmişti. Uluslararası kapitalizmin krizi dünyayı sardığı, işçi ve yoksul emekçilerin sosyalist sistemin dışında sınıfsal kurtuluşlarının olamayacağını tartışmaya başladığı dönemde, bankaların ve bankaların elinde bulunan büyük şirketlerin devletleştirilmeleri isteniyor! Peki “devletleştirmeleri kim yapacak”, tabii ki devlet, hangi devlet sorusunun cevabı, niteliği gizlenmeye çalışılan burjuva devletidir. İşte öne sürülen bu keskin lafların arkasına gizlenen, işçi sınıfının siyasi mücadelesini burjuva devletini ele geçirme ile sınırlayan bu düşüncedir. Bu reformist düşüncelerine karşı Lenin "Devlet ve İhtilal" kitabında "en temel konu devletin ne olduğunu kavramaktır" diyordu.

Lucy Redler, devleti ele geçirmeyi amaçlayan siyasi mücadele anlayışını, "eğer biz kapitalistlere ve onların Merkel, Münterfering (Almanya Sosyal-Demokrat Parti'nin şimdiki başkanı), Westerwell (FDP’nin başkanı) gibi uşaklarına krizin çözümüne imkân tanırsak, tarihsel en büyük soygunu gerçekleştirmelerine imkân tanır ve çalışanların, işsizlerin bu çözüm için korkunç bir bedel ödemelerine meydan veririz" laflarıyla kamufle etmeye çalışıyor. Her şeyden önce bu bayanın temel yanılgısı, kapitalist ekonomik krizin siyasi bir çözümü varmışçasına soruna yaklaşmasıdır. Oysa burjuvazinin dahi tartıştığı "kapitalist ekonominin krizinin çözümü" değil, krizin yarattığı sosyal çalkantıların önüne geçmektir. Burjuvazi de ekonomik krizin bir dönem sonra kendiliğinden sona ereceğini ve kapitalist ekonominin tekrar istikrar dönemine gireceğini biliyor. Onun tek istediği, ekonomik krizin siyasi krize dönüşerek, iktidar mücadelesinin gündeme gelmemesidir.

Nitekim Deutsche Welle, Oxford Araştırma Grubu (OAG) güvenliği değerlendirme raporu, “mali krizin” yol açtığı küresel ekonomik dar boğazın, yüz milyonlarca insanı daha yoksul ve kızgın hale getireceği için dünya güvenliğine (yani burjuvazinin egemenliğine-y) yönelik en büyük tehdit olacağını tespit ettiğine dair haberleri veriyor. "...OAG'ın bugün yayınladığı yıllık güvenlik değerlendirme raporunda, kriz nedeniyle işsizliğin artması ve pazarların çökmesinin etkin sosyal güvenlik sistemine sahip olmayan gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğu ve yetersiz beslenmeyi artıracağı belirtildi. Bunun da ümitsizliği körükleyeceği ve radikal ve şiddetli toplumsal hareketlerin artmasına yol açacağı belirtilen raporda, bu hareketlerin güç kullanılarak kontrol altına alınacağı kaydedildi.

Bu durumun ilk göstergelerinin Çin’de ki toplumsal ayaklanmalar ve Hindistan’da Maocu isyanın şiddetlenmesi olduğu belirtilen raporun yazarı Paul Rogers, -son iki kuşağın en derin ekonomik krizi ile karşı karşıyayız- dedi.”(Deutsch Welle’nin haberlerinden).Tüm bu ve buna benzer tespitler, somut durumu burjuvazinin, “sosyalistlerden” daha iyi tahlil ettiğini gösteriyor. Burjuva hükümetlerinin arka arkaya açıkladıkları bankaları, fabrikaları ve sigorta şirketlerini söz de kurtarmayı hedefleyen “ ekonomik paketler” ile, iflas etmekle yüz yüze olan işletmeleri ayakta tutarak işsizliğin artışını önleyip, dolayısı ile sınıf çelişkilerinin şiddetlenmesini engellemeyi amaçladıkları açıktır.

Ama şimdiye kadar burjuva devletlerinin açıkladığı “kurtarma paketlerinin” bir işe yaramadığı, ekonomik durgunluğun önüne geçemediği de diğer bir gerçektir. ABD’nin yatırım bankası Lehman Brothers’ın batmasına izin verilirken, en büyük sigorta şirketinin iflasının önlenmesinin, işsizliğin birdenbire çok büyük boyutta artma tehlikesini engellemeye yönelik olduğu da bir diğer gerçektir.

Tabii ki, burjuvazinin iflas eden işletmeleri kurtararak işsizliği önleme girişimleri boşunadır, çünkü ekonomik durgunluk neden değil sonuçtur. Ama ne var ki, burjuvazi bu yollar ile sınıf çelişkisinin keskinleşmesini önlemeye çalışmaktadır. Lenin, “Marksistlerin görevi sınıf çelişkisini yumuşatmak değil kesinleştirmektir” der. Oysa “keskin” sosyalistler başta olmak üzere ekonomik kriz karşısında, sözde işçi sınıfının çıkarı doğrultusunda öne sürüldüğü iddia edilen taleplerin hedefi, neo-liberalizmi ve ekonomik kriz öncesi kapitalizmi savunmaktan öteye geçmiyor. Diğer bir deyişle, sınıf mücadelesini proletarya devletinin kurulmasına kadar tırmandırmadan kapitalist sistem içinde çözüm aranıyor.

Bu bakış açısıyla hareket edilerek, burjuva devleti zor yoluyla parçalanıp, dağıtılmadan, yerine Paris komünü tipi proletarya diktatörlüğünü kurmadan, tüm üretim araçları toplumsallaştırılmadan, özel mülkiyet ortadan kaldırılmadan, iş gücü meta olmaktan çıkarılmadan, kapitalist pazar ekonomisine karşı “demokratik planlı ekonomi” öne sürülüyor. Burjuvazinin demokratik devletinin ve özel mülkiyetin egemen olduğu koşullarda, işçi ve emekçi kitlelerin tüketimini gözeten üretimin planlı bir tarzda gerçekleştirileceği (üst kapalı bir tarz da) iddia edilebiliniyor ve bunun için de, ilk önce proleter siyasi devrimin gerçekleştirilmesinin zorunluluğu inkâr ediliyor.

Bugünkü koşullarda gündemde olması gereken siyasi devrimdir. Oysa proleter siyasi devrimin lafı dahi ağızlara alınmıyor. Devrimin gerekliliği tartışmaların gündemine dahi girmiyor. “Marks haklıydı” diyenler Marksizm’i devrimci niteliğinden “arındırarak” itiş etmeye çalışıyorlar. Proleter devriminin zorunluluğunu ön görmeyen “Marksizm”e burjuvazinin bir itirazı yoktur. Çünkü proletarya devrimi olmadan, Marksizm’in sosyal-pratiğin canlı bir unsuru haline gelmesi imkânsızdır. .Buna rağmen adım başı devrimin zorunluluğundan arındırılan Marksizm karşımıza çıkarılıyor. Oysa Marksizm devrim ile özdeştir.

Lenin’den sonra, Sovyetler’de proletarya diktatörlüğünün adım , adım bürokratik diktatörlüğe dönüşmesi bahane edilerek, sosyalizme geçmek için proletarya diktatörlüğünün kurulması zorunluluğu inkâr ediliyor. Proletarya diktatörlüğü için siyasi mücadelenin esas olması gerekliliği özellikle göz ardı ediliyor. DDR ve eski “sosyalist” ülkelere egemen olan ve adına “proletarya devleti” takılan bürokratik diktatörlüklerin alternatifi olarak burjuvazinin demokratik devleti öne sürüldü ve sürülmeye devam ediyor. Proletarya devletinin gerçek demokratik diktatörlük olduğu gerçeğinin, sosyalizm için mücadelenin propagandasında yer almamasına özen gösteriliyor.

Burjuvazinin, “proletarya diktatörlüğü” olarak lanse edilen bürokrat burjuva devletlerinin, gerçekten anti-demokratik niteliklerini istismar etmesi, burjuva demokrasinin bir diktatörlük ve biçimsel bir demokrasi olduğu gerçeğini gizlemesi ve bunun işçi ve emekçiler üstünde aldatıcı bir etki kurması, “Marksist” olduklarını ileri sürenleri dahi burjuva demokratik diktatörlüğe boyun eğmeye götürüyor. Ve böylece işçilerin, emekçilerin pratik

Ekonomik krizin siyasi krize dönüşmesi ve devrimci durum

Kapitalizmin ekonomik krizi veya daha doğrusu onun ölümcül çelişkilerinin keskinleşmesi proletarya devriminin gündeme gelmesini sağlayan temel etkenlerdir. Bu temel etkenlerin en önemlerinden biri de kapitalizmin ekonomik krizidir. Bunun için gerçek Marksist partiler, kapitalizmin ekonomik krizini yakınan takip ederler. Marks ve Engels döneminden beri kapitalizmin ekonomik krizi ve onun yaratacağı "olumsuz koşulların" devrimci durumun ortaya çıkmasındaki rolünün gözetlenmesi hep Marksist partilerin önemli görevi olmuştur. Marks ve Engels’in 1800'lü yıllarda ve kapitalist üretim ilişkilerinin henüz ilerici özelliklerini kaybetmediği dönemlerde bile kapitalizmin ekonomik krizinin proleter devrimlere yol açıp açmayacağını tartıştıkları, işçi sınıfının ve partisinin gündemine taşıdıkları bilinmektedir.

Türkiye'de "1971 hareketleri" diye nitelendirilen siyasi grupların en önemli gündemlerini, kapitalizminin ekonomik krizi ve onun devrimci durumu yaratıp yaratmayacağı tartışmaları oluşturmuştu. Yanlış da olsa, silahlı mücadelenin objektif koşullarının var olup olmadığı kapitalizminin ekonomik krizine göre ele alınıyordu. Tabii ki ekonomik kriz olmadan siyasi krizin ortaya çıkmayacağı düşünüldüğü için "silahlı mücadelenin esas mücadele biçimi" olduğunun kanıtı olarak da kapitalizmin artık sürekli ekonomik ve dolayısıyla siyasi kriz içinde olduğu görüşleri ileri sürülmekte idi. Kapitalizmin ekonomik krizinin sürekli olduğu iddiası kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önündeki en temel gerici üretim ilişkileri olma özelliğine dayandırılmaktaydı. Kapitalizmin sürekli ekonomik ve siyasi kriz içinde olduğunu iddia eden görüşlerin yanlışlığı bir yana, burada önemli olan devrimin (ister proleter isterse "halk devrimi" adı verilsin) gerekliliğinin tartışılması ve proleter devrim olmadan işçi ve yoksul emekçilerin sınıfsal kurtuluşlarının imkansız olduğunun vurgulanmasıydı.Marksistler ile revizyonistler ve reformistler arasındaki en temel ideolojik farklılığı ve örgütsel ayrılıkları (son tahlilde) devrimin zorunlu olduğunu kabul edip etmemenin belirlediği söylenir ise yanlış olmaz.

Türkiye devrimci hareketinin Kruşcevci revizyonizm’e ve Sovyetler'e karşı tavrını belirleyen en temel etken, devrimin gereksizliğini öne süren "barışçıl geçiş" teziydi.

Bu tez onları Kruşcevci revizyonizm’e ve onların Türkiye'deki uzantısı TİP ve TKP gibi partilere karşı keskin ideolojik mücadele yürütmeye itmişti. Kapitalizmin krizi ekonomik istikrar dönemlerinde sessiz ve sakin olan işçi ve emekçileri birdenbire harekete geçirir. Bunun için Lenin, komünist (veya bu iddiada olan) partilerin kapitalizm koşullarında ortaya çıkması kaçınılmaz olan bunalım dönemlerini gözeterek önceden hazırlanması gerektiğini özellikle vurgular. Ama işçi ve emekçi sınıfların üstünde şu veya bu şekilde ideolojik, siyasi ve örgütsel etkinlik kuran revizyonistlerin ve reformistlerin devrim diye bir dertleri olmadığı ve kapitalizmin "restore" edilmesini siyasi amaç haline getirdikleri ve de "kaderlerini" kapitalizme bağımlı kıldıkları için, kapitalizmi yıkmayı amaçlayan proleter devrimine göre ne kendilerini dolayısıyla ne de işçi ve emekçileri derinlemesine hazırlayıp, örgütlemeye girişmeleri düşünülemez. Bunun için yine Lenin, Revizyonizm’e karşı mücadele edilmeden burjuvaziye karşı mücadele edilemez diyordu.

Lenin’in bu düşüncelerinin ne kadar doğru olduğunu Türkiye'de de 12 Eylül faşizminden göstermelik burjuva demokrasiye geçişle birlikte izlenen ideolojik, siyasi ve örgütsel çizgiler bir kez daha kanıtlandı. Sovyetlerin dağılması ve burjuvazinin neo-liberalizm ile birlikte "vahşi kapitalist" döneme geri dönmesi, kapitalizmin restorasyonunu siyasi amaç edenleri daha "coşkulu" bir tarzda neo-liberalizm öncesi "sosyal-devleti" savunmaya itti. 1970 öncesi "sol cuntanın" peşinden koştuklarından dolayı proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmi için mücadeleyi sınıf mücadelesinin gündeminden çıkaran ve emperyalizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden soyutlayan TKP kalıntılarının tespit ettiği "tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye" sloganının yeniden günceleştirilmesi, Kemalizm’in sahte anti-emperyalist, milliyetçi görüşlerinin (özellikle gençlik üzerinde) etkinlik kurmasını sağladı. 12 Eylül'ün faşist generalleri ve Türk Ordusu, özellikle okuyan gençlik kitlelerini anti-komünist sosyalizme ve ML düşüncelere düşman Kemalizm ideolojisi ile etkileri altına alarak, bugünkü sömürü ve baskı düzeninin bir parçası ve savunucusu durumuna düşürdüler. Atatürkçü düşünce dernekleri, okuyan gençlik içinde bu amaca yönelik olarak güçlü tarzda örgütlendi. Kapitalizmden soyutlanan "anti-emperyalist" ve burjuva demokrasisini genişletmekten öteye geçmeyen demokrasi mücadelesinin esas alınmasında Kemalizm’in büyük rol oynadığı inkar edilemez.

12 Eylül faşizmi ile tekrar yeşeren Kemalizm’i etkisiz hale getirecek olan ve neo-liberalizm dönemi ile birlikte kapitalizmin sonunun geldiğini haber veren periyodik olarak ortaya çıkan ekonomik krizler bile restorasyoncuları "hayal dünyalarından" uyandıramadı. Kapitalizmin yıkılmazlığına inana "sosyalistler" burjuvaziyle birlikte ekonomik krizin, kapitalist üretim ilişkilerinin niteliğinden doğduğunu inkar ettiler ve ekonomik krizin sadece "finans krizi" olduğunu "kanıtlamak" için burjuva ekonomistlerinin görüşlerini yaygınlaştırmaktan dahi çekinmediler. (8) Türkiye’nin 12 Eylül faşist döneminden sözde çıkışının Sovyetler'in dağılma dönemine rastlaması ve burjuvazinin "sosyalizmin öldüğüne" dair yeri-göğü inleten yaygarasının oldukça güçlü etkisi, sosyalizm için mücadelenin gereksiz olduğunu ileri süren görüşlerin etkinlik kurmasına, sosyalist demokrasiyi dışlayan burjuva demokrasisinden öteye geçmeyen "demokrasi" mücadelesinin esas alınmasına neden oldu. Oysa burjuva devletlerin en demokratik biçimleri bile göstermeliktir. Gerçek demokrasi ile zerre kadar bir alakası yoktur.İşçi ve yoksul emekçileri siyasi iktidardan dışlayan temsili demokrasi, her ne şekilde olursa olsun hangi kılıfa girerse girsin sermayenin iktidarını sağlamakta öteye geçemez ve sermayeye hizmet eder.

Bugün Latin Amerika ülkelerinde başlatılan temsili demokrasiye karşı işçi ve emekçilerin doğrudan iktidara katılmalarının sağlayan iktidar organlarının örgütlenmesi, temsili demokrasiye (etkisi henüz güçlü olmasa da) darbe indiriyor. Gerçek demokratik devlet biçimi Paris Komünü'dür, Lenin dönemindeki Sovyetler'dir, Rosa Luxemburg-Karl Lienknecht’in 1919 yılında Almanya'da kurdukları Sovyetler'dir. Gerçek siyasi demokrasi için mücadele artık burjuva demokrasisini talep etmekten çıkmıştır. Burjuva demokrasisi miadını doldurmuştur. Tekrar ediyorum en demokratik burjuva demokrasileri bile gericidir. Burjuvazinin faşist diktatörlüklerinin alternatifi burjuva demokrasisi değil, toplumsal demokrasi yani proletarya diktatörlüğüdür. Burjuvazi, faşist diktatörlüklere karşı mücadeleyi saptırtmak ve kendi iktidarlarının yıkılmasını önlemek için, faşizme karşı burjuva demokrasini (temsili demokrasiyi) alternatif siyasi sistem olarak öne sürmüş, kapitalizmin yaşamasını kendi sınıfsal varlıkları için vazgeçilmez addeden sınıfların temsilcileri "solcu" kılıklı revizyonist ve reformistleri de kendine yandaş ederek, burjuva demokrasini ulvileştirmiş ve "herkesi" faşizme karşı burjuva demokrasisine dört elle sarılmaya ve ona biat etmeye çağırmıştır. Ulvileştirilen bu gerici burjuva demokrasinin sınırlarının dışına çıkmayı yasaklayan "mücadele alanları" dahi tespit edilebilmiştir. "Burası demokratik kitle örgütlerinin platformudur veya şimdi demokrasi mücadelesi esastır" görüşleriyle kendine sosyalist diyenlerin faaliyet gösterdiği alanlarda dahi ML (daha doğrusu komünizm) propagandasının yapılmasına kapalı tutmuştur.

Sosyalistlik adına öne sürülen bu düşünceler kaba ekonomizmden öte bir anlam ifade etmiyor. Sözde işçi ve emekçilerin siyasi örgütlenmesi ve mücadeleye katılması ancak kendiliğinden sınıf bilincinin egemenliği altında, ekonomik ve sosyal hakları için mücadele temelinde gerçekleşebileceği ileri sürülmektedir. Ama ne var ki işçilerin, ekonomik ve sosyal durumlarının düzeltilmesi amacıyla yürüttükleri mücadelede "sosyalistlere" ihtiyaçları yoktur. İşçilerin ekonomik mücadeleye katılmaları için kendiliğinden sınıf bilinci yeterlidir. Fakat kendiliğinden sınıf bilinci işçi sınıfını sınıfsal kurtuluşa götüremez, burjuva ideolojisinin etkisinden kurtaramaz ve de böyle içerikteki mücadele meta olan iş-gücünün pazarlığından öteye geçemez. İş-gücü meta olarak kaldığı müddetçe işçi sınıfının köleliği ve sömürülmesi devam eder. Kaldı ki işçi sınıfı kendi sınıf bilincine (sosyalist bilince) eriştiği zaman, iktidar mücadelesinin bir aracı olarak gördüğü ekonomik ve sosyal hakları elde etme kavgasını daha kararlı şekilde sürdürür.

İngiltere'de işçiler, 1851'e kadar burjuvaziye ve kapitalizme karşı çok çetin ve amansız mücadele yürüterek ve bu mücadelede çok büyük kayıplar vererek sendika kurma, grev yapma ve iş saatlerinin kısaltılması v.s gibi hakları elde ettiler. (9) İşçi sınıfının kapitalizmi de hedef alan bu mücadelesi karşısında o dönemde dünya pazarlarının tek hakimi olan İngiliz Burjuvazisi, sömürgelerinden elde ettiği karlarının bir kısmını İngiltere’deki işçilere dağıttı ve işçi sınıfı içinde aristokrat bir tabaka yarattı ve böylece işçi sınıfının mücadelesini ekonomik mücadele ile sınırlı kalmasını sağlamak amacıyla Trade-Union’culuk (yani sendikalizm) işçi sınıfı hareketine egemen kılındı.

Ama Türkiye'deki burjuvazi ve devlet hiçbir dönemde İngiliz Burjuvazisi'nin konumuna erişemediği için, cumhuriyetin kuruluşundan, 1966'ya kadar işçi sınıfına grev, sınıf sendikası kurma ve serbest toplu sözleşme yapma hakkı tanımadı. Devlet terörü ve devlet tarafından kurdurulan sendikalar aracılığıyla işçilerin ekonomik haklar için mücadelesi dahi anında bastırıldı. 1966'da DİSK'in kurulmasıyla birlikte işçi sınıfı, devlet baskısına, burjuvaziye ve devletin kurduğu sarı sendika Türk-İş’e karşı mücadele sürecinde (gerçek anlamda) ekonomik ve sosyal haklarına kavuştu. İşçiler, sarı sendika Türk-İş ten DİSK'e geçmek için kıran kırana bir mücadele yürütmek zorunda kaldılar. Fabrika işgalleri ile, polisin jandarmanın askeri birliklerin saldırılarını geri püskürterek, patronları DİSK'i tanımaya zorladılar. (11) Burjuvaziye ve devlete karşı yürütülen bu mücadelenin, aynı zamanda kapitalizmi de hedef almasından dolayı, işçiler sosyalist düşünceler ile karşılaştılar ve işçiler içinde sosyalist işçi önderleri çıktı. İşçi sınıfının mücadelesi, sosyalist düşüncelerin işçilere taşınmasıyla daha da güçlendi. O dönemde sosyalist düşüncelere ve Marksizm’e karşı olan, anti-komünizmin bayraktarlığını yapan, devletin baskısının yanı sıra, sosyalist düşüncelerle ile işçilerin karşılaşmalarını önlemeye çalışan Türk-İş'e bağlı faşist, dinci gerici ve sosyal-demokrat sendikalar idi.

Özellikle 1970 öncesi Türkiye işçi sınıfının mücadelesine sosyalist düşüncelerin taşınması ve işçi sınıfı hareketi ile sosyalizmin kaynaşması, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini zayıflatmamış, tam tersine güçlendirmişti. Bunun için faşist generaller, gerici Demirel’in (MC dahil) hükümetleri, DİSK'i boğmak ve onu kapatmak için 20 seneyi aşkın bir süre boyunca saldırılarını sürdürmüşlerdi. 12 Eylül generallerinin yürürlüğe koyduğu işçi yasalarını ilk önce 1970'te Demirel parlamentodan çıkartmıştı. DİSK'i ortadan kaldırmayı amaçlayan bu yasa, 15-16 Haziran işçi sınıfı mücadelesi ile fiili olarak hükümsüz hale getirildi, sonradan da anayasa mahkemesinin kararı ile iptal edildi. (10)

Ama 12 Eylül faşist darbesi ile işçilerin 20 sene boyunca kıran kırana mücadelesi ile elde ettikleri ekonomik ve sosyal hakları gasp edildi. DİSK kapatılarak dağıtıldı. Faşist generaller işçilere karşı kazandığı “zaferini” yürürlüğe koydukları yasalar la taçlandırdı ve işçilerin ekonomik haklarının gaspını sürekli hale getirdi. Bu gün Türkiye'de işçi sınıfının sendika kurma, grev ve toplu sözleşme yapma hakkı yoktur. 10 milyon işçiden, sadece 500 bin civarındaki işçi ancak sendikalı olabiliyor ve sözde grev yapma hakkından yararlanabiliyor. Ki bu sendikalı işçiler, sınıfı içinde tam anlamıyla imtiyazlı tabakaya tekabül ediyor.

Cumhuriyet’in kuruluşundan 12 Eylül’ün sonuna kadar geçen süre boyunca, Türkiye kapitalizmi, işçi sınıfının mücadelesinin ekonomik mücadele ile sınırlı tutacak bir yapıya kavuşmamıştı. Türkiye işçi sınıfına kısıtlı ekonomik hakların kullanılmasını yasaklayan devlet politikası uzun dönem yürürlükte kaldı. Bunun için Türkiye'de, emperyalist-kapitalist Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ekonomizmin işçi sınıfı hareketine (geçici süreleri de kapsasa) egemen olmasının maddi zemini oluşmamıştı.12 Eylül faşizm’i, işçi sınıfı içinde ekonomizmin etkinlik kuracağı bir zemini oluşturdu. İşçi sınıfının büyük bir çoğunluğunu ekonomik haklardan mahrum eder iken, azınlık kesimine sendikalı olma, grev ve toplu sözleşme yapma hakkı tanıyarak, onların yaşamların kapitalizmi ile çatışmayacak tarzda imtiyazlı konuma getirdi. Türkiye koşullarında aldıkları ücretler, mevcut ekonomik ve sosyal haklar onları kapitalist sistem ile bütünleşmeye itti. Mevcut yasa sendikaları bu imtiyazlı işçilerin örgütleri oldukları için, 1980 öncesi sendikalar arası farklılıklar ve çatışmalar gündemden kalktı. Böylece, Türk-İş’in 1980 öncesi izlediği politika, tüm sendikaların politikası oldu. Kısacası Türk-İş, DİSK’e dönüşmedi. DİSK, Türk-İş’e dönüştü. DİSK’in eski DİSK olmamasının ve işçilerin mevcut sendikalar arası bir fark görmemesinin nedeni de budur.

Burjuvazi, sendika, grev ve toplu sözleşme haklarından mahrum olan, günde 10-12 saatten az çalıştırılmayan, istediği zaman işten atılan, taşeron firmalarından kiraladıkları 10 milyon işçinin sırtından elde ettikleri aşırı karların bir kısmını da bu sendikalı işçilere dağıtmaktan çekinmiyor. Bu şekilde 12 Eylül faşizminden bu güne kadar işçi sınıfının büyük çoğunluğunu istedikleri şekilde sömürme imkânın da sahip oluyorlar. İşçi sınıfının mücadelesini ekonomik mücadeleyle, siyasi mücadeleyi yasalar ile tanımış ekonomik ve sosyal hakların savunulması ve kullanılması ile sınırlayan kaba ekonomist “sosyalist” hareketler de bu maddi zeminde şekillendiler. Bu “sosyalist” örgütler, sendikalı işçilerin sınıfsal çıkarların savunan ve bu işçi tabakasına tekabül eden siyasi hareketlerdir. Onların politik ve ideolojik çizgilerini belirleyen de bu imtiyazlı işçi tabaksının maddi (yani sosyal) varlığıdır. Bunun için aynen Avrupa ülkelerindeki sendikalar ve sosyal-demokrat partiler gibi, Marksizm’in işçi sınıfı hareketi ile kaynaşmasını istemiyorlar ve sosyalizmin propagandasına “yasak” getiriyorlar.

Avrupa'da özellikle neo-liberalizm öncesi, Marksizm’in işçi sınıfı hareketi ile kaynaşmasının önündeki esas engel devlet baskısı değildi. Bunun için burjuvazi rahatlıkla "düşünce özgürlüğü yanlısı" olduğu konusunda propaganda yapabiliyordu. Çünkü burjuvazinin emperyalist sömürüsünden pay alan işçiler, refah içersinde bir yaşam sürdürebiliyorlar idi. Dolayısıyla bu koşullarda Marksizm işçi sınıfı hareketini etkileyemediği için de burjuvazi rahattı.

12 Eylül’den sonra, Türkiye "sosyalist hareketinin" üst, üste patlak veren ekonomik krizlere rağmen 1980 öncesi gücüne erişememesinin bir diğer nedeni, işçi sınıfının azınlık kesimini oluşturan bu imtiyazlı işçi tabakasının sınıfsal çıkarların gözeten bir reformist bir politik çizginin izlenmesidir. 12 Eylül’ün parlamenterist rejimi, işçi sınıfının bu tabakasının menfaatini gözeten “sosyalist partilere” yasal faaliyet gösterme hakkı tanımıştır. Bu partiler, işçi sınıfının, gerçekten ezilen, acımasızca sömürülen, günde 10 saatin üzerinde çalıştırılan büyük çoğunluğunun çıkarını savunan bir politikanın temsilcileri değillerdir. Bunun için rahatlıkla Marksizm’i ellerinin tersi ile bir kenara itebildiler. Marksizm, Engelsin "İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu" isimli yapıtında anlattığı işçilerin sosyal kurtuluşlarının, proletarya diktatörlüğü altına inşa edilecek sosyalizm ile mümkün olduğunu ispatlayan bir bilimdir. Türkiye de, Engelsin açıklığa kavuşturduğu yaşam biçim ile varlıklarını sürdüren 10 milyonu aşkın işçi, aynı yaşamı paylaşan milyonlarca işsiz, yoksul kır ve şehir emekçisi mevcuttur. Bunların sınıfsal kurtuluşları ancak sosyalizm ile gerçekleşe bilir. Marksizm’i kendine rehber eden sosyalist partiler, kurtuluşlarını sosyalizmde arayan sınıfların siyasi hareketleridir. Bu sosyalist hareketler, bu sınıfların sosyal varlıklarına tekabül ederler ve bu sınıfların çıkarların savunan siyasi ve ideolojik bir çizgi izleyerek onları örgütlemeyi esas görev edinirler ve bunun için de sosyalist devrimi, sınıfın tek kurtuluş yolu olarak görürler.

Ama bugün özellik ile yasal “sosyalist” partiler, sosyal kurtuluşlarını sosyalizmde arayan sınıfların çıkarların savunmadıkları için Kürt halkının ezilen ulus sorununun çözümünü emperyalist kapitalist sistem içinde arayan Kürt burjuvazisinin öne sürdüğü “demokrasi” platformunda bir araya gelebiliyorlar. Kapitalizmin ateşli savunucusu ve sosyalizm düşmanı Kürt burjuvazisi, Kürt halkının ezilen bir ulusal mensup olmasını istismar ederek, ulusal sorunu kendi sınıfsal çıkarı doğrultusunda çözümünün dayatılmasına devam etmektedir. Bunun için de kapitalizmin krizinin giderek işsizleştirip, yoksullaştırdığı işçilerin, yoksul emekçilerin düzene karşı baş kaldırılarının muhtemel olarak siyasi krize yol açacağını gündeme getirmeye başladığı dönemde, 12 Eylül demokrasinin genişletilmesi temelinde ve de parlamenterist mücadeleyi ön plana çıkararak kapitalizmin , ekonomik krizden "yarar" almadan kurtarmanın çarelerini arıyorlar. Kapitalizmin ekonomik krizi, Marksizm’i burjuvazinin tartışma gündemine taşıyor ve Marksist düşüncelerin toplumdaki etkisini yeniden güçlendiriyor. Bu durum aynı zamanda ezilen ulus sorununun çözümü, sosyalizm temelinde ve proletaryanın sınıfsal çıkarı doğrultusunda da mümkün olduğunu ileri süren görüşleri tekrar su yüzüne çıkarıyor.

Şimdiye kadar Kürt halkının ulusal sorununun çözüm sadece emperyalist-kapitalist sistem için de gerçekleşe bileceği görüşü ile hareket eden Kürt burjuvazisi, kriz ile birlikte güçlenmesi muhtemel Marksist- Leninist görüşlerin ortaya çıkmasını engellemek için hemen şimdiye kadar izlediği siyasi taktikler de “yedek lastikleri “ olmaktan öteye bir fonksiyon oynamalarına imkan tanımadıkları “güçsüz Türk solunu” da yanlarına alarak “Çatı partisi” komedisini tezgahlıyor. Neo-liberal kapitalizmin savunucusu liberal “solcu” aydınları, Kemalist milliyetçiliği kendine rehber eden “sosyal-demokratları” , şeriatçılığa özgürlük isteyen dinci gericileri, alevi mezhebine mensup burjuvaları da içine alacak “geniş tabanlı demokratik ittifak “ politikası ile AKP karşı “güçlü demokratik muhalefet” oluşturmanın peşinde koşuyorlar. Bu “demokrasi ittifakının” tek amacı, kapitalizmin krizinin yarattığı “olumsuzluklar “ karşısın da ortaya çıkması muhtemel sosyal patlamaları parlamentarizme doğru kanalize etmektir. Bunun için dünya çapında kapitalizmin, kapitalist Avrupa birliğinin ateşçi savunucusu “ liberal solcuları” da “ çatı partisine katılmaları için çağrı çıkartmaktan geri durmuyorlar. Kürt burjuvazisine göre, Türkiye’nin en temel sorunu, burjuva demokrasinin genişletilmesi sınırları dâhilinde ve kapitalizm (dolayısı la AB) içinde ezilen ulus sorununu çözümüdür. Bu bakış açısı kendine “sosyalist” diyenler tarafından da kabul edildi ve dolayısıyla Kürt halkının ulusal sorunu, kapitalizme karşı sosyalizmi amaçlayan mücadele temelinde çözümü de reddedildi.

Kapitalizmin çıkmazı, sıradan insanlar tarafından da dile getirildiği, kapitalizme karşı isyanların “refah toplumu” Avrupa’yı dahi sarstığı dönemde bile emek ve sermaye arasındaki çelişkinin yerini, ezen ve ezilen ulus arasında ki çelişkinin ve çatışmanın alması uğraşılarına devam ediyorlar. Kürt halkının ulusal sorunu, emperyalist-kapitalist sistem içinde ve de emperyalist devletlerin isteği ve kontrolü altın da çözümünün talep edilmesi, ezen ulusa mensup işçileri, emekçileri, özellikle gençleri, (kendilerini de sömürüp, ezen) tekelci burjuvazinin, onun devletinin ve faşist generallerin kuyruğuna takıyor. Faşist generaller, Türkiye’nin emperyalist –kapitalist sistemin bir parçası olduğunu, uzun yıllardan beri emperyalist-kapitalist sistemin bekçiliğini layıkıyla yerine getirdiğini “unutarak” , emperyalist devletleri ile göbekten bağlarının bulunduğunu göz ardı ederek, Kürt burjuvazisinin emperyalist kapitalist sistem içinde ulusal sorununa çözüm aramasını istismar ediyor. (Kemalizm’in özünü belirleyen) kapitalizmden soyutlanan “anti- emperyalist” propagandalar ile Kürt ulusun mücadelesinin emperyalist devletler tarafından kışkırtıldığını ileri sürebiliyor. “Anti-emperyalistliği” PKK ve Kürt düşmanlığı ile birleştire biliyorlar. Kısacası, Kürt ulusuna düşman olan aynı zamanda “anti-emperyalist “ Kemalist oluyor... Bu yolla, Türk halkını, Kürt halkının ezen ulusa karşı yürüttüğü haklı mücadelesine karşı seferber edebildiler ve edebiliyorlar.

Generallerin bu oyunu ancak anti- kapitalist (ki bu doğrudan emperyalizmin de hedef alınması demektir) mücadele temelinde boşa çıkarılabilinir. Türk ulusuna mensup, işçileri, emekçileri ve gençleri kazanmadan, egemen sınıflara ve generallere karşı başkaldırıya sokmadan, yani kapitalizmi hedef alınmadan, Kürt halkının ulusal sorununun gerçek demokratik çözümü siyasi gündem de yerini alamaz. Bu da ancak, kapitalizme karşı mücadele sürecin de gerçekleştirilebilinir. Anti-kapitalist ve sosyalizmi amaçlayan siyasi mücadele hangi ulusa mensup olursa, olsun tüm işçileri, emekçileri gençleri, Türkiye’nin egemen sınıflarına karşı birleştirir ve Türk ulusuna mensup işçileri, emekçileri ve gençliği de Kürt halkının ulusal sorununun demokratik çözümden yana tavır almaya iter. Dünya da sömürgeciliğe karşı yürütülen siyasi mücadele kapitalizmi hedef alıp, burjuvaziyi yenilgiye uğrattığı zaman ezilen ulus sorununun gerçek çözümüne mümkün olduğu kanıtlanmıştır.

Marksizm’in tüm ezilen ve sömürülen sınıfları kurtuluşa götürecek tek doğru görüş olduğunun inkârı, Marksizm küçümseme, hatta sözde Marksizm’in yanılgılarını kanıtlamak adına , “Marksizm’in aşıldığı “ görüşlerin yaygınlaştırılması, M/L ulusal sorunun çözümü konusun da öne sürdüğü doğru görüşleri (geçici de olsa) etkisizleştirmişti. Burjuvazinin milliyetçi düşünceleri vurursuzca Kürt ulusal kökenli işçi ve yoksul emekçileri de egemenliği altına almıştır. Bu durumdan yararlanan Kürt Burjuvazisi, Kürt halkının ulusal sorununun gerçek çözümünün proletarya diktatörlüğünün egemenliği altına gerçekleş bileceğini kolayca ret ve göz ardı edile biliyor.

İşte, neredeyse 24 sene boyunca Türkiye’nin siyasi gündemini belirlemekte önemli etken olan bu burjuva görüşlerin ve buna uygun olarak yürütülen siyasi mücadelenin sonunun geldiğini ileri sürebiliriz. Çünkü kapitalizmi ne olduğun tüm çıplaklığı la işçi ve yoksul emekçilerin karşısına tekrar çıkıyor. Kapitalizmin ana merkezlerin de başlayan ve tüm kapitalist dünyayı saran ekonomik kriz, kapitalizmin dışında sömürünün, açlığın, işsizliğin, çaresizliğin bulunmadığı, ezen, ezilen ulus çelişkisinin çözüldüğü, uluslar arasın da hak eşitliğinin sağlandığı, gelecek korkusunun olmadığı bir toplumun (yani sosyalist toplumun) var olduğunu gündeme getiriyor. “Marksizm haklıdır” görüşleri yaygınlaşıyor.

YAVUZ YILDIRIMTÜRK - yyildirim1918@hotmail.com

(1) Çünkü bugün halihazırda, Venezüella'da da tamamen kapitalist ekonomiye son verilmiş değil. Ekonomik alanları sınırlanmasına rağmen kapitalist işletmeler, bankalar ve burjuvazi varlıklarını korumaktalar ve tekrar tümüyle egemen olmanın fırsatını kollamaktalar. Bu kesimin ekonomik krizden etkilenmesi kaçınılmazdır, bu etkilenmelerin emekçi ve işçi kitlelerin inisiyatifinde olan ekonomik sektöre ne kadar etki edeceği ise belirsizdir. Şimdi sadece somut durumun tahlilini yapmaktayız.

(2) İthalatın önemli bir kısmını lüks tüketim maddeleri teşkil ediyor. AKP iktidara gelmesiyle birlikte, çok zengin dinci burjuva tabakasının oluşumunu sağladı. Bu yeni zengin burjuva tabakası, diğer burjuva kesimleri ile lüks yaşantı yarışına girişmişlerdir. Milyonlarca insanımız bir dilim ekmeğe muhtaç edilir iken, zenginleşen "sonradan görme" yeni dinci burjuvalar "Osmanlı Hanedanlığı'nı" adeta geri getirdiler. "İslam dini nefsine hakim olmayı emir eder" nakaratlarıyla yoksulları kandırmaya çalışan dinciler "yeni burjuva tabakasının" lüks yaşantısı karşısında, tam anlamıyla açmaza düşmüşlerdir. Ne var ki bu durum aynı zamanda dinin kime hizmet ettiğini açıkça gösteriyor. AKP’nin iktidara gelmesi ile lüks tüketim maddelerinin ithalinin artmasında yeni dinci burjuva tabakasının önemli payının olduğunu AKP'nin içindeki bazı dinciler dahi inkar edemiyor.

(3) Nitekim devlet başkanı seçilen Dimitri Medyedev, seçim kampanyasında bu temaları işleyerek maden işçilerinin yoğun olarak yaşadığı Kemerowo bölgesinde % 84 oranında oy aldı.

(4) Kruşcevcilerin “barış içinde yarış” düşüncelerini en iyi Putin hayata geçirmeğe çalışıyor.

(5) Krizin şiddetlenmesiyle birlikte Rusya’nın süper zenginleri 230 milyar dolar kayıp vermişlerdir. Rusya’nın en zenginlerinden Oleg Deripaska’nın Kanada’daki otomobil sanayiine mal veren Marga isimli uluslararası şirketi zararından dolayı icra takiplerine uğrayacak tarzda iflasın eşiğine geldi.

(6) Lucy Redler, Almanya’nın en güçlü Troçkist grubu olan SAV’ın (Sosyalist İşçi Birliği'nin) en önde gelen "teorisyen"idir.

(7) Aslında iflasları önleme girişimleri kapitalizmin kriz yasalarına da aykırıdır. Çünkü iflaslar olmadan, üretim durgunluk dönemine girmeden, ekonominin yeniden istikrar dönemine girmesi imkansızdır. En önemlisi kriz döneminde şu ya da bu şekilde ayakta kalan tekeller, iflas edenleri en düşük fiyatlar ile satın alır ve büyürler. Bu kapitalizmin orman kanunlarının gereğidir, "büyük balık, küçük balığı" yutar. Kapitalizmin ekonomik krizi, üretim araçlarının daha da azınlık bir kesimin elinde toplanmasını kaçınılmaz kılar. Nitekim, 300 milyar dolarlık mal varlığı olan Lehman Brothers'ı, Morgan isimli ABD'nin en büyük holdingi 3-4 milyar dolara satın aldı. Almanya'da iflas eden bankaları ve sanayi işletmelerini kurtarmaya yeltenen hükümet politikalarına en büyük itiraz, Deutsch Bank’ın şefi Josef Ackermann’dan geldi. Çünkü Deutsch Bank iflas edenleri ucuza satın almak için pusuda bekliyor. Son günlerde iflas eden işletmeleri kurtarma girişimlerinin işe yaramadığını ve ekonominin durgunluk dönemine girmesini önleyemediğini gören Alman Hükümeti, tüm vatandaşlarına kişi başına 500 euroluk alış-veriş kuponu vererek, tüketim taleplerini artırıp, piyasayı canlandırmayı düşündüklerini ve dolayısıyla işsizliğin artışına engel olmak istediklerini açıkladı. Alman Hükümeti, krizin talep yetersizliği ile aşırı üretim arasındaki çelişkiden doğduğunu düşünerek maceraya atılıyor. Bu düşüncelerin Keynesçilik'le de bir alakası yoktur; çünkü aşırı üretim gibi ekonomik bunalımların ortaya çıkmadığı sosyalist ekonomiyi yakınan takip ettiği belli olan Keynes, kapitalizmi yaşatmak için kar ve pazar için üretimi dışlayan, rekabeti ortadan kaldıran, sadece devletin tekelinde ve amacı istihdam yaratmak olan, (geçici de olsa) kapitalist ekonominin genel işleyişinden “özerk” bir ekonomik sektörün oluşturulmasını öneriyordu. Keynes, hiçbir zaman ücret artışlarıyla "talep yaratma" düşüncesinde olmadı, aksine devamlı devletin ücret artışlarını dondurmasını istedi. Ve yine o hiç bir zaman iş-gücünün meta olması nedeniyle artı-değer elde edilmesine karşı çıkmadı. Keynes, işsizliğin artışının sosyal patlamalara neden olmasını önlemek için (tekrar ediyorum) kesinlikle pazar ve kar için üretimi gerçekleştirmeyecek ve rekabete imkan tanımayacak, silah sanayi, yol inşaatı gibi iç pazar için üretimi amaçlamayan ve dolayısıyla üretici olmayan alanlara yatırım yapılarak işsizliğin artışının ve sınıf çelişkilerinin keskinleşmesini önleyecek önerileri gündeme getiriyordu. Sözde bu yolla, kapitalizmin depresyonu karşısında sosyalizmin gündeme gelmesi engellenmiş olacaktı!.. Bunun için Keynesçilik, esas olarak birilerinin iddia ettiği gibi aşırı üretim karşısında "ek talep yaratarak" talep yetersizliğini gidermeyi amaçlayan "refah toplumunun" oluşmasını öneren bir ekonomik-politik görüş ve uygulama değildir. Silah sanayiine yatırımların, silahlanmayı ve savaşı körükleyeceğini diyenlere karşı Keynesçiler önemli olanın krizi atlatıp, kapitalizmi yaşatmaktır cevabını vermekteler. Son günlerde İngiltere’de yeniden ekonomik krize karşı Keynesçilik tartışılmaya başlandı. Devletin tekelinde silah sanayine yatırım yapılması yine önerilmektedir. Bunun için Keynesçi düşünce, Hitler gibi faşistin, dünyaya silah zoruyla egemen olma amacına hizmet etmişti. Nitekim 1933-34 yıllarında yeniden ortaya çıkan kapitalizmin ekonomik krizinden, 1929 kriziyle altüst olan Almanya, Keynesçi ekonomik-politika sayesinde etkilenmedi. Hitler, silah sanayisine, yolların inşasına yatırım yaparak, Almanya’yı 1933 ekonomik krizinden kurtardı. Oysa Alman Hükümeti'nin son günlerde ortaya attığı önerisi, aşırı üretim karşısında ek talep yaratıp, sözde pazarı canlandırmaktır. Merkel Hükümeti, milyarlar tutarında euroyu pazara sürerse, bu parayı kapmak için yine burjuvalar birbirleri ile kıyasıya rekabete girişecek, dolayısıyla meçhul pazar ve kar için üretimi hızlandırarak, aşırı üretimi daha da artırmaktan başka bir şey yapamayacaklardır. Bush da buna benzer bir ekonomik-politika izleyerek aşırı üretim bulanımını tetiklemedi mi?

(8) Bu son krizi burjuvazinin önemli bir kesiminin dahi, “bu kriz, 1929 krizinin benzeri finans değil üretim krizidir” diye nitelendirdikleri dönemde dahi, restorasyoncu umutların diri kalması için, krizin "finans krizi" olduğunu “kanıtlamaya” devam edenler de var. Bir yandan "finans krizi" olduğu iddia edilirken diğer yandan da "aşırı üretimin" var olduğundan bahsedilmesi ise ayrı bir acaiplik olsa gerek.

(9) Engels, “İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu” isimli kitabında o dönemlerdeki işçilerin durumunu tüm çıplaklığıyla açığa çıkarıyor.

(10) İşçi sınıfının bu mücadelesi, askeri cunta peşinde koşan ve Kemalizm’i kendine bayrak edinen, emperyalizme karşı mücadelenin hedefinin sosyalizm olduğunu inkar eden, ancak kapitalizme karşı mücadelenin anti-emperyalist olacağını reddeden burjuva milliyetçi görüşlere karşı indirilen güçlü bir darbe oldu. Özellikle 15-16 Haziran hareketi, işçi sınıfının devrimdeki mutlak önderliğini inkar eden revizyonist düşünceleri etkisiz hale getirmişti.

(11) İşçilerin bu mücadelelerinin başarıya erişmesinde kendine “sosyalist” diyen DİSK yönetiminin ve sosyalist gençlerin önemli payı vardı.