14 Ekim 2008

Kapitalizmin niteligi..........

KAPİTALİZMİN NİTELİĞİ VE BUNDAN ÇIKARILMASI GEREKEN SONUÇLAR

(Bu yazı 1997 deki Uzak-doğu krizi dönemi de yazmıştım. Günceliğini koruduğu için yeniden yayınlıyorum)

Kapitalist ekonomiyi ve bunun toplumsal sistemini inceleyen, analiz eden; burjuva, bilim adamlarının “yanı sıra” Marks, Engels, Lenin gibi, kapitalizmi gerçekten bilimsel tarzda analiz eden Marksizm’in kurucuları vardır ve bunların görüşleri, (burjuvazinin tüm inkârına rağmen ) canlılığını koruyor ve bunun bilimsel doğruluğu her gün kanıtlanıyor.

Günümüzün koşulları ve özellikle bir dönem “sosyalizm”, kisvesine bürünen revizyonist-kapitalist sistemin, yüzündeki „sosyalist „ maskeyi bir yana atıp gerçek niteliğiyle ortaya çıkması, burjuvazi için Marksizm’i karalamak için bulunmaz bir fırsat yarattı.!

Çünkü, burjuvaziye göre Sovyet – kapitalist-revizyonist sisteminin çöküşü sosyalizmin “iflası” anlamına geliyordu! Burjuvazi, Marksizm’in bilimsel görüşlerinden şüphe duyulmasını sağlamayı amaç edinmiştir ve bu, amacına uygun olarak faaliyetine devam ediyor.

Burjuvazinin bu faaliyetinin, “Marksist” olduğunu iddia edenleri dahi etkileyebildiğini gözetleyebiliyoruz. Bazı “Marksistler”, Marksizm’in bilimsel düşüncelerine ve toplumların tarihsel sürecini ele alan bilimsel metotlarından kuşku duyuyorlar. Oysa gündeme gelen kapitalizmle ilgili sorunlara, bunların nedenlerine, Marksizm (çok önceden) açıklık getirmiştir. Örneğin kapitalizmin krizinin nedenleri ve ne zaman başladığı Marksizm tarafından (ve de burjuvazinin tüm çabalarına rağmen inkâr edilemeyecek tarzda) açıklığa kavuşturulmuştur.

Burjuva iktisat fakültelerinde, kapitalist ekonomiyi inceleme, analiz etme ve bundan sonuçlar çıkarma, Marksizm’in kapitalizmle ilgili düşünceleri, çıkardığı sonuçlar yokmuşçasına ele alınır. İktisat öğretimi bu temelde gerçekleştirilir. Marksizm’in ekonomi-politik düşüncelerine eğilmeyenler ve bunu özel olarak öğrenmeyenler (iyi niyetli Marksist de olsa) kaçınılmaz olarak iktisat fakültelerinde okutulan öğretimin etkisinde kalır. Kapitalizm, Marks’ın ölümsüz eseri „Kapital“isimli kitapta bilimsel bir tarzda incelenmiş ve Marks’ın ölümünden sonra da Engels tarafından çeşitli dillerde yayımlanmış ve 1900‘lü yıllara girilinceye kadar da geliştirilmiştir.

1900‘lü yılların başlarında kapitalizm, emperyalizm dönemine girer. Bu dönemi ele alan, bilimsel bir tarzda izah eden Marks ve Engels’in takipçisi Lenin’dir. Lenin, bunun için emperyalist dönemin en büyük Marksistidir. Ve Marksizmi emperyalist dönemde geliştirip, yeni bilimsel katkılar eklediği için, bu dönemden itibaren Marksizm; Marksizm-Leninizm adını almıştır.

Marksizm’in görüşleri doğrultusunda kapitalizmin tarihsel sürecine bir göz attığımızda; kapitalizmin 1850–1950 yılları arasındaki 100 yılını “en büyük gelişme ve en büyük çöküş“ dönemi diye adlandırmak yanlıştır. Çünkü 1900’lere kadar kapitalist üretim ilişkilerinin esas rolü üretici güçleri geliştirme yönündeydi. Ve kapitalizm 1900’lere kadar “en büyük gelişmesini“ yaşamıştır. 1900’lerin başında emperyalizm dönemine giren kapitalist üretim ilişkilerinin esas rolü, üretici güçleri geliştirmeye yönelik olmaktan çıkarak, üretici güçlerin gelişmesini engellemeye yönelik oldu. Bu dönemden itibaren kapitalist üretim ilişkileri toplumsal gelişmenin önündeki en önemli engel durumuna geldi.

Bu dönem aynı zamanda sosyalizmin inşa edilebilmesinin objektif koşullarının var olduğunun bir diğer göstergesini teşkil ediyordu. Kapitalist ekonomik krizin varlığı veya var olmaması kapitalizmin ne “en büyük gelişmesine “ ve ne de “en büyük çöküşünü yaşamasına “ bağlıdır. Kapitalizm “en büyük“ gelişme dönemini yaşadığı dönemlerde de, en büyük ekonomik kriz dönemlerinden birini yaşadığına tanık oluna bilindi.

Engels, 1800’lerin sonlarına doğru ortaya çıkan kapitalizmin bu ekonomik krizinden yanlış sonuçlar çıkardıklarını, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri geliştirmede esas rol oynamaya devam ettiğini göremediklerini, sosyal pratiğin yanılgılarını ortaya çıkardığını ve bunun üzerine Marks’la birlikte özeleştiri yaptıklarını söyler. Çünkü kapitalist ekonominin krizi, tamamen kapitalist üretimin gerçekleşmesi özelliğinden doğar. Kapitalist üretim, kendinden önceki üretim biçimlerinden tamamen ayrı özeliklere sahiptir.

Bu farklılıklar; iş gücünün meta haline gelmesi, üretimin tamamen pazar için yapılması ve genişleyerek yeniden üretim özelliğinde olması, ödenmemiş emeğin yani artı-değerin ortaya çıkması; gerek kârın, gerek faizin ve gerekse rantın ödenmemiş emeğe, yani artı-değere el koyma biçimi olması vs‘dır.

Kapitalizmin genişleyerek yeniden üretim olmasını da, artı-değerin bir kısmının sermayeye dönüşmesi sağlar. Yani kapitalist sermayenin kaynağını oluşturan da artı-değer sömürüsüdür. Kapitalist ekonominin büyümesi ve burjuvazinin zenginleşmesi artı-değer oranını artırılmasıyla gerçekleşir. Bunun için kapitalist ekonomi büyüdükçe, burjuvazi zenginleştikçe işçiler yoksullaşır, yoksullaşması artar.

Kapitalist üretim, işçilerin ve emekçilerin tüketimini gözetlemeden ve bunların tüketim maddelerinin üretiminden görece olarak bağımsız olarak gerçekleşir. Kapitalist pazarda her kapitalist hem alıcıdır, hem de satıcıdır. Kapitalist pazar ilişkisi esas olarak kapitalistlerin arasında cereyan eder. Başka deyişle, arz ve talep arasındaki ilişkide, dengeyi veya dengesizliği belirleyen esas unsur kapitalistler arası ticarettir. Kapitalizmde her mal pazar için üretilir ve kâr elde etmeyi amaçlar. Kapitalizm, “üretim için üretim“özelliğini taşır.

Meta ekonomisinin doğal sonucu olarak tüm üretim dalları bir birine bağlıdır ve birbirinin pazarıdır ve aralarında bir işbölümü oluşmuştur. Her mal kar getirir hedefine yönelik olarak üretilir. Kapitalizmde, üretim meçhul bir pazar için üretilir. Tekelci kapitalizm döneminde de kapitalist üretimin bu özelliği devam ettiği gibi, en üst boyutlara çıkar. Çünkü kapitalist işletmelerin tekelci dönemde, önceden tespit edilen talep üzerine mal üretimine gitmeye çalışması, meçhul pazar için üretimin niteliğinde bir değişikliğe yol açmaz. Çünkü pazar için üretimin esas amacı kar elde etmektir. Kapitalistler arası rekabet, pazarları ele geçirme mücadelesinin kıran-kırana cereyan etmesi, meçhul pazar için üretim olayının yaşamasını sağlar.

Kapitalist nerede kar varsa oraya yönelir. Kapitalist ekonomiye anarşi kanunu egemendir. Bu olay, birbirinin pazarı olan metalar arası kendiliğinden (tamamen insan iradesi dışında kapitalist ekonominin kanunu gereği) bir dengenin doğmasını da sağlar. Bazen, daha fazla kar getiren yerlere yönelik olarak üretimin yoğunlaştırılması, bir sürü kapitalistin daha fazla kar getiren sektörlere yönelik üretime girişmesi, kapitalist ekonominin anarşi kanununu sağladığı dengenin bozulmasına neden olur ve böylece aşırı üretim ortaya çıkarak; kapitalist ekonomiyi krize sokar.

Kapitalist ekonominin herhangi bir üretim dalında başlayan aşırı üretim, birbirine bağlı olan üretimin tüm dallarına doğru yayılır; satılmayan mallar stoklarda birikir. Dolayısıyla üretim yavaşlamaya başlar. Giderek krizin genişleyip, büyümesiyle birlikte, kriz dalga-dalga tüm üretim dallarını sarar ve üretimi durma noktasına getirir. Ve yine kendiliğinden, metalar arası dengenin yeniden oluşumuna kadar bu kriz devam eder.

Kapitalist ekonominin krizinin nedeni “talep yetersizliği“ değildir. Ve yine talep yetersizliğinden dolayı aşırı üretim meydana gelmez.

Açıklamaya çalıştığımız gibi aşırı üretimle talep yetersizliği aynı anlama gelmez. Dolayısıyla “ha aşırı üretim, ha talep yetersizliği demenin arasında fark yoktur“ demek, kapitalizmin ekonomik krizinin gerçek nedenlerini örtbas etmekten başka işe yaramaz. Talep yetersizliği emekçilerin sömürülmesinden ötürü tüm sınıflı toplumların ortak özelikleridir. Örneğin feodal toplumda da talep yetersizliği söz konusudur, ama feodal üretim sisteminde aşırı üretim krizine rastlanmaz. “Talep yetersizliğinden” kast edilen, emekçi ve işçi yığınlarının zaruri tüketim maddelerine olan talebidir. Kitlelerin zaruri tüketim maddelerine olan talebinden daha fazla üretim gerçekleştirildiği için aşırı üretim krizinin meydan geldiği ileri sürüle bilinmektedir. Bunun için kapitalizmin ekonomik krizinin nedeni olarak “ya aşırı üretimden veya talep yetersizliğinden bahsetmek arasında fark yoktur“! Denile bilinmektedir.

Oysa kapitalizmin ekonomik krizine bu şekilde yaklaşmak, kapitalist ekonominin gerçek niteliğini; emekçilerin ve işçilerin zaruri ihtiyaç maddelerinin üretimini gözetleyen bir ekonomik sistem olmadığını, aksine kar ve daha fazla kar amacını güden bir üretim biçimi olduğunu göz ardı eder.

Kapitalist pazarın genişlemesini sağlayan, üretim araçlarının üretimi ve bu üretimle ilgili tüketim maddelerinin üretimidir.

Kapitalist pazardaki arz ile talep arasındaki ilişki esas olarak, üretim araçlarını üretenlerin ve üretim araçlarının üretilmesi için gerekli olan tüketim maddelerini üretenlerin kendi aralarında cereyan eder. Örneğin, tekelci bir holding ve büyük bankalar yukarıda bahsettiğimiz bu ekonomik sektörlere sahiplerdir. Ama buna rağmen arz ve talep dengesi bozulabiliyor. Daha fazla kar getirdiği veya getirebileceği farz edilerek daha fazla üretimin ortaya çıkması, tabii ki sonunda o malın talepten daha fazla üretimin gerçekleştirilmesini gündeme getirir Ama önceden , “ne kadar talep varsa o kadar üretelim“ diyerek hareket edilemez Çünkü kapitalistler arası amansız rekabet bunun gerçekleşmesini imkânsız kılar. Talepten fazla arzın ortaya çıkması “talebin yetersizliği“den değil, önceden hesaplanamayan bir malla talepten fazla üretimin gerçekleştirilmesinin aşırı üretime yol açmasındandır. Bunun için talebi artırarak aşırı üretim giderilemez. Üretimin durmasıyla, azalmasıyla, arzla, taleple arasındaki dengenin sağlanmasıyla; daha doğrusu fabrikaların kapanmasıyla veya üretimlerinin hızla aşağı çekmesiyle aşırı üretim krizinden çıkılır.

Aşırı üretime yol açan talep yetersizliği değil; kar ve daha fazla kar için burjuvalar arası cereyan eden rekabettir. Daha doğrusu, aşırı üretim krizini yaratan kapitalist ekonominin rekabet konunudur. İşte burjuva ekonomistlerin gizlemek istedikleri esas olgu bu gerçektir. Rekabet nedeniyle arz ve talep arasındaki dengenin bozulması, ekonomik krizin başlaması, yüzeysel bir yaklaşımla artan arza karşın talebin “yetersiz“ kalması gibi bir görünüm ortaya çıkar. Ve böylece krize neden olan esas unsur, yani burjuvazinin kar hırsı göz ardı edilir.

Taleple arz arasında denge yeniden kuruluncaya kadar kriz sürer.

Keynes’in kapitalizmin kriziyle ilgili görüşleri

Keynes‘in kapitalizmin kriziyle ilgili görüşlerine değinmeden önce, Keynes‘i meşhur edenin Lenin olduğunu söylemeden geçmeyelim. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği‘nin kurulmasıyla Lenin, emperyalist devletlerin Çarlık Rusyası‘na verdikleri borçların geriye ödenmeyeceğini ve iptal ettiklerini ilan etti. Özellikle İngiliz emperyalistleri, Sovyetlerin kararlarına büyük tepki gösterdi. Keynes kendi hükümetinin, Sovyetlerin bu paraları geriye ödemeyeceklerini anlamalarını, öyle tehditlerle bu işlerin halledilemeyeceğini bilmelerini istedi. Ve hükümeti, eğer karlarından biraz fedakârlık yaparak işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal durumları düzeltmezse, İngiltere’nin de Çarlık Rusya’sı gibi Bolşeviklerin eline düşeceği konusunda uyarıyordu. Lenin, onun bu görüşlerini değerlendirerek onun „çok akıllı bir burjuva „olduğunu söylüyordu. Keynes, Bolşevik devrimi döneminde ortaya çıkmıştı ve kapitalizmden sosyalizme geçişi önlemeyi kendine amaç edinmişti. Bunun için de, kapitalist sistemde reformlar yapılmasını savunuyordu. Keynes’in düşünceleri, kapitalizmi restorasyon metotlarıyla yaşatmaya çalışanları her dönem etkilemiştir. 2. Enternasyonal’in reformist Sosyal-demokrat partileri de (o, dönem) Keynes’in düşüncelerinden etkilenen kesimlerin içinde yer alıyorlardı.

Konumuzla ilgili olarak sadece Keynes’in kapitalizmin krizine ait düşüncelerine ve bundan çıkarılan yanlış sonuçlara değineceğiz. 1929‘lar da kapitalizmin karşısında sosyalist sistem yer almıştı. Kapitalizmde, bir avuç azınlık kesim giderek zenginleşirken, toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi ve işçiler her geçen gün daha fazla yoksulluğun girdabına sürükleniyordu. Bunları oluşturan ise ödenmeyen emek anlamına gelen, artı–değer sömürüsüydü. Burjuvalar arası ( kar ve daha fazla kar amacına yönelik olarak) devam eden amansız rekabet, bir yandan kapitalist ekonominin büyüyüp merkezleşmesine yol açarken, diğer yandan ekonominin krize girmesine neden oluyordu ( ve olmaya devam ediyor ) Kapitalizmin ekonomik krize girmesi, fabrika üretiminin yavaşlamasına, durmasına neden olur ve milyonlarca insanın işsiz kalmasına yol açar. Bunun yanı sıra, kapitalistlerin bir kısmını da, iflas etmeyle baş başa bırakır. Piyasadaki durgunluk, paranın satın alma değerinin hızlı bir şekilde düşmesini sağlar. Yoksul insanlar en zaruri ihtiyaç maddelerini dahi temin edemez hale gelir. Açlık, yoksulluk, işsizlik görülmemiş boyutlarda artar.

1929 yılında kapitalist dünya böylesine bir döneme girdiği sıralarda, karşısında yer alan sosyalist ekonomi ise en şaşaalı devrelerinden birini yaşıyordu. Planlı sosyalist ekonomi bir yandan üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirirken, diğer yandan insanların tüketimini gözeten üretimin yürürlüğe konulması, emekçi ve işçilerin zaruri tüketim maddelerini kolayca temin edebilmelerine imkan veriyordu. İş gücünü meta olmaktan çıkarmıştı. Kar, ekonomiyi harekete geçiren motor olma vasfını kaybetmiş; daha doğrusu kar ve rekabet ortadan kaldırılmıştı. Toplumda ne işsiz bir kimse vardı, ne de evsiz-barksız insanlar. Sosyalist devlet tüm emekçilerin geleceğini garanti altına almıştı. Emekçiler ve işçiler en zaruri ihtiyaçlarını karşılıksız temin edebiliyorlardı. Toplumsal gelirler, emekçi ve işçilerin ihtiyaçları ve sosyalist toplumun gelişmesi için harcanıyordu. Artık bir avuç zengin burjuvazinin lüks yaşantısı için milyonlarca insan yoksulluğun içine itilmiyordu.

Sosyalizmin böylesi bir döneme girdiği süreçte, kapitalizm bilinen o kriz dönemlerinden birini yaşıyordu. Şartlar, burjuvaziyi açmaza sokuyordu ve onun elinden, sosyalizmi karalama silahlarını teker teker alıyordu.

Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere, tüm kapitalist dünyada emekçiler ve işçiler, burjuvazinin ekonomik ve siyasi sistemine karşı ayağa kalkmıştı ve sosyal-siyasal kurtuluşları için mücadeleye girişmişti. 3. Enternasyonalin üyesi komünist partiler güçlenirken, burjuvazinin çıkarını gözeten bir siyaset izleyen, başta sosyal- demokrat partiler olmak üzere burjuva partiler güçlerini yitiriyordu ve emekçi, işçi kitlelerini kontrol altında tutamaz konuma giriyorlardı.

Burjuvazi, bir yandan da faşist hareketleri geliştirerek zorla işçi ve yoksul emekçilerin sosyalizm amacına yönelik mücadelelerini bastırmayı hedefliyordu. Tabii ki kapitalist ülkelerin hepsinde faşizme dayanarak emekçilerin ve işçilerin, kapitalizme karşı mücadelelerini ezmeleri mümkün değildi. Faşist devletler dahi ekonomik tavizler vermeden, kapitalist ekonomiyi istikrara kavuşturmadan iktidarlarını sürdüremiyorlardı. Keynes’in düşüncelerinden bunlar da yararlanıyordu. Bundan yararlananların başında faşist Almanya geliyordu. Burjuvazi, yine işçi ve emekçilerin mücadelesinin sosyalizm hedefinden sapması için, taviz vererek kapitalist sistemi yaşatmaya çalışmayı da bir yana bırakmamıştı. 1929 ekonomik krizi burjuvaziyi büyük açmazlarla baş başa bırakmıştı. Keynes, kriz döneminde sosyalizme gidişin önlenmesini amaçlayan politikaların izlenmesinin zorunlu olduğunu söylüyor ve devlet eliyle iş yerleri açılmasını öneriyordu. Bu iş yerlerinin ise üretimi artıracak alanların olmaması gerektiğini de ilave ediyordu. Burada talebi artırarak üretim fazlalığını gidererek krizden kurtulunur” diyerek soruna yaklaşılmıyordu. Yaklaşılsa dahi bir mana ifade etmezdi. Çünkü kapitalist ekonomi krize girdiği anda hemen aynı anda krizden çıkmanın olgularını da içinde barındırır. Arz ve talep arasındaki bozulan denge yenide düzelme sürecine girer. Bu sürecin boyutlarını ve ne kadar süreyi kapsayacağını, krizin şiddetinin derecesi belirler. Krizin süresi siyasi iradenin müdahalesiyle ne uzatıla bilinir, ne de kısaltıla bilinir. Bunları, insan iradesinin dışında var olan ve varlığını sürdüren kapitalist ekonominin kanunları belirler.

Keynes, emekçi ve işçi kitlelerinin, krizin etkisiyle kapitalizme karşı ayaklanmaya geçmelerini ve ayaklanmalarını önlemenin yolu olarak, burjuva devletinin harekete geçmesini ve yeni iş yerleri açmasını gündeme getiriyordu. Keynes‘in önerdiği, devletin ekonomiye müdahalesiyle, „devlet kapitalizmi“ ne aynı şeydir ve ne de aynı anlama gelir. Ekonominin temel sektörleri, yani yeraltı madenleri, ağır sanayi, ulaşım ve haberleşme alanları özelikle finans sektörü ve bankaların, devletin elinde olduğu halde ekonomi, kapitalist ekonominin kanunlarına göre yürütülüyorsa; buradaki ekonomik sistemin ismine devlet kapitalizmi denilir. Bunun en tipik örneğini Gorbaçov öncesi Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri teşkil ediyordu. Ve bugünkü Çin halk cumhuriyeti de, devlet kapitalizminin egemen olduğu ülkeler içinde yer alır.

1950 öncesi Türkiye’sinde de yarı -devlet kapitalizmi egemendi. Engels ve Lenin’in tanımlarında yer alan tekelci devlet –kapitalizmi ise; finans—kapitalin (mali sermayenin) kapitalist ekonominin büyüyüp, yoğunlaşması ve merkezleşmesi sonucu, sanayi sermayesinin egemenliği son vererek kapitalist ekonomiye egemen olmasını ifade eder. Bu dönemden itibaren, bankalar sermayesi, arayıcı kurumlar olmaktan çıkıp, sanayiyi ele geçirdi ve gerçek sermayedarlar bankalar oldu. En büyük sanayi işletmeleri, zengin yeraltı madenleri, ekonominin en temel sektörleri bankaların eline geçti. Bu, finans oligarşi (mali oligarşi) döneminin başlandığı anlamına gelir. Yani, banka sermayesi. Bir kaç büyük bankanın, ekonomiyi tekeline geçirmesiyle tekelci-kapitalizm dönemi başlamış oldu. Burjuvazinin azınlık kesimine tekabül eden mali sermaye, burjuva devletine de egemen oldu.(1)

Mali sermayenin devlete egemen olmasına, tekelci–devlet kapitalizmi ismi verilmektedir. Açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi; Keynes’in kriz döneminde devletin ekonomiye müdahalesini istemesiyle devlet-kapitalizmi kavramları arasında bir benzerlik söz konusu değildir. Kapitalist ekonominin krizi, hem burjuvazinin bir kesimini, hem de özellikle çalışan işçi ve emekçileri zor durumda bırakır. Burjuvalarının iflaslarının başlaması, fabrikaların durması veya üretimlerini asgari seviyeye indirilmesi, piyasadaki durgunluk hem burjuvaziyi iflasa sürükler, hem de işçileri işsiz bırakır. Keynes, işçilerin ve diğer çalışan emekçilerin isyanını önlemek için devletin ekonomiye müdahalesini istiyordu. Devlete üretici olmayan sahalarda iş yeri açmasını tavsiye ediyordu. Bu, iş yerleri genellikle yol yapımı gibi alt yapılar, diğer inşaat alanları ve silah sanayisiydi. Özelikle silah sanayisine yatırıma girişmek, yeniden pazarları paylaşmak için harekete geçmeye hazırlanan emperyalist burjuvaziye önemli avantaj sağladığı gibi, diğer ülkelere silah satarak önemli kar temin ediliyordu.

Keynes’in „klasik iktisada“ karşı çıktığı, kapitalist ekonomide arzın kendi talebini yarattığına itiraz ettiğini, fiili talep (efektif talep) kavramından yola çıkarak, çalışanların tüketim taleplerinin kapitalist üretimi harekete geçiren dinamizm olduğunu öne sürdüğünü ve burjuva devletlerinin bu görüşler doğrultusunda hareket ederek kapitalist ekonominin krizine çare bulduğunu iddiası, kapitalizm şirin göstermeği amaçlayan bir burjuva yalanıdır.

Keynes ve diğer burjuva iktisatçılar, ne kapitalizmin gerçek niteliğine, ne de onun çelişkilerine ve sorunlarına doğru bir bakış açısıyla yaklaşmadılar ve yaklaşamazlardı. Bunun tersi olsaydı burjuva-iktisat bilimini tümüyle reddederlerdi.

Çünkü kitlelerin tüketim talebini gözeten üretimin gerçekleşmesinin ilk şartı, kar için meta ekonomisine, artı-değer sömürüsüne son vermeyi zorunlu kılar. Çünkü artı-değer oranının artırılması çalışan yığınların tüketim taleplerinin mutlak ve nispi olarak kısıtlanmasına bağlıdır.

Burjuvazi, iş gücünü ne kadar ucuza satın alırsa, o oranda karını ve sermayesini büyütür. Emekçi ve işçi kitlelerinin tüketim taleplerinin azalması, kapitalist üretimin artması, hızlanması anlamına gelir.

Keynes’in görüşlerinden yanlış sonuçlar çıkarmak, bu görüşlerin ışığında yürüyerek kapitalizmin „refah toplumuna dönüştüğü“nü ileri sürmek ve burada kalmayarak, sadece gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, gelişmekte olan ülkelerde de“refah devletinin ve demokrasinin „ geliştiğini ileri sürmek; tek kelimeyle söylersek, yanlışlıktan öte anlam taşır. Marksizm adına bu düşünceler ortaya atılamaz. Bu görüşler, kapitalizmi emekçilere şirin göstermeye çalışan revizyonistlere ait olsa gerek!

Durmadan, Keynes’in, “talep yaratılarak” krizden çıkıla bilineceğini gösterdiği ileri sürülmektedir. Gerçekten, talep yaratılarak ekonomik krizden kurtulma mümkün olabilseydi, burjuvazi, her dönem bu yola başvurmaktan geri durmazdı. Oysa sosyalist ülkeler ve dolayısıyla sosyalist ekonomi ortadan kalktıktan sonra; burjuvazi Keynes’in düşüncelerine ne önem verdi ve ne de 1929’lardaki gibi gündemine aldı. Çünkü burjuvazinin önünde 1929’lardaki gibi, somut ve hemen yanı başında komünizm tehlikesi durmuyordu. Daha doğrusu, burjuvazi artık komünizm tehlikesinden korkmuyor ve yakın bir tehlike olarak görmüyor (çünkü sosyalist ülkeler, revizyonist-kapitalist ülkelere dönüşmüştü) dolayısıyla Keynes’in düşünceleri doğrultusunda hareket etmeyi gerekli görmüyordu. Kar’ından fedakârlığa yanaşmıyordu. Bunun için, burjuvazi, 1970’lerin ortasından itibaren yeniden aşırı üretim krizine giren kapitalist ekonomi döneminde, tamamen işçileri, emekçileri (özellikle, yeni emperyalist sömürgecilik statüsü altına aldığı geri bırakılmış ülkelerdeki işçi ve emekçileri) hedef alan bir ekonomi-politikayı yürürlüğe koydu.

Keynes’in yerini, Friedman isimli Amerikalı iktisatçı aldı.Bunun görüşleri, dünyadaki tüm burjuva devletlerine yol gösterdi. Friedman, arz ve talep arasında, anarşi kanununun sağladığı dengenin tekrar bozulduğunu (tabi üretimin durgunluğa girmesiyle görerek burjuvazinin çıkarı doğrultusunda yeni görüşleriyle sahneye çıktı.

Friedman, krizin başlamasıyla birlikte, burjuvazinin iflaslarının nasıl önlene bilineceğini, burjuva devlet’in ekonomiye müdahalesinin burjuvazinin çıkarı doğrultusunda nasıl olacağının yollarını gösteriyordu. Üretimin düşmesi, piyasanın durgunluğa girmesi, ticaretin yavaşlaması, burjuvazi için tehlike çanlarının çalması demektir. Friedman, burjuvaziye kar edemiyorsanız elinizdeki tasarrufun büyük kısmını yatırıma değil faize yatırarak rant yoluyla kazancınızı artırabilirsiniz diyordu. Tekelci-kapitalizm döneminde, burjuvazi, zaten mali sermayenin doğası gereği rant yoluyla aşırı kazançlar elde etmeğe başlamıştı. Tekelci- burjuvazi, sanayi- burjuvazisi gibi ranta karşı çıkmıyordu; aksine tekelciliğin verdiği avantajlarla rantçılığa başvuruyordu.(2)

Friedman’ın, görüşleri doğrultusunda bir politika izlemeye başlayan burjuva devletleri „enflasyonla mücadele“ adı altında faiz oranlarını görülmemiş boyuta yükselttiler. ABD merkez bankasının faiz oranlarını yükseltme girişimini, diğer emperyalist devletlerin merkez bankaları takip etti.

Burjuva hükümetlerine göre talepte büyük bir artış vardı; dolayısıyla bu, tüketim mallarının fiyatlarının yükselmesine neden oluyordu! Malların fiyatlarını düşürmek içinde talebi azaltmak gerekiyordu! Bunun için de işçi ücretleri, küçük üreticilerin mallarının fiyatları düşürülmeliydi. Satın alma güçleri düşen emekçilerin ve işçilerin tüketim mallarına olan talepleri azalacak, sözde, talep fazlalığının yarattığı fiyat artışları da yani enflasyon oranlarındaki artış da düşüşe geçecek!

Oysa,burjuvazi, ekonomik krizle birlikte kazancında ortaya çıkan azalmaları artı-değer oranını yükselterek gidermenin yolunu arıyordu. Bunun için, bir yandan üretimin yavaşlamasıyla işsizliği artırıyordu, diğer yandan, giderek azalan çalışan işçilerin ücret artışlarını durduruyor ve tüketim mallarının fiyatlarını bilinçli bir şekilde artırarak işçi ve emekçilerin daha az tüketim malları tüketmesini sağlayıp, iş-gücünü daha ucuza satın alıp sömürü oranını katmerleştiriyordu. Burjuvazinin böylesine ekonomik saldırıya geçtiği dönemin adı da „popülist politikaya son verme“oluverdi!

Aslında popülist politikaya son vermeyle kast edilen, sosyalizm korkusuyla işçi ve emekçilere taviz vermeye gerek olmadığının ifade edilmesidir. Burjuvazinin bu politikasına, bazı Marksist geçinenler dahi teorik kılıf hazırlayabiliyor.

Sözüm ona 19.yy.dan “büyük bunalım”a kadar olan dönemde “ihracata dayalı sermaye birikim süreci ve siyasal rejim olarak da oligarşik yönetim” bulunuyormuş! Krizin başlamasıyla yeni döneme geçilmiş! Bu arada iktidar da değişmiş! 1929‘dan 1960-70’lere kadar olan dönem de “iç pazara dönük sanayileşme dönem”iymiş! Daha sonra, yani 1973’lerde başlayan ekonomik krizle birlikte tekrar „ihracata dönük sanayileşme“ dönemi başlamış! Vs.

Her şeyden önce, burada ifade edilen düşünceler kapitalizmin doğasına aykırıdır. Çünkü kapitalizm, yeniden üretim sistemi değil, genişleyerek yeniden üretim sistemidir. Bunun için kapitalist üretim durmadan yeni pazarlara ihtiyaç duyar. Bir kapitalist, iç pazar (ülkesindeki pazar) yetersiz hale geldikten sonra dış pazarlara doğru yayılmaya çalışmaz. Aksine, iç pazarın yetersiz hale gelip, gelmediğine bakmaksızın daha fazla kar elde etmek amacıyla dış pazar arayışlarına girer. Ama her kapitalist, aralarındaki rekabet gereği, diğer ülkelerin kapitalistlerinin kendi pazarlarına girmesini önlemeye çalışır, gümrük duvarları bunun için icat edilmiştir. Bu konuyu daha da detaylandırmadan,“bir dönem iç pazar, başka dönem dış pazar ayrımı „ yapılmasının nedeninin, emperyalist yeni sömürgecilik olgusunu gizleme amacına yönelik olduğunu söylemeden geçmeyelim.

Ne yazık‘ki, Özal’ın görüşleri „iktisat bilimine!“ yol gösteriyor. Bunların sadece, Türkiye gibi emperyalizmin yeni sömürgesi ülkeler için geçerli olduğu iddia edilmiyor, tüm kapitalist ülkeler için geçerli bir ekonomik kanunmuş gibi öne sürülüyor.

Özal, emperyalist ülkelerin, sömürge ülkelerde, aşırı sömürüsünü gerçekleştirmekle görevlendirilenlerin tipik bir temsilcisiydi. Krize giren emperyalist-kapitalist ülkeler, aşırı karlarını (ağırlıklı olarak) rantiye yoluyla elde etmeye çalıştığı sırada hedef aldıklarının başında Türkiye gibi ülkeler geliyordu.

Emperyalizm, bu ülkeleri baskı altına almada büyük avantajlara sahipti (ve sahiptir.) Emperyalist tekelci burjuvaziye bağımlı kılınmış sözde sanayiye sahip bu ülkelerin ekonomisi emperyalist burjuvazinin çıkarı doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Çünkü bu ülkelerdeki, sanayi’nin makineleri, ara ve ham maddeleri emperyalist tekellerin elindedir. Emperyalist tekeller, aynı zamanda bu ülkelerin yeraltı, yerüstü ham madde kaynaklarına da el koymuşlardır. Bu ülkelerin ekonomisi, emperyalist borçlar olmadan, daha doğrusu emperyalistlere rant ödemeden adım atamaz.

12 Eylül cuntası işbaşına gelmeden önce, Türkiye ekonomisi emperyalizme bağlı olmanın ceremesini çekiyordu; sanayinin girdilerini karşılamak için dışardan hiç bir şey satın alınamıyordu, Demirel’in ifadesiyle “devlet 70 sente” muhtaç dururuma gelmişti. Emperyalistler, yeni krediler vermek için çok yüksek oranlarda faizler talep ediyor ve buna ilaveten sattığı malların fiyatlarını yükseltmek, aldıklarını daha ucuza mal etmek için Türk parasının değerinin düşürülmesini istiyordu. Bu ekonomik-politikayla, işçiler ve emekçiler korkunç bir sömürü çarkı içine itiliyordu.

1980 24 Ocak’ında Demirel hükümeti, emperyalist tekellerin bu taleplerini kabul etti. Bu programın yürürlüğe koyulması için de, Dünya Bankası’nda çalışmış, emperyalist burjuva kesimlerin güvenini kazanmış Turgut Özal görevlendirildi. Emperyalist burjuvazinin yürürlüğe koyduğu programa karşı direnişe geçen işçilerin ve emekçilerin mücadelesi de 12 Eylül faşist askeri darbesiyle bastırıldı. Turgut Özal, artan emperyalist sömürüyü gizleyebilmek için yeni „ekonomik görüşler“ ortaya atmaktan da geri durmadı.“ İçe dönük sanayi üretiminden dışa dönük sanayi üretime geçmeliyiz“ laflarını ortaya attı. Böylesine laflar etmesinin nedeni ise artan emtia stoklarının eritilmesinin zorluğundan dolayıydı. Türkiye’nin iş birlikçi-tekelci burjuvazisi, aşırı karlarından hiç bir şey kaybetmek istemiyordu. Bir yandan işçi ücretlerini düşürerek, diğer yandan emtiaların (piyasaya sürülecek malların) fiyatlarını yüksek oranlarda tespit ederek artı-değer sömürüsünü artıyorlardı. Bunun doğal sonucu olarak ferdi tüketim mallarını üreten sanayinin malları stoklarda birikiyordu.

Türkiye’deki emperyalizme bağımlı sanayi, emperyalist burjuvazinin artık yatırım alanı olmaktan çıkarılmış sahalarda faaliyet gösterir. Buralar da genellikle ferdi tüketim mallarının üretimine tekabül eder; Gıda, Tekstil, (yani tarım ürünlerinin işlenmesi) alanlar v.s gibi. Bir yandan, işçi ve emekçi kitlelerinin satın alma gücünü düşürerek aşırı karları gerçekleştirme peşinde koşmak, diğer yandan durmadan biriken stokların erimemesi! İşte, işbirlikçi-tekelci kapitalizmin krizi bu noktada düğümleniyordu. Özal, mallarınızı ülke içinde satamıyorsanız, maliyetinin altında dış ülkelere satın, döviz getirin devlet “ihracatı teşvik” adı altında aşırı karlarınızı karşılayacak diyordu. Bundan dolayı, “ithal ikameci sanayiden çıkılmıştır” lafları sarf ediliyor. Oysa Türkiye‘deki sanayinin yapısında en küçük bir değişiklik söz konusu değildi; olmasına da imkân yoktu. Çünkü bu sanayinin hangi alanlarda faaliyet göstereceğinin sınırları uluslararası emperyalist sermaye tarafından çizilmiştir. Olaylar, Özal’ın politikasına teorik kılıf hazırlamaya çalışanları hep yalanladı,12 Eylül döneminde fabrikalar, düşük kapasitelerle çalıştılar “İhracat patlaması” adı altında hayali ihracat patlaması yaşandı ; “sanayicilerde” bankerler aracılığıyla rantçılığa ağırlık verdiler. Bu dönemi “mafya ekonomisine” geçiş takip etti (3)

1997–98 döneminde ortaya çıkan kriz

Uluslararası emperyalist burjuvazi ve işbirlikçileri, 1970’lerin ortasında ekonominin tekrar krize girmesiyle birlikte, sömürge ülkelerdeki faşistleri, askeri darbeler yoluyla işbaşına getirerek sağladığı korkunç boyutlu sömürü sayesinde aşırı karlar elde ederek; krizden, hiç etkilenmeden çıktı. Bu ülkelerden elde edilen yüksek oranlardaki aşırı karlar sayesinde, emperyalist burjuvaziye, emperyalist-kapitalist ülkelerde de, başlayan ekonomik durgunluğun yarattığı işsizliğin artışı koşullarında manevra yapma imkânı tanıdı. Bu ülkelerdeki işçi sınıfına ve emekçilere karlarından az da olsa paylar veren politikalarına devam ettiler.

Emperyalist burjuvazi, 1985’lerde ekonomik krizden çıkarak yeni pazarlara doğru yayılmaya başladı. 1970lerin ortasından itibaren başlayan ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkelerin başında, revizyonist ülkeler geliyordu.

Bu ülkelerin ekonomisi tam anlamıyla çıkmaza sürüklenmişti. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle, doğu-bloğu diye adlandırılan ülkelerdeki devlet-kapitalizmi sona erdirildi. Tam olarak özel teşebbüsçü-kapitalizme geçildi. Artık, göstermelik “sosyalizm”le, kapitalizm arasındaki sınırlar tamamen ortadan kalkmıştı. Sovyetlerin kontrolü altındaki tüm ülkelerin pazarları, emperyalist ülkeler için ardına kadar açılmıştı. Emperyalist tekel’ler “yeni Pazar”ları ele geçirmek için amansız bir rekabete girişti.

Bu rekabette büyük bir sermaye gücüne sahip olmak isteyen tekeller daha fazla sermaye birikimini sağlayacak politikaların yürürlüğe koyulması için devletlerini baskı altına aldılar. Sermaye birikimi, ancak artı-değer sömürüsünü artırmakla gerçekleşe bileceğine göre; buna uygun olarak harekete geçildi. Emperyalist burjuvazi, sosyalizm’den korkmamanın verdiği cesaretle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfına ve emekçilere karşı saldırı başlattı. Bu ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların şimdiye kadar kazandıkları sosyal ve ekonomik haklar, bireri birer ortadan kaldırılmaya başlandı. İşsizlik çığ gibi büyüdü, yoksullaşma yeniden başladı. „Refah-toplumu“ masallarının yerini vahşi- kapitalizme dönüş nidaları aldı.

Bu, tarihsel gerçekler; Marksizm’i bir kez daha doğruluyordu; kapitalizm büyüdükçe yoksulluk artıyordu. Kapitalist rekabet şiddetlendikçe, kapitalist üretim artıkça kapitalizm’in ekonomik krizi kapının eşiğinde olduğunu ileri süren Marksizm; kaplanlar-ülkelerin!“de başlayan ve tüm dünya’ya yayılan yeni kriz dönemiyle birlikte tekrar doğrulanıyordu. Bu kriz, burjuvazinin “yüreğini ağzına” getirdi. Yeni bir 1929 kriz dönemine mi giriyoruz? Çığlıkları yer, göğü kapladı. Kapitalizm‘in “yıkılmaz kale”lerinden bir olan Japonya yeni krizin bataklığına gömüldü. Bu kriz uzak-doğunun faşist iktidarlarını yerle bir etti.

Gerek uzak-doğuda gerekse krizin etkilediği diğer ülkelerde başlayan emekçilerin harekete geçişi, yeniden Keynes’in düşüncelerin gündeme getirdi vs. Ve vahşi kapitalizme karşı Keynes’çilik moda oluyor. Ama kapitalizm’in tekrar ortalığı kasıp kavurması, sosyalizm kaçınılmazlığın bir kez daha kanıtlamaktan başka bir işe yaramıyor.

Yavuz yıldırımtürk

--------------------------------------------------------------------------------------

(1) Burjuva devleti esas olarak mali sermayenin çıkarını gözeten bir kurum haline geldi. Bu dönemden itibaren meta ihracının yerini sermaye ihracı aldı. Mali sermayenin egemenliği altındaki birkaç gelişmiş kapitalist devlet, tüm dünya pazarlarını ele geçirdiler. Ve mali sermayeler arası müthiş bir rekabet başladı. Artık kapitalist rekabeti sadece kapitalist ekonominin kanunları belirlemiyordu. Pazarları ele geçirmek için siyasi ve ekonomik zorbalık devreye girmişti. Paylaşılmayan dünya pazar kalmadığı için, pazarların yeniden paylaşımı gündeme geldi; dolayısıyla emperyalist savaşlar kaçınılmaz oldu. ( Lenin kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm „isimli kitabında bu konuları her kesin anlayacağı bir dille izah etmektedir ve açıklığa kavuşturmaktadır. Özelikle, Türkiye’de 12 Eylül sonrası ve günümüzde Lenin’in bu düşünceleri yokmuşçasına kapitalist ekonomiyle ilgili görüşlere yer vermek moda oldu.

(2) Bu olgu, tekelci-kapitalizmin üretici güçlerin gelişmesinin önünde gerici bir engel olduğunun göstergesini teşkil eder.

(3) Son dönemde, IMF’nin, Rusya‘ya verdirdiği kredilere Yeltsin ve ailesi tarafından el konulduğu, yabancı bankalara aktarıldığı gündemdedir ve uluslar arası finans kuruluşlarının Rusya’ya kredi vermeye devam edip etmesinin gerekliliği tartışılıyor. IMF başkanı Michael Camdessus’a kredi vermeye devam edilip edilemeyeceği soruluyor. Adamın verdiği cevap ise çok ilginç! „ Eğer yiyicilik olmasa, yüksek enflasyon, statü-problemleri olmasa, bu ülkelerin IMF’nin kredilerine ihtiyaçları olmazdı“laflarıdır. Türkiye’ye verilen krediler de , aynı şekilde kullanılmıyor mu? Dipnot