20 Aralık 2007

Kuzey Irak'a saldirinin amaci

Son yapılan millet-vekili seçimleri ile birlikte, generallerin ve bunların direk destekleyicisi partilerin izledikleri siyasi taktiklerin, yığınlar tarafından istenen tarzda ve tam olarak benimsenmemesinin anlaşılması, generalleri yeni manevralar sahnelemeye itti.

Oysa faşist generaller ve onun sivil uzantıların amaçları (son yapılan millet-vekili seçimlerinden de yararlanarak) Türk halkının güçlü desteğini arkasına alıp, Kuzey Irak’ı işgal ederek ve Türkiye’deki Kürt ulusal isyanını bastırıp, güneyi, kuzeyi ile Kürdistan’a egemen olup, buralardaki zengin petrol yataklarının kontrolünü ele geçirmekti.

ABD ile Saddam’ın Irak’ı arasında çelişkinin ve çatışmanın ortaya çıkmasından en fazla yararlanmak isteyenlerin başında Türkiye egemen sınıfları geliyordu.

Birinci Körfez Savaşı ortaya çıkmadan önce Özal’ın Amerikalılar ile birlikte Kuzeyden Irak’a girmek için hazırlandığı, ama Saddam iktidarının akıbetinin ne olacağını kestiremeyen, Saddamlı bir Irak’ın varlığını sürdüreceğine inanan ve Saddam’la, Arap devletleri ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan Türk genel-kurmayının, bu maceraya girişmediği ve Özal’ın isteğinin yerine getirilmediği artık açıkça ilan ediliyor.

2. Körfez Savaşı’yla Saddam’ın iktidarına son vermek için, Irak’ın işgal edilmesinin gündeme girmesi ile birlikte, Türkiye egemen sınıfları yeniden hareketlendiler. Önlerine, amaçlarına ulaşmak için yeni bir fırsat daha çıkıyordu! Bu fırsatı çok iyi değerlendirmek adına, ABD ile sıkı bir pazarlığa girmek için yola çıktılar.

Hedefleri, ABD’ye yardım adına Kuzey Irak’a egemen olmaktı. Türk genel-kurmayı, ABD bu bölgeyi terk ettikten sonra onların yerine bölgenin askeri kontrolünü ele geçirebileceklerini düşünüyordu. Bunun için de, ABD ve İngiltere ile birlikte Irak’ı işgal eden en önemli askeri güçlerden bir olmak arzusu ile yanıp tutuşuyorlardı.

Fakat 2. Körfez Savaşı, Türkiye ile ABD arasında daha fazla kaynaşmayı değil “derin ayrılıkların” ortaya çıkmasına vesile oldu. Çünkü Bush yönetimi Saddam iktidarına son vermek için Irak’ın nüfus çoğunluğunu oluşturan Şiiler ve Kürtler ile ittifak kurmuşlardı ve Saddam’dan sonra müttefiki güçlerini, Irak’ın iktidarına egemen olmasının ortamını hazırlamaya girişmişlerdi.

Bush yönetimi bu planları doğrultusunda hazırlığını sona erdirip, Irak’ı işgal etmenin son aşamasına gelip, Irak’ı güneyden ve kuzeyden işgal etme planını pratiğe geçirmeye başladığı sırada, Türkiye devreye girerek, ABD’nin Irak’ta kurduğu tüm ittifakları ve hazırlıkları boşa çıkaracak tarzdaki önerileri ile Bush’a, Irak’ta kurduğu cepheyi lav etmesini ve kendileri ile birlikte Irak’a egemen olmayı teklif edebiliyordu.

Oysa 2. Körfez Savaşı’na kadar, Türkiye’nin egemenleri ve devleti, Saddam iktidarının yıkılmaz ve ABD’nin Irak’ı işgal edemez görüşleri ile hareket ediyorlardı ve “ABD bir gün buraları terk edip gider, biz Araplarla birlikte yaşamaya devam edeceğiz, niye yeni düşmanlıklar yaratalım?” lafları dillerinden düşmüyordu. Bunun için bir yandan ABD ile arayı bozmadan hareket ederken, diğer yandan Saddam’la sıcak ilişkilerine devam ediyorlardı.

ABD ile molla mustafa barzani’nin ilişkisi

Kürtler ise, Molla Barzani döneminden beri Irak’ta ABD’nin en önemli müttefiklerinden biri konumuna erişmişlerdir. ABD (şahın İran ile birlikte) Saddam’la anlaşarak Kürtlere verdiği desteği çekip, Saddam’a tekrar Kuzey Irak’a egemen olma fırsatı tanıdığı, Kürt isyanının ezilmesine zemini hazırladığı halde, Iraklı Kürtler, ABD ile var olan ittifaklıklarına ve sıcak dostluklarına son vermediler ve hatta Irak ile Iran savaşında, sözde ABD’nin düşmanı İran’ın mollalarına, (ABD’nin istediği doğrultusunda) destek vermek için Saddam’a karşı yeniden silahlı mücadeleyi başlatmaktan çekinmediler.

ABD’nin, Iraklı Kürt egemenlerinin sadakalarından hiç bir zaman şüphe duymadığı kesin iken, emperyalistler arası çelişkilerden kendi çıkarı için yararlanıp, rant elde etmeyi kendine “milli politika” olarak tespit eden Türk devletinin, “Iraklı Kürtlerin silahtan arındırılması, Kuzey Irak’ı kendi egemenliklerine terk edilmesi” talebini ellinin tersi ile bir kenara iteceği belliydi.

Türkiye, Irak’ın işgaline karşı çıkan, Schröder ve Chirac politikasını dahi desteklemedi. Onun Irak’ın işgal edilmesine itirazı yoktu. Çünkü Saddam egemenliğini sonunun geldiği açıktı. Türkiye’nin amacı bu savaştan ganimet toplamaktı. 1. Körfez Savaşı sırasında, Saddam’ın saldırısıyla karşı karşıya kalan Kuveyt, Suudi-Arabistan gibi ülkelerin müşkül durumundan yararlanarak “ortaya çıkan savaştan zarara uğradım” yaygarasıyla milyarlarca dolar avanta kopardıkları biliniyor.

Bunun için, Türkiye Irak’ın işgaline hiç bir zaman karşı olmadı. O, Irak işgalinde neler elde edebilirim diye hesap yapıp durdu. Ama “Pazara pirince gider iken, evdeki bulgurdan oldu.”

12 Eylül faşist darbesini generaller ile birlikte tezgâhlayanların içinde direk yer alan Koç-Holding’in “eski başkanı” Rahmi Koç, “Bence Türkiye ABD ile ilişkilerinde hata yaptı. O ilk tezkereyi çıkarıp kuzeye ABD ile birlikte girseydi, bugün belki Kürdistan dedikleri Kuzey Irak bizim kontrolümüz altında olacaktı. Petrolün yüzde 20’si oradan geliyor. Irak’ın ihraç ettiği petrolde belki hakkımız olacaktı. Bu hakkı kaçırdık. Şimdi fırsat geldiği zaman gitmedik, fırsat gelmediği zaman gitme durumuna giriyoruz ki bence çok ciddi olarak düşünülmesi gereken bir konudur”(Ekonomist Dergisi)

Bu komprador burjuvanın söyledikleri Türkiye egemen sınıflarının amaçların ne olduğunu açığa çıkarıyor, ama “kuzeye ABD ile birlikte girmelerinin” önlerindeki engel, ABD ziyade, ABD’nin Irak’taki müttefiklerinden geliyordu.

Bush Yönetimi’ne, uzun yıllar Osmanlı zulmü altında yaşayan Irak’lı Şii Araplar ve Kürtler, Osmanlı’nın uzantısı Türkiye’nin “fırsat ganimettir” diyerek Irak’a asker göndermesini istemediklerini ilettiler ve Bush hükümeti de bunların isteği kabul etti. (1)

Bunun üzerine Türkiye, Irak işgalinden sonra ABD’ye rağmen Irak’ta etkinlik kurmak için faaliyete girişti. Kuzey Irak’a girmelerine engel olan Iraklı Kürtleri düşman ilan etti ve onların kuzey Irak’a egemen olmalarını engellemek için kollarını sıvadılar ve hemen Kürt bölgesinde yaşayan Türkmenleri örgütleyip silahlandırmaya çalıştılar.

Türkmenlere yardım ediyorum” adı altında silah sevk etmeye başlanmıştı. Bir yandan da Kürtler ile Saddam döneminde çatışma içinde olan Sünni Araplar ile ilişki kurup “Arap-Türkmen Cephesi” oluşturmaya yelteniyorlardı.

O bilinen meşhur “çuval olayı”yla işgalci ABD tarafından bu faaliyetlerine son verilmesi sonucu bu sefer de, ABD ile tekrar anlaşma yollarına gittiler ve Irak’ın işgal ile birlikte Sünni, Şii Araplar arasında kanlı iktidar mücadelesinin patlak vermesini fırsat bilip, Irak’ın Sünni Arap bölgesine asker gönderme talebi ile Bush’un karşısına çıktılar.

Bush yönetim “Iraklılar istedikten sonra Türkiye’nin asker göndermesine karşı olmadığını” bildirmesi üzerine, Tayyib Erdoğan hükümeti “Irak’a asker gönderme tezkeresini” meclise kabul ettirdi. (2) Ama en zor durumda olan Iraklı Araplar ve Kürtler yine Türk askerlerinin Irak’a girmesine izin vermediler.

Tabii ki bunların hiç birisi Türkiye’yi Irak’ın petrol bölgesine egemen olma amacından vazgeçiremedi ve vazgeçiremez.

Bunun için, bu sefer de Türkmenleri “barışçıl yollarla” örgütlemeye başladılar. Ayrı Türkmen partisi kurdurtup, Irak parlamentosunda etkinlik kurmak istiyorlardı. Ama Türkmenleri de kazanamadılar, Türkmenler, Kürtlerle, Araplar ile birliklerini, Türkiye’nin petrol kaynaklarına egemen olmak için kendilerini kullanma politikalarına tercih ettiler.

Şimdi Türk genelkurmayının elinde (Irak petrol bölgelerinin kontrolünün ele geçirme hedefleri için) bir koz kaldı, o da PKK ve Türkiye’deki Kürt ulusal sorunu. “PKK’yı, Barzani destekliyor, Irak’ın Kürtleri destekliyor” yaygarasıyla Kuzey Irak’a girmenin bahanelerini yaratmaya çalışmaktalar.

PKK’nın tek taraflı ateşkes ilan ettiği (Türk Ordusu’nun aralıksız süren saldırganlığına rağmen) Türkiye Kürdistan’ında silahlı çatışma asgari düzeye indiği dönemde, Genel-kurmay’ın, Kürt sorununu gündemin başköşesinde yer alması için özel ve suni çaba harcamaktan geri durmadığı bilinmektedir.

Bunun nedeni, Irak’ı işgal eden ABD’de ve İngiltere’de, Irak’ın askeri işgaline son vermek ve askerleri geri çekmek isteyen burjuva güçlerin giderek iktidara gelmeye ve ülkelerinde siyasi ağırlıklarını koymaya başlamalarıdır.

Yaşar Büyükanıt’ın rolü

ABD’de, Irak’tan askerleri geri çekme talebi ile Kongre seçimlerine katılan Amerikan Demokrat Partisi’nin çoğunluğu sağlaması, İngiltere’de Tony Blair’in başbakanlığı bırakmasıyla, yerine gelen Brown’un, Irak’tan askerleri çekmeye başlaması sırasında, kuzey Irak’ın Türkiye tarafından işgal edilmesinin ateşli taraftarı ve saldırgan politika izleme yanlısı Yaşar Büyükanıt’ın genel-kurmay başkanı oluyordu.

Bu generalin amacı, ABD’nin ve İngiltere’nin Irak’tan çekilmesi ile henüz Irak devletinin yeniden ordu güçlerini istenen tarzda oluşturamadığı, Sünni ile Şii Araplar arası iktidar mücadelesini devam ettiği, Kürtler ile Araplar arasındaki petrol bölgelerine egemen olma çatışmasının sona ermediği dönemde, Türkiye’yi “otoriter boşluğunu” doldurma adına güçlü bir aday olarak hazırlamaktı.

Başka ülkeleri işgal etmek için savaşı göze alanların başta gelen görevi, kendi halkını ırkçı, milliyetçi ve şoven propaganda ile etkileyip “dış düşmanlara” karşı seferber etmektir. Türk genel-kurmayı, Irak petrollerini ele geçirme amacıyla bu şekilde hareket etmekten çekinmiyor. Bunun içinde holdinglerin ellerindeki basın yayın organlarını bu iş için devreye sokuyor.

Türk generallerinin, sözde Amerika'ya kafa tutar pozlar takınmalarının bir diğer nedeni, G.W. Bush yönetiminin Irak işgali ile birlikte izlediği politik taktiklerdir. Bush, Rusya’nın, Sovyetlerin dağılmasından sonra neo-liberal döneme giren kapitalizm ile kaynaşmasına ve onun doğrudan bir parçası haline gelmesine rağmen, AB’ye daha yakın ekonomik, giderek de siyasi iş birliğine girmesi ve bu vesile ile başta Almanya olmak üzere AB’ye bağlı devletlerin, ABD hegemonyasından kurtularak, bağımsız bir politika izlemesi karşısında, batı-kapitalizmi ile Sovyetler arasında cereyan eden çatışma döneminde izlenen politikaları yeniden canlandırmak için harekete geçmiştir.

Irak'ın işgali döneminde, Schröder başkanlığındaki Alman hükümeti, ilk kez ABD karşıtı bir politika izleyerek açıktan Irak'ın işgal edilmesine tavır almıştı. Almanya'nın bu tutumu AB'yi, özellikle Fransa'yı etkiledi ve “anti-Bush blok”unun oluşmasına neden oldu.

G.W Bush yönetimi, AB'nin izlediği politikayı etkisiz kılmanın yolu olarak, Rusya'yı hedef seçti. Bunun için Rusya’dan korkan Doğu-Avrupa ülkelerini yanına çekiyor ve NATO'ya alarak Rusya'ya karşı korumaya çalışıyor, ama aslında, AB'ye girmeye çalışan (ve giren ) doğu-Avrupa ülkelerinin ABD'nin etkisi altında kalmalarını sağlamayı amaçlıyor.

Bunun için de, Rusya ile tarihsel çelişki ve çatışma içinde olan ülkelerin milliyetçi, anti-Rusya tutumlarını diriltmeye çalışmaktadır. Baltık ülkeleri, Polonya, Çek cumhuriyeti, Ukrayna, Bush yönetimini etkilediği ülkelerin başında geliyorlar.

Rusya da, dünyada güçlü petrol ve doğal-gaz rezervlerine sahip ülke olmanın avantajını kullanarak, AB’nin enerji alanını kendine bağımlı kılmıştır. Ama batı-Avrupa'ya akan petrol ve doğal-gazın güzergâhının ABD'nin etkilediği ülkelerin kontrolü altında olması, Bush yönetimini Rusya'nın enerji alanında ki etkisini kırabilmesinin nedenini oluşturmakta. Ukrayna, bunun için “portakal devrimi” adı altında Rusya'nın etkisinden kurtarılmaya çalışılmakta idi. (3)

Tabii ki Putin, Bush yönetiminin kendilerine yönelik politik taktikleri boşa çıkarma amacıyla harekete geçmekte gecikmedi.

Petrol ve doğalgazın doğrudan Almanya’ya ve batı Avrupa’nın diğer ülkelerine akışının sağlamak için “Kuzey Deniz “ projesini Schröder ile birlikte devreye soktular. Böylece, petrol ve doğal-gaz güzergâhın, Polonya ve Ukrayna’ya bağlı olmasına son vermekteler.

Son günlerde Putin, Almanya başta olmak üzere AB ülkelerini ziyaret etti ve onlar ile olan işbirliklerini daha da güçlendirmek amacıyla yeni anlaşmalar imzaladı ve özellikle, Bush’un, Rusya’yı hedef alan Çek Cumhuriyeti’ne ve Macaristan’da kurmak istediği füze sistemlerine karşı, Almanya’nın, AB’nin desteğini aldı ve AB, bunların AB ülkelerine yerleştirilmesine karşı olduklarını açıkta ilan etti.

Bush yönetiminin, Irak işgali döneminde, AB ülkeleri arasında yarattığı çatlaklar ise hızlı bir tarzda “tamir oluyor”. İspanya’da, İtalya’da muhafazakâr partilerin yerine sosyal-demokrat partilerin iktidara gelmesi ile bu ülkelerin Irak’taki askerleri geri çekildi. Polonya’da son günlerde yapılan seçim, AB içinde “Polonya’nın menfalarını” savunma adına milliyetçi bir politika izleyen partinin seçimleri kayıp etmesine neden oldu. Seçim kazanan parti ise iktidara gelir gelmez, milliyetçi bir politika izlenmesine son verip, AB’yi güçlendireceklerini açıkladılar. ABD ve İngiltere’den sonra Irak’a en fazla asker gönderen Polonya’nın yeni hükümeti “askerlerini Irak’tan hemen çekeceklerini” ilan etmekten de gecikmedi.

Putin, AB’yi ziyaret ettikten hemen sonra “ABD’nin İran’a yönelik saldırı politikasına karşı olduklarını” açıklayarak, İran’a gitti ve İran hükümeti ile birlikte hareket edeceklerini açıkladı. Bununla da kalmadı, İran’ın içinde yer aldığı “Hazar Denizi Ülkeleri” bloğunu kurarak, petrol ve doğalgaz konusunda birlikte hareket etme kararını aldılar.

Böylece, Bush yönetiminin “İran’ı tecrit edip dize getirme” taktiklerine büyük darbe indirildi. Bu gelişmeler üzerine, Bush “3 dünya savaşının” çıkabileceğini dile getirmekten dahi kendini alıkoyamadı.

Sovyetler ile Batı-blok’u arasındaki çatışma döneminde elde edikleri avantaların “tadı damağında kalan “Türk devleti ve genel-kurmayı, Rusya ile ABD arasında ortaya çıkan çelişkilerden yararlanmak için hemen kolları sıvadılar ve bunun için “anti-Kürt” kampanyasına hız verdiler.

Rusya’yla çıkan çelişkiler sonucu, ABD kendilerine muhtaç duruma gelmişti! Bush, artık Türkiye’yi kolayca bir kenara atamaz idi, PKK’ya ve Kürt’lere karşı olarak, Bush’tan taviz koparmanın, Irak’ta mevziler kazanmanın tam zamanıdır” düşüncesi genel-kurmayın düsturu haline gelmişti.

Bush yönetimi ile Rusya arasında çıkan çatışma, Türkiye’nin, ABD’nin “en güçlü ve sadık müttefiki olma” şansını yeniden doğuruyordu. Bu fırsat kaçırılmaz!

Duymuş olabilirsiniz, ABD Başkanı George W.Bush ilk defa 3’ncü Dünya Savaşı’ndan söz etti. Bu çok önemli bir şey. Bunun bir ‘sürçü lisan’ dil sürçmesi olduğunu sanmıyorum. Üzerinde düşünülmüş bir kelime olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, yani, bu gelişmeler sadece Türk-ABD konusu olmaktan öte. Giderek Ortadoğu’nun istikbaliyle yakından ilgili bir duruma geliyor. Tabii bir de İran’ın nükleer silah yapma olayı var. Vaktiyle ABD’li bir büyükelçi, “Washington, Ankara’ya Brüksel’den daha yakın” demişti. O mühim bir laftır. Dolayısıyla ABD, Türkiye’nin en kuvvetli dostlarından biriydi. Ancak Avrupalılar, Türklere o kadar sıcak ve yakın gözükmüyorlar.” (Rahmi Koç. a.g.e)

Tayyib Erdoğan’ın, Amerika gezisi sonucu ortaya çıkan iyimserlik havasının, ABD ile Türkiye arasındaki “buzların erimesinden” dolayı ortaya çıktığı, Rahmi Koç’un beyanatından da anlaşılıyor.

George W. Bush’un, sadık müttefiklerinden Türkiye ile Irak’ın Kürt egemenleri arasında “barış rüzgârlarını” estirmesinin nedeni, Türk devletini silah zoruyla Kuzey Irak’a egemen olamayacakları konusunda, Tayyib Erdoğan hükümetini ve Türk genel-kurmayını ikna etmesindendir.

Çünkü Kuzey Irak’ı işgal ederek, petrol bölgelerine egemen olma amaçlarının önündeki baş engelin sadece Kürtlerin olmadığı (daha parlak bir tarzda) açığa çıkıyor. Kürtler, Iraklı Araplar, bölge ve Arap devletleri ve de emperyalist devletler, Türkiye’nin Kuzey Irak’ın Petrol bölgelerine egemen olmasına imkân tanımazlar. Böyle bir maceraya girişme, Türkiye’yi, Saddam‘dan da beter hale getirir.

Aslında, Iraklı Kürtler ile Araplar arasında kuzey Irak’ın petrol bölgesine egemen olma çatışması sona ermediği gibi giderek sıcak savaşın yeniden patlak vermesine doğru yol alıyor.

BBC’nin haberine göre “Kürt bölgesel yönetimi ise yaz aylarında kendi petrol yasasını geçirerek ihale açma girişimlerine hız vermiş, önce yasanın hemen ardından, sonra geçen ay bir dizi anlaşma yapmıştı. Son anlaşmalar ile şimdiye kadar yapılanların sayısı 15'i buldu. Yeni anlaşmaların ne zaman hayata geçeceği ve mali değerleri konusunda ayrıntılı açıklama yapılmadı. İhaleleri alan şirketler ise Avusturya'dan OMV, Macaristan'dan MOL, Hindistan'dan Reliance, Bermuda merkezli ancak Arap-Amerikan sermayeli Gulu Keystone Petrol ve ABD'den Temas Keystone. Bu şirketler çeşitli konsorsiyumlar halinde, Erebil ve Duhok bölgelerinde bulunan Mala Ömer, Şuriş, Akra-Bijeel, Şaykan, Rovi ve Şarta bloklarında faaliyet gösterecekler. ‘Batılı bir şirket ile yapılan anlaşmanın ayrıntıları ise daha sonra açıklanacak”. Ayrıca Kürdistan bölgesel yönetiminin yeni kurduğu Kürdistan Arama ve Üretim Şirketi KEPCO’YA daha stratejik blokları kapsayan dört ihale verildi” ve BBC devam ediyor “yeni anlaşmalar Bağdat'ta rahatsızlık yaratabilir. Bağdat yönetimi Kürt yetkililerin ilk petrol arama ve işleme anlaşmalarını yapmaya başladıklarında sert tepki göstermiş ve bu anlaşmaların yasadışı olduğunu açıklamıştı. Irak merkezi yönetimi petrol gelirlerinin nasıl paylaşılacağına dair yasayı henüz geçirmiş değil.”

Bu çatışmaların, Kerkük için kararlaştırılan referandumun zamanında yapılmamasına neden olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Kürt bölgesel yönetiminin, Kerkük’ün dışındaki petrol alanlarına Irak devletini dışlayarak egemen olmaya başlaması, Kerkük’ü ele geçirmek için yanıp tutuşan Kürt egemenlerinin amaçlarının ne olduğunu da belirginliğe kavuşturuyor.

Irak başbakanının son günlerde Türkiye’yi üst üste ziyaret etmesinin nedeni, PKK sorunu gibi lanse edilse de, gerçeğin ne olduğu gizlenemiyor. ABD bölgeden çekip gitmeden, Irak’ın egemen güçleri arasında bitmeyen petrol kaynaklarına egemen olma çatışmasının yeniden başladığı gözetleniyor.

Deniz Baykal’ın, birden bire 180 derece dönüş yaparak, Irak Kürdistan’ına yönelik “barış planını” açıklamasının, Bush’un “barışçıl yolla kuzey Irak’ta mevzi kazanabilirsiniz” telkinleri sonucu olarak ortaya çıktığı ve Kürt yönetiminin de, bunu coşkuyla karşıladığı yazılıp, çiziliyor.

Bush yönetimi, “Türkler ile Kürtleri” bir blok etrafında toplamaya çalışıyor ve Türk genelkurmayı da bu politikayı içine sindirmiş görünüyor.

PKK’yi tecrit etme politikası

Tabii ki bu birliğin bir hedefi de PKK’yi tecrit etmektir. PKK’nin, Kürt ulusal sorununun çözümü için ortaya çıkmasına ve ulusal soruna kapitalizm koşullarında çözüm aramasına rağmen, şimdiye kadar ortaya çıkan Kürt ulusal isyanlarından önemli sınıfsal farkının olduğu göz ardı edilemez.

Türkiye’dekiler dâhil olmak üzere, şimdiye kadar, Kürtleri ezilen ulus olmaktan kurtarmak için, ezen uluslara karşı mücadeleye önderlik edenler, feodal ve feodal-burjuva sınıflardı. Bunlar, Kürt halkının üzerinde, aşiret ve feodal bağımlılık ilişkiler temelinde ekonomik ve siyasi egemenliklerini kurmuşlardır. Aşiret ve feodal bağımlılık ilişkilerine dayanarak, Kürt halkını silahlı ayaklanmalara sevk edebilmişlerdi.

Oysa özellikle Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi, Kürdistan’da da kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin tasfiye edilme sürecini başlatmıştı.

Aşiret ve feodal üretim ilişkilerinin parçalanıp, dağılması, yerini kapitalist üretim ilişkilerine bırakması, aynı zamanda sınıf farklılıkların oluşmasının zeminin hazırlamıştır.

Türkiye Kürdistan’ında, feodal üretim ilişkilerin egemen olduğu toprak işletmeleri, pazar için üretim yapan büyük kapitalist veya yarı-kapitalist işletmelere dönüşmüştür. Serf durumundaki, yarıcı köylü üreticiler, iş-güçlerinin (feodal bağımlılık ilişkilerinin kalıntılarının varlığını sürdürdüğü koşullarda) satan işçiler haline gelmişlerdir. Ve aynı zamanda kır, ticaret ve sanayi burjuvazisi, küçük burjuvazi ve işçi sınıfı ortaya çıkmıştır.

Bu koşullarda dahi, Türk devleti ve egemen sınıfları faşist ve anti-demokratik devlet sistemlerine dayanarak, Kürt halkını ezilen ulus statüsünde tutması, zora dayanan asimilasyon politikasına devam etmesi, Kürt egemen sınıflarının dışındaki sınıfların da, sınıfsal sömürüleri ile birlikte ulusal baskıya da (kendi siyasi örgütleri ile) karşı çıkmasını zorunlu hale getirmiştir.

Türk devleti, özellikle 1950 sonrası “çok partili” sözde demokrasiye geçişle birlikte, zora dayanan asimilasyon politikasını değiştirmeden, kapitalistleşen Kürt feodal-burjuva sınıflarını içine almış ve onları siyaset iktidarlarına ortak etmekten çekinmemiştir.

1960 sonrası Türkiye’de işçi ve diğer emekçilerin, tüm sömürülen ve ezilen sınıfların, burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşı sınıfsal talepleri ile mücadeleye girmesi, Kürt halkının çözülmeyen ulusal sorununun da sınıf mücadelesinin gündeminde yer almasına vesile oldu.

Bu dönemden sonra, Türk egemen sınıfları ile kaynaşan ve onlar ile iç içe geçen, sosyalist mücadele karşısında, Türkiye’nin egemen sınıfları olarak, işçi ve emekçilerin mücadelesini ezmek için faşist devletten yana tavır alan ve onu destekleyen, Kürt burjuva ve burjuva-feodal sınıfları, Kürt ulusal sorununa önderlik etmekten ve böyle bir amaç taşımaktan vazgeçmişlerdir.

Bunun için Türkiye’de, Kürt ulusal sorunun çözümü, işçilerin ve emekçilerin sosyal kurtuluş mücadelesi ile birleşmesinin objektif koşulları çok daha olgunlaşmıştır.

Böylece, Kürt halkının ulusal sorununun çözümü, ulusal baskı altında olan Kürt ulusal kökenli, işçilerin ve küçük burjuva sınıfların önemli demokratik talebidir.

PKK, küçük burjuva sınıflara tekabül eden Kürt halkının ulusal bir hareketidir. “Sosyalizm” adına ortaya çıkan Sovyet revizyonizminden de güçlü bir tarzda etkilenmiş ve de “Türkiye sosyalist hareketinin” bir fraksiyonu olarak ortaya çıkmıştı.

PKK, Kürt ulusal sorununun çözümünde sadece, ezen ulus burjuvazisini ve devletin hedef almadı, objektif olarak tekabül ettiği sömürülen sınıfların çıkarı gereği, Kürt egemen sınıflarıyla da dönem dönem çatışma içine girdi ve onların sınıfsal egemenliklerini hedef aldı.

Kürt burjuva-feodal sınıfların çoğunluğunun, PKK’ya karşı Türk devletinden yana tavır almasının nedeni, onun siyasi olarak temsil ettiği sınıfların objektif sınıfsal varlıklarından dolayıdır.

Bugün PKK’nın, ağırlıklı olarak ulusal sorun için siyasi mücadele yürütmesi, bu objektif gerçeği değiştirmez.

Abdullah Öcalan’ın görüşleri bu düşüncelerimize kanıt teşkil ediyor. “Ulus-devlet modelinin çözümsüzlük olduğunu vurgulayan Öcalan, ‘daha önce de bunu tartışmıştım. Bu çizgimin doğru olduğunu biliyordum ve yaşanan gelişmeler doğruluğunu netleştirdi ve haklılığımı ispatlıyor’ dedi. Latin Amerika’daki deneyimlere dikkat çeken Öcalan, şunları söyledi: “Daha önce savunmalarımda tam olarak verememiştim. Latin Amerika’daki gelişmeler de ulus-devlet çözümlemelerimde ne kadar haklı olduğumu gösterdi” (10 Kasım 2007, özgürpolitika.com’dan)

Onun, “Ulus devlet modelinin çözümsüz” oluşunu, kapitalizmin gelişmesi sonucu, ulusallığın aşılmasına, ulusal devletlerin ortadan kalkmasına, uluslararası örgütlerin ortaya çıkışına dayandırdığı biliniyor (5) ve yine yaşanan gelişmelerin bu görüşleri doğruladığı iddiası da gerçektir.

Ama “ulusal devlet uğruna mücadele edilmesi günümüzün temel sorunudur” görüşüne sahip olan “sosyalistlerin”, bu görüşleri yok farz etmesini, görmezlikten gelmelerini yadırgamamak gerekiyor. Çünkü onlar, sözde emperyalizme karşı “ulusallığı, ulusal devleti” savunmayı esas alan milliyetçi görüşler ile kapitalizme karşı mücadelenin gündemde olmadığını düşünüyorlar.

Ve yine Abdullah Öcalan’ın, Latin Amerika’daki gelişmeleri, ulusal devletlerin aşıldığının kanıtı olarak göstermesi de doğrudur. “Ben bütün bunları aşacak emeğe dayalı sosyalist bir çözümü tartışıyorum. Ancak bunu bireysel haklara dayandırmıyorum. Bana kimse birey sahtekârlığını yutturamaz, bireyin ne durumda olduğu ortada. Komünal haklar çerçevesinde tartışıyorum.” (a.g.e)

Abdullah Öcalan’ın “emeğe dayalı sosyalist çözüm” araması, bürokrat Sovyet kapitalizminin, gerçek sosyalizm ile bir ilişkisinin olmadığını ileri sürmesi, burjuvazinin bireysel haklar için mücadele etme düşüncesini ret etmesi ve komünal düzenden yana tavır alması, “21 yüzyıl sosyalizmi” denilen görüşlere sahip çıkarak, gerçekten işçi ve sömürülen emekçilerin sınıfsal çıkarına göre politika izlenmesini önermesi, onun ulusal sorunla, işçilerin sınıfsal kurtuluşu birleştirmek istediğinin somut göstergesidir.

“… daha önce buna demokratik konfederalizm, komünal demokrasi dedim. Demokratik Toplum Kongresi ve Demokratik Anayasa Kongresi birbiriyle ilişkililer ama aynı şey değiller. Demokratik Anayasa Kongresi ile hedeflenen Cumhuriyet’in demokratikleşmesi, devletin yeniden yapılandırılmasıdır. Demokratik Toplum Kongresi, ayrılıkçılık temelinde değil ama Kürtlerin nasıl Türklerle yaşayacağını ve kendi temel kültürel özelliklerini nasıl yaşatacaklarını, nasıl yaşayacaklarını belirlemek içindir” (a.g.e)

Abdullah Öcalan “daha önce konfederalizm, komünal demokrasi”den bahsettiğini dile getiriyor. Öcalan’ın değindiği konuların önemini, sadece DTP etrafında toplanan, burjuva görüşler ile “ulusal soruna” yaklaşan Kürt milliyetçileri anlamazlıktan gelmiyor, Türkiye’nin kendini “Kafdağı’nın tepesinde gören, erişilmez sosyalist”lerin hiç biri, Abdullah Öcalan’ın öne sürdüğü görüşleri tartışma konusu yapmaya dahi “tenezzül buyurmadılar”.

Oysa o, Marks, Engels döneminde hararetle tartışılan, “devlet nedir” sorusunu Türkiye’nin “tartışma gündemine” taşımak istiyor ve aynı zamanda, Sovyet deneyinin bürokratik bir yapıya dönüşmesi ile sosyalizmin tasfiye edilmesinin nedenlerin ne olduğu ve gerçekten komünist toplumun ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmaya çalışıyor.

Abdullah Öcalan’ın “Bir Halkı Savunmak” isimli kitabının yayınlanmasından nerdeyse 10 seneyi aşkın bir süre geçti. Ama bu görüşler “Türkiye sosyalist hareketinin” tartışması gereken konular olarak ele alınmadı.

Öcalan, bu kitabında Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” eserinden yararlanarak devlet ile komünal toplum arasındaki ilişkileri ele alıyor ve devletin özgürlüklerin düşmanı olan bir kurum olarak doğduğunu izah ederek, devlete karşı mücadele edilmeden, devleti “yok etmeğe” çalışılmadan, toplumun özgürleşemeyeceğini açıklamaya çalışıyor. (6) Ve sınıfların ve devletin ortaya çıkmasıyla, ilk önce kadınların “komünal” dönemde (ilkel komün dönemi) var olan özgürlüklerini kayıp eden toplumsal kesim olduğunu vurguluyor.

Devlet, kimilerinin zannettiği gibi, sadece emeğin gaspını sağlayan ve çeşitli sınıflar ait bir baskı mekanizması değildir. O aynı zamanda özgürlüklerin düşmanı bir terör örgütüdür. Bu baskı mekanizmasının sınıfsal karakterindeki farklılık, onu bir baskı örgütü olmaktan kurtarmaz. Bunun için Marksistler, devlete karşıdır ve devlet ortadan kalkmadan toplumun özgürleşmeyeceğini ileri süren görüşlerin sahipleridir.

Anarşizm ile Marksizm arasında bu konudaki görüş farklılığının temelini, devlete karşı olma ile bir dönem devletten “yana olma” anlayışı teşkil etmez. Marksizm devlete kesinlikle karşıdır. Ama devlet, nasıl insan toplumunun gelişmesinin bir tarihsel döneminde ortaya çıktı ise, yine toplumunun gelişmesinin tarihsel bir döneminde ortadan kalkmasının da maddi koşulları oluşması şarttır.

Marksizm’e göre devletin ortadan kalkmasının maddi koşulları oluşmadan, üretici güçlerin gelişmesi bu maddi şartları ortaya çıkarmadan, devlet, kendiliğinden eriyip yok olmaz. Bunun için de, Marksizm, kapitalizmden, komünist topluma geçişin ara aşamasına tekabül eden sosyalist dönemde, devletin yok olmasının hazırlayacak, Paris Komünü tipi bir devlete geçici olarak ihtiyaç duyulduğunu kabul eder.

Şimdi, “Paris Komünü tipi devletin” nasıl ortaya çıktığı göz ardı edilirse, Lenin’in nitelik olarak devlet olmayan devletten ne kast ettiği anlaşılmaz. Ama ne var ki, sadece, Paris işçilerinin devrimci ayaklanması sırasında, devletin baskı mekanizmasının kırılmasıyla toplumun özgürleşmesi yolunda adım atılmadı.

Tarihsel süreç içinde ortaya çıkan sömürülen sınıfların tüm devrimci ayaklanmaları, devlete karşı kitlelerin özgürleşmesinin adımı oldu. Köleci devlete karşı ayaklanan Spartaküslerin isyanı geçici bir dönem de olsa, köleci devletin baskısını kırarak, köle yığınlarının özgürleşmesine, emekçi kölelerin iktidar inisiyatifini ele almasına yol açtı.

1789 Fransız burjuva devrimi döneminde de militarist ve bürokrat feodal devletin dağıtılmasıyla (yine geçici bir süre için de olsa) emekçi yığınların iktidar inisiyatifini elerine aldıklarını tespit edebiliyoruz.

1789 Fransız burjuva devrimi “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganı ile ayaklanan, sömürülen, devletin baskısı altında siyaset dışına itilen emekçi köylülerin ve “ayak takımı” diye nitelendirilen yoksul kitlelerin ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Bir süre sonra ve dolaylı yolla, iktidarın burjuvazinin eline geçmesi, kapitalizmin egemen sistem olarak ortaya çıkması, tekrar burjuvazi tarafından, militarist ve bürokratik devletin inşa edilmesi, 1789 Fransız devriminin (7) tarihsel önemini göz ardı edemez.

1789 Devrimi sonrası, feodal militarist ve bürokratik devletin yerini, devletin baskı mekanizmalarının tasfiye edilmesiyle (kitlelerin ayaklanması sonucu ortaya çıkan) militarizmden ve bürokratizmden arınmış, emekçilerin demokratik inisiyatifinde olan iktidar organları ve halk milisleri almıştı.

Marksizm, bu dönemin sürekli kılınmasının, emeğin sömürüsüne ve özel mülkiyetçi toplumun varlığına son vermekten geçtiğini öne sürer. Sermayenin egemenliğinin sürdüğü kapitalist toplumda, devlete karşı olarak oluşan sivil toplumun kesintisiz var olmasının maddi koşulları yoktur.

Marks, bu dönemin oluşturduğu siyasi olguları göz önüne alarak, sivil-toplum anlayışını açıklamış ve sosyalist bir ekonomik sistem sonucu gerçek anlamda sivil toplumun kurulabileceğini öne sürmüştür. (8) Marks’ın, devlete karşı ve onun inkârını ön gören sivil toplum düşüncesini geliştirirken, diğer yandan “proletarya diktatöryasını” savunmasının çelişki olduğu ileri sürülmektedir.

Paris komününün kurulması sırasında, burjuvazinin militarist ve bürokratik devletine karşı işçiler, sadece siyasi iktidarı ele geçirmediler, kapitalist ekonomik ilişkileri tasfiye ederek sosyalist ekonomiyi inşa ediyorlardı. Tüm ekonomik ve siyasi iktidar inisiyatifinin işçi yığınlarının elinde olduğu için devlet işlevsiz hale getirilmiş ve (geçici bir süreyi de kapsasa) sivil toplum ortaya çıkmıştı. Burada, proletarya demokrasisi, militarist ve bürokratik devlete karşı gerçek anlamda sivil toplumu oluşturuyordu.

Bilindiği gibi, Marks’ın, Paris Komünü deneyine kadar, hangi biçimde proletarya demokrasinin sosyalizmi inşa edebileceği konusunda somut bir düşüncesi oluşmamıştı. Fransız Burjuva Devrimi, sivil toplumun nasıl olacağının emarelerini ortaya çıkarmıştı, Ama bu, kalıcı bir sivil topluma dönüştürülmesinin maddi temellerinden yoksundu. Çünkü özel mülkiyet varlığını sürdükçe, insanın insan tarafından sömürülmesi devam ettikçe, baskı mekanizması olan devletin ortadan kalkmasına imkân yoktur. Ancak, emeğin sömürüsünün ve özel mülkiyetin ortadan kalktığı, üretim araçlarının kolektifleştirdiği bir düzende, devlet, baskı mekanizması olma niteliğini kayıp eder ve yerini sivil topluma bırakır.

Nitekim Öcalan’ın da “emeğe dayalı sosyalist çözüm” “komün al demokrasi” diye adlandırdığı, sivil toplumun inşa mücadelesinin sürecidir. (9)

Latin Amerika’daki gelişmeler, emekçi yığınlarının direk iktidara katılmalarının nasıl gerçekleştiğinin somut göstergelerini teşkil ediyor.

Bu gün, gerek Venezüella’da, gerekse Bolivya, Ekvator ve benzeri Latin-Amerika ülkelerinde, militarist, bürokratik devlete karşı ve bu devletin baskısını etkisiz hale getiren, işçilerin, emekçilerin ayaklanmaları sayesinde, doğrudan emekçilerin iktidarda söz sahibi olmasının sağlayacak demokratik organlar oluşuyor.

İşte gerçek sivil toplumun nüveleri Latin Amerika’da ortaya çıkıyor. Ve emperyalistlerin ve iç gerici tekelci burjuvazinin karşı devrimci eylemleri geri püskürten işçiler ve emekçiler, sosyal kurtuluşları yolunda adım atarlarken, mahallelerde, işçi yerlerinde halk meclisleri kuruyorlar ve bunları iktidarın karar organları haline getiriyorlar.


DTP Abdullah Öcalan’ın düşüncelerini reddediyor

DTP’nin, örgüt anlayışı ve işleyişi, tam anlamıyla bürokratik bir yapıya dayanıyor. Kürt halkı, 24 seneyi aşkın bir süre boyunca, Türk devletinin her türlü zulmüne, katliamına maruz kalmasına, evleri yıkılıp yakılmasına, milyonlarcası evlerini yerlerini yurtlarını terk ederek, büyük şehirlerin varoşlarına toplanıp, açlık ve sefalet içinde bir yaşam sürdürmelerine, PKK hareketini kitlesel olarak desteklemekten vazgeçmemelerine rağmen, politik mücadelenin pasif figüranları haline getirilerek, politika dışına itildi ve itilmeye devam ediliyor.

Abdullah Öcalan’ın, Latin-Amerika benzeri örgütlülüklerle halkı sürekli söz ve karar sahibi yaparak, siyasi mücadelenin aktif unsurları haline getirilmesini ifade eden önerileri, hep “hasıraltı” edildi.

Hangi ulusal kökenden gelirlerse gelsinler, tüm Türkiye işçilerini ve emekçilerini kapsayacak tarz bir demokratik kitlesel örgütlerin kurulması ve bu örgütlerin siyasi mücadelenin esas karar organları haline getirilmesi gerekiyor. Böylesine bir örgütlülüğün ortaya çıkması, Türk devletine, uluslararası tekellerin uzantısı Türkiye’nin holdinglerine ve kapitalizme karşı, işçi ve emekçileri sınıfsal talepleri için mücadele edilmesini zorunlu kılar. Ancak bu mücadele platformuyla Kürt halkının ulusal sorununun demokratik çözümü imkân dâhiline girer. İşçi ve emekçilerin sosyal kurtuluş mücadelesine tabi ulusal sorunun demokratik çözümü, Kürt kökenli işçi ve emekçilerin de, siyasi mücadelenin merkezinde yer almasını sağlar. Böylesine bir mücadele platformu, Türkiyeli işçi ve emekçiyi birleştirir ve ulusal farklılıkları esas alan örgütlükleri ve mücadeleyi etkisiz hale getirir.

DTP, şimdiye kadar izlediği siyasi çizgisiyle, örgüt anlayışıyla, burjuva devletinin tasfiyesini amaçlayan devrimci bir bakış açısına sahip olmadı (10) ve hiç bir zaman anti-kapitalist mücadeleyi esas almadı. Buna rağmen “biz ulus temeline dayanmayan Türkiye partisiyiz” diyerek ortaya çıkıyor. Türk egemen sınıflarının çıkarı doğrultusunda politika izlemeyi “Türkiyelilik” diye lanse edebiliyor. “Türkiyelik” ile kastettikleri, Türk devleti ve holdinglerin çıkarı doğrultusunda izlenen neo-liberal politikaları desteklenmesidir.

Özellikle Kürt halkının daha fazla yoksulluğun sefaleti ve açlığın girdabına yuvarlayan kapitalizme ve onun neo-liberal politikasına karşı mücadele etmeyi bir yana attın mı, AKP gibi neo-liberal politikaları övünerek izleyen, yoksulluğu artıran holdinglerin dinci hükümetinin yoksullara “yardım eden” pozlar takınmasını önleyemezsin.

Bunun için, Türkiye işçi ve emekçileri, kapitalizm’e karşı sosyal kurtuluş mücadelesinin zemini olan “Türkiyelik” yalnızca, Kürt halkının ezilen ulus boyunduruğunu kıra bilir. Ama DTP, sadece işçi ve emekçilerin direk siyasi mücadelede inisiyatifi ele alacak örgütlüklerini ortaya çıkmasını önlemekle yetinmiyor; göstermelik demokrasi oyunlarıyla bürokratik örgütlülüğü pekiştiriyor.

GENERALLERİN HEVESİ kursağında kalacak

Seçimler sonrası, anti-kapitalist, işçi ve emekçilerinin birliği temelinde ulusal soruna demokratik çözüm arama, PKK hareketinin etkisiz hale getirip, tasfiye ederek, bölgede emperyalistlerin gözdesi haline gelmek için çırpınan generallerin heveslerini kursaklarında bırakacak.

ABD’nin tekrar Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu, bunun için Türkiye’yi yanına çekmeye çalıştığı, ona çeşitli tavizler vermek için harekete geçtiği doğrudur. Bunun için, Türk devleti ve onu yönlendiren generaller, Bush’u, Kuzey Irak federe devletini baskı altına alması için zorlayabiliyorlar.

Federe Kürt devletinin kurulmasıyla, Türkiye ile Kürdistan federe devleti arasıda Kerkük’e egemen olma konusunda çatışmanın ortaya çıkması, Barzani’yi (2. Körfez Savaşı öncesi gibi) PKK’ye karşı Türk devleti ile birlikte hareket etmekten alıkoyuyor. Çünkü Barzani, Türkiye ile çatışmasında, Türkiyeli Kürtlerin desteğini kaybetmek istemiyor.

Generaller, daha önceleri, Barzani ile birlikte PKK’ya önemli darbeler indirdiklerini iddia ediyorlar. Bu iddialarında doğruluk payı var. Ama ne var ki, Barzani’nin şimdi PKK’ye saldırmamasının nedeni “Kürtlerin birliğini” savunmasından dolayı değil, Türkiye ile Kerkük’e egemen olma çatışmasına girmesindendir. Çünkü PKK’nın dayandığı sınıfların çıkarları, Barzani’nin temsil ettiği egemen burjuvaların siyasi ve ekonomik iktidarına karşıdır. Abdullah Öcalan, bunun için Barzani ve Talabani egemenliklerine açıktan karşı olduklarının ilan etmekten çekinmiyor.

Türkiye ise, önüne çıkan “tarihi fırsatı” kullanmak istiyor. Ama şimdilik Barzani’nin, Kerkük’ün geleceğinin ne olacağının belirginliğe ve Arapların, petrol gelirlerinden Kürtlere pay verip vermeyeceği konusunun açıklığa kavuşmadığı koşullarda, PKK’yı ve dışındaki Kürt ulusal hareketlerini karşısına almıyor ve almak istemiyor.

Bazıları bu durumu “Kürtlerin birliğinin” sağlanması olarak lanse etmeğe çalışıyor. Kürt egemenlerinin uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin içinde yer aldığı, onun doğal uzantısı haline geldiği ve sistem içindeki çelişkilere tabi olduğu, Kürtler arasında sınıf farklılıklarının ve çatışmaların açığa çıktığı, sınıfsal farklılıklara göre siyasi kümelenmelerin zemini doğduğu koşullarda, “Kürtlerin birliği” adıyla “ulusal birliğin” oluşabileceğini ileri süren hamasi nutukların hiç bir şekilde maddi bir temeli yoktur. “Kürtlerin birliği” adına, sadece Kürt kökenli işçi ve emekçiler aldatılmak ve sınıfsal sömürülerinin ortadan kalkması için mücadele etmekten alıkoyulmak isteniyor.

Barzani’nin ve Kuzey Irak bölgesinin, Irak federal devleti içinde kalacağı ve Irak petrollerinde pay alacağı kesinleşirse, Türklerin, Kerkük’ü ele geçirme isteği, sadece Kürtleri değil tüm Iraklıların hedef aldığı anlaşılırsa, emperyalistlerin güdümündeki Iraklı Kürtlerin ve Arapların, PKK’ye karşı, Türkiye’nin yanında yer alacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

PKK, Türkiye devrimci mücadelesinin bir ürünüdür. Sovyet revizyonizminin güçlü ideolojik etkisi sonucu, Kürt ulusal hareketi şekillinde doğmasına rağmen, Marksist görüşlerden kopmadı. Bunun nedeni, onun ideolojisini ve siyasetini belirleyen emekçi sınıfların maddi varlığıdır. Bunun için, Türk devletinin PKK hareketini bastırması ve dağıtması, sadece Kürt ulusal hareketinin tasfiye edilmesiyle sınırlı karşı-devrimci eylem olarak kalmayacak, bu karşı-devrimci eylem aynı zamanda, sömürülen ve ezilen Türkiyeli tüm işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı mücadelelerini de hedef almış olacak.

Tüm bu objektif gerçekliğe rağmen, şimdiye kadar, PKK’nin şahsında şümullenen ezilen Kürt halkının ulusal mücadelesi, pratikte, işçi ve emekçilerin kapitalizme ve neo-liberalizme karşı mücadele ile birleşmedi, daha doğrusu birleşmemesi için özel çaba harcandı. Böylece, Kürt halkının ulusal sorununun çözümü, işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarı doğrultusunda gündeme alınmadı ve alınmak istenmiyor.

Kürt ulusal sorununun çözümü için “demokratik cumhuriyet” projesi öne sürülüyor. Anayasal değişikliği ile Türkiye’nin “demokratlaşacağı” ve Kürt ulusal sorununun çözümünün zemini doğacağı iddia ediliyor. Faşistlerin, dinci gericilerin, Kemalist milliyetçilerin ideolojik ve siyasi olarak egemen olduğu 12 Eylül faşizminin tüm kurumlar ve ideolojisi ile dipdiri varlığını sürdürdüğü bir Türkiye’de, Anayasa değişikliği ile Kürt ulusal sorununun demokratik çözümünün mümkün olacağını ileri sürmek kendini aldatmadan öteye gitmez.

Demokratik Cumhuriyet”in bir iktidar sorunun olduğu göz ardı ediliyor. İşçi ve emekçilerin mücadelesi ile Türkiye’deki faşistlerin, dinci gericilerin “sosyal-demokrat” pozlara bürünen Kemalist ırkçıların, emekçilerin üzerindeki siyasi ve ideolojik etkileri kırılmadan, 12 Eylül rejimi tasfiye edilmeden, Türk ordusu iktidarın esas unsuru olmaktan çıkarılmadan, Türkiye’nin demokratlaşmasının önündeki engeller ortadan kalkmaz.

Bu da anayasa değişikliği ile değil, kapitalizm’e ve burjuvazinin siyasi egemenliğine karşı kitlelerin ayaklanmasıyla gerçekleşebilir; aynen Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi. Türkiye’de, bazı Latin-Amerika ülkelerindekilere benzer ortamlarla, gericilik geriye püskürtülüp, etkisiz hale getirilmedikçe, (burjuva anlamda dahi) “demokratik cumhuriyete” geçişle, Kürt halkının ulusal demokratik talepleri, başta olmak üzer demokratik hak ve özgürlükler elde edilemez.

Anayasal değişiklikleri, Bolivya, Venezüella, Ekvator’daki gibi, işçi ve emekçi kitlelerinin etkin mücadelesi sonucu gerçekleşirse, parlamentonun çoğunluğu, işçi ve emekçilerin çıkarını savunan ve nem-liberal politikalara son veren partilerin eline geçerse, ancak o zaman Türkiye’de demokrasi yolunda adımlar atılmış olunur. Böyle bir ortamın Türkiye’de yaratılmasının objektif ve hatta bazı anlamda sübjektif koşulları mevcuttur.

24 seneye aşkın bir süre boyunca PKK’nin başlattığı, Türk devletinin, en iğrenç ve insanlık dışı metotlara başvurmasına rağmen bastıramadığı, silahlı mücadele varlığını sürdürüyor. Bu silahlı mücadele Kürt halkını uyandırmış ve kitlesel siyasi bir güç haline gelmesini sağlamıştır. PKK, sadece silahlı mücadele yürütmüyor, istediğinde milyonlarca Kürt kökenli emekçiyi kitlesel eylemlere sokabiliyor. Ama bu mücadelenin eksik yanı, kapitalizmi, neo-liberal politikaları hedef alacak bir platform’a dönüşmemesidir.

Bu durum aynı zamanda, ulusal çatışmanın birinci planda kalmasını isteyen, faşistlerin, dinci gericilerin, Kemalist Türk ırkçılarının Türk kökenli işçi ve emekçileri kapitalizme karşı mücadele etmelerini önlemelerine imkân tanıyor. Açlığın, işsizliğin, sefaletin diz boyuna çıktığı Türkiye gibi bir ülkede neo-liberalizm yanlısı dinci parti “rakipsiz” iktidar olabiliyor.

Dünyada, en düşük ücretle işçi çalıştıran ülkelerin başında Türkiye geliyor. Sözde tespit edilen asgari ücret sadece sendikalı işçiler için geçerlidir. (12) Ama 10 milyonun üstünde işçilerden sadece 400, 500 bini sendikalıdır. İşçileri sendikasız bırakan 12 Eylül rejiminin faşist yasaları halen yürürlüktedir. Bu yasalara karşı işçiler ayaklandırılmadan, Türkiyeli işçi ve emekçilerin mücadelesi “demokratik cumhuriyet” hedefine doğru yönlendirilemez.

Durmadan tekrar ettiğim gibi, 12 Eylül darbesinin amacı, Türkiye’yi uluslararası kapitalizm için ucuz iş gücü pazarı haline getirmekti. Bunun için, buna karşı direnenleri acımazıca ezdiler. Türkiye’de bu ortamı sağlayan devlet kurumları ve ordu, en etkin siyasi güç olarak hareket ediyor ve 12 Eylül faşizminin grev ve sendika haklarını yok eden iş yasaları yürürlükte kalması için özel tedbirler alınmasını sağlıyor.

12 Eylül generallerinin geriye çekilmesinden sonra, sözde seçimler ile hükümete gelen partilerin tümü doğrudan doğruya 12 Eylül rejiminin bir uzantılarıdır ve bu rejimi ayakta tutarak, Türkiye’yi iç ve dış tekellerin aşırı sömürüleri için “dikensiz gül bahçesine” dönüştürdüler. Şimdiye kadar Türkiye’de AB isteği doğrultusunda yapılan anayasal değişiklikleri 12 Eylül faşist rejiminin esasını belirleyen yapıya dokunmadı. İşçi ve emekçileri siyaset dışı tutan tüm yasalar ve devlet kurumları varlığını sürdürüyor. (13)

AKP’nin amacı

Türkiye’nin faşistleri, Kemalist ırkçıları, generaller ile AKP isimli dinci parti arasında, PKK’yi tasfiye ederek, Kürt halkını ulusal haklarından yoksun bırakmayı sürdürme konusunda (en küçük tarzda dahi) politik farklılıkları yoktur.

Şeriat’ı Türkiye’ye egemen kılma amaçlarından vazgeçmeyen, Tayyib Erdoğan ve arkadaşları, 2002 yılında seçim kazanmalarına rağmen, iktidarın “laik” generaller tarafından kendilerine verilemeyeceğini düşünerek, AB’ye sığınıp “ burjuva demokrasisi” taraftarıymış gibi hareket ediyorlar ve Kürt ulusal sorununun barışçıl çözümünü istiyormuş gibi bir izlenim de yaratmaktan geri durmuyorlar. Generallerin, bunlara iktidarı vermeme gibi bir niyetlerinin olmadığının anlaşılması sonucu, dinci gericilerin, faşistlerden, generallerden ve ırkçı Kemalistlerden (Kürt halkının ulusal sorununun çözümü konusunda) de farklı bir düşünceye sahip olmadıkları anlaşıldı.

Tayyib Erdoğan, Abdullah Gül ve arkadaşları, Türkiye’nin Türkeşçi faşistleri ile aynı ideolojik kökten geliyorlar. Bunların tümü Türkiye sosyalist hareketine karşı örgütlenen ve Türkiye’de sosyalizmin egemen olmasını önlemek için her yönteme başvuran aşırı anti-komünist gericilerdir. Bunlar Türkiye’nin anti-komünist güruhlarıdır. Canları pahasına kapitalizmi savunmaları sonucu, burjuvazi tarafından mükâfatlandırılmış ve Türkiye’nin zenginler kulübüne dâhil edilmişlerdir. Bunların ideolojileri “Türk-İslam” sentezi diye ifade ediliyor. Faşistler gibi, bu dinci gericiler hiç bir zaman “burjuva demokratı” olmadı. Bunun için burjuva demokratik devlet biçimine karşı 12 Eylül faşist devlet biçimini yaşatmaya çalıştılar ve çalışıyorlar.

Faşist generallerin ve hükümetlerin, PKK hareketini bastırmak için, Kürt halkına yönelik insanlık dışı gaddarca zorbalıkları hiç bir işe yaramadı. Faşist zorbalıklar, Kürt halkını daha fazla PKK ile kaynaşmaya itti. Bu durum karşısında dinci gerici hükümet, PKK’yi Kürt halkından “tecrit” etme adına, sözde “yeni taktikler” ile harekete geçtiğini iddia ediyor. Bunların “yeni taktikler” diye piyasaya sürdükleri, kendinden öncesi hükümetlerin izledikleri politikaların doğrudan devamıdır.

Dinci gericiler de, Türkiye’de bir Kürt ulusal sorunu olmadığı, “doğunun” yoksulluğu giderilmediği için PKK’nin Kürt halkından destek bulduğunu ileri sürmekteler. Eğer Kürt halkı, yoksulluğundan ötürü PKK’yi destekliyorsa, demek ki PKK, sadece ulusal baskıya baş kaldırmıyor ve aynı zamanda yoksulluğu yaratan kapitalist sömürüye karşı da mücadele ediyordur.

Kapitalizmin neo-liberal ekonomik politikasının en ateşli savunucusu ve uygulayıcı dinci gericilerin, Kürt işçi ve emekçilerin yoksulluklarını ortadan kaldırmak istediği sadece adi bir yalandır.

Türkiye’nin “doğu bölgesi” batı bölgesine göre, daha fazla işsizliğin, yoksulluğun var olduğu ve ucuz iş-gücünün daha yoğun bulunduğu bir bölgedir. Türkiye’nin batısıyla doğu bölgesi arasında ücret eşitsizliğinin çok büyük boyutlarda olduğu biliniyor. Dinci hükümetin, bu eşitsizliği ortadan kaldırma gibi bir niyeti hiç olmadı. O, bu eşitsizlikten yararlanmaları ve aşırı karlarına kar katmaları için, holdingleri bu bölgeye yatırım yapmaya teşvik ediyor. Holdinglerin, bu bölgede aşırı karlar elde etmeleri, sadece yüksek oranlı artı-değer sömürüsü ile değil, hükümettin teşvik primleri ile de gerçekleştiriliyor. Bunun için hükümetin izlediği “doğuya yatırım” politikası yoksulluğu gidermiyor, aksine daha da arttırıyor. Kaldı ki, holdingler, bu bölgeyi istikrarlı görmedikleri için, dinci-gerici hükümetin aşırı teşvik primlerine rağmen öyle büyük boyutlu yatırma girişmişlerde değil.

Bunun için dinci-gericilerin son seçimlerde “doğudan” önceki seçimlere göre daha fazla oy alması, izlenen ekonomik-politikanın sayesinde değil (çünkü böyle bir şey yok), generallerin, faşistlerin, ırkçı Kemalistlerin savaş kışkırtıcı politikalarına karşı, Kürt halkının ulusal sorununun barışçıl çözümünden yanaymışçasına gibi bir intiba yaratmasından dolayıdır.

Ama seçim sonrası onların, diğer faşist ve gericilerden farklarının olmadığı tüm çıplaklığıyla açığa çıktı. Tayyib Erdoğan, son seçimde aldığı oy oranıyla, sözde Kürt halkını kazandığına hüküm verdi. Bunun içinde, PKK’nin silahlı güçlerini, silah zoruyla tasfiye etmek için Türkeşçi faşistlerle, generaller ve ırkçı Kemalistlerle birleşip, savaş çığırtkanlığıyla “seferberlik” ilan etmekten çekinmedi. Onun tek amacı, ırkçı ve şoven propagandalar eşliğinde Kürt halkını baskı altına alarak, PKK’yi silah bırakmaya zorlamaktır.

Bugün Türkiye’de, Kürt halkının ulusal sorununun barışçıl çözümünün ortamı doğmamıştır. Faşistlerin, dinci gericilerin, generallerin, ırkçı Kemalistlerin etkin olduğu, daha doğrusu 12 Eylül rejiminin varlığını sürdürdüğü bir ortamda, Kürt halkının ulusal sorununa demokratik ve barışçıl çözüm aramak beyhude bir uğraşıdır. Bu dönemde, PKK’yi silah bırakmaya çağırmak, tek kelime ile faşizmi güçlendirmekten, Kürt halkının boyun eğip, faşizm karşısında diz çökmesini sağlamaktan ve dolayısıyla Türkiye’nin devrimci güçlerini zayıflatmaktan başka bir sonuca varmaz. Eğer, Kürt halkının silahlı mücadelesi ile Türkiyeli işçilerin ve emekçilerin 12 Eylül faşizmi rejimine karşı kendi sınıf talepleriyle demokratik iktidar için ayaklanmaları birleştirilirse, devrimcilerin katili faşist Bahçeli gibilerinin “Türkün gücü” nutuklarıyla “Türk, Kürt çatışması” yaratma çabaları boşa çıkarılır. Yeter ki, sıcak tutulmaya çalışılan ulus çatışması, yerini kapitalizme, burjuvaziye ve neo-liberal politikalara karşı sınıflar mücadelesine bıraksın.

Bazıları, generallerin ve faşistlerin, devletin Kürt halkına yönelik saldırılarının geriye püskürtülmesi, ulusal ayrılıkları derinleştirerek, ulusal çatışmaların keskinleştirilerek sağlanabileceğini ileri sürüyorlar. Oysa şimdiye kadar izlenen bu politik taktikler, Türk kökenli işçi ve emekçileri, pasif hale getirerek, faşistlerin ve generallerin sessiz destekleyicisi konumuna itti. Yasal işçi sendikalarının başına çöreklenmiş bürokrat sendika ağaları bu ortamdan yararlanarak, Türk milliyetçiliğine dört ele sarılıp, ezilen Kürt halkının ulusal demokratik taleplerine sahip çıkmamayı meşrulaştırdılar ve faşist-dinci partiler ve generaller ile aynı saflarda yer almaktan geri durmadılar. “Anti-PKK Cephesi”nin aktif üyeleri olarak harekete edip, milliyetçi görüşlerin işçiler üzerindeki etkinliğini pekiştirmeye devam ettiler.

Türkiye’de demokratik bir ortam, ne diplomatik uğraşılarla “demokrasi yanlısı” pozlar takınan AB ve ABD’nin desteğini kazanarak, ne de 12 Eylül rejiminin ön gördüğü “parlamenter yollar” ile sağlanabilinir. Bugünün Türkiye koşullarında “demokratik ortam” devrimci iktidar hedefi ve bu hedef için mücadelenin dışında gerçekleşemez. (14).

Israrla, Türkiye’nin demokratlaşması Kürt halkının ulusal sorunun çözümüne bağlı olduğu öne sürülüp duruluyor. Bu bakış açısı, aynı zamanda demokrasiyi bir iktidar sorun olarak değil demokratik bazı taleplerin kabul edilmesi olarak ele almanın bir diğer ifadesidir. (15) Bunun için de Kürt halkının ulusal talepleri, Türk devletine ve faşist, dinci hükümetlere sunuluyor ve onların kabul etmesi isteniyor. Demokrasi düşmanlarından “demokrasi talebinin gerçekleştirilmesini istemek” eşyanın tabiatına aykırıdır.

Bunun için tam tersine, Kürt halkının ulusal sorunun demokratik çözümü, Türkiye’de demokratik bir ortamın doğmasına, demokratik bir iktidara kavuşmasına tabidir. Bu da ancak, işçi ve emekçilerin ayaklanmasıyla gerçekleşir. Tekrar vurgulamak gerekirse aynen Latin-Amerika’nın bazı ülkelerinde olduğu gibi.

12 Eylül’den, 26 seneyi aşkın bir süre geçmesine ve aşırı yoksullaşmanın devam etmesine rağmen, işçilerinin ve yoksul emekçilerin direnişe geçmemesi, bu görüşlerin etkisinin olmadığı, somut sınıf pratiğine uygun düşmediği görüşleri yaygınlaştırılmak istenmektedir. Oysa bu iddiaların hiç birisi gerçeğin ifadesi değil. 12 Eylül’den sonra göstermelik demokrasiye geçişle birlikte, Türkiye’de en önemli işçi eylemleri parlak verdi. (16) Ama bu eylemler,12 Eylül rejiminin tasfiyesine yönlendirilmedi. 26 seneyi aşkın süredir devam eden Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşıyla birleştirilemedi ve silahlı mücadeleye girenler Türkiye’de iktidarı ele geçirmeyi amaçlamadı, buna göre çalışma ve örgütlenme içine girmedi.

Buradaki en temel yanlışlık, Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini ayaklandırılmasını, “Türk Solu” diye ifade edilen siyasi grupların görevi olarak görülmesidir. Bunun için de işçi sınıfının ve yoksul emekçilerin hiç bir siyasi, sosyal ve ekonomik taleplerine sahip çıkılmadı, bu talepler için mücadele edilerek işçi sınıfı ve yoksul emekçiler kazanılmaya çalışılmadı ve çalışılmıyor.

Bu açmazdan kurtulmak için, doğru, dürüst bir siyasi güçleri olmadığı halde “parlamenter avanaklığa” soyunan, işçilerin ve emekçilerin, iktidara ancak devrimci yola gelebileceklerini inkâr eden ve dolayısıyla “parlamenter yolla iktidara” gelinebileceğinin propagandası yapan yasal “Türkiye sosyalist partiler” ile seçim ittifakları yapıldı. (15) Oysa Latin Amerika’daki devrimci atılımları görmezlikten gelerek “CHP’yi herkes seviyor ama kimse yolundan gitmiyor” görüşlerini yaygınlaştırarak, sözüm ona devrimin gereksizliği kanıtlanmaya çalışanlar ile seçim ittifakları yapma, faşizmin geriletilmesine, Türkiye’de demokratik bir ortamın doğmasına yol açmasına imkân var mıdır?

Türkiye, üst üste çok etkili ekonomik kriz dönemi yaşadı. Bu ekonomik kriz döneminde, yoksul kitleler ayaklanacak diye “ödü kopan”, aman “Arjantin olmayalım” diye çığlık atanlar ile birlikte 12 Eylül rejiminin tasfiyesi mümkün olabilir miydi?

YAVUZ YILDIRIMTÜRK yyildirim1918@hotmail.com

-------------------------------

(1) Aslında Rahmi Koç bunları biliyor, onun anlatmak istediği, “başlangıçta hemen girilmeyebilinirdi, ama 1 Mart tezkeresinin kabul edilmesi ile birlikte ABD askerleri Türkiye’de konuşlandırılabilseydi ve Bush yönetimi ile zıtlaşmaya girişilmese idi, hemen kuzey Irak’a girmesek de, gelişmeler sonucu süreç içinde Kuzey Irak’a girerdik ve oralara egemen olurduk”tur.

(2) Böylece “sosyalistlik” adına “halk, istemediği için 1 Mart tezkeresi kabul edilmedi, meclis halkın sesine kulak verdi” yaygarasının ve burjuva parlamentosunun gerçek niteliğini inkâr eden reformist görüşlerin neye hizmet ettiği bir kez daha anlaşılmıştı.

(3) Bilindiği gibi, Ukrayna “portakal devrimi” öncesi, Rusya'dan dünya piyasalarındaki fiyatların çok altında petrol ve doğalgaz satın alıyordu. Gelişmeler sonucu Rusya’nın, doğalgaz ve petrol fiyatlarını yükseltmesi, Ukrayna ile önemli bir çatışmanın ortaya çıkmasına sebep oldu. Bush yönetimi bunun fırsat bilerek, Avrupalılara, Rusya petrol ve doğalgazına bağımlı olmaktan kurtulmalarını için çağrı çıkararak, alternatif yollara yönelmelerini istedi ve devreye, Bakû, Tiflis Ceylan projesi sokuldu.

(4) Kerkük’e egemen olma, Molla Barzani ile Saddam arasındaki çatışmanın esas neden idi. Çünkü Saddam, Sovyetlerin baskısı sonucu, Kürdistan’a geniş ve kapsamlı “otonom bölge” statüsünü vermeyi kabul etmişti. Talabani de bunu destekliyordu. Molla Barzani, Kerkük’e ele geçirerek “bağımsız Kürt devleti” kurma amacını taşıyordu. Bu amaçları için “Sovyetçi Saddam’a” karşı, İran Şahı ve ABD ile anlaşmaktan çekinmedi. Bu döneme kadar, Molla Barzani’nin de Sovyetler ile sıkı ilişkisi vardı. Ama Kerkük’ü içine almayan “bağımsız Kürdistan” bir anlam ifade etmeyeceği gibi, dört parçanın birleşmesinde çekim merkezi olamayacağı açıktır. Kerkük’ün petrolleri “bağımsız Kürdistan”ın oluşmasının temelinin teşkil ediyor. Mesut Barzani’nin “bağımsız Kürdistan amacımızdır ama bunu kurmak çok zordur” demesinin nedeni, Kerkük’ün Kürtlerin eline geçmesinin zor olmasından dolayıdır. Çünkü Kerkük’ü, ne Kürtleri ezilen ulus statüsünde tutan “Irak’ın komşusu” devletleri, ne de Irak’ın Arapları ve Arap devletleri Kürtlere bırakır. Kerkük’ün olmadığı bir bağımsız Kürt devletinin kurulmasını, Kürt egemen feodal-burjuvaları da istemez. Çünkü Kürtlerin, Irak federal devletinin içinde kalarak, Irak petrollerinden pay alma şansları var. Kerkük’ü içine almayan “bağımsız Kürdistan” bu petrol gelirlerinden dahi mahrum kalacak. Kerkük’ün dışındaki Kürt bölgelerindeki petrol kaynakları öyle zengin değil. Kürtlerin Irak’ın petrol gelirlerinden elde edecekleri payın yanında çok küçük kalır.

(5) Bu yazıda, Abdullah Öcalan’ın görüşleri ele alıp yorumlayamayacağım açıktır. Çünkü yazının konusu bu değildir. Bunun için de Abdullah Öcalan’ın görüşlerinin yorumlanmasını çok kısa tutmak zorundayım.

(6) PKK’nın aylık teorik dergisi “Komünar”, “devletçi iktidarcı zihniyeti bırakıyoruz” diyor.

(7) 1789 Fransız devriminin, kapitalizm’i dışlayarak, emekçilerin sosyal kurtuluşa götürecek bir toplumsal düzen sağlamasına imkân yoktu. Çünkü üretici güçlerin gelişme seviyesi sosyalist bir toplumun ortaya çıkmasına imkân tanımıyordu. Marks ve Engels Paris komününün zafere erişememesinin temel nedeni olarak, sosyalizme geçişin maddi koşulların tamamen olgunlaşmamasına dayandırdıkları biliniyor.

(8) Burjuvazi (özellikle Türkiye’de) sivil toplum düşüncesini yozlaştırmak için özel çaba harcıyor. Devletin var olduğu ve onun baskı mekanizmalarının etkisiz hale getirilmediği ve etkisiz hale getirmek için mücadele edilmediği koşullarda, ne sivil toplum oluşur ve ne de sivil toplum örgütlerini inşa etmek için mesafe alınır. Devlete karşı olmayan, devletle iç içe yaşayan ne sivil-toplum, ne de onun örgütleri ortaya çıkar.

(9) Bu konuda en büyük yanılgı, Sovyet deneyini göz önünde tutarak, Marks’ın da devleti savunduğu sonucuna varmaktır. Sovyetlerin, kısa bir dönemi dışında, Paris komünü deneyi ile bir ilgisi yoktur. Her şeyden önce Marks, hiç bir şekilde bir ülkede uzun dönem sosyalizmin inşasını ön gören proletarya demokrasi olması gerektiğine dair bir bakış açısına sahip olmadı. Marks, sosyalist devrimin, gelişmiş kapitalist ülkeler de başlayarak tüm dünya kapitalizmini saracak bir süreç olarak ele alıyordu. Bunun içinde Marks, militarizm ve bürokratizmin egemen olduğu “sosyalist bir toplumun” var olacağını hiç düşünmedi.

(10) DTP şahsında şimdiye kadar kurulan yasal “Kürt ulusal partileri”nden kast ettiğim unutulmasın.

(11) AKP oy veren ve AKP’nin etrafında birleşen “Kürtler”, Kürt burjuvaları, toprak ağaları, aşiret reisleri, tarikat şeyhleri, (Türkiye Kürdistan’ında güçlü olan) zengin ve mülk sahibi, Nakşibendî ve Nur tarikatları, daha doğrusu, Kürt egemen sınıflarının olduğu göz ardı edilerek, bunlar, “ulusa ihanet eden işbirlikçiler” diye ilan ediliyor ve yine sınıf farklılıkları bir yana itilip, Kürtlerin “Ulusal birlik” ve “ulusal birliğe ihanet edenler” ayrımı yeniden esas alınmaya başlanıldı.

(12) Tespit edilen bu asgari ücret dahi bir işçinin geçimini sağlaması için harcaması gereken paranın çok altında olduğunu, baştaki dinci hükümet dahi kabul ediyor.

(13) Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nin istediği zaman bir partiyi kapatma yetkisine kimse dokunmadı. Ki, bu mahkemenin üyelerini Cumhurbaşkanı seçiyor. %10 seçim barajıyla işçi ve emekçilerin çıkarını savunan bir partinin parlamentoya girmesi imkânsız hale getirilmesi yetmemiş gibi, Anayasa mahkemesi istediğinde çeşitli bahaneler ile parti kapatıyor. Sendikaların tüm denetimi devletin elinde. Hükümet, beğenmediği bir sendikayı kapatma yetkisine sahiptir. Yani kısacası 12 Eylül faşizminin işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve siyasi hakları için getirdiği yasaklar hale yürürlükte.12 Eylül, 27 Mayıs 1961 anayasasının ön gördüğü (burjuvazinin övündüğü) “kuvvetler ayrılığı” ilkesini yok ederek, yürütmenin tek söz sahibi olduğu bir burjuva devlet biçimini yürürlüğe soktu. Aradan geçen zamana ve AB’nin istediği doğrultusunda yapılan anayasa değişikliklerine rağmen 12 Eylülün devlet biçimi esas olarak korundu. Şimdi ise sözde yeni “sivil anayasa” yapılıyor. Bu anayasa da, devletin yetkisinin yürütmenin elinde olduğu devlet biçimini esas alıyor. Yani 12 Eylül rejimi “sivil parlamento” tarafından tasdik edilecek ve sadece şeriatın önündeki engelleri kaldıracak ve şeriatın ülkeye egemen olmasının önündeki engeller bertaraf edilecek. Böylece 12 Eylülün “laik” faşist devlet biçiminin yerine, şeriat kanunlarının egemen olduğu dinci devlet biçiminin geçmesinin zemini hazırlanacak. Böylesine bir anayasayla, Kürtleri ayrı bir ulus olarak tanıması demokrasi yolunda bir adımı ifade etmez. Zaten Kürtlerin varlığının Osmanlı devleti tanımıştı. Kürt beylerine özel bir statü vermişti. Ama Osmanlının bu şekilde hareket etmesini belirleyen bir diğer neden ulusa değil dine bağlı olmayı tayin eden şeriat rejimi idi.

(14) “Demokrasi” savunuculuğunu hiç kimseye bırakmayan AB ve ABD, emperyalist menfaatleri söz konusu olduğunda, demokrasiyi hemen ellerinin tersi ile bir kenara atmaktan çekinmezler. AB, Türkiye’yi içine almaktan vazgeçmeye başladığı için “Türkiye’de demokrasinin” var olup olmaması artık onları ilgilendirmiyor.

(15a) Burada ifade etmek istediğim, Türk halkını aldatmak için yalana başvuran faşistlerin, hükümetlerin ve generallerin yalan propagandasını açığa çıkarmak için, ulusal taleplerin tespiti ve yayınlaması değildir. Aksine gerek DTP, meclisteki açıklamaları gerekse, PKK merkez komitesinin açıkladığı talepleri ve amaçları faşistlerin tüm yalanların su yüzüne çıkarıyor.

(15b) Bugünkü “sosyalist hareketin” çıkmazı, işçi ve yoksul emekçilerin, devrim yoluyla iktidara gelmelerinin zorunluluğunu inkâr edilmesine rağmen, bunun yerine reformist, revizyonist parlamentarist yolu dahi, işçi ve emekçilere bir iktidar seçeneği olarak sunamamasından kaynaklanıyor. İktidar perspektifinden yoksun, sadece bir takım reformların yasal olarak kabul edilmesini isteyen ve bu amaç için teşhir faaliyetleri yürüten “sosyalist hareketin” siyasi bir güç haline gelmesine imkân var mı?

(16) Bunlardan, Zonguldak yeraltı maden işçileri, tarihinin en kitlesel eylemi. Yine Gaziantep’teki, Ünaldı işçilerinin sendikalaşma talebi için mücadelesi Türkiye’yi sarsmıştı. Ve bunların dışında binlerce işçi eylemlerini sayabiliriz.