26 Ağustos 2007

2007 TÜRKİYE SEÇİMLERİ

2007 TÜRKİYE SEÇİMLERİ NEYİN GÖSTERGESİ İDİ?


22 Temmuz seçimleri, “Türkiye sosyalist hareketi”nin gücünün, daha doğrusu güçsüzlüğünün hangi boyutlarda olduğunun gösterdi. 12 Eylül sonrası yasal partiler kurarak parlamento ve mahalli seçimlere katılan “sosyalistler”, aradan geçen uzun senelere rağmen “bir arpa boyu” yol almadıkları, bu son seçimler vesilesi ile de bir kez daha kanıtlandı.

Türkiye gibi yoksulluğun, işsizliğin, sefaletin diz boyuna çıktığı, uluslararası tekellerin neo-liberal politikaların en acımasız tarzda uygulandığı, büyük şehirlerin varoşlarının, yoksulların yığınağı haline geldiği bir ülkede, hepsini toplasan %1 oranda dahi oy alamayan “Türkiye sosyalist hareketi”nin varlığıyla karşı karşıyayız.

En acısı ise, bunun nedenlerini kendine sormayan, bunun araştırmasına girmeyen ama “yüksek perdeden” atmaya devam eden, kendisi marjinal konumda olduğu halde başkalarına “marjinallikle” itham etmekten geri durmayan, işçi ve yoksul emekçi yığınlarından kopuk, “sosyalist” bir aydın hareketinin varlığıyla karşı karşıyayız. Ve bu “sosyalist” aydın hareketi giderek tasfiye olmakla yüz yüzedir.

TKP bu durumu göz ardı etmek için her türlü hokkabazlığa başvuruyor. Seçim listelerinde ağırlıklı olarak işçilere yer vererek sözde işçilerin partisi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor ve “yurt-sever cephe” kurarak partisinden olmayanlarla birleşip, seçime katılarak %0,28 oranda oy aldığı halde kendini dev aynasında görmeye devam ediyor. “Para babaları ve emperyalistler bu raundu da aldı” (TKP Siyasi Komite)

Gelecek “raunt” yüzde yüz % 0,28’lik TKP’nin! Diğer yasal “sosyalist partiler” ise TKP gibi kendi bağımsız programlarıyla dahi seçimlere katılmayarak kendi gerçeklerinin açığa çıkmasını sözüm ona “ört pas” ettiler!.. Kürt ulusal hareketinin arkasına gizlenip, milletvekili olmanın sevdasına kapıldılar.

Oysa burjuva parlamenter seçimlerinde sosyalist (hatta devrimci-demokrat) hareketlerin bir siyasi güç olarak ortaya çıkması, işçi ve emekçi kitlelerin sömürü ve baskıya karşı başkaldırılarına, isyanlarına bağlıdır. Toplumsal bir alt üst olayları ortaya çıkmadan, salt seçim dönemindeki propagandalarla, bu vesile ile sözde kitleler ile bağ kurmayla, bir sosyalist hareketin siyasal bir güç haline gelip seçimlerde hatırı sayılır oy almasına, burjuva parlamentosuna girmesine, burjuvazinin önüne çıkardığı barikatları aşmasına imkân var mı?

Sınıf mücadelesinin tarihsel deneylerine dahi başvurmaya gerek olmaksızın, günümüzde Latin Amerika’daki gelişmelere bir göz attığımızda, gerçeklerin ne olduğu somut olarak ortaya çıkıyor. Bu deneyler, İşçi ve yoksul emekçilerin mücadelesinin ve bu mücadeleye, ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak önderlik edebilen sosyalist bir hareketin varlığının dışında, burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğine karşı, alternatif siyasal bir güç olunamayacağının somut kanıtıdır.

Bugün Venezüella’da, Bolivya’da, Ekvator’da ve benzeri Latin-Amerika ülkelerinde, burjuvazinin neo-liberal saldırıları karşısına dikilip, kapitalizm’i hedef alan, “sosyalist” hareketlerin siyasal bir güç haline ve iktidarlara gelmelerinin, işçi ve emekçilerin kitlesel isyanlarıyla burjuvaziyi ve onun devletini köşeye sıkıştırmaları sayesinde gerçekleştiğini hiç kimse inkâr edemez.

Almanya ve Avrupa’nın birçok ülkesinde neo-liberalizm hedef alan “sosyalist” partilerin güçlenmeleri de işçilerin kitlesel mücadeleleri sayesinde gerçekleşmiştir.

Almanya’daki Sol-Parti, Schröder hükümetinin neo-liberal saldırılarına karşı işçilerin, işsizlerin aylarca süren kitlesel mücadelelerinin temelinde inşa edildi ve burjuvazinin sosyalizm korkusunu yeniden dirilten alternatif siyasi güç haline geldi.

Hatta Türkiye’de, niteliksel olarak sosyalist hareketlerden farkı olmasına rağmen, Kürt ulusal hareketinin kitlesel bir güç haline gelmesi, silahlı mücadele ile birleşen Kürt halkının kitlesel direnişleri, eylemleri sonucuyla ortaya çıktığını yine bir diğer gerçektir.

Kısacası, işçi ve emekçilerin başkaldırı hareketi olmadan, salt parlamenter mücadele ile sosyalist bir hareketin kitleler nezdinde alternatif siyasal bir güç haline gelmesine imkân yoktur.

Türkiye’de sosyalistlerin ideolojik, siyasi ve örgütsel olarak önderliğinde, neo-liberal saldırılara karşı işçi ve emekçilerin kitlesel hareketinin neden ortaya çıkmadığının araştırılması, bunun objektif ve sübjektif nedenlerinin tahlil edilmesi, bu seçim sonuçları vesilesiyle gündeme gelmesi gerekirken, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” misali AKP’nin oylarının neden arttığının durmadan “bilimsel” tahlilleri yapılıyor! Türkiye’nin bugünkü koşullarında AKP’nin yerine işçi ve emekçilerin çıkarlarını savunan “sosyalist partilerin mi?” oyları artacaktı?.. Veya artmasına imkân var mıydı?

12 Eylül sonrası “demokrasiye geçiş”le birlikte geçen süreç içersinde, Türkiye sosyalist hareketinin Latin-Amerika ülkelerinin benzeri tekelci kapitalizme karşı alternatif siyasi bir gücün ortaya çıkaramamasını sadece “sosyalistlerin” izledikleri siyasi çizginin ve örgütsel çalışmanın yanlışlığına bağlamaya çalışmak somut gerçeklerin inkârını içerir. Bunun için, “sosyalist hareketin” iradesinin dışındaki ve (bazı koşullarda) onun iradesi ile ortadan kaldırılamayacak sübjektif ve objektif etkenlerin varlığı göz ardı edilemez.

12 Eylül faşist generallerinin saldırılarıyla yürürlüğe sokulan neo-liberal ekonomik ve politik saldırılara karşı işçi sınıfının önemli ölçüde öfkesi birikmişti. Sendika bürokratları, bu öfkeyi faşist generallerin, tekelci burjuvazinin isteği doğrultusunda yürürlüğe koydukları iş yasalarına karşı yönlendirmediler.

Tam tersine, işçilerin büyük bir çoğunluğunu, sendika, grev ve toplu sözleşme haklarından yoksun bırakmayı ve işçi sınıfı içinde imtiyazlı bir tabaka oluşturmayı amaçlayan bu yasaların sürekli yürürlükte kalmasının sağlayan bir taktikle hareket ettiler ve işçilerin taleplerini sendikalı işçilerin ücret artışlarının elde edilmesiyle sınırladılar.

Sendika, grev ve toplu sözleşme hakkının varlığıyla gerçekleşebilecek olan ücret artışlarından sadece işçi sınıfının azınlık bir kesimi yararlanabiliyor. Oysa işçiler, 12 Eylül rejiminin saldırılarına karşı öfke ile harekete geçmişti. Sendika bürokrasisi, işçilerin eylemlerini, grevlere ve genel greve dönüştürerek, tekelci burjuvazinin 12 Eylül saldırılarını topyekûn ortadan kaldırmaya yönlendireceklerine, pasifleştirmeye çalıştılar. İşçilerin mücadelesini pasif eylemlere dönüştürerek, tekelci burjuvazinin ve kapitalizmin zarar görmemesine özenle dikkat ettiler. Tekelci burjuvalarla ve hükümetle anlaşarak sadece ücret artışlarıyla yetinecek bir ortamın oluşmasına ön ayak oldular.

Tekelci burjuvazi, 12 Eylül boyunca uygulanan ekonomi-politika sayesinde önemli ölçüde aşırı karlar elde etmişlerdi ve bu karlarının küçük bir kısmını ücret artışı şeklinde işçilerin azınlık kesimine vererek onların yatıştırmaya çalışmada bir sakınca görülmüyordu.

Nitekim sendikalı işçilerin ücret artışlarıyla işçiler uyutuldu ve 12 Eylül faşist işçi yasalarının yürürlükte kalması sağlandı.

Bu dönemde, 12 Eylül faşist darbesinin etkisiyle çok büyük oranda güç kaybetmenin sonucu olarak yeniden toparlamaya çalışan “sosyalist hareket”ler, sendika bürokratlarının bu oyunlarını ve taktiklerini bozacak ne bir konumdalardı ve ne de (en doğru taktikler izleselerdi bile) sendika bürokratlarının taktiklerini alt edebilecek siyasi güçleri vardı.

O, dönemde değil ama ileriki dönemlerde etkisi olacak doğru bir bakış açısıyla işçi sorunlarına yaklaşılmadığı tespiti ise yine doğrudur.

İşçilerin birliği” adına sendika bürokratlarına ve onların izlediği işçi düşmanı politik taktiklere karşı mücadele etmekten vazgeçildi. İşçi sınıfının toplumdaki objektif konumuyla, onun kendisi için sınıf olayı içermeyen geri bilinci özleştirildi. Ekonomizm temelinde ve işçinin geri bilincine tapılarak işçilerle bağ kurulup “siyasal bir güç” olunabilineceği sevdasına kapılındı.

Sendikalizm ile işçi sınıfının siyasi ve ideolojik hareketi aynileştirildi. Ve böylece sosyalist işçi sınıfı hareketinin doğmasının önü tekrar kesildi.

Sosyalizm ile işçi sınıfı hareketin birleştirilmesini amaçlayan girişimler “sınıfın dışında, sınıfı aşağılayan, sınıfa yabancı” lafları ile karalanmaya, sendikalizm ve ekonomizm aklanmaya çalışıldı. “Sınıfa yabancılaşmaya” karşı savaş açanlar!, Marksizm’den kaçanlar, sonuçta kendileri gerçekten sınıftan “yabancılaştılar”, ekonomizme sığınarak işçi sınıfı içinde bir “siyasal güç” olma iddialarının çok gerisinde kaldılar.

12 Eylül sonrası faaliyet gösteren sendikaların (istisnaları hariç) işçilerin örgütleri olmaktan çıktıkları, imtiyazlı işçi tabakasının örgütü haline geldikleri göz ardı edilerek, “işçilerin birliği” sendika bürokratların ve imtiyazlı işçi tabakasının birliğinin savunulmasına dönüştürüldü.

Sosyalist hareketin işçi sınıfı hareketi ile kaynaşamamasının önündeki bir diğer önemli engel ve Türkiye’yi (neo-liberal saldırılara rağmen), Latin-Amerika ülkelerinden ayıran temel etken, emek-sermaye çelişkisini sözde arka plana itip, “ulusal çelişkinin” ön plana getirilmesine vesile olan, ezilen Kürt ulusunun ulusal başkaldırı hareketi karşısında, Türkiye egemen sınıflarının ideolojik, siyası ve özellikle askeri olarak topyekûn seferberlik ilan edip saldırıya geçmesi idi.

Burjuvazi, özellikle Sovyetlerin dağılmasıyla başlatılan anti-Marksist kampanyayı Türk ırkçı milliyetçiliğiyle birleştirerek ulusal çatışmanın Türkiye’nin gündeminde yer almasını sağladı.

Bu andan itibaren siyasal ve sosyal, ekonomik olaylara yaklaşımda, burjuvazinin sınıfsal çıkarı ve milliyetçi ideolojisi egemen ve belirleyici oldu.

Türkiye’nin generalleri ve devleti, ordusu, tekelci sermayesi, Kürt ulusal hareketini hemen ezmek için geniş ve kapsamlı bir hareket başlattı ve Kürt milliyetçiliğine karşı, Türk ırkçı milliyetçiliği ayağa kaldırıldı.

Türk generalleri, Kürt ulusal hareketinin “Türkiye’yi bölmeyi” amaçladığı yaygarasını kopararak tüm “Türkleri”, “Türkiye’nin bölünmesini” önlemeye çağırması, herkesi ulusal saflaşmada yerini almak zorunda bıraktı.

Faşist generallerin, silahlı Kürt ulusal hareketi karşısında, “Türkiye bölünüyor” çığırtkanlığıyla “yeri göğü inletmelerinin” temel nedeni, yıllardan beri “Türkiye’nin stratejik konumu” sayesinde emperyalist devletlerden elde ettiği avantayı kayıp etme korkusu ve paniğiydi.

Sovyetlerin dağılmasıyla “bağımsız” Türkî devletlerin ortaya çıkması, Türkiye gericiliğini sevince boğmuştu. Çünkü Türkî devletler ile birleşerek emperyalist devletlerin karşısına, hiç bir şekilde “vazgeçilemeyecek” çok güçlü stratejik konuma sahip ülke olarak çıkıp, büyük avanta elde edebilmenin hesapları yapılır iken, birden bire, Sovyetlerin var olduğu dönemdeki stratejik konumu dahi kayıp edilme tehlikesiyle yüz yüze kalınıyordu.

Oysa Türkiye’nin stratejik konumu sayesinde Türk ordusu modern silahlarla donatılmıştı ve OYAK gibi Türkiye’nin en güçlü 3. holdingine sahip olunmuştu.

Generaller, avantalarını ve sosyal konumlarını tehlikede gördükleri için Türkiye’nin bölüneceği varsayımını güçlü kılmak için ellerinde geleni artlarına koymadılar.

Bu koşullarda, generallerin oyununu bozmak, onların gerici taktiklerini ve sivil faşist çeteleri yeniden ayaklandıran girişimlerini boşa çıkarmak için, işçi ve emekçiler aşırı sömürüye karşı hareket geçirecek bir sosyalist hareket ortaya çıkamadı.

Sosyalist hareketin yeniden güçlenerek işçi sınıfı hareketiyle kaynaşmasının önündeki en önemli engel, 12 Eylül saldırılarıyla birleşen Sovyetlerin dağılmasıyla şaha kalkan anti-Marksizm’in yarattığı tahribattı. Yılgınlık, sosyalist mücadeleden kaçış ve döneklik büyük boyutlara çıkmıştı. Bu döneme denk gelen ulusal çatışmaların belirleyiciliği, “sosyalistlerin” işini daha da zorlaştırdığı bir vaka idi.

Lenin, gericiliğin egemen olduğu koşullarda, derinlemesine örgütlenmeyi ve Marksizm’e sıkı sıkı sarılmayı ve devrimci mücadelenin yeniden yükselecek dönemler için hazırlanmasını öğütler.

Lenin’in bu öğütlerinin tersine hareket edildi ve gericilik döneminde güçlenmenin sevdasına tutularak, dönemin siyasi koşullarına uyum sağlayacak ve Marksizm’den kaçışı haklı kılacak bir çalışmanın ve örgütlenmenin içine girildi. İşçilerin ekonomik bilincine göre “işçi sınıfının siyasi” hareketi inşa edilmeye yeltenildi. Ve böylece neo-liberalizme, kapitalizme karşı, işçi ve emekçilerin alternatif siyasal mücadelesinin orta çıkmasının zemini çok zayıflatıldı. Bu zayıflığın hangi boyutlara çıktığının somut göstergesi, Türkiye’nin iki kez çok güçlü ekonomik krizle karşı karşıya kalması koşullarında kendini gösterdi.

Türkiye’nin ekonomik krizinin aynısını yaşayan özellikle Latin-Amerika ülkelerin neo-liberal saldırılara karşı işçi ve emekçiler ayaklanıp, burjuvaziyi ve onun devletin geriye iterek, kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda siyasi mevziler elde ederken, Türkiye’de bunun tam tersi oldu.

Kriz karşısında kendiliğinden ayaklanan kitlelerin mücadelesinin daha büyük boyutlara çıkmasını sağlayacak sosyalist bir hareketin var olması bir yana, kendi etkisi çapında, kendiliğinden ayağa kalkan kitleler dahi yatıştırılmak istendi.

Sonuç olarak, kapitalizm’in krizi baştaki hükümetlerin üstüne yıkılarak, daha kapsamlı neo-liberal politikalar uygulamaya sokuldu. Kapitalist krizi tetikleyen neo-liberal politikaların ekonomik krizin “kurtarıcısı” olarak öne sürülen nadir ülkelerin başında Türkiye geliyordu.

2002 krizi sırasında bir anda 1 milyon işçiyi işten attan tekelci burjuvalar, krizden yararlanarak milyar dolarlar kazandılar, ama hiç kimse bunların kılına dokunamadı. Çünkü ekonomik krizden en fazla etkilenen işçi ve emekçilerin (en küçük tarzda olsa bile) kitlesel eylemleri ortaya çıkmadı. Kitlesel eylemlerle, neo-liberalizme karşı siyasi alternatif oluşturulamamasından yararlanan burjuvazi, krizin altında ezilen kitlelerin öfkesini, parlamenter mücadeleye doğru yönlendirmek arzusuyla parlamento seçimlerini gündeme getirdi ve sonunda krizin altında ezilenleri, neo-liberal politikaların destekleyicisi haline dönüştürdü.

Burjuvazi, bu politikasını 2007 seçimlerinde de başarılı bir tarzda uyguladı. Çünkü bu seçim dönemi öncesinde de yukarda vurguladığım gibi neo-liberalizmi, kapitalizm’i hedef alan güçlü kitlesel mücadeleler ortaya çıkmadı. Meydan burjuva killikler arası iktidar mücadelesine kaldı.

Burjuva Klikler Arasındaki İktidar Mücadelesi

AKP hükümette geldikten itibaren, Cumhurbaşkanlık makamını ele geçirmeyi amaçlamakta idi.

AKP, 2002 seçimlerinde % 34 oy oranıyla mecliste 2/3 çoğunluğu sağlaması sonucu anayasanın bazı maddelerini değiştirmesine rağmen, 12 Eylül’de faşist generallerin, ordunun iktidarını devamlı sürdürmesi için anayasada yer alan cumhurbaşkanının yetkileri ile ilgili maddelere dokunmadı ve cumhurbaşkanının “halk tarafından” seçilmesine yanaşmadı. Çünkü cumhurbaşkanlığını ele geçirdiklerinde, sadece hükümet olmayacakları ve aynı zamanda iktidar olacaklarını düşünüyorlardı.

Onların bu amaçları, generaller ve onların sivil çevreleri tarafından “AKP’ şeriat rejimini getirmek için cumhurbaşkanlık makamını ele geçirmek istiyor” diye lanse edildi ve bir kampanya başlatıldı.

Ordunun iktidarının devamı için generaller, yıllardan beri “irtica, bölücülük ve terörizm tehlikesi” adı altındaki konuları kullanarak bilinçsiz “halkı” etkilemekte ve korkutarak yanına çekmektedir.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, “komünist tehlikeyi” bertaraf etmek için tezgâhlandı. Generaller 12 Mart 1971’de “komünizme” karşı Hitler’ci sivil faşist çeteleri örgütleyerek, güçlendirip, siyasi arenanın merkezine yerleştirdi. 12 Eylül 1980 darbesi sırasında ise “halk”ı kandırmak için faşist sivil çeteleri harcamakta tereddüt göstermedi. Bu sefer ise, “komünistlere” ve sivil faşist çetelere karşı şeriatçıları yanlarına çekip, onları güçlendirdiler. (1)

Generallerin, PKK ile savaşmak için, tarikatları ve şeriatçı örgütleri devreye soktukları biliniyor. Ve de tüm bunlara rağmen, AKP ile iktidar mücadelesinde “irticaya” karşı laikliği savunur pozlara bürünerek, Hitler’ci faşistleri, Kemalist milliyetçileri, şeriattan korkan ve laikliği savunan ama generallerin amacının ne olduğunun bilincinde olmayan yığınları harekete geçirdi.

Sonunda, emirlerindeki anayasa mahkemesini devreye sokarak, bir bahane ile AKP’nin cumhurbaşkanlığını ele geçirme niyetini boşa çıkarmaya çalıştılar.

Generaller, şeriatçıları silahlandırıp PKK’ye karşı savaş sürdürdüklerini unutarak, PKK ile “şeriatçı” diye lanse ettikleri AKP hükümeti arasında sözde bir bağ olduğunu gösterme adına, hükümetin “teröre karşı kararlı mücadele etmediğine” dair propagandayı siyasi gündeminin merkezine yerleştirdiler.

12 Eylül 1980’den beri emir kumandası altına aldığı holdinglerin basın yayın organlarını bu amaçla hemen harekete geçirdiler ve Kuzey Irak’ın işgal edilmesi gerektiği konusunda kampanya başlatıldı. Barzani ve Kuzey Irak Federe Devleti hedef seçildi. Barzani’yi ve Kürtleri aşağılamak için emekli generaller, televizyon ekranlarında boy göstermeye ve savaş kışkırtıcılığı yapmaya devam ettiler. Sözde ABD emperyalistlerine rağmen Kuzey Irak işgal edilecekti!

Generallerin, Kuzey Irak’ı işgal etmeyi, (Saddam benzeri “kabadayı” pozlar takınmalarına rağmen) göze alamayacakları biliniyordu. Onların savaş kışkırtıcısı gerginlik politikasını izlemelerindeki amaçları, 1999 seçimleri sırasında, Kürtlere ve PKK’ye karşı izlenen seçim taktiklerini diriltip, AKP’yi köşeye sıkıştırıp, yandaş partileri CHP ve MHP’yi hükümete getirmek ve cumhurbaşkanlığının AKP eline geçmesini önlemekti. Bunun içinde PKK’ye ve Kürtlere karşı intikam duygularını güçlendirmek için “Türkleri” sokağa dökülmeye çağırıyorlar idi. Böylece hükümeti AKP’nin elinden almak için Kürt-Türk çatışması tezgâhlamaktan dahi çekinmeyeceklerini gösteriyorlardı.

Halkın, generallerin bu oyununa gelmemesine rağmen onlar, AKP’ye karşı CHP ve MHP iktidara getirme taktiklerine devam edip, savaş kışkırtıcısı politikalarını sürdürdüler.

Ama gerek Türk halkı gerekse Kürt halkı Türkiye’deki ulusal çelişkilerin neden olduğu bu savaşın sona ermesinden yanalar ve Kürt ulusal sorununu barışçıl şekilde çözümünü istiyorlar.

2007 seçimlerinde AKP’nin %47 kadar oy almasının esas nedeni de budur. 24 seneden beri süren bu savaşın bir an önce sona erme istemi Türk halkının da talebidir.

Bu savaşın sürdürülmesinin ateşli taraftarları generallere karşı, halk “niye subaylar ölmüyor erler ölüyor” demeye başladı. Generaller Türk halkının bilinçsiz bir tarzda PKK’ye karşı duydukları kini diri tutmak amacıyla acemi erleri savaş alanına bilerek sürüyor ve onların ölümüne neden oluyorlar ve bu durumu istismar ederek halkı galeyana getirmeye çalışıyorlar. Halk, generallerin amacının ne olduğunun farkına varıyor. Daha doğrusu generallerin kullandığı “silahlar “geri tepiyor.

Burjuva demokrasisini “oy verme” biçimiyle özleştiren burjuva liberal kesimler, AKP’nin oylarının artırmasını “demokrasinin” zaferi olarak ilan ettiler. Oysa Türkiye “halkı” sözde böyle demokrasi zaferleri ile çok karşılaştı.

12 Eylül faşizminin belirlediği seçim sisteminin (en küçük tarzda bile olsa) değişikliğe uğramadan varlığını sürdürdüğü bir ülkede, burjuva anlamda dahi bir demokratik seçim sisteminin varlığından bahsetmek demagojik bir propagandadır.

Kimlerin nasıl parlamenter olacağını, 12 Eylül faşist rejiminin belirlediği gerçeği bir yana bırakılsa bile, bu seçimler ile işbaşına gelen hükümetlerin, ekonomik ilişkilerden öte iktidarda söz sahip olmadıkları göz ardı ediliyor. Gerçek siyasi iktidar, OYAK gibi Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birine sahip ordunun elinde olduğu 12 Eylül sonrası sözde seçimler ile başa gelen hükümetlerin ordunun ve generallerin emirleriyle hareket ettikleri, onlarla ters düşmemek için özel dikkat gösterdikleri, iktidarda son sözü generallerin söylediği bilindiği halde, seçimlerde sağlanan oy çoğunluğunu “demokrasinin zaferi” ilan ederek göz boyamaya çalışılıyor.

Oysa AB’ye girme sürecinin bile, generallerin iktidardaki güçlerini zayıflatmada (en küçük tarzda bile olsa) etkisinin olmadığı açıkken, oy çoğunluğunu “demokrasinin zaferi” olarak göstermek bilinçli bir tarzda halkı aldatmaya devam etmektir.

Türkiye’de burjuva anlamda seçimlerin demokrasi adına bir değer ifade etmesinin ilk şartı, generallerin fiili iktidarına son vermekten geçer. Generallerin ve ordunun içindeki hiyerarşiye, hiyerarşinin düzenlemesine hükümetler hiç bir şekilde karışamıyor. Şimdiden 12 sene boyunca kimlerin genelkurmay başkanı olacağını, generaller kendi içlerinde saptamışlar. (2)

Temel siyasi konularda, generallerin isteği dışına çıkan her hükümet hizaya getirilir. Ya tanklar yürütülüp gözdağı verilir veya “genç subayların çok huzursuz olduğu” propagandasıyla açıktan darbe tehdidi savrulur. “Darbe” lafını duyan hükümet hemen “emirleriniz başımızın üstünde” deyip generallerin önünde “esas duruşa” geçer.

Eğer “halk” generallerin hükümetlere müdahale etmesinden rahatsızsa, bu tavırlarını göstermenin yollu pasif protesto biçimi olan sözde karşı oy vererek değil, Latin Amerika halkları gibi aktif eylemlere girerek göstermeleri gerekir.

En önemlisi ise 12 Eylül darbesi ile neo-liberal politikaların yürürlüğe girmesini sağlayanların generaller olduğu gerçeğidir. Generaller, neo-liberal politikalara karşı işçi ve emekçilerin başkaldırıların ve sınıf mücadelesinin sosyalizme doğru yönelmesini önlemek için devlete yeni bir biçim verdiler. Ekonomik işler hükümetlerin inisiyatifine bırakılırken, siyasi karar mekanizmaları ordunun elinde kaldı. Bu fiili durum yasal biçimi Cumhurbaşkanlığının yetkilerinde düzenlendi. Bunun için neo-liberalizme karşı mücadele direk generallerin siyasi etkinliğini hedef alıyor.

Faşist generaller, iktidar için elde ettikleri bu güçlerini ilk önce 12 Mart 1971 döneminde ordu içinde sağladılar. 27 Mayıs 1960 darbesi ile ordu içinde etkin bir güç olan reformist solcu subaylar (12 Mart 1971’lerde) tümü ile ordudan temizlendi.

Bu dönemde, Faik Türün ve Memduh Tağmaç gibi faşist generaller tarafından örgütlenen sağcı generaller çetesi orduya tam egemen olduktan sonra, bu iktidarlarını 12 Eylül 1980 darbesi ile devlete taşıdılar.

1983–84 yıllarında “yeniden demokrasiye geçiş”te ordunun iktidardaki gücü cumhurbaşkanlığının şahsında anayasal kurumlara dönüştürülmüştü. (3) Bunun için kimlerin cumhurbaşkanı olacağını esas olarak generaller tespit ediyordu.

Cumhurbaşkanlığına verilen bu yetkiler, sözde seçimler ile işbaşına gelen hükümetlerin iktidarsızlığını göstergesidir. (4)

Tabii ki cumhurbaşkanını “halkın” veya parlamentonun seçmesi koşullarında, bu şekildeki yetkiler ile donatılan cumhurbaşkanlığı makamının generallerin kontrolünden çıkarılması mümkündür. Generaller ise böyle bir durumun ortaya çıkmasının darbe tehditleri ile önlemek ile yetinmiyor ve sivil yığınsal güçler elde etmek için örgütler kurdurtuyorlar. CHP ve MHP gibi siyasi partileri kontrolleri altına alıyorlar.

Nitekim özellikle CHP’yi siyasi, ideolojik olarak kendilerine tabi kılmışlardır. Sovyetler dağıldıktan sonra, sosyal demokrat partilerin neo-liberal politikaların yılmaz savunucusu ve uygulayıcıları olarak dönüşüme uğramaları, sosyal-demokrat partiler ile neo-liberalizmin ateşli taraftarı Türkiye’nin generalleri arasında hiç bir farklılık kalmadı. Bunun için CHP tamamen generallerin partisi olarak hareket ediyor.

Artık, Deniz Baykal’ın ve CHP’nin “parlamentoda çoğunluğu sağlayarak hükümete gelme” diye ne bir derdi, ne de amacı var. Çünkü CHP zaten şimdiye kadar cumhurbaşkanıyla, generaller ile iktidar idi. AKP hükümetine göre daha fazla etkin iktidar güce sahipti.

DTP’nin Parlamentoya Girmesi ve Kürt Halkının Ulusal Sorununun Çözümü


DTP’lilerin parlamentoya girmeleri ve grup kurmalarının Kürt halkının ulusal sorunun barışçıl çözümü için önemli bir adım olduğu konusunda yaygın görüşlerin olduğu bilinmektedir. Aslında, ulusal sorunun parlamento içinde çözülebileceği konusundaki görüşler, Türkiye’deki iktidar gerçeğini göz ardı eden ve iyimserlik havası yaratan bir bakış açısıdır.

Parlamento çatısı altında Kürt halkının ulusal sorununun tartışılması, Kürt halkının bu konuda nasıl bir çözüm istediğinin, Abdullah Öcalan’ın öne sürdüğü görüşler ve program doğrultusunda ulusal sorunun Türkiye’nin bölünmesini içermediğinin, aksine buna karşı olduğunun Türk halkına anlatılmasına, Kürt halkının ulusal sorununun barışçıl çözümü konusunda bir mevzi elde edilmesine, generallerin “Türkiye bölünmek isteniyor” yalanına dayanan propagandasının boşa çıkarılmasına bir katkısı olabilir. Ama ulusal sorun esas olarak parlamentonun çatısı altında çözülür görüşleri doğru değil. Çünkü Kürt halkının ulusal sorunun bu koşullardaki “barışçıl” çözümü, parlamentonun ve hükümetin inisiyatifinde değildir. Generallerin istemediği, ağırlığını koyduğu bir sorun parlamento ve hükümet tarafından çözülemez. Ve tersine bir karar alınamaz.

Bunun için hiç kimse kendini kandırmasın ve hiç kimse generallerin iktidar gücünü küçümsemesin. Bu şekildeki “çözümün” yeri parlamentoda değil, genelkurmayda ve MGK’dadır.

Generallerin, Kürt halkının ulusal sorununun “barışçıl” çözümüne karşı oldukları ise biliniyor.

Ama generalleri barışçıl çözüme zorlayacak, iki önemli etken var: Birincisi, Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin neo-liberalizme karşı mücadelesi ile generalleri köşeye sıkıştırıp, fiili olarak demokratik mevziler kazanması ve bir diğer ise, Ortadoğu’daki sorunlara “barışçıl” çözüm arayan, emperyalist burjuva kliklerin generallerin üzerinde baskı kurması.

Bush’un izlediği emperyalist savaş politikasına karşı, emperyalist barış politikasını savunanlar, giderek ABD’de ve AB’de güçleniyorlar. İngiltere’de başbakanın değişikliği ve İngiliz askerlerinin Irak’tan çekilme takvimini açıklanması, emperyalist-gerici barış hareketinin giderek güçlendiğinin kanıtıdır. Buna ilaveten, Irak’ta ABD yerine BM’nin inisiyatifi ele almasına direnen Bush çetesinin geriletilmesi ve BM’nin daha fazla devreye girmesi “barış sürecinin” güçlendiğinin diğer bir göstergesidir.

Bush çetesinin bu gelişmeleri baltalamak, Şii-Sünni çatışmasını keskinleştirmek için, Şiilere karşı, Sünni devletleri modern silahlar ile donatma istemi, “barış süreci”nin gelişmesini çıkmaza sokabilme ihtimalinin gündemden kalkmadığını gösteriyor.

Şayet, emperyalistler ve gericiler arası savaş yerini, emperyalist-gerici barışa bırakırsa, bunun Türkiye’ye yansıması kaçınılmazdır.

Ortadoğu’da ve Irak’taki savaşın taraftarı ve kışkırtıcısı olan Türkiye’nin generalleri, ABD’nin ve müttefiklerinin Irak’ta ve Ortadoğu’dan askerlerini çekmesini “dört gözle” bekliyorlar. Böylece, bölgenin en güçlü ordusuna sahip olma avantajından yararlanarak, Kuzey Irak’ı ve özellikle Kerkük ve Musul gibi petrol bölgelerini ele geçirme niyetindeler ve bundan dolayı Türkiye’de Kürt halkının ulusal sorununun barışçıl çözümüne yanaşmıyorlar.

Bush’un “biz bölgeden çekilirsek, bölge kan gölüne dönüşür” demesinin nedeni, bölgenin gerici güçlerinin bölgeye egemen olmak için hazırlanmalarından dolayıdır.

Bunun için özellikle ABD emperyalizmini, bölgede “barışı” sağlamadan, buradan askerlerini çekmeği düşünmedikleri ise biliniyor.

Bölgede emperyalist barış sürecinin ciddi tarzda devreye girdiği zaman, Türkiye’de Kürt ulusal sorununun “barışçıl” çözümü için ABD ve AB’nin Türk devletine yönelik baskıları artacağı ve emperyalist-kapitalist sisteme göbekten bağlı olana Türk generallerinin bu baskıya direnemeyecekleri düşünülmektedir. (5)

Nitekim generallere rağmen, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilebilmesi için tekrar aday gösterilmesinin, ABD’nin ve AB’nin isteği doğrultusunda olduğu açıktır.

Özellikle ABD emperyalizmi Türk generallerin Ortadoğu’yla ilgili olarak yayılmacı amaçlar taşıyan politikalarına kesin tavır almaktadır.

Generaller ile ABD arasındaki çatışma, Irak’ın ABD tarafından 2. kez işgal edilmesi sırasında ortaya çıktı.

Generaller, Irak’a Türkiye üzerinden kuzeyden saldırılmasının koşulu olarak, Kuzey Irak’ın Kürt bölgesinin silahtan arındırılmasını ve burayı Türk ordusunun kontrolüne bırakılmasını talep ediyorlardı. ABD bunu kabul etmediği gibi, Türk askerinin hiç bir şekilde Irak’a girmesini istemedi. Bunun üzerine generaller, ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a saldırmasına izin veren “1 Mart tezkeresinin” parlamento tarafından kabul edilmesine (Erdoğan hükümetine rağmen) engel oldu. Bu dönemden beri ABD ile Türk ordusu arasında gerginlik devam etmektedir.

ABD, Türk generallerinin iktidardaki güçlerinin zayıflatılmasından yana bir politika izliyor ve bunun içinde “seçimler ile” işbaşına gelen hükümetleri destekliyor. Onların darbe tehditleri karşısında, ABD ve AB kesin tavır alıyor. Generaller bunun için, sahte anti-emperyalist propaganda ile milliyetçiliği körükleyip, ABD ve AB karşıtlığını geliştirmeye çalışıyorlar.

Bu son seçimler vesilesi ile Türkiye halkının bu sahte “anti-emperyalist”liğe pirim vermediğinin açığa çıkması, Tayyip Erdoğan hükümetinin daha da güçlenmesine neden oldu.

Sovyetlerin var olduğu dönemde generallerin, Sovyetler ile batılı emperyalistler arasında manevra yapabilme imkânları vardı. Bu avantajlarının zemini şimdi ortadan kalmıştır. (6) Bunun yanı sıra NATO’nun eski özelliğini kaybetmesi, Türk ordusunun ve generallerin emperyalistlerin vazgeçilmez gözdeleri olma konumlarının yitirilmesine neden oldu. (7)

Bu koşullarda, generaller darbe yapmaya kalkışırlarsa, emperyalistlerin ve uluslararası tekellerin başlatacakları ekonomik ve siyasi ambargolar karşısında iktidarlarını sürdürmeler çok zordur. Yunanistan’da, Latin Amerika’daki darbeciler gibi iktidarı bırakıp kaçmaları kaçınılmazdır. Bu koşullarda generaller darbe yapmayı göze alamaz. Bunun için Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi karşısında “siyasi kriz” doğacağını ileri sürüp gerginlik döneminin başladığını iddia etmek gerçekçi değil. (8)

DTP ve Kürt Ulusal Hareketinin Seçim Sonuçları Değerlendirmeleri


Bu seçimlerde DTP’nin istenen ve beklenen oranda oy almaması ve AKP’nin Türkiye Kürdistan’ında da birinci güçlü parti haline gelmesi, Türkiye gerçeğinin daha doğru bir tarzda ele alınmasına vesile oldu. 23 senelik Kürt ulusal silahlı mücadelesinin sürecinde ilk kez (ister Türk, isterse Kürt kökenli olsun) işçi ve emekçilerin, ulusal sorunlarının dışında sınıf sorunlarının olduğu kabul edilmeye başlandı.

Tüm bunlara rağmen “Kürt ulusal sorunu Türkiye’nin temel sorunudur, bu çözülmeden hiç bir sorun çözülemez” düşüncesinden, ne vazgeçilmiştir ve ne de sınıf mücadelesine tabi ulusal sorunun çözümü öne süren görüşler kabul edilmiştir.

Kişisel yaklaşımlar kurumsallığın önüne geçerken parti kimliği konusunda da farklı anlayışlar ortaklaşamamıştır. Hatta Türkiye’nin partisi mi Kürt partisi mi olunduğuna bir türlü karar verilemeyerek ikircikli davranılmıştır. Türkiyelilik adına Kürt halkının demokratik ulusal değerlerini net ve kararlıca savunmaktan uzaklaşırken, Kürt halkının haklarını savunayım derken Türkiyelilik kimliğini bir yana bırakılmış, tüm ezilenlerin, emekçilerin ve demokrat kesimlerin sesi olmayı başaramamıştır. Tüm partilerden daha çok Türkiye’de halkların çıkarını düşünen bir parti, dolayısıyla gerçek Türkiye partisi olmamıza rağmen temsiliyetimiz doğru temellerde yapılamamıştır.” (DTP’nin seçim değerlendirilmesinden)

Kürt sorunu, Türkiye’nin temel sorunlarından birisidir. Bu sorun çözülmeden diğer sorunların çözülmesi mümkün değildir. Nasıl ki ana halka çözülmeden diğer halkaların çözülmesi olanaksızsa .......... hem ana çelişkiyi teşkil eder, Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’nin diğer sorunları da çözülemez. Kürt sorunu da Türkiye’nin ana hem de tüm sorunlarının kaynağıdır. Bu nedenle önce çözülmek zorundadır. Türkiye’de Kürt sorununu politika yapan ve sorunları çözme iddiasında olan devlet bu gerçeği görmek zorundadır. Bu gerçeği görmeden, bu ana çelişkinin hassasiyetini dikkate almadan sorunları çözmeye kalkışmak, sorunları daha da derinleştirmekten başka bir anlam ifade etmeyecektir. (Özgür Politika)

TBMM’nin en genç 4 milletvekili arasında bulunan, Batman’ın ilk ve tek kadın milletvekili olan 1 çocuk annesi 31 yaşındaki Avukat Ayla Akat Ata, seçmene aş ve iş vaadinde bulunmadıklarını, seçmenlerinin de kendilerinden böyle bir talebi olmadığını söyledi. Ata, “Seçmenlerimiz Türkiye’nin birinci sorunu olan Kürt sorununun parlamentoda demokratik bir zeminde çözülmesini istiyor. Sorunu Meclis'te tartışıp konuşmamızı ve bizi dinleyenlerin olmasını istiyor. Barışın sağlanmasını, çatışmaların durdurulmasını istiyorlar'' dedi.” (Milliyet)

Batman’da DTP’nin desteği ile meclise giren diğer avukat milletvekili Bengi Yıldız, Kürt sorununun halen ülkenin birinci sorunu olduğunu iddia etti. Yıldız, çözülmesi gereken Türkiye’nin en önemli sorunu olarak karşımızda duruyor. Kürt sorunu, ülkenin demokratikleşmesi, siyasetin sivilleşmesi ve AB süreci ile birlikte çözülebilir. Bu meclis böyle bir fırsat yakaladı. Demokratikleşme ve Avrupa Birliği sürecini destekleyen partiler ön plana çıktı. Beğensek de beğenmesek de demokratikleşme ve AB konusunda AKP Hükümeti önemli adımlar atmaya çalıştı. AKP’yi demokratikleşme, AB süreci ve Kürt sorununun çözümüne daha yatkın bir parti olarak görüyorum. (Gündem)

Yukarda yaptığım alıntılardan da anlaşıldığı gibi, işçi ve yoksul emekçilerin kapitalist sömürüye karşı mücadelesinin dışında Türkiye’de demokrasinin gelişeceği ve bu temelde Kürt halkının ulusal sorununun çözüleceği görüşleri etkinliğini koruyor.

Oysa bu seçimler, “Kürt sorunu, Türkiye’nin ana çelişkisidir, bu çelişki çözülmeden diğer sorunlar çözülemez” görüşlerinin yanlışlığını bir kez dahi ortaya serdi.

Marksizm’in toplumları analiz eden düşünceleri inkâr edildiği halde, Marksist kavramlar ile sözde toplumsal çelişkiyi saptamaya çalışmak, göz boyamadan öte bir anlam ifade etmiyor.

Çünkü Türkiye gibi kapitalist üretimin egemen olduğu bir ülkede, burjuva devrimler döneminde halletmesi gereken bir burjuva demokratik hakkın elde edilmesinin o ülkenin temel sorunu olduğunun iddiası sadece, ulusal sorunun tekelci kapitalizm koşullarında ve burjuvazinin çıkarı doğrultusunda çözüm isteğini sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçilere kabul ettirmek için başvurulan bir hiledir.

Bir ülkede kapitalizm egemense, o ülkenin temel çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olması kaçınılmazdır ve halledilmemiş burjuva demokratik hakların bu temelde elde edilmesi zorunludur. Çünkü ulusların kaderini tayin hakkının kullanılması kesinlikle sınıfların çıkarı doğrultusunda gerçekleştirilmesi şarttır. Kürt ulusal sorunun “Türkiye’nin ‘ana’ (yani temel) çelişkisi” olduğu iddiası sadece burjuvazinin çıkarı ve onun egemenliği altında ulusal sorunun çözümünü ön görür. Bunun içinde Kürt işçi ve emekçisinin de sömürülen bir sınıf olması bu görüş sahiplerini ilgilendirmez.

Dolayısıyla milletvekili seçilen Ayla Hanım “seçmene aş ve iş vaadinde bulunmadık, seçmenler de böyle bir talepte bulunmadı” diye biliyor. Peki, senin “seçmenin” aş ve iş sorunu olmayan zengin Kürtler miydi?

Kapitalist sömürüye ve baskıya karşı olunmadan, salt ulusal soruna sözde çözüm arama ve emekçilerin sömürülen sınıf sorunlarıyla ilgilenmeme, AKP gibi neo-liberalizmin ateşli savunucusu partilerin, Kürt emekçilerinin yoksulluklarını istismar etmesinden, bundan yararlanarak oy almasından doğal ne ola bilir ki? Ama Kürt kökenli işçi ve emekçilerin yoksulluğunun ve yoksullaşmasının kapitalist üretim tarzında değil de, salt AKP’nin izlediği politikada aramak, kapitalizmin gerçeklerini göz ardı etmekten başka ne işe yarar?

Kürt emekçilerinden AKP’nin oy almasını var olan yoksulluğa bağlanması, bu yoksulluğun nedeninin ne olduğunun ortaya çıkarılmasını zorunlu kılar. Kürt halkının da yoksulluğunun ve yoksullaştırılmasının tek bir nedeni var; o da kapitalizmdir. Sosyalizm amacı doğrultusunda kapitalizme karşı mücadele edilmeden, işçilerin ve yoksul emekçilerin sosyal kurtuluşları amaçlanmadan, sözde ulusal soruna çözüm aramak, ulusal sorunun gerçekten çözümsüzlüğü demektir. Fark edilmeyen gerçek budur.

DTP’nin seçim değerlendirmesinde, “Kürdistan partisi mi, Türkiye partisi mi olacağız ikileminin arasında kaldık” deniliyor. Oysa sorulması gereken, “işçi ve emekçilerin çıkarını savunan, ulusal sorunun bu sınıfların çıkarı doğrultusunda çözüm arayan parti miyiz, yoksa burjuvazinin çıkarı doğrultusunda ulusal soruna çözüm arayan parti miyiz?” idi.

Ama DTP, bu sorulardan kaçarak “tüm sınıfları kapsayan bir politikanın temsilcisi parti” olduklarını iddia ediyor ve “demokrasi”nin elde edilmesi amacıyla “tüm sınıfları” birleşmeye çağırıyor! Nasıl bir “demokrasi” isteniyor sorusuna “toplumcu demokrasi” cevabı veriliyor. Peki, özel mülkiyetçi kapitalizm koşullarında “toplumcu demokrasi”nin inşa edilmesine imkân var mı? Oysa toplumsal demokrasi ancak toplumsal üretim tarzının temelleri üzerinde inşa edilebilinir. Ama DTP hiç bir şekilde sosyalizm için mücadeleyi gündemine almıyor; işçi ve emekçilerin sömürüsüne karşı çıkmıyor. Aslında “Toplumsal demokrasi” adı altında, “Parti olarak bin yılların geleneksel particiliğine alternatif olana demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü toplum particiliğini yaratma iddiasıyla yola çıktık fakat yeni zihniyet şekillenmesini yaratamadık.” (DTP a.g.y.) ile burjuva liberal görüşler ile burjuva demokrasisi gündeme getiriliyor ve buna da “toplumcu demokrasi” ismi takılmak isteniyor.

Türkiyelilik adına Kürt halkının demokratik ulusal değerlerini kararlılıkla savunmaktan uzaklaştık” lafları ile Abdullah Öcalan’ın “ilkel milliyetçilik” diye nitelendirdiği Kürt feodal-burjuva hareketlere yönelik eleştirilere karşı çıkmayı ifade etmenin yanı sıra, günümüz koşullarında “ulusal devlet” kurma amacıyla mücadele etmenin yanlış olduğunu ileri süren görüşlere olan itirazlar dile getiriliyor

Leyla Zana, isim vermeden Abdullah Öcalan’ın görüşlerini meydanlarda açıktan eleştirmeye başlayarak, Kürt feodal-burjuva hareketlere sahip çıkıyordu. DTP de aslında Zana’nın görüşlerine katılıyor. Bir yandan “ulusal devlet kurma” amacından vazgeçmeyi içine sindirmeyeceksin, diğer taraftan “Türkiye partisi” olduğunu iddia edebileceksin. DTP birbirini reddeden bu iki amacı birleştirmenin sevdasına tutulmuş. Bunun gerçekleşmesinin objektif olarak imkânsızlığını görmemezlikten geliyor.

Sınıflar üstü” kavramlara sığınarak “Türkiye partisi” tanımını ortaya atmak zaten başlı başına bir yanlıştır. DTP sınıf farklılıklarına göre siyasi partilerin olabileceğini inkâr etmeğe devam ediyor.

Sosyal varlıklara yani sınıflara tekabül etmeden ne siyaset şümullenir, ne de siyasi parti. Burjuvazinin ve küçük burjuvazinin çıkarının savunan bir partiye kendi sınıf bilincine erişmemiş işçilerin ve yoksul emekçilerin üye olması veya desteklemeleri, o partinin işçi ve yoksul emekçilerin partisi olduğunun göstermez. Tekelci burjuvazinin en gerici ve saldırgan partisi, faşist partiler başta olmak üzere, burjuva partilerine üye olan veya destekleyen sınıf bilincinden yoksun işçiler değil mi?

Bir partinin hangi sınıfın partisi olduğunu belirleyen, üyelerinin sınıf kökeninin yanı sıra ve esas olarak programındaki siyasi amacıdır. DTP hedeflediği siyasi amacıyla ezilen ulusun burjuva hareketidir ve ezilen ulus sorunun kapitalizm içinde çözmeyi hedefliyor. Bu konuda Kürt ulusal hareketinde bir biriyle çatışma içinde olan iki temel görüş var. Birincisi aynen Irak Federe Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde olduğu gibi, emperyalist devletlerin yardımıyla Kürt halkının yaşadığı bölgeleri yani “dört parçayı birleştirerek” Kürt feodal-burjuvalarının egemenliğinde Kürt devletini kurma, bir diğeri ise Türkiye’nin, kapitalist AB ile kaynaşma sürecinde burjuva demokrasinin genişleştirilmesi ile Kürt ulusal sorununun kültürel özerklik temelinde çözümü.

Bu her iki ezilen ulus sorununun halledilmesi olarak ortaya atılan görüşler burjuvazinin egemenliği altında, kapitalizm koşullarında çözümü öngörür. Dolayısıyla bu burjuva çözümler, sosyal kurtuluşla, ulusal kurtuluşun birleşmesini reddetmektedir. Ve bu şekilde ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkının kullanılması tamamen burjuvazinim çıkarı doğrultusundadır.

Ama işçi sınıfı, ezilen ulus sorununun kapitalizm şartlarında çözümü var diye, sosyal kurtuluşa tabi olmayan burjuva çözümlerini ne kabul eder, ne de sosyalizm amacına tabi olarak ezilen ulus sorununun çözümü için mücadelesinden vazgeçer.

Bazı siyasi koşullarda ve işçi sınıfının iradesi dışında ezilen ulus sorununun burjuva çözümleri gündeme gelebilir. İşçi sınıfı, sosyalizm temelinde ulusal sorunun çözümü için kararlı mücadelesinden vazgeçmeksizin, ezen ve ezilen uluslara sahip işçilerin birliğini öngören burjuva çözümü konusunda çekimser bir politika izleyebilir.

Yukarda izah ettiğimiz şekilde, ezilen ulus sorununun burjuva çözümleri dahi Türkiye’nin siyasi gündemine girmemiştir. Gündemde olan ve değiştirilmemesi için generallerin ve baştaki hükümetlerin var güçleri ile mücadele edikleri, Kürt halkının ezilen ulus statüsünün varlığı ve bunun yaşatılmasıdır.

Burjuva çözüm önerileri ile ortaya çıkanlar, ezilen ulus sorununun gündeme alınması için mücadele ediyorlar. Yürütülen silahlı mücadelenin hedefi de budur ve generalleri ve Türk devletini, kapitalist AB ile birleşme temelinde ulusal sorunun “barışçıl” çözümünü gündemlerine almaları için zorlamaya çalışıyorlar.

Ve bunun için silahlı mücadeleyi, Türkiyeli işçi ve emekçilerin ayaklandırılmasıyla birleştirerek, burjuva devleti parçalayıp dağıtıp, proletarya demokrasinin kurarak, Kürt halkının ezilen ulus olmaktan kurtarmayı amaçlayan devrimci çözüm hedeflemiyor. Oysa bugün Türkiye koşullarında, Kürt halkının ulusal sorununun burjuva çözümleri sosyal pratiğin nezdinde ne kadar geçerli ise, proleter çözüm de o kadar geçerlidir.

Tüm dünyada sosyalizm için mücadele tekrar gelişiyor. Ve özellikle, Latin Amerika’daki gelişmeler Avrupa işçi sınıfını dahi heyecanlandırıyor. Ama Türkiye hariç.

Bir türlü, sosyalizm kurulmadan, Kürt halkının ulusal sorununun gerçek anlamda çözüme kavuşmasının mümkünü olmadığı kabul edilmiyor.

Türkiyelilik” ile ifade edilmek istenen, bugünkü Türkiye devletinin çatısı altında çözümden yana ve “dört parçayı” birleştirerek Kürt devleti kurmaya karşı olmadır. Günümüzün emperyalist-kapitalizm’inin koşullarında, iki burjuva çözümden daha mantıklısı olarak görülen, Kürt halkını daha fazla darbelere sürüklemeyen ve AB ile birleşmeyi esas alan, bu çözüm önerisi, AB’nin Türkiye’yi içine almada isteksiz davranması ve Türkiye’ye burjuva demokrasisi genişletme konusunda baskı yapmaktan vazgeçmesiyle gündeme gelmiyor.

Bu koşullarda, üzerlerindeki baskının hafiflediğini gören generaller ve Türk devleti, bu şekildeki “barışçıl” çözüm önerilerini dahi kabul etmiyorlar. Bunun yerine Kürt ulusal hareketini, Kürt halkından tecrit ederek ulusal sorunun “barışçıl” çözümünü isteyen ABD’nin ve AB’nin baskısını kırmaya çalışıyorlar: ve böylece Kürt halkının ezilen ulus statüsünde kalması garanti altına alınmaya çalışılıyor.

Kürt ulusal hareketi, Türkiye devletinin izlediği bu politikayı etkisiz hale getirmek için, bir yandan “dört parçayı birleştirme” politikasına karşı olma tavırlarını yumuşatıyor ve “ilkel milliyetçilik” dedikleri görüşlere su veya bu şekilde sahip çıkıyor, diğer yandan da “Türkiye’nin siyasi hareketi olma” iddiasıyla, “Türk solu” diye nitelendirdikleri, çoktan beri sosyalizm ve devrimi, geminin bordalarını denize atan, gerçekten işçi ve emekçiler içinde siyasi bir güç olmayan, reformist “sosyalist” hareketler ile bloklar kurarak, sözde bu açmazdan çıkma adına, burjuva çözümlerde ısrar ediyorlar.

Oysa sosyal gerçekler, Türkiye’deki ezilen Kürt halkının ulusal sorununun halledilmesinin tek yolunun, Türkiye proletaryasının sosyalist devrim için mücadelesinden geçtiğini gösteriyor.

Bugün, 23 seneden beri devam eden silahlı mücadelenin amacı değişirse ve Türkiye proletaryasının iktidarının kurulmasına doğru yönelerek kapitalizm hedef alırsa, Kürt halkı ezilen ulus olmaktan kurtulur ve siyasi ulusal eşitsizlikler ortadan kalkar ve geriye yalnızca fiili eşitsizliklerin bulunduğu ortam doğar.

Ama Sovyetlerin dağılmasıyla, sosyalizm için mücadeleden kopan ve kapitalizm içinde çözüm arayanların başında Kürt devrimci hareketi geldi.

Sovyet revizyonizminin etkisi altında olan Kürt siyasi hareketleri, Sovyetlerin dağılmasıyla sosyalizm için mücadeleden tamamen vazgeçtiler ve kapitalizm içinde burjuva demokrasinin gelişmesi ile Kürt ulusal sorununun çözülebileceğini zannettiler.

Ama devrimden ve sosyalizmden “ümit kesme”nin yanlış olduğu her geçen gün açığa çıkıyor.


İşçi Sınıfının Mücadelesi ve Ayaklanması


12 Eylül faşizmi Türkiye işçi sınıfını ve yoksul emekçileri cendere içine alarak
burjuvazinin sömürüsünün kölesi yapmıştır. Aradan gecen 27 sene sonra bile faşist generallerin işçilere vurduğu zincir kırılamamıştır. Bugün Türkiye, dünyada sömürünün en yoğun ve iş gücünün en ucuz olduğu ülkelerin başında geliyor. Burjuvazi, bir yanda düşük ücretle işçi çalıştırmayı garanti altına alır iken, diğer yanda, Venezüella’da günlük çalışma süresi 6 saate indirildiği dönemde, Türkiye’deki, işçilerin %80’i 13–14 saat çalıştırılıyor.

Türkiye’nin son seçimlerinde gösterdiği bir diğer somut sosyal gerçek, küçük köylü üreticilerinin hızla tasfiye olduğu ve yerlerini tarım işçilerine bıraktığıdır. Ve Aynı zamanda tarımda mevsimlik işçilerin sayısının azalmakta, sürekli tarım işçisinin sayısı çoğalmaktadır. (9) Böylece, tarımda çalışan emekçiler, kendi küçük üretimleri ile olan bağlarını kopararak sadece iş-gücünü meta olarak satan işçiler konumuna erişmektedir.

Bugün Türkiye işçi sınıfının temel mücadelesi, burjuvazinin neo-liberal politikaları sonucu sömürünün yoğunlaşmasını sağlayan ucuz iş-gücüne karşı olmayı gerekli kılıyor. Türkiye’de de burjuvazinin aşırı karlarını sağlayan ucuz iş-gücünün ortadan kaldırılması, kapitalizm ve burjuvaziye vurulacak en önemli darbedir. Bu aynı zamanda; 12 Eylül faşizminin gerçek anlamda tasfiyesi demektir. Generaller, Türkiye’nin uluslararası burjuvazinin ucuz iş-gücü pazarı haline gelmesi için 12 Eylül darbesini gerçekleştirdiler.

Bunun için 10 binlerce devrimciyi hapse tıktılar, yüzlerce devrimciyi sokak ortasında kurşuna dizdiler, idam ettiler, eski DİSK gibi işçilerin mücadeleci örgütlerini kapatıp, tasfiye ettiler. Generaller, işçilerin çoğunluğunun sendika ve toplu sözleşme, grev haklarını ortadan kaldıran iş yasalarının yürürlüğe soktular. Böylece işçilerin büyük çoğunluğu için grev, toplu sözleşme, sendika hakkı yasağı sürekli kılındı.

Bugün Türkiye’de grev, toplu sözleşme, sendika haklarına sahip olanlar, işçilerin imtiyazlı (Türkiye koşullarına göre) aristokrat tabakasıdır. Mevcut yasal sendikalar bu aristokrat tabakanın ekonomik örgütleri konumdadır ve bu sendikalar yalnızca siyasi olarak değil sınıfsal konum açısından da burjuva sendikalarıdır. Sendika bürokratları, bu tabakanın çıkarını gözeten siyasi ve ekonomik mücadele yürütüyorlar. Artık 1980 öncesi gibi bu sendikalı işçilerle bürokrat sendikacılar arasında bir çelişki esas olarak (bazı küçük istisnalar hariç) kalmamıştır.

Türkiye’de yasal olarak faaliyet gösteren reformist “sosyalist” partilerin izledikleri siyasi ve ideolojik çizgilerin sınıfsal niteliğini belirleyen de, işçi sınıfının dışındaki küçük burjuva kesimlerin yanı sıra ve esas olarak bu işçi aristokrat tabakanın sosyal varlığıdır.

Burjuvazinin artı-değer sömürüsünden pay alan bu imtiyazlı işçi tabakasının kapitalizm ile bir çelişkisi olmadığı gibi sosyalizme karşıdır ve sınıfsal kurtuluşunu sosyalizmde aramalarına gerek yoktur.

Bu 10 milyon işçinin 400–500 binlik azınlık kesimini teşkil eden sendikalı işçilerin dışındaki işçilerin, yeni devrimci sendikalara ihtiyacı var. Bu sendikalar işçilerin neo-liberalizme karşı mücadele süreci içinde inşa edilmelidir.

Mevcut imtiyazlı işçi tabakasının örgütleri olan sendikalar, işçi sınıfının grev, toplu sözleşme ve sendika hakları için mücadeleyi yürütemezler. Bu sendikaların dayandığı işçi tabanından ötürür, sendika bürokratlarının yerine, işçilerin mücadelesini (eski DİSK gibi) devrimci tarzda yürütecek sendika yöneticilerinin ortaya çıkmasına ve sendikaların izlediği siyasetin, işçilerin çıkarı doğrultusunda değiştirilmesine (kapitalizmin ekonomik krizi sonucu imtiyazlı işçi konumlarını yitirmedikçe) imkân yoktur.

Türkiye’nin reformist “sosyalist” partileri bu gerçekleri görmek istemiyorlar, imtiyazlı işçilere dayanarak sözüm ona burjuvaziye karşı işçi sınıfının mücadelesini yürütmeye çalışıyorlar. Sendikasız işçileri, bu yasal sendikalara üye etmeye çalışıyorlar, ama 12 Eylül generallerinin iş yasaları yürürlüğe girdiğinden beri bir “arpa boyu” yol alamadılar.

Bugün sendikasız, sigortasız milyonlarca işçinin kölece çalıştırılmalarına son vermek için 12 Eylül iş yasalarının tamamen ortadan kaldırması ve özgür grev, sendika ve toplu sözleşme haklarını elde edilmesi mücadelesi, işçi sınıfının gündemine gelmesi şarttır.

Bu hakların elde edilmesi ancak bu haklardan mahrum olan 10 milyon işçi kitlesinin genel greve gitmesi ile gerçekleşebilir.

Böyle bir eylemin ortaya çıkmasının oldukça zor olduğu ve uzun süreli bir uğraşıyı gerektirdiği ortadadır. Çünkü her şeyden önce işçilerin kendiliğinden ekonomik mücadelesinin ortaya çıkmaması için burjuvazi oldukça etkin önlemler almıştır. Bu önlemlerin en başında gelen, işçilerin toplu bir şekilde eyleme geçmelerini engellemek için üretim birimlerin küçük parçalara bölünmesidir.

En fazla 100, 150 veya biraz daha fazla işçinin çalıştığı fabrikalarda ekonomik talepler için kendiliğinden ortaya çıkan eylemler, yaygınlaşmadan ve başka fabrikalara sıçramadan hemen bastırılıyor. Zaten bu tip fabrikalarda çalışan işçiler, taşeron firmaların fabrikalara ve iş-yerlerine kiraladıkları işçilerdir. Yani bu işçiler fabrika patronlarıyla dahi direk ilişki içinde değil. Onların patronları olarak taşeron firmaları gösteriliyor. Bu koşullarda fabrika patronu istediği zaman işçi alıyor, istediği zaman işçiyi işten çıkarabiliyor. Sendika, grev hakkı ve ücret artışı için faaliyet gösteren işçiyi hemen işinden atıp yerine, işsiz ve boğaz tokluğuna çalışmaya hazır işçi işe alınıyor.

İşte bu koşullardan dolayı işçilerin kendiliğinden ekonomik mücadeleleri başarıya erişemiyor.

İşçileri bu çıkmazdan kurtulacak olan sınıf bilincine varan işçilerin örgütlüğüdür. Ancak bu örgütlülük, çeşitli fabrikalar arası koordineyi sağlayarak, bir anda çeşitli fabrikaların işçilerini eylem götürebilir ve İşçileri moral bozukluğuna sürükleyen tek tek fabrikalarda patlak veren zamansız eylemleri önleyerek, mücadelenin güçlenmesinin zeminini hazırlayabilir.

Böyle bir örgütlülüğün ortaya çıkması için, işçiler içinde çalışan, işçiler ile bağ kuran fedakâr, inisiyatifli sosyalist militanlara ve taban örgütlerine ihtiyaç var. Ama böyle bir örgütlüğün ortaya çıkmasını önündeki en temel engel bürokratik örgütlenme ve örgüt anlayıştır.

Her şeyi “merkezden halleden” tabanı ve militanları inisiyatifsiz hale getiren, tepede aldığı çoğu kez pratikten kopuk “kararları” tabana empoze etmeyi alışkanlık haline getiren, örgütün en fedakâr ve kabiliyetli üyelerini sempatizanları yönetmekle görevlendiren bu bürokratik örgüt anlayışı ve uygulamasının örgütün tabanını giderek inisiyatifsiz bir hale getirmesi kaçınılmazdır.

En önemli siyasi taktikleri bile partilerin tabanında tartışılarak örgüt kararları haline getirilmiyor. Bürokratik örgütlükte siyasi kararların alınmasına katılmayan parti tabanı pasifleşir ve giderek siyasi mücadeleden, işçi, yoksul, emekçi kitlelerinden kopar.

Tepede en devrimci ve doğru taktikler saptansa dahi böyle bir örgüt yapısıyla bu kararların doğru bir tarzda pratiğe geçirilmesine imkân yoktur.

Bugünün Türkiye’sinde devrimci sendikaların kurulmadığını göz önüne aldığımızda, ilk yapılması gereken işin, işçi semtlerinde, fabrika bölgeleri yakınlarında, işçi derneklerinin açmak olduğu açıktır. Bu işçi derneklerine her işçi ve işçi sınıfı davasına kendini adayan her devrimci ve sosyalist üye olabilmeli. Alınacak her karar üyelerin özgürce tartışması sonucu en demokratik tarzda gerçekleştirilmeli ve azınlığın çoğunluğun kararlarına uyması sağlanmalıdır, ama alınan yanlış kararlar karşısında azınlığa görüşlerini etkin ve çoğunluğu kararı haline getirmesi için kesinlikle örgüt iç demokrasisi en geniş şekilde sağlanmalıdır.

Bu şekilde oluşturulacak işçi dernekleri, işçi sınıfının grev, toplu sözleşme ve özgürce sendika kurma hakları ve günlük çalışma süresinin 8 saatte indirilmesi için genel grevi örgütleme ve gerçekleştirmeyi esas görev olarak kabul etmelidir.

Böylesine mücadele ortamının doğması, Kürt halkının ulusal sorununun demokratik çözümü için uygun ortamı yarattığı gibi, işçilerin sağlanan birliği, Türk kökenli işçi ve yoksul emekçiyi, faşistlerin, generallerin milliyetçi propagandasından kurtararak, Kürt halkının ulusal sorunun çözümünü güçlü tarzda desteklemeye iter.

Bugün Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesi faşistlerin, generallerin siyasi etkinliklerini kıracaktır.

Türkiye’de, fiilen demokratikleşme sağlayacak çok önemli potansiyel var. Ama bu potansiyel, devrimci mücadelenin gelişmesine değil, Türkiye egemen sınıflarıyla uzlaşmaya doğru kanalize ediliyor. Demokratik mevziler egemen sınıfları boyun eğdirerek elde edilmenin yerine uzlaşmalarla sözde demokratik haklar elde edilmek isteniyor. Bu reformist ve uzlaşıcı siyasetle bir yere varılmadığı ve varılamayacağı her geçen gün kanıtlanıyor.



YAVUZ YILDIRIMTÜRK


yyildirim1918@hotmail.com




-------------------------------------------------------------



  1. AB’nin Kürt ulusal sorununun barışçıl çözümü için Türkiye’ye, özellikle generallere yönelik baskısının dozajının düşmesinin nedeni, Türkiye’yi AB’ye almak istemeyen muhafazakâr partilerin, AB’nin motor gücü olan Almanya ve Fransa’da hükümete gelmeleridir. Türkiye’de burjuva demokrasisinin genişletilmesini isteyen AB, bu talebinden vazgeçtikçe, generallere iktidarlarını muhafaza etmeğe imkân tanıyor.

  2. Zaten 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri batılı emperyalist devletlerin isteği ve desteği ile gerçekleşmişti.

  3. Türkiye’de ekonomik krizin, siyasi krize dönüşmesi ve işçilerin ve emekçilerin mücadelesi sonucu kapitalizm’in tehdit altında olmasından ötürü, olağan-üstü bir ortam doğmadığı sürece, emperyalistler ve Türkiye’nin tekelci burjuvazisinin askeri darbeden yana tavır alması söz konusu dahi edilemez. Burjuvazi, burjuva demokrasisi ile iktidarını sürdürüp, bu yolla yığınlarla bağ kurduğu müddetçe darbelerden yana bir politika izlemez.

  4. Bu iddialarımız yeniden gündeme gelen ekonomik krizin yaratacağı siyasi krizi dışlamıyor. Tabii ki bu dönemde baştaki hükümet hedef seçilir ve generaller de bu fırsatı kaçırmaz, iktidarlarını güçlendirebilirler.

  5. DTP, son seçim değerlendirmelerinden, AKP’den az oy almalarının bir diğer nedeni olarak, kendilerine oy veren mevsimlik işçilerin çalıştıkları yerlere giderek, seçimde oy kullanamamalarını gösteriyor. Demek ki DTP, bu işçiler arasında sürekli bir örgütlüğe ve onların aşırı sömürülerine karşı bir mücadeleye girişmemiş. Oysa çoğunluğu Kürt kökenli olan tarım işçileri, Çukurova’da çalışma ortamlarının düzeltilmesi ve ücret artışlarının sağlanması için büyük bir direnişlere geçmişlerdi. Ve bu eylem Türkiye’nin siyasi gündeminde yerini almıştı. Ama bu kendiliğinden patlak veren eylem talepleri kabul edilmeden sona erdi. Bu şekildeki eylemin başarısızlığını başta gelen nedeni onlara önderlik edecek sınıf bilincine varmış işçilerin olmaması idi. Eğer, DTP tarım işçilerinin mücadelesini yürütmeyi hedefleyen bir bakış açısına ve örgütlülüğe sahip olsa idi, Bu mevsimlik tarım işçileri gittikleri yerlerde seçimlerde oylarını kullanma şanslarını yakalarlardı. Öyle anlaşılıyor ki, DTP seçim sonrası bu işin farkına varmış.