29 Ekim 2006

Üniversiteli Gençlik ve Sorunları

Üniversiteli Gençlik ve Sorunları

Okuyan veya üniversiteli gençliği, kapitalist toplum koşullarında sosyolojik olarak incelediğimizde onun iki temel vasfıyla karşılaşırız: Birincisi; Bu gençlik kesiminin büyük bir çoğunluğu, Burjuva ve küçük-burjuva sınıflara tekabül eder iken, işçi ve yoksul emekçi çocukları ise çok azınlık bir kesimi oluşturur. Türkiye’deki kapitalist gelişme sonucu sınıf farklılıkların belirginleşmesi, yoksulluğun artışı ve Burjuvazinin neo-liberal politikayı yürürlüğe koyması, üniversitelerde okuma, zenginlerin ve iyi halli ailelerinin inisiyatifine bırakılmıştır.
Bugün Türkiye'de Üniversiteye girmek için, ya özel ve paralı okullarda okumak veya yüksek ücretli dershanelere gitmek adeta zorunlu koşul olarak öne sürülüyor. Üniversitelere girdikten sonra alına harçlar, üniversiteleri paralı okullara dönüştürmüştü. Geçmişteki üniversiteli gençlikle, bugünkü üni-gençlik arasıda sosyal sınıflara tekabül etme açısından bir farklığının ortaya çıkması, başlangıçta üni- gençliğinin kapitalist düzenle çatışmasında bir yumuşamaya neden olsa da, üni-gençliğin önemli bir kesimine, okulu bitirdikten sonra bir gelecek sunulmamasının yanı sıra işsizlikle baş başa bırakması, üni-gençliğinin kapitalizm ile var olan çelişkisinin son ermediğinin bir göstergesini teşkil eder. Bin bir zorlukla üniversitelere giren ve yine bin bir zorlukla okulunun bitiren, küçük burjuva ve orta burjuva ailelere mensup gençlerin büyük çoğunluğunu işsizliğin beklemesi, onların kapitalizm'e karşı duydukları memnuniyetsizliğini şiddetlendirir
Demek ki, tekelci burjuvazinin, üni-gençliğinin sosyal konumunda değişiklik yaparak, düzenle var olan çatışmasını yumuşatmayı amaçlayan politikası, Uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin uzantısı "Türkiye kapitalizmi”nin durmadan yarattığı sorunlardan ötürü, etkisiz hale geliyor ve okuyan gençliği de çıkmazların içine sürüklenmeye devam ediyor. Okuyan Gençlik, önünde bir gelecek görmemesi, onu düzene karşı başkaldırısının maddi koşullarını oluşturur. 1970 ve 80 öncesi yığınsal gençlik hareketinin incelediğimizde, gençliğin okullu bitirdikten sonra işsiz kalma korkusu onu düzenle çatışmaya ittiğini gözetleye biliriz.
Bir dönem, kendine gelecek görmeyen fakültelerdeki gençler, mevcut iktidar ve devletle çatışmaya girdikleri sırada, ODTÜ, İTÜ gibi üni'ler, mücadeleden uzak duran "imtiyazlı" okular konumundalardı. Mimar, Makine, İnşat mühendisliği, Eczacılık v.s.gibi, Özel yüksek okulların açılması, bunları yığınsal gençlik hareketlerine katılma zorunda bıraktı. Çünkü bunlarda okulları bitirdikten sonra işsiz kalma korkusunu yaşamaya başlamışlardı.
"Özel okullara karşı mücadele" bu okulları giderek devrimci hareketlerin üstü konumuna gelmelerine neden oldu. Yani üni'li olmak ve okulu bitirmek, okuyan gençliğin düzenle çatışmasının ortadan kaldıramıyor.
İkincisi ise: burjuva sınıf kökenli okuyan gençliğin direk sömürü ilişkilerinin içinde yer almaması, onu sömürünün ve baskının yarattığı insanlık dramlarına karşı duyarlı hale getirir. Aydın olarak bunların nedenlerini inceler ve sömürüye, baskıya karşı isyan edebilme refleksini gösterir. Gençliğin verdiği dinamizm sonucu, toplumun devrimci gelişmesinde yana bir tutum alır. Bunun için tüm gençlik, kapitalizm'e karşı, sosyalist mücadeleye kazanıla bilecek maddi koşullara sahip sosyal bir tabakadır
Gençliğin bu özelikleri aynı zamanda gençliği, işçi ve emekçi sınıflardan ayrı ve kitlesel olarak örgütlenmesinin maddi koşullarının var olduğunun diğer bir göstergesini teşkil eder. Tabiî ki gençliğin bu niteliği, onu sınıflar üstü, toplumdaki sınıf farklılıklarına tekabül etmeyen sosyal kategori gibi ele alınmasına neden olmaz ve olmamalıdır. Sınıf farklıkları ve sınıflar arası çatışma ve çelişkiler okuyan gençlik içinde varlığını sürdürür.
Türkiye, üni-gençliğinin bu özelliklerinden kaynaklana sınıf mücadelesini yaşayan kapitalist ülkelerin başında gelir. 1960'lardan 1980'ler kadar üni-gençliğinin düzene karşı kitlesel başkaldırısı, her türlü çareye başvurulmasına rağmen bir türlü bastırılamıyordu. Devlet’in baskı organlarının yanı sıra faşist ve dinci sivil çeteler örgütlenerek gençliğin kitlesel başkaldırı mücadelesi ezilmek isteniyordu.
Üni-gençliğini bu mücadelesine önderlik eden ve yönlendiren " sosyalist gençlik", gençlik kitlelerinden koparılmadan bu mücadelenin bastırılamayacağını bilen Türkiye'nin gerici egemen sınıfları hedef olarak "sosyalist gençliği" seçmişlerdi.
12 Mart 1971 öncesi Üniversiteler, adeta "sosyalist gençliğin" egemenliğinde "kurtarılmış bölgeler" konumunda idi. Gençliğin bu konumu, Türkiye'nin işçi ve emekçilerini de mücadeleye sürüklüyor ve işçi sınıfının giderek sınıf mücadelesine ağırlığını koymasının zeminini hazırlıyordu. Bunun için, o zamanki hükümet, tekelci burjuvazi ve generaller "sosyalist gençliği" sindirmeği düzenin selameti için vazgeçilmez bir görev olarak tespit ettiler.
12 Mart 1971 darbesi "sosyalist gençliği" tasfiye etmeği amaçlamıştı. "Sosyalist gençliğin" yöneticilerini etkisiz hale getirdiklerin de her şeyi halledeceklerini zannediyorlardı. Yeniden sözde "demokrasiye" geçtiklerinde, çok geçmeden yanıldıklarını gördüler. Üni-gençliği kaldığı yerden devam ediyordu, gençlik kitlesi yeniden "sosyalist gençliğin" etrafında toplanmıştı. Ama burjuvazi, boş durmadı, gençliği sindirme görevinden vazgeçmedi. Tüm gerici faşist partiler birleşerek "milli cephe" adı altında bir araya geldiler ve aralarındaki çelişkileri biryana attılar. Demirel'e karşı çıkarak "DP" adıyla parti kuranlar, yeniden AP katıldılar. Demirel %3 oyla iki milletvekiline sahip olan MHP'yi "MÇ" hükümetine alarak, sivil faşist çetelere kanalıyla gençliği baskı altına almak istiyordu. Polisler, okulları, yurtları basıyor, gençliği kitlesel olarak okullardan, öğrenci yurtlarından atarak, buraları faşist çetelere teslim ediyorlardı. Gençlerini okuma hakkı dahi ellerinden alınıyordu. Gençliğin mücadelesine önderlik eden "sosyalist gençler" faşist çetelerin durmadan saldırısına maruz kalıyorlardı
"1.MC dönemi" diye adlandırılan bu dönemde gençler kitlesel olarak direndiler ve faşist baskılardan yılmadılar.4 sene boyunca bu mücadeleyi yürüten gençlerin o zamanki en önemli talebi "okuma hakkı" idi. İÜ "1.MÇ" döneminde faşistlerin ve polislerin işgali altıda idi.
1977 seçim dönemine girildiğinde CHP'nin gençlere yönelik en önemli sloganlarında bir "okuma hakkı" talebini gerçekleştireceklerine dair vaatleriydi. CHP'nin amacı gençlerin okulla gitmelerini sağlayarak, gençlik kitlesini devrimci hareketten koparmaktı. CHP hükümete geldikten sonra sivil faşist çetelerin polislerin desteğiyle fakültelerde, yüksek okullarda kurdukları egemenlikleri sona erdi. Polis desteğinden mahrum kalan faşistler okullardan, öğrenci yurtlarından sökülüp atıldılar.
Gençlere "okuma hakkı" veren CHP, buna rağmen gençlik kitlelerini düzene karşı mücadeleden koparamadı. Bu 20 sene boyunca "sosyalist gençler" gençlik kitlesinin desteğiyle, gençliğin kitlesel örgütlerine egemen oldular. Rektörlüğün ve Dekanlığın "öğrenci örgütleri" diye tanıdığı öğrencilerin kitle örgütlerinin yönetimlerine seçimlerle hep "sosyalist gençler" geliyordu. Bu örgütlerini yönetimlerine aday olabilmenin şartları ise, hiç bir şekilde sınıfta kalmama ve sömestr kaybının olmaması, ders notlarının ise ortalamanın üstünde olması idi. Okul yöneticilerinin, O, Fakülte ve yüksek okullarda okuyan öğrencilerin %60'nın seçimlere katılmamasında, seçimlerin geçersiz olduğuna dair karar verme yetkisi vardı. Seçimler ise okul idaresinin gözetiminde yapılıyordu. Tüm bu şartlar "sosyalist gençler" in kitle örgütlerinin yönetimine gelmelerini önlemeye yönelikti. Ama bu önlemler "sosyalist gençler" in bu örgütlerin yönetimine gelmelerini önlemeye yetmedi. Çünkü öğrencilerin ezici çoğunluğu "sosyalist gençler"e sempati duyuyorlardı.
12 eylül faşist darbesi ile generallerin ve ordunun iktidara gelmesi karşısında,"Sosyalist! Örgütler" den her hangi bir direnme çağrısı yapılmamasına rağmen, Birçok fakülte ve yüksek okullarda, okul boykotları ve direnişleri yapıldı. Bunun üzerine generaller, fakülteleri ve yüksek okulları geçici bir süre kapatıp öğrencileri evlerine gönderdiler.
12 Eylül faşizm'in,20 sene boyunca devam eden üni-gençliğinin düzen karşı başkaldırısını, (tarihsel olarak geçici bir süreyi de kaplasa) bastırdığını söyleye biliriz. 12 Eylül 1980'den 26 sene geçmesine rağmen üni-gençliğinin mücadelesi,1980 öncesinin çok geri boyutlarında kaldığı bir gerçektir.
12 Mart 1971 darbesinden 2, 2,5 sene sonra gençliğin mücadelesi kaldığı yerden gelişerek devam etmesine rağmen,12 Eylülden 26 sene sonra dahi aynı olayın tekrar etmemesi veya edememesinin çeşitli nedenleri var. Bu nedenleri başlıca iki kategoride toplaya biliriz.
a) 12 eylül faşist darbesinin olacağı, M.C hükümeti yıkılıp, yerine CHP hükümetinin kurulmasından itibaren, faşist generallerin darbe hazırlığına girişmeleriyle açık bir hal almıştı. Özellikle 1975”lerde başlayan giderek tüm dünyaya yayılan, kapitalizm'in ekonomik krizi, Türkiye gibi yeni sömürge ülkeleri derinden etkiliyordu. Emperyalist-kapitalist burjuvazinin, ekonomik krizden çıkma adına uygulamaya koyduğu neo-liberal ekonomik-politikanın amacı, krizin yükünü Türkiye gibi ülkelerdeki işçi ve emekçileri sırtına yıkmaktı. Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, burjuvazinin bu ekonomik saldırılarına karşı direniyor ve neo-liberal politikaya boyun eğmiyorlardı.
Uluslar arası tekellerin ve onun uzantısı Türkiye'nin tekelci burjuvazisinin isteklerinin yerine getirilememesi, Türkiye’nin kapitalist ekonomisinin krizin daha da derinleştiriyordu. Demirel'in dediği gibi, Türkiye 70 sente muhtaç duruma gelmişti. Uluslar arası tekelci burjuvazi bu ekonomik krizden, çok üst düzeyde kar elde etmenin peşinde koşuyordu. Sanayisini ve dolayısıyla ekonomisini yürütmek için uluslar arası bankların kredisine muhtaç olan Türkiye, bu kredileri alabilmesi için, ülkedeki sömürü oranın çok üst düzeye çıkarma koşuluya karşı karşıyaydı. M.C ve onun yerine gelen CHP hükümeti, işçilerin, emekçilerin, gençliğin direniş karşısında, Tekelci burjuvazinin istediği neo-liberal politikaları yürürlüğe koyamıyordu. Türkiye devrimci hareketini dağıtılmadan,"sosyalistler" sindirilmeden, işçi ve emekçilerin, gençliğin direnişlerinin bastırılması imkânsızdı. Bunun için bilinçli bir tarzda siyasi mücadeleyi yoğunlaştırarak, anı bir saldırı karşısında, özelikle işçi ve emekçi kitlerinin ve onların mücadelesine önderlik eden devrimcileri ve "sosyalistleri" hazırlıksız ve gafil yakalamanın peşinde koşuluyordu. Sivil faşist çeteleri devreye sokup kışkırtma üstüne, kışkırtma tezgâhlanıyordu. Bir yanda da alevi, sünni çatışması sahnelenerek, burjuvazi ile işçi ve emekçiler arasındaki çatışma geri plan atılıp, halk kitleleri bölünmeye çalışılıyordu. Tanınmış aydınlar sivil faşist çeteler tarafından birer birer kuşuna diziliyor, korku ve panik yaratılıyordu. Kahraman Maraş ve Çorum, Sivas olayları sonucunda CHP hükümetine sıkı-yönetim ilan ettirip, ordunun, dolayısıyla generallerin iktidara gelmelerinin yolları açılıyordu.
Burjuvazinin bu saldırıları karşısında işçi ve emekçilerin, gençliğin mücadelesini daha da genişletip, daha üst düzeyde örgütleyim, faşizm’in saldırıların geri püskürtmek, ,mücadeleyi daha ileri boyutlara taşımak, mücadeleyi halkın devrimci ayaklanmasına kadar götürmek şarttı. Bu konuda tereddüt göstermek faşizm'in saldırısı karşısında yenilgiye uğramayı kaçınılmaz kılacaktı. Tüm bunları gözeterek 1977'lerden itibaren "genel grev" sloganını tespit ettik ve faşizm'in saldırıları altında olan işçileri, emekçileri, gençleri, devrimcileri, solcuları tekellerin ekonomik ve ordunun, devletin faşist saldırıları karşısında, genel grev ve genel direnişe çağırdık.
Revizyonist TKP ve küçük burjuva hareketlerin hiç birisin generallerin faşist darbesine karşı kitleleri genel direnişe geçirmeden yana bir taktik belirlemedikleri gibi açıktan genel grev sloganına karşı çıktılar. Sonunda faşist generallere karşı tam bir teslimiyetçi bir tutum benimsendi. 12 Eylülde darbe ile işbaşına gelen generaller, top yükün bir saldırıya geçerek, 1milyon insanı gözaltına aldı, 400 bin kişiyi tutukladı. Faşist terörle tam bir egemenlik kurdular. 6 aylık bir süre zarfında sözde "illegal" olan "sosyalist" örgütlerin tümünü dağıttılar. İşçi sendikaların kapatarak, işçi sınıfını neo-liberal saldırılara karşı direnişlerini kırdılar.
Türkiye devrimci hareketin böylesine yenilgiye uğraması, kitlelerin onlara duyduğu güvende önemli bir sarsıntının ortaya çıkmasına neden oldu. Teslimiyetçilik, yılgınlığa ve sosyalist hareketlerden uzaklaşmaya dönüştü.
b) Türkiye'de, 12 Eylül faşist dönem sonrası, "solcu hareketler”in yeniden toparlama sürecine girmeye başladığı sırada, Gorbaçovun, Sovyetlerde işbaşına geldi. Ve devlet kapitalizm'den, liberal kapitalizm'e geçişi başlattı, bunun doğal sonucu olarak doğu-bloğunun ve Sovyetlerin dağıtılması, bu arada Arnavutlukta sosyalizmden, kapitalizm’e geriye dönüşün gerçekleşmesi, "Türkiye sosyalist hareketi" üzerinde de adeta bir deprem etkisi yarattı. Burjuvazi, Sovyetlerin dağılmasını "sosyalizm" karşısında kapitalizm'in "kesin zaferi" olarak ilan edip, görülmemiş boyutlarda anti-Marksist kampanya başlattı. Hepimizin bildiği bu kampanyadan en fazla etkilenenlerin başta okullu gençlik geliyordu. Burjuvazi, Marksizm'i savunulması gerekmeyen, eskimiş bir ideoloji konumuna getirilmek istiyordu. Burjuvazinin bu ideolojik bombardımanı karşısında en büyük sallantıya uğrayanlar, Sovyetleri "sosyalist!" gören solcular oldu. Özellikle Sovyetlere bağımlı revizyonist partilerin çoğunluğu dağıldı. Gericilik adeta şah kalkmıştı, önüne geleni ezip geçiyordu
Kısaca iki şıkta topladığım bu nedenler, gericilik dönemdi Marksistlerin nasıl taktik izlemesi gerektiği sorununu gündeme getiriyordu. Lenin, sınıf mücadelesinin gerilediği, durgunluk ve gericilik döneminin egemen olduğu koşullarda yüzeysel değil, derinlemesine işçi ve emekçi, gençlik kitlelerinin içinde propaganda ve örgüt çalışması yapılmasın gerektiğini söyler. Lenin'in bu düşüncesinin ışığında, gericilik döneminde, Marksizm’e, Leninizm’e dört ele sarılmak ve burjuva ideolojilerinin saldırıları karşısında onu kararlı bir şekilde savunmak gerekir iken, barışçıl, liberal ve reformist, ekonomist tutumlarla, "Marksizm!" adına tam bunun tersi bir yol izlendi. Burjuvazinin "Marksizm eskimiştir" yalanının gerçekmiş gibi ele alınarak Marksizm'den kaçıldı. Burjuvazi, Marksizm'in temel eserlerini kiloyla piyasaya sürüyordu, böylece onların bir kâğıt parçası haline geldiğini sözüm ona kanıtlamak isteniliyordu. Marksizm'den kaçış, burjuvazinin bu tutumuna taviz vermekten başka hiç bir anlama gelmiyordu.
12 Eylül sonrası "sol"un toparlanma dönemine damgasının vuran ideoloji,12 Mart 1971’in sonrasının tam tersine Marksizm yöneliş değil, Marksizm’den kaçıştı. Marksizm geri plana itilmesinde, tabiî ki, Sovyetlerin dağılmasıyla, istense de, istenmese de, sosyalizm ile kapitalizm arasıdaki çelişki (bir dönemle sınırlıda olsa) toplumsal çatışmaya damgasını vuramadı. Bunun yerine ekim devrimi ile gündemden çıkan kapitalizm içinde halledilmemiş çelişkiler ve çatışmalar yeniden ön plana çıkıyordu.
Sorunu, Türkiye devrimci mücadelesi açısında ele aldığımızda,12 mart 1971 sonrası Marksizm’e yöneliş, yerini 12 eylül sonrası Marksizm’den kaçışa bırakıyordu. "50 senelik revizyonizm karşı mücadele" terk edilip, revizyonist Şefik Hüsnü TKP’ sinin görüşleri yeniden piyasaya sürülüyordu. İdeolojisinin ve politikasının esasını Kemalizm kuyrukçuluğuna göre tespit eden Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi'nin doğru Marksist, Leninist görüşlerini ret ederek, burjuvazinin Önderliğinde "demokratik devrim"i savunuyordu.
Mustafa Suphi ise, Türkiye'nin işgali karşısında, işçi sınıfının önderliğinde, işçi ve yoksul köylü ittifakı temelinde, işgalci güçlere ve Türkiye'nin egemen sınıfı toprak ağalarına, tefeci-tüccar sınıflara, Paşalara karşı, sosyalizm’i amaçlayan demokrasi ve bağımsızlığı mücadelesini savunur iken, Şefik Hüsnü ise Kemalist burjuvaziyi destekleyerek sözde bağımsızlığın ve demokrasinin gerçekleştirilmesinden sonra "sosyalizm" için mücadelenin gündeme gelebileceğini öne sürüyordu. Bunun için, işçi sınıfının görevini Kemalist burjuvaziyi desteklemek olarak tespit edilmişti.
Şefik Hüsnü ve onu takip edenler, 1971 hareketlerine kadar "sosyalizm" adına bu Kemalist kuyrukçuluğun somut göstergesi olan "ulusal burjuva"yı desteklediler. İşçi sınıfının demokratik devrim sürecinde mutlak önderliği olmadan, sosyalizm'e geçilmesinin söz konusu olamayacağını, bunun içinde işçi sınıfını, Kemalist egemen sınıfları büyük toprak sahiplerinin ve burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğini hedef alması, sosyal ve siyasal kurtuluşları(yani sosyalizm ) için zorunlu olduğu inkâr ediliyordu. Şefik Hüsnü revizyonist'i ve dağılana kadar onun izinden yürüyen TKP (ve Yeni TKP),Kemalist burjuvaziyi işçi sınıfını müttefik ilan etmişti. En önemlisi Kemalizm'i, Mustafa Suphi’nin tam tersine, küçük burjuva sınıfların siyasi ve ideolojik hareketi olduğu iddia ediliyordu. Şefik Hüsnü revizyonistinin ve TKP'nin Kemalist düşünceleri, işçi sınıfı hareket ile Marksizm’in, Leninizm’in kaynaşmasının, işçi sınıfının devrimde önder hale getirilmesinin önündeki en temel engeldi. Bu engel bertaraf edilmeden, işçi sınıfının devrimdeki tayın edici rolünün açığa çıkmasına imkân yoktu.
Şefik Hüsnü'nü Kemalizm konusundaki yanlış düşünceleri, Marksizm'in ordu ve devlet konusundaki düşüncelerinin inkârın içeriyordu. Kemalist egemen sınıfların desteklenmesi, doğal olarak, bu sınıfın devletinin ve ordusunun desteklenmesine dönüşmüştü. Revizyonistlerin bu düşüncesi, sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçilerin Kemalist ordu ve devletin kendi sınıfların devleti ve ordusuymuş gibi algılamalarına neden oluyordu.
TKP revizyonizm’i, devamlı emperyalist sömürüyü ve çatışmayı "ulusal burjuvaziye "ulusal kapitalizm" karşı bir hareket olarak lanse ediyordu ve ediyor ve de emperyalizm'i salt bir "diş düşman" olarak göstermeğe çalışıyordu(ve çalışıyor). Emperyalizm’i, ülkedeki işbirlikçilerinin dışında tüm "ulusal" ve "Ulusal ekonomiye!"karşı bir saldırı olarak gösteriliyordu. Tüm bunlar M.L emperyalizm görüşlerine tersti. Çünkü emperyalizm tekelci kapitalizm demekti, tekelci kapitalizm’in (veya Mali sermayenin) sömürüsü esas olarak sermaye ihracı temelinde gerçekleştirir, mali sermaye gittiği ülkede kendini üretir, yani girdiği ülkede tekelci kapitalizm'i inşa eder. Tüm kapitalist ilişkileri kendine tabi kılar, Bunun için kapitalizm’in dışında bir "emperyalizm" aranmaz. Bazı ülkelerde tekeller ile tekel dışı burjuvalar arası bir çelişik çıksa dahi, proletarya devrim karşısında, Tekelci burjuvazi ile tekel dışı burjuvazi arasıda kaynaşma ve birleşme gerçekleşir; zaten Tekeller durmadan Tekel dışı burjuvaziyi tasfiye ederek egemenliğini genişletir ve onu kendine bağımlı kılar. Bunun için kapitalizm egemen üretim biçim olduğu ülkelerde, tekelci kapitalizm'in dışında esas olarak "kapitalizm"in varlığından söz edilemez.
Şefik Hüsnü revizyonizm'ine ilk kez açıktan karşı çıkan, Mahir Cayan "emperyalizm iç olgudur" görüşleri ile doğru bir Marksist tespit yapmıştı. Şefik Hüsnü revizyonizm'ine karşı ideolojik mücadele, işçi sınıfının önder ve temel güç olduğu demokratik devrimle ancak sosyalizm'e geçilebileceği, demokratik devrimin bir amaç değil, sosyalizm’e geçmenin bir aracı olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor ve Leninizm'in aşamalı ve kesintisiz devrim tezinin savunulmasını gündeme getiriyordu. Bu görüşler aynı zamanda yıllardan beri devrimcilerin ve işçi sınıfının üstüde egemenlik kuran Kemalist milliyetçi (yurt-sever) ideolojiye indirilen güç darbe idi.
İşçi sınıfının devrimci sürecindeki esas konumunu, onun salt sömürülen bir sınıf olması belirlemez. Tüm sınıflı ve sömürücü toplumlarda, toplumsal üretimi gerçekleştiren tek sınıf, işçi sınıfıdır; emeğin (yanı üretimin) sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasıdaki çelişkiyi çözecek yani sosyalizm'i kuracak tek sınıf, işçi sınıfıdır. Bu objektif gerçeklilik bir yana atılarak salt sömürü olayında hareket ederek, sömürülen sınıflar arasıda bir fark gözetlememek, Marksizm'in inkârını içerir, bu fark gözetlenmezse, Marks la, küçük burjuva sosyalist Prudon arasıdaki temel ayrım göz ardı edilir. Bunun için salt o günün koşullarına göre daha fazla sömürülen sınıfın var olması, o sınıfın sosyalizm'in kurulmasında belirleyici rol oynayacağını göstermez. Tabiî ki işçi sınıfı sömürülen ve artı-değer yaratan tek sınıftır. İşçi sınıfından elde edilen artı-değer olmasa, burjuvazinin ne sermayesi, ne karı, ne rant, nede aşırı karı olur.(1)
İşçi sınıfının tarihsel konumu ve amacı, kapitalist sistemin ortadan kaldırılmasını, hiç bir bahanenin arkasına gizlenerek ertelenmeyeceği gerçeğini su yüzüne çıkarır. Bunun için "emekçilerinin birliği" adı altında işçi sınıfının tarih rolünü inkâr etmek, işçi sınıfının sömürülme biçim ile diğere emekçilerin sömürüsünün biçimi ve sömürüyü ortadan kaldırma amaçları arasıdaki farkı görmemek, kapitalizm'in ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu göz ardı eder. Artı-değeri yaratan işçi gücünün meta haline getirilmesidir. İşçi gücü meta olmaktan çıkarma, dolayısıyla artı-değer sömürüsüne son verme, ancak kapitalizm'i ortadan kaldırmakla mümkündür. Oysa emek sömürüsünün ortadan kaldırılması, kapitalist sisteme son vermeyi gerektirmeye bilir. En önemlisi artı-değer sömürüsüne son verme, işçi gücünün meta niteliğini koruyarak geçekleşmez. Kapitalist sistem içinde ortadan kaldırılması mümkün olan emek sömürüsü ile işçi gücünün meta olarak varlığının sürdürmesinin ifadesi olan "emekçilerin birliği" kapitalizm'i ortadan kaldırmayı değil yaşatmayı amaçlar."50 senelik revizyonizm"in göz ardı ediği bu Marksist gerçekti. O hep "halk" ve "halkın mücadelesi" kavramalarının arkasına gizlenerek işçi sınıfının, diğer emekçi sınıflardan farklı niteliğinin görülmemesini istedi. Dolayısıyla "ulusal-kapitalizm"i savundu.
Hareketimizin, "50 senelik revizyonizm"e karşı açtığı ideolojik savaş, Türkiye'de geçek Marksizm’in işçi sınıfı hareketi üzeride egemen olmasının yollarını açıyordu ve işçi sınıfının mücadelesinde Marksizm rehber edilmesinin zorunluluğunu göz önüne seriyordu.
12 Eylül faşizm'i,"50 senelik revizyonizm,"in Kemalist görüşlerin, işçi sınıfının ve devrimci hareketlerin üzerindeki etkisi kayıp olduğunu görerek, komünizm’in(yani Marksizm'in) karşısına "Kemalist ideoloji" yeniden egemen kılmak için harekete geçti ve Kemalizm'in yoğun propagandası başlatıldı. Çünkü yıllarca "emperyalizm'e (yani dış düşmana ) karşı "ulusal kurtuluşçu kemalizm"in eseri; Türkiye kapitalizm'i savunma temellinde, sözde işçi sınıfının, emekçilerin, sosyal ve ekonomik durumlarını düzetmeyi amaçlayan, reformist siyasi çizgi( "sosyalizm" adına) egemen kılınmıştı. Burjuva devletini zor yoluyla parçalayıp, dağıtıp, yerine işçi sınıfının devletin kurma hiç bir zaman sosyalistlerin gündeminde olmadı. "Sosyalistlerin" en önemli görevi olarak, Kemalistlere, ulusal kapitalizm'i ve ulusal devleti nasıl inşa edeceklerinin yollunun gösterme olarak tespit edilmişti. Kemalistlerin "ulusal kapitalizm"i inşa etmede sapma göstermesi, TKP'nin Kemalistlerle "şiddetli!" çatışmaya girmesine neden oluyordu. 1971 hareketti ortaya çıkan kadar bu durum süre geldi.
1985 sonrası Gorbacov dönem ile birlikte,(12 Eylül faşizm sonrası), yeniden toparlanma sürecine girilmesi sırasında, Gorbacov'un Marksizm'e açıktan saldırıya geçmesi, Türkiyeli "Marksist"leri de etkiledi ve "50 senelik revizyonizm"in görüşleri yeniden ve daha cesurca piyasaya sürüldü.
Kapitalizm global bir sistem olduğu gerçeği yeni bir olguymuşçasına soruna yaklaşılarak, globalizme karşı "ulusal kapitalizm'i ve ulusal devletleri" savunan görüşleri ortaya atıldı. Uluslar arası burjuvazinin neo-liberal saldırılarının hedefi içinde yer alan, sosyalizm'e karşı,(Keynes'in görüşlerinin ışığında) kapitalizm korumak ve yaşatmak amacıyla öne sürülen ve uygulamaya sokulan devletçiliğin tasfiyesini için özelleştirme furyasın başlatılması karşısında, devletçilik ve neo-liberalizm'e karşı, neo-liberalizm öncesi kapitalist dönemin savunulması, 3 dünyacı Maocu görüşlere yeniden dört ele sarınılmasını zorunlu kıldı.(2)
Tüm bu düşünceler, kapitalizm içinde restorasyondan yana olmayı, sosyalizm'i gündemde çıkarmayı hedefliyordu. Sosyalizm'in gündemden çıkarılması aynı zamanda, sosyalizm'den geriye dönüşün nedenlerinin araştırılmasını, sosyalizm’in tasfiyesini sağlayan bürokratizm'in orta çıkıp, sosyalist devlete egemen olarak, kapitalizm’i nasıl yeniden inşa ettiğinin tartışılması, Marksist görüşlerin ne olduğunu ortaya çıkarır ve Marksizm'in gerçek niteliğiyle kavranmasını sağlar. Sınıf mücadelesinin pratiğini yok sayılarak, sosyalizm tasfiye olmamışçasına davranmanın arkasına gizlenerek, burjuva reformist ve ekonomist görüşleri ortaya atma, kapitalizm’e karşısında, Marks’ın ön gördüğü sosyalizm'i alternatif olduğu gerçeğini gizlemeği amaçlar. Oysa sosyalizm, globalleşmesi alabildiğine gelişen kapitalizm'e karşı, düne göre bugün daha güçlü alternatif bir sistem konumundadır. Global kapitalizm'in yani emperyalist -kapitalist sistemin alternatifi, "ulusal kapitalizm, ulusal devlet" değil sosyalizmdir ve toplumların tarihsel diyalektik gelişmesi sonucu olarak "dünya sosyalist devleti"dir. Daha ileri ve sosyalizm'e daha yakın kapitalizm, daha geri kapitalist sisteme tercih edilmesi söz konusu olamaz, gelişen ve güçlenen işçi sınıfının temsilcisi olduğunu ileri süren bir Marksist, kapitalizm'in gelişmesi le ortadan silinmeye mahkûm olan sınıfların çıkarına göre hareket ederek, tarihsel olarak geri olan kapitalizm, ileri olan kapitalizm'e tercih edemeyeceği açık bir gerçektir. Ama bugünün Türkiye "sosyalist"leri, global kapitalizm'in neo-liberal ekonomi-politikası sonucu ortadan silinmeye mahkum, küçük burjuvazinin ve orta tabakanın çıkarı doğrultusunda sözde "ulusal kapitalizm" adına küçük mülkiyeti savuna biliyorlar. Bu için bunlar proletaryanın değil orta sınıfların ("sosyalizm" kisvesine bürünmüş) temsilcileridirler.
Dün anti- komünizm kendine bayrak edinen milliyetçilik, Sovyetlerinin dağılması ve sözde sosyalizm'in "korkutucu tehlike" olmaktan çıkması karşısında, kendine "yeni düşmanlar" aramak zorunda kaldı. Milliyetçiliğin yeni düşmanı, giderek globalleşen kapitalizm'in gelişmesi sonucu, ulusal devletlerin ve "ulusal ekonomilerin" yerini genişleyen ve yeni siyasi, ekonomik örgütler ortaya çıkaran uluslararası kapitalizm alıyor. Bu gelişme milliyetçiliğin (ulusalcılığın) maddi temellerini giderek dayanaksız hale getiriyor. Bunun için Milliyetçilik sözde global kapitalizm'e karşı savaş açıyor!.
Ve yine,"sol" adına kapitalizm'in bu gelişmesine sözde karşı çıkılıyor."Ulusal devletin","ulusal kapitalizm'in" savunmanın milliyetçiler olduklarının gizleye bilmek içinde kendilerine "yurt-severler" ismini takıyorlar. Oysa Milliyetçilik (veya ulusalcılık) yurt-severlik demektir.
Bugün Türkiye’de ister MHP, isterse TKP ve onun izinden yürüyenler olsun, AB vs gibi kapitalizm'in global örgütlüklerine karşı çıkmaları milliyetçiliğin yeniden diriltilmesine, veya güçlenmesine neden olmaz; çünkü, bir dönem "ulusal pazar"ları savunan burjuvazinin artık "ulusal pazarları" korumak için milliyetçiliğe ihtiyaç duymuyor. Burjuvazi, maddi zorunluluktan ötürü, ulusallığı, uluslararasılığa tercih ediyor. Ulusal devletlerin yerini uluslararası devletlere bırakmaya başladığı, ulusal devletlerin aşıldığı dönemde, ulusal devletleri savunma boşuna bir çabadır.
Türkiye'nin faşistleri de tekelci burjuvazinin en gerici ve saldırgan siyasi harekettir. Bunların, "ulusal kapitalizmden ve ulusal devlet’ten" yana oldukları iddiaları boş bir demagojik propagandan öteye geçmez. Nitekim bunlar, Türkiye'nin AB'ne katılmasına itirazları yok. Türkiye’nin sözde "ulusal kapitalizm'i savunan generaller, CHP ve bu koroya katılan Cumhurbaşkanı "dehşetli" bir tarzda "evrensel kapitalizm"e karşı nutuk çekiyorlar. Uluslararası tekelci sermayenin uzantısı olan ve Türkiye'de en büyük Holdinglerden bir haline gelen "ordu- Holding'i OYAK'a sırtını dayayan, bu Holding’in aşırı karlarından bay alan generallerin "evrensel kapitalizm"e karşıymış gibi tavırlara girmeleri hiç kimseyi aldatamaz. ABD ile sıkı işbirliği içinde olan ve AB karşı olmadıklarını ilan eden generallerin ve onların siyasi partisi ve sözcüsü olma konumuna gelen CHP'nin. "Evrensel kapitalizm" e karşıymış gibi hareket etmelerinin nedeni, Özellikle emperyalist arası çelişkiden yararlanma isteklerinden ötürüdür. Onlar Sovyetler ile batılı emperyalistler arası çatışma döneminde olduğu gibi "güçlü bir Türkiye"nin emperyalistlere arası çatışmadan ancak yararlana bileceğini düşünüyorlar., Bunun içinde Uluslar arası Tekeller ile kopmaz menfaat bağları olmasına rağmen, global kapitalizm'in gelişmesi sonucu ortadan silinmeye mahkum orta sınıfların desteğini de almaya çalışmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun içinde "Türk, Kürt" ezen ulusla, ezilen ulus arasıdaki çelişkinin yarattığı silahlı çatışmanın sona ermesini ve barışı sağlanmasını önleyerek, savaşı yarattığı olumsuzlukların diri kalmasını istemekteler. MHP'li faşistler, generaller ve CHP ulusal çatışmaları istismar ederek, yığınlar üstünde siyasi etkinliklerini sürdürme peşinde koşuyorlar.
Yıllardan beri bunlar, Kürt ulusal hareketinin "ayrı devlet kurup Türkiye'yi böleceği"ne dair yoğun bir propaganda yürütmekteler. MHP'liler şimdilik, ırkçı, şoven propagandaların esasının bu temel üstünde bina etmişlerdir. Onları bu ırkçı ve faşist propagandalarının güçlü kılan generaller ve CHP’nin izlediği politikadır. Oysa Abdullah Öcalan ve Kürt ulusal hareketi, ulusların kaderinin tayin hakkının kullanılmasını ayrı devlet kurmaya kadar götürmeğe ihtiyaç duymadıklarını, çünkü ulusal devletlerin ortadan kaldığı bir dönemde "ulusal devlet" inşa etmenin peşinde koşulmayacağını açıkça ilan ediyorlar. Bunların, Kürt milliyetçiliğine karşı çıkmaları ve Türkiye'nin ünite devlet içinde Kürt ulusal sorununun çözümünü istemeleri, Kürt ulusunun kendi kaderinin tayininin gerçekleşmesinin kültürel platformla sınırlamaları, gerek Türk, gerekse Kürt milliyetçiliğine indirilen bir darbedir.(3)
Her ne şekilde alınırsa, alınsın MHP'li faşistlerin savundukları ırkçı ve milliyetçi(ulusalcı) ideolojinin temelleri zayıflamaktadır. Sovyetlerin varlığı onların anti-komünist olmalarında önemli bir etkendi. Onlar, Sovyetler öncesi dönemde "Türklerin birliği" adıyla Turancı görüşleri savunarak özelikle, burjuva aydınların üstünde etki kurup taraftar topluya biliyorlardı. "Türk dünyası"nın birleşmesinin önünde Sovyetleri, dolayısıyla "komünistler"i engel görüyorlardı. Bu görüşleriyle, anti-komünist olduklarını öne sürüp, emperyalist-kapitalist sistemden yana olduklarını gizlemeğe çalışmaktalardı. Batılı emperyalistler, (Hitler dönemi dahil olmak üzere)bunun için Türk faşistlerini destekliyor ve onların güçlenmesine yardım ediyorlardı. Sovyetlerin dağılması ve "Türk dünyası"nın özellikle ABD ve AB’nin sömürü alanına girmesi, "Türk dünyası”nı birleştirme amacının demagojiden öte bir anlam taşımadığı ortaya çıkardı ve tabiî ki emperyalistlerin desteğini de (şimdilik) kaybettiler.
Bunların anti- komünist olmalarının bir diğer nedeni işçi sınıfının, yoksul emekçilerin ve gençliğin mücadelesinin Türkiye kapitalizm'ine ve emperyalist sisteme yönelik olmasıydı. Bunun için emperyalistlerin yanı sıra, Türkiye’nin Tekelci burjuvazisi bunların örgütlenmelerine maddi destek veriyordu ve devletle iç içe çalışıyorlardı. MHP'nin en saldırgan kesimi MİT'in, CİA kontrolü altında idi.
Saldırganlıklarıyla halk kitlerinin nefretin kazana 1980 öncesini MHP’si faşist generallerin hedefi olmaktan kurtulamadı. Çünkü 12 Eylül’ün generalleri, bunları da hedef almadan, ideolojik olarak Atatürkçülüğü ön plana çıkarmalarına ve "teröre karşı" oldukları demagojisiyle, bilinçsiz yığınları etkilemelerine imkân yoktu. Dolayısıyla devletiyle MHP'li faşistler arasıda da çatışma çıktı. Bundan dolayı, şimdi, komando kamplarında yetiştirilen sivil militarist güçlere sahip MHP'nin yerine, militarizm'den arınmış, parlamenter mücadeleyi esas alan bir MHP görünümü geçti.
MHP bugün ideolojik ve siyasi etkinliğini Kürt ulusal hareket ile süre gelen silahlı çatışmadan alıyor. Kürt düşmanlığını kullanmayı pervazsız tarzda sürdürüyor. Türkiye'nin "devlet bütünlüğünü" savunma adına Kürt düşmanlığını körüklüyor. Türkiye'deki savaşın sona ermesi Abdullah Öcalan'ın istediği tarzda Kürt sorunun çözümü, bu MHP'li faşistlerin kitleler üzerindeki etkinliğini zayıflatacaktır. Bunun içinde generallerin cephesi gibi, bu savaşın bitmesini istemiyorlar, savaşı sona erdirmek isteyenleri tehdit ediyorlar.
Kürt ulusal sorunun sosyalistlerin istediği şekilde çözümünün gündeme gelmediği günümüz koşullarında, Abdullah Öcalan'ın ulusal sorunun çözümü için önerdiği platformumun propagandası, MHP'li faşistlerin sıradan gençleri ve insanları etkilemesinin en önemli engelli olduğu görülmelidir. Faşistlere karşı mücadele, onların ideolojilerine karşı mücadele ile birleştirilmedikçe zayıf kalacağı bilinmelidir.

Gençliğin Örgütlenme sorunu

Anlatılanlardan edindiğim izleme göre, GKB fes edilmesine rağmen, 1980 öncesi gençlik örgütlüğünün yanlışları devam ediyor. Bunun için ilk önce sosyalist gençlik örgütünün ne anlama geldiğini, niye ayrı bir sosyalist gençlik örgütüne ihtiyaç duyulduğunu kısaca anlatmaya çalışayım.
Yukarda da anlatmaya çalıştığım gibi hangi sınıfa ait olursa olsun, gençlik maddi olarak sosyalizm'de yanadır ve tüm gençliğin, (teorik olarak) sosyalizm'e kazanıla bilmesinin objektif koşulları mevcuttur. Bunun için "gençlik gelecek, gelecek sosyalizm”dir slogan atılıyor. Bu slogana, anlamı bilinerek sahip çıkılsaydı, bu kadar yanlış yapılmazdı.
Sosyalist parti, işçi sınıfının öncü ve Lenin'in tarif ettiği tarzda işçi sınıfının "azınlık kesiminin" örgütü iken, sosyalist gençlik örgütü, tümüyle sosyalizm'e kazanılması mümkün olan ve bu potansiyeli taşıyan gençliğin yığın(kitle) örgütü olması zorunludur. Dolayısıyla sosyalist gençlik örgütünün ilkeleri, gençliğin objektif konumuna uygun olması gerekir. Bunun için sosyalist gençlik örgütü, sosyalist partiye, ideolojik ve siyasi olarak bağımlı olmasına rağmen, kesinlikle örgütsel olarak sosyalist partiden bağımsız ve özerk olmalıdır. Sosyalist gençlik örgütünde de demokrasinin ilkeleri kesinlikle işler hale getirilmelidir. Türkiye devrimci gençlik hareketin sosyalist gençlik örgütlüğü konusunda başlıca iki deneyimden söz edile bilinir.
1970 öncesi FKF, sadece örgütlülük anlamında, (bazı yanlışları olmasına rağmen) ML'nin ön gördüğü ilkeler uygun bir örgüttü. FKF, TİP'in yan kuruluşu olmasına rağmen, TİP'ten örgütsel olarak bağımsız ve özerk statüye sahip olması, FKF'nin TİP'in revizyonist, reformist siyasi ve ideolojik çizgisine karşı mücadele edebilmesinin, giderekten, TİP'ten ideolojik ve siyasi olarak da kopmasının zemini hazırladı.
FKF ve sonradan Dev-Genç ismini alan sosyalist gençlik örgütünün, Üni-gençliğinin büyük çoğunluğunu etrafına toparlayarak sosyalizm'in sempatizanları haline getirmesinde, örgütsel bağımsızlığın büyük katkısı olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Bundan dolayı, FKF ve Dev-Genç gençliğin sosyalist yığın örgütleri konumuna erişmişlerdi. Sosyalist gençlik örgütünün örgütsel bağımsızlığı, sosyalist gençleri inisiyatifli, atak kılar iken, ML'yi öğrenmelerinin önündeki bazı revizyonist ve reformist parti engellerini de etkisiz hale getirir.
Sosyalist gençlik örgütlülüğünün bağımsızlığının çok olumlu ve vurucu bir örneğine de, II. enternasyonal revizyonizm karşı, Marksistlerin mücadelesi sırasında karşılaşırız; II. enternasyonal’in üyesi "sosyalist" partilerin büyük bir çoğunluğu, revizyonist partilere dönüşür iken, bu partilerin gençlik örgütlerinin çoğunluğu, Lenin'i, Rosa Lüxenburg'u, Karl Liebknecht'i takip ettiler. Avrupa’da, Komintern’e üye komünist partilerin hemen hemen hepsini kuranlar, II. enternasyonal’in "sosyalist" partilerin gençlik örgütleriydi.
Türkiye'de ve Dünya’da doğru ve ML'nin ilkelerine uygun gençlik örgütlerinin varlığına tanık olduğumuz gibi, olumsuz ve bürokratizm'in yuvası haline getirilen "sosyalist gençlik" örgütleri de var ola gelmiştir. Bunun vurucu örneğine; hareketimizin,1980 öncesi gençlik örgütlenmesini göster biliriz. 1971 sonrası yeniden sözde "demokrasiye" geçilmesiyle birlikte, toparlanma dönemine başlanıldığında, gerek üni’lerde, gerekse Türkiye'nin dört bir yanında "yerden bitercesine" THKO sempatizanın gençler ortaya çıkmakta idi. Bu gençler, yasal dernekler kurup, siyasi mücadeleye katılmaktalardı. O dönemde , bu gelişme karşısında, THKO sempatizan'ı gençlerin derneklerini yönetmek için GKB isimi, bir gençlik örgütü kuruyorlar ve THKO'ya sempati duyan gençlerin örgütlerine de "Yurtsever devrimci gençlik" örgütleri ismini veriyorlar. Böylece "sosyalist gençliğin." iki örgüt tipi ortaya çıkmış oluyor.
Şayet," yeni THKO" sosyalist örgüt olarak görülüyorsa; ki öyle görülüyor, o zaman,bu örgütün (yani sosyalizm'in) sempatizanı gençlere niye " yurt-sever" diyerek burjuva demokratlarıymışçasına muamele yapıyorsun?. O dönemde de Türkiye'de sınıf mücadelesinin gereği olarak, sınıflara tekabül eden siyasi kümelenmeler oluşmuş,"yeni THKO" da siyasi ve ideolojik görüşler ile bir siyasi kümeye tekabül ediyor. "Sen" bu siyasi kümeye "sosyalist" diyorsun, o zaman bu siyasi hareketin sempatizanları ve örgütleri, niye sosyalist gençler ve sosyalist gençlik örgütleri olmasın? Ki dışındaki kendine "sosyalist" diyen diğer siyasi hareketler, burjuvazi, devlet "bunlar HK'cularıdır" dedikleri ve o gözle baktıklar halde, "sen" bunlara "HK'cusu" değilsin diyorsun. "HK'cusu" olması için GKB olmasının şart koşuyorsun. Sıkı yönetim ilan ediliyor, generaller YDGD'leri "komünist örgütlerdir" diye kapatıyor. Tüm bunlar rağmen bu gençlere "yurtseverler" muamelesi yapılmaya devam ediliyor ve ağırlıklı olarak pratik faaliyetleri yürütenler ise yine YDGD'liler.
GKB, YDGD'leri yönetmek için kurulduğundan dolayı doğuşundan itibaren "parti sempatizanların" yöneten örgüt olup çıktı. GKB'lerin büyük çoğunluğu YDGD'nin yöneticilerinden oluşmuştu. Bu gençler, isteklerine bağlı olmaksızın yöneticiler örgütünün birer mensuplarıdılar. Geniş gençlik yığınların sosyalizm'e kazanma faaliyetlerinin es geçip, YDGD'leri sevk ve idare etmekte başka iş yapamaz hale gelmişlerdi. Hiç bir gençlik örgütünde olması söz konusu olmayan örgüt ilkeleri GKB'nin örgütlenmesinde geçerli hale getirilmişti.
.Lenin'i, komünist partiler de dahi, Merkeziyetçiliğin, demokrasiye göre önde gelmesini sadece, gericiliğin ağır ve yoğun saldırısının olduğu ve parti iç demokrasinin işletilmesinin bir sürü sakıncalar yol aç bildiği koşulları için ve de geçici olarak geçerli olabileceğini ileri sürür.Ama gençlik örgütlerinde, bir komünist parti örgütü dahi olmaması gereken aşırı merkezyetcilik, gençliğin kitle örgütünde işler hale getirilmişti. Her koşullarda sosyalist gençlik örgütleri için vazgeçilmez olması gereken örgüt iç demokrasi ortadan kaldırılmış, ne örgüt üyelerinin katılım ve oylarıyla kararlar alınıyor, ne de örgüt üyelerin özgür iradeler ile yöneticilerini seçe biliyor. Yöneticilerin, örgüt iç demokratik tartışmalar sonucu alınan kararları pratiğe geçirmeği organize etmeyle sınırlı yetkisinin yerini, üyelerin dışında aldığı kararları, tepeden inme bir tarzda ve de yanlışlığını veya doğruluğunun tartışmasına dahi gerek görmeden uygulamaya sokmaya çalışan yönetici tip almıştı.
Gençliği sosyalist örgütlerine, her gencin üye olmasının önüne hiçbir engel çıkarılamaz. Sosyalizm'e sempati duyan her genç sosyalist gençlik örgütlerine üye olur ve aday üyelik gibi statü söz konusu olamaz. Üye almaya karar veren gençlik örgütünün organının varlığından bahsedilemez. sosyalist gençlik örgütlerinde üye alan organlar olur. Gençlik örgütlerine üye olmanın tek koşullu belirlenen yaşta olmalarıdır. O yaşta olan her genç sosyalist gençlik örgütüne üye olabilir.
Bunun için, sıkıyönetimlerin altında 40 bin üyesiyle kongrelerini yapan YDGD'ler aslıda sosyalist gençlik örgütleri yani gerçek GKB idi. YDGD'leri "yurt-sever" gençlik örgütleri olarak ele alındığı ve bu yanlışa son verilmediği müddetçe, GKB'nin yöneticiler örgütü olma niteliğine son verilemezdi.
Yanlışlığı belirleyen esas unsur örgüt anlayışıydı. Demokratik ve sosyalist devrim amacına tabi cephe örgütlerine " demokratik ve anti –faşist "örgütler isimi verile bilinir; buradaki demokratik cephenin amacı, hiç bir şekilde burjuva demokrasinin gerçekleştirilmesi ile sınırlanamaz, aksine proletaryanın tamamlamak zorunda olduğu burjuva demokrasini, proletarya demokrasine geçmenin bir aracı olarak ele almak zorunludur.
Burjuva demokratik devrimi tamamlamış ülkelerde ise, faşizm'e karşi mücadelede, burjuva demokratik hakların savunulmasını, proleter demokrasini gerçekleştirmenin aracı haline dönüştürmek yine zorunlu bir görevdir. Sosyalistler, hiç bir ülkede "yurt-sever cephe" isimle bir devrimci sınıflar arası ittifak politikası izlememişlerdir. "vatan savunulması veya vatanseverlik" proletaryanın iş olmaz. Sosyalist gençlerinin örgütüne "yurt-sever" isimi verilmesi, burjuva demokratik devrimini amaç haline getirme anlayışına sahip olmadan dolayıydı. . Burjuva pazarlarının savunulmasının ifadesi olan "yurt-severlik" milliyetçiliğin ta kendisidir. Devrimci yurt-sever burjuvazi ile reformcu yurt sever burjuvazi arasıda esasta değil sadece görecede bir farklılık var.
Demokratik ve anti-faşist cepheye, Proletaryanın örgütlerinin yanı sıra, o koşullarda demokratik devrimden çıkarları veya faşizm'e karşı olan sınıfların partileri ve kitle örgütleri katılır.
YDGD'lerin şahsında böylesine bir cephe örgütünün inşa edilmediği açıktır. YDGD'lerde, "HK'cuları"nın dışında hiç bir küçük burjuva siyasi örgüt yer almadı ve almasına da imkân yoktu. Çünkü kendi dışında devrimci-demokrat sınıflarla bir araya gelinip, bir ittifak platformu oluşturulmamıştı ki. Türkiye'dekilerinin benzer bir şekilde hiç bir ülkede sosyalist partiler, kendi sempatizanlarından oluşan sözde "cephe örgütleri" kurarak, kendilerini aldatmaya yeltenmemişlerdir. Bu şekilde cephe örgütünün mucidi 50 senelik revizyonist TKP’dir. O'dan sonra sosyalizm adına sahneye çıkanlar, TKP’yi taklit etmişlerdir
Budan dolayı her hangi bir isim verilen gençlik örgütü, kesinlikle gençliğin sosyalist (tabiî ki kitle) örgütü olmalıdır. Ve de amacını, gençliği sosyalizm'e kazanma olarak belirlenmelidir. Bu şekilde bir gençlik örgütü aynı zamanda sosyalist partinin yana örgütü görevini yerine getire bilir. Yukarıda da değindiğim gibi, "sosyalist gençliği" kesinlikle, sosyalist partiye ideolojik ve siyasi olarak bağımlı olmasına rağmen, örgütsel olarak partiden bağımsız ve özerk olmalıdır ve olması zorunlu kılınmalıdır. Partiye ideolojik ve siyasi bağımlık kesinlikle, partiye örgütsel olarak bağımlı hale getirilerek değil, örgüt iç demokrasinin varlığıyla sağlanmalıdır. Örgüt iç demokrasinin ve özgürce tartışma ortamının varlığı, partinin ideolojik ve siyasi görüşlerini, gençlik örgütüne egemen kılmanın tek yolludur. Zaten sosyalist gençlik örgütü, partinin M.L siyasi ve ideolojik görüşlerini savunan parti sempatizanı gençler tarafından kurulan gençlik örgütleridir ve giderek örgüt, sosyalizm'i benimseye gençleri bağrında toplar.
Bugün bazı sosyalist gençlik örgütleri, partiye örgütsel olarak bağımlı hale getirilmiş durumdadır. Karar organları, örgütün taban örgütleri değil, yönetici organlardır, Gençlik örgütüne kimi yönetici olacağına, şu veya bu şekilde partinin onayıyla karar verilmektedir. Bu durum gençliği inisiyatifsiz hale getirdiği gibi, gençlik örgütünün tabanıyla tepesi arasıda bir kopukluğun ortaya çıkmasına neden olur ve aynı zamanda örgüt iç demokrasiyi ve özgür tartışma ortamını rafa kaldırır. Oysa kendi emirlerini dinleyen ve onun dışına çıkmayan gençlerin var olması, sosyalist gençlik hareketinin gelişmesinin önündeki en temel engelli oluşturur. Gençler, örgüt içi demokrasi ve özgürce tartışma ortamı sayesinde, partinin M.L görüşlerini, kendi özgür iradeleriyle daha iyi kavra ve pratiğe geçirir. Gençliğine " Denizler gibi olalım" çağrısı yapmaktadır. Ama nedense, Denizler hangi koşullarda yetiştikleri, genç yaşlarında, 50 seneye aşkın bir süre boyunca Türkiye sosyalist hareketine egemen olan TKP'in görüşlerine karşı, M.L kavrayarak hangi ortamda baş kaldırmayı gerçekleştirdikleri gözlerden ırak tutuluyor.
Evet, FKF ve Dev-Genç içinde örgüt demokrasisi ve özgürce tartışma ortamı olmasa idi, ne Denizler ortaya çıkardı, neden "50 senelik revizyonizm"e karşı baş kaldırıla bilinirdi.
Üni-gençliğinin kapitalizm ile olan çelişkisinden yararlanarak, anti-kapitalist düşünceleri gençlik içine yaymada sosyalist gençliğe önemli görevler düşüyor. Üni-gençliğini aydın olma özelliği göz önüne alındığında, salt üni-gençliğinin ekonomik, akademik taleplerine dayanarak anti-kapitalist düşüncenin gençlik içinde tartışmaya sunmaya gerek olmadığı anlaşılır. Türkiye'de ve dünyada, burjuvazinin her konudaki düşüncesine alternatif olarak Marksist düşünceler öne sürülüp tartışma ortamları yaratılmalıdır. Bunun için Marksist düşünceyi savuna, öğretim üyeleriyle sıkı ilişkiye girmek, Üni-gençliğinin katılacağı paneller, açık oturumlar, konferanslar düzenlemek, Marksist düşüncenin gençlik içinde yayılmasında önemli araç görevini görür. Bunun yani sıra, düzenli haftalık veya aylık gençlik gazetesi çıkararak, burjuva, revizyonist, reformist görüşlere karşı ideolojik mücadele vermek, sosyalist düşünceleri benimseyen gençlerin sayısını giderek artmasına hizmet eder. Bu konuda Gazetenin yanı sıra internet sitelerinden de alabildiğine yararlanmak gerekir. Bu siteler, rahatlıkla her gencin görüşlerini tartışmaya açabileceği önemli platform görevini yerine getirir.
Gençlik kitlelerini, sosyalist düşünceye kazanmanın diğer etkin yollu, Rektörlüklerin ve Dekanlıkların gençlik örgütleri diye tanıdıkları, gençliğin kitle örgütlerine egemen olma veya yoksa onları kurmadır. Gençlik içinde bu şekildeki bir faaliyet, sosyalist düşüncelerin giderek etkin hale gelmesinde önemli katkıda bulunur. Bu örgütler, sosyalist gençlikle, geniş gençlik yığınları arasında somut bağların kurulmasını sağlar.
Bu örgütler kanallı la, üni-gençliğinin ekonomik, akademik, haklarını savunmak ve gençliğin mücadelesi ile ekonomik, sosyal ve demokratik haklar elde etmek, geniş gençlik yığınlarının sosyalist gençler duydukları veya duyacakları güveni artırır. Gençliğin bu kitlesel örgütlerine, faşist, gerici, dinci-gerici, sosyal-demokrat siyasi hareketlerin gençlik içindeki uzantılarında egemen olmak için mücadele ederler, mevcut burjuva yasalarını dahi çiğneyerek ve polisi de arkalarına alarak bu örgütleri ele geçirmek isterler. Dolayısıyla, bu örgütlerdeki gericiliğe karşı mücadele, kendine "sosyalist "diyen tüm grupların bir arayan gelmesini ve tespit edilen ortak platformda birlikte hareket etmelerini zorunlu hale getirir.

Sivil faşistlere karşı mücadele

Türkiye'nin Sivil faşistleri, Sovyetler dağılmadan önce, CİA, MİT ve diğer emperyalist ülkelerin gizli servislerin maddi desteğiyle, Komünizm'e karşı mücadele için örgütlenmişlerdi. Komando kamplarında yetiştirilen bu faşist çetelere, sosyalist hareketleri silah zoruyla dağıtma görevi verilmişti. Bunun için binlerce sosyalist genci sokak ortasında kurşuna dizdiler. Ama sosyalist gençlik bu faşist çetelerin karşısında geri adım atmadı. Fakat bazı "sosyalist gruplar" faşist çetelere karşı mücadelesini kendilerini emekçi ve işçi kitlelerinde koparacak tarzda ele aldı. Bu yanlış mücadele yöntemine karşı olan sosyalist gruplar işçi ve emekçi kitleleri arkalarına alarak faşist çeteleri etkisi hale getirdiler, 12 Eylül’ün faşist generalleri, faşist çetelerin etkisi hale getirilmesi karşısında, darbe girişimlerini hızlandırıp, iş başına geldiler. Sivil faşist çetelere karşı, işçi ve emekçi kitleler büyük nefret, kızgınlık ve öfke duyuyorlardı. Bunlar, seçimlerde ülke çapında %2,3 oranında oy alabiliyorlardı. Generaller, sivil faşist çetelere karşı duyulan öfkeyi kendilerine kanalize etmek amacıyla, sivil faşist çetelere de saldırmak zorunda kalmıştı.
Generaller, sivil faşistlerin Türkçü, ırkçı, Turancı ideolojilerine karşı Kemalist milliyetçiliği ön plana çıkardılar. 12 Eylül’ün faşist generallerin darbesi karşısında, Faşist MHP zayıflamış ve dağılmıştı. Türkeş eski prestijini kayıp etmişti. Burjuvazi, Sovyetlerinin dağılması ve "Türkiye sosyalist hareketi"nin zayıflatılması karşısında, sivil faşist çetelere (bir dönemle sınırlıda olsa) ihtiyaç duymuyordu.
MHP'li faşistlerin yeniden dirilmesi, Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadeleye başlamasından sonra gerçekleşti. MHP’liler, PKK'nin silahlı mücadelesine can simidi gibi sarıldılar. Bu mücadeleyi kullanarak, yığınsal güç haline gelmeyi başardılar. Savaşın yarattığı olumsuzluğun yanına Kürt ırkçılığı kokan eylemlerinde katılması, sadece Türk kökenli oldukları için sıradan insanların gözü kapalı bir tarzda öldürülmeleri, Türk halkın üstünde, faşist ve Türk ırkçısı MHP’nin etkinlik kurmasının zeminini hazırladı. Bugün Polis, MHP'nin yığınlar içindeki gücünü, "sosyalist" hareketlerin yeniden güçlenmesini önlemek için kullanıyor. Ülkenin çeşitli yerlerinde linç girişimlerinin tertiplene bilmesi, MHP’nin yığınlar içindeki gücünden dolayıdır.(6) Amacı ise sosyalistlerin gözünü korkutmaktır.
Abdullah Öcalan anlayışıyla, Kürt ulusal hareketine yeni bir yön vermesi, ulusal devlete karşı çıkarak, savaşa son vermek için büyük bir çapa harcanması, MHP’li faşistlerinin yığınsal güçlerinin zayıflatılmasına uygun ve güçlü bir zemin hazırlıyor. Çünkü bunların, savaşın sürüp gitmesinde çıkarların var; dolayısıyla savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Halk kitleleri her ne şekilde olursa olsun bu savaşın bitirilmesini istiyor. Savaşın durması, Kürt ulusal sorununu Kültürel özerkliğin esasları üzeride çözüm dahi, MHP’li faşistlere indirilecek önemli bir darbe niteliğindedir. Nitekim şimdiden,"Abdullah Öcalan, ulusal devlete karşı olduğu için, üniter devlet içinde çözüm istiyor, aslında o Türk ulusal (sanki varmışçasına!) devletine karşı olduğundan dolayı, Kürt ulusal devletini istemiyor" demek zorunda kalıyorlar.
MHP, tekelci burjuvazinin faşist siyasi hareketi olmasından ötürü, hangi demagojiye başvurursa vursun, uluslar arası burjuvazinin çıkarı doğrultusunda hareket etmek zorunda olduğunu tekrarlıyorum. MHP (yukarda da deyindiğim gibi) AB'ne karşı değil, sadece bir takım sözde siyasi itirazları var. Ne yaparsa yapsın, uluslar arası burjuvazinin isteği doğrultusunda, ulusal sorunun çözümünden yana olacaktır. Bunlar, MHP'nin yığınlar içindeki gücünün zayıflatıla bilmesinin nedenlerini oluşturuyor
Üniversitelerdeki, MHP'lilere karşı mücadelede de, gençlik kitlelerini kazanma bakış açısıyla hareket etmeyi gerektirir. Gençlik kitlesini kazanma faaliyetine girmeden, bu temelde kendini güçlendirmeden, salt MHP'lilerle çatışmaya girmek, Gençlik kitlesi içinde zayıf olan sosyalist gençlerin giderek tecrit olmalarına yol açması kaçınılmaz olur. Tabiî ki "Kitleyi kazanma" adına faşist saldırıların önünde sinmek, geri çekilmek, onların saldırganlıkların artırmadan başka bir işe yaramaz. Önemli olan kitleleri kazanmakla, faşistlerin saldırıları karşısında direnmeyi birleştirmektir. Bunun için özellikle, MHP’nin Kürt sorunun konusundaki demagojisine karşı, Abdullah Öcalan’ın görüşlerinin yaygınlaştırmak, gerçekleri gençlik yığınlarına anlatmak çok önemlidir. Faşistlerin ideolojik demagojilerini boşa çıkarmadan, onların siyasi gelişmelerini ve etkinliklerini (bugünkü koşullarda) önlemek zordur.
Faşistlerin saldırılarına karşı sadece "sol birlik" kurma yeterli değil, TKP'li gençler dahil olmak üzere kendine "sosyalist" diyen gençliği bir platform'da birleştirmek gereklidir."Solun birliğin " kurulması konusu, ekonomist görüşlerin yarattığı olumsuzluğu, kesinlikle bir tarafa atılmalıdır.
"Eylemde birlik propaganda da serbestlik" sloganı, solun birliğin kurulmasının esasını oluşturmalı, her sol grup kendi düşüncesini serbestçe yayabilmesine imkân tanımalı ve ideolojik mücadelenin önü kesilmemelidir.
Gerçek anlamda Marksizm savunanlar böylesine platformlarda güçlenerek çıkmaları kaçınılmazdır."sollun birliği" tabiî ki anti-kapitalizm temelinde kurula bilinir; çünkü "sosyalist gruplar”ın sözde de olsa kapitalizm'e karşı olduklarını söylüyorlar. Gerçekten kapitalizm'e karşı oldukları süreç içinde ortaya çıkacağının gözeterek "anti-kapitalizm'i" platform'da bir araya gelinerek, dinci gericiliğe, faşistlere, diğer burjuva düşüncelere karşı birlik sağlanır. Bu birliğin kurulmasının bir diğer nedeni, günümüz koşullarında,"sol" güçlerini birleştirerek ancak öğrencilerin kitle örgütlerine egemen olabilirler ve faşistlerin saldırıların geriye püskürte bilirler.

---------------------------------------------------------------------

(1) İşçi sınıfını tarihsel rolünü salt sömürü belirlemez, görüşleri, revizyonizm’in istismarına da yol açıyor. Revizyonistler, Marksizm'i bu düşüncesinden yolla çıkarak beyaz yakalı işçileri, işçi sınıfı içindeki aristokrat ve bürokrat tabakaları aklamanın peşinde koşuyorlar. Bunların burjuvazinin artı-değer sömürüsünden bay alan işçi sınıfı içinde burjuva tabakalar olduğu gizlenmeğe çalışmaktalar. Beyaz yakalıların, işçi aristokratların, bürokratların oluşmasının esas belirleyen, Tekelci burjuvazinin aşırı karı ve emperyalist sömürüsüdür. O,aşırı karlarının küçük bir bölümünü işçi sınıfının bu burjuva tabakalarına dağıtır. Beyaz yakalıların, işçi aristokratlarının, şu veya bu şekilde sosyal üretime katılmaları, bunların işçi sınıfının tarihsel fonksiyonuna sahip olduklarını göstermez. Tam tersine bunlar, artı-değer sömürüsünün dışında yer alırlar ve artı-değerden pay aldıkları için kapitalizm’i savunurlar ve de sosyalizm'e geçmeye engel olamaya çalışan "işçi" kılıklı burjuvalardır. Revizyonizm'in işçi sınıfı içinde temel dayanağı bu burjuva kesimleridir. Burjuvazinin neo-liberal döneme girmesiyle birlikte, beyaz yakalıların, işçi aristokratlarının da sosyal durumları sarsıntıya uğramasına rağmen, hale bu tabaka işçi sınıfı içinde varlığını sürdürmektedir.

(2) Burada değindiğim konular, başlı başına detaylandırılmasının gerekliği unutulması.

(3) Abdullah Öcalan’ın, Sovyetlerin dağılmasından sonra görüşlerinde köklü değişiklik yapmasıyla, ayrı Kürt devleti kurmaktan vazgeçip, bu amaç için mücadele eden Kürt burjuvazisine, yarı- feodal toprak ağalarına ve onların siyasi temsilcilerine karşı çıkması, "ilkel milliyetçilik" dediği Kürt milliyetçiliğini hedef alması, özellikle, Kürdistan’ın tüm bölgelerinde şimdiye kadar ortaya çıkan, Kürt toprak ağalarının isyanlarını karalaması, ulusal sorunun çözümünü, ulusal Kürt devlet'i kurmada değil, uluslararası kapitalizm bir biçimi olan AB’nin içinde araması, Türkiye'nin ulusal sorununu çözümün de yeni bir bakış açısı, yeni bir boyut kazandırdı.
"Ulusal kapitalizm'i ve ulusal devlet'i" savunan "Türkiye sosyalistleri" Abdullah Öcalan'ın ulusalcılığı (milliyetçiliği) ret eden bu düşüncelerini kaile almadılar ve önem vermediler. Oysa Abdullah Öcalan'ın bu düşüncelerinin propagandası, yıllardan beri "ülkeyi bölmek istiyorlar, biz etle tırnak gibiyiz" lafları la Türk halkını, PKK hareketine ve Öcalan'a düşman kılan, Türk faşistlerinin ve sürüp giden savaştan çıkarı olan generallerin, ırkçı, şoven demagojik propagandalarını boşa çıkarıp, etkisi hale getirmede uygun koşullar oluşturduğu gibi Ve aynı zamanda Kürt milliyetçiliğinin, Türk ve Kürt halklarını bölen, birbirine düşüren, işçi sınıfı içinde mevcut bulunan "ulusal çit"leri güçlendiren, ayrı devlet kurmak için Türk düşmanlığını körükleyen, ırkçı Kürt milliyetçiliğini de etkisiz hale getirmenin yollarını açıyor.
Abdullah Öcalan'ın ulusalcılığı ret eden düşünceleri yokmuşçasına, salt savaşın durmasını ve barış istemek, Türk ırkçılığının, şovenizmin, milliyetçiliğin etkisi altında olan Türk halkını ikna etmeği zorlaştırır. Ama AB'ne karşı "ulusal kapitalizm'i" savunan "sosyalist!"in, Abdullah Öcalan'ın milliyetçiliği hedef alarak, AB içinde çözüm aramasını,"milli devlet!"e tercih etmeyeceği açıktır. Çünkü Abdullah Öcalan, Ulusal devlet, ulusalcılık aşılmıştır düşüncelerini yanlış bulan, "Ulusal sosyalist”in soruna böyle bir bakış açısıyla yaklaşmayacağı garipsenemez
Abdullah Öcalan'ın ulusalcılığı ret eden düşüncelerini "Marksist" gören ve bunun için de sosyalizm'i, "Türkiye sosyalistlerini" karalama kampanyası başlatan Kürt milliyetçilerini propagandası, "ulusalcılığı" savunanlar tarafından görmemezlikten gelinmesi doğal değil mi?

(4) TKP, Menşevik "aşamalı devrim"i savundukları için kendi sempatizanlarından oluşan "cephe örgütleri" kurmaktan vazgeçmemiştir. Bu şekildeki sempatizanları önderi sosyalist partileri, komintern, tipik biçimsel bürokratik örgütler diye tanımlamıştı.
"50 senelik revizyonist" diye adlandırdığımız TKP'nin bu örgüt anlayış,1980 öncesi örgüt biçimine damgasını vurmuştu. Bunun için bu anti-Marksist örgüt anlayışını ele almak başka yazıların konusu olmalı ve olması da zorunudur. Eski TKP ile örgütsel hiç bir bağı olmayan, ama onun ideolojik görüşlerini devam ettiren yeni TKP 'de aynı anlayışla yol çıkarak, kendi sempatizanlarından oluşan,( ABD ve AB karşı) "yurt-sever" örgütler kurmaya devam ediyor.

(5) Üni'lerde, faşistlere karşısında, pasifiz tutumları la faşist saldırganlara cesaret veren yönetici tiplerinden bahsediyorsunuz. İlk önce bu yöneticileri kim seçiyor? Sorusu akla gelmelidir. Şayet bunlar alanda bulunan "emek gençler" tarafından seçilmiş olsalardı, bu yöneticiler bu şekilde tavır alamazlardı. Aldıklarında, o gençler onları yöneticilikten alır, gerçekten kendileri gibi tutum alan gençleri yönetici yaparlardı. Bu yöneticiler ya, parti tarafından veya partiyle sıkı örgütsel bağları olan "emek gençliği"nin merkezi örgütü veya il örgütü tarafından atanmışlardır. Bunun içinde bölgesindeki gençleri hiç kaile almıyor. Bu durumu ortadan kaldırmanın tek yollu, alanda bulunan "emek gençliğini" kendi yöneticilerin kendilerinin seçmeleri ve ortaklaşa aldıkları kararlara uygun bir pratik tavır belirlemeleridir. Karar organı yöneticiler değil, o alandaki örgüt olmalıdır ve yöneticileri de o alanda alınan kararlara bağlı olmalıdır. Böylesine bir örgütsel işleyiş aynı zamanda pratikte ortaya çıkan alınan kararların yanlışlığını da düzeltme imkânı verir.

(6) Ülkenin çeşitli yerlerinde linç girişimlerinin gerçek nedenleri göz ardı edilerek sözde "sosyolojik tahliller" yapılıyor. Ne faşistlerinin yığınsal bir güce erişmeleri nazarı itibara alınıyor, nede bunun nedenleri inceleniyor. Her ne hikmetse, bir kaç kişi bildiri dağıtıyor, faşistler onları linç etmeğe çalışıyor, polislerde hemen orada bitiyor ve linç olaylarını önlüyor. Olayların polis tertiplerinden başka bir şey olmadığı açıktır. Burada önemli olanın MHP'li faşistlerin, böyle tertiplenen linç girişimlerine yığınsal güç olarak katıla bilmesidir. MHP gerek seçimlerde aldıkları oy oranlarıyla, gerekse yığınları hareket ettire bilme gücüyle yığınsal gerici siyasi bir hareket haline geldiği inkâr edilemez bir gerçektir.

Bolivya'da...

Bolivya'da, Sosyalizm'e doğru yürüyüş.

Sovyet birliğinin dağılmasından sonra, Burjuvazi, tüm dünya'ya,“sosyalizm“in „öldü“nünü! müjdeliyordu. Kimisi, „Lenin öldü, İsa yaşıyor“diyordu,kimisi burjuva liderlerinin „yaşa“dağından,Marksizm'in önderlerinin „öldü“nünden dem vuruyordu.
Türkiye'dekiler daha hızlıydı, Rusya'da ,doğu Avrupa ülkelerinde, Lenin'in ,Marks'ın Engels'in heykelleri, burjuvazinin uşakları tarafından sokaklarda sürüklenmesini sevinç gösterileri ile karşılayıp,çığlık atıyorlardı, (Türkiye burjuvazisinin önderi )Mustafa Kemal'in „yaşa“dağını,Lenin'in artık „yok „olduğunu ileri sürmekten geri durmuyorlardı.
Burjuvazi, Dünya'nın,dört bir tarafında, herkesi, neo-liberalizm'in önünde diz çökmeğe çağırıyor, kapitalizm'den başka sistemin gerçekliğinin olmadığının sözde „kanıtlan“dağını iddia ediyordu.
Burjuvazi, şahlanmıştı,“tutana aşk olsu“! Her şeyi silip süpürüyordu.Tüm dünyada, işçileri emekçileri iliğine kadar sömürmelerinin yolların açıyordu. Yoksulluğu görülmemiş boyutlara çıkardığı yetmezmiş gibi sosyalizm'in s, ini duymaya dahi tahammülü yoktu!..Birisi „kaza“ila sosyalizm'i diye bir laf etmeğe görsün, hemen ayağa fırlıyor, „sosyalizm öldü“ diye tepiniyordu. Marksizm'i ,Leninizm'i savunanları „dinozor“lar diye adlandırmışlardı.
Sovyetlerin dağılmasında esas rol oynadığı iddia edilen Amerikan emperyalizm,dünyada sosyalizm kalıntılarını dahi ortadan silmek için saldırıya geçmekte gecikmedi.Sosyalist ilan ediği, Küba 'ı, Kuzey-Kore'yi hedef seçti. Doğu Avrupa'da, balkanlarda sahneye koyduğu oyunu, Küba'da da denemeye kalkıştı.Küba 'da örgütlediği karşı-devrimcileri ayaklandırdı, aynen doğu-Almanya'da olduğu gibi, bunları da Küba 'dan kaçmak için seferber etti. ,Ama Fidel Castro, doğu-Avrupa'dakiler gibi bunların önünü kesmedi, „isteyen Küba'yı terk edebilir, hiç kimseye mani olmayız“ diyerek kapıları ardına kadar açtı ve emperyalist burjuvazinin oyunu bozdu. Küba'ları „ pazar ekonomisi“ için ayaklandıramadılar;çünkü Kübalılar, Latin Amerikanın yoksulları ve işsizleri gibi, işsiz, çaresiz, aç, çıplak, sefil bir yaşam sürdürmüyordu.Kübalıların sefalete doğru koşacak kadar akıllarını yitirmemişlerdi.
Sovyetler tarafından yardıma muhtaç hale getirilen,Küba'nın,Sovyetlerin dağılması, Sovyetler bağlı ülkelerin ve Doğu-Avrupalıların klasik kapitalizm'e dönüşleri ile,ekonomik olarak , müşkül durumda kalması kaçınılmazdı.Küba'nın bu durumdan faydalanan ,ABD emperyalizm Küba'ya uyguladığı ekonomik ambargoyu daha yoğunlaştırıp, Küba'yı teslim olmaya zorluyordu. Ama Fidel Castro, emperyalist- kapitalizm'e teslim olmadı, onun önünde diz çökmedi. Zaten çok geçmeden, şiddetlene sömürü karşısında,Latin- Amerikanın yoksuları, işçileri, emekçileri direnişe geçti. Arjantin’de,Brezilya'da, neo- liberal ekonominin şiddetlendirdiği rekabet sonucu yeniden patlak veren ekonomik kriz , kapitalizm'in tasfiyesinin zorunlu olduğunun bir kez daha açığa çıkarıyordu.
İşte, tam bu sıralarda,Venezüella’da Chavez iktidara gelerek, Emperyalist-kapitalizm'e ve onun neo-liberal ekonomik politikasına karşı savaş açtı ve şimdiye kadar oldukça başarılı bir politika izledi.ABD emperyalizm'in ve oligarşinin önü çıkardığı engelleri ve karşı -devrimci direnişleri etkisi hale getirip,, yoluna devam etmesi, Latin-Amerikanının yoksullarını, işçilerini, işsizlerini derinden etkiledi, kapitalizm'e ve onun neo-liberalizm'ine karşı, sosyalizm'in bir pratik alternatif olarak yeniden ortaya çıkmasına vesile olan.Venezüella’yı şimdi, Diğer Latin Amerika ülkeleri izliyor. Onu yakınan izleye ülkelerden biride Bolivya idi.

Bolivya'daki gelişmeler
Bolivya,ham madde kaynakları zengin, ama Latin Amerikanının, yıllarca ABD emperyalizm uşağı generallerin iktidarının hüküm sürdüğü, en yoksul bir ülkesidir. Faşist generaller, ABD emperyalizm ve oligarşi'nin çıkarı doğrultursudaki politikaları la Bolivya halkın, özellikle Bolivya'nın yoksul kesimini oluşturan Indiana’ları( yerliler) sömürdüler, züllüme ve sömürüye baş kaldıranları açınmasızca ezdiler.
“Sosyalizm“in tarih kaşıdığını düşüne emperyalist-kapitalist burjuvazi,neo-liberalizm'i, burjuva demokrasisi sayesinde daha kolayca uygulayacağını düşünerek, askeri faşist diktatörlüklere son verip, burjuva demokrasine geçiş için Bolivya'da da yeşil ışık yaktı.
ABD emperyalizm'inin, faşist generallere dayanarak , Indianalı köylülerin en önemli geçim kaynağı,koka üretimini, „eroinin ham maddesi“dır bahanesi ile yasaklatması, Koka üreticisini, tam anlamı la sefaletin kucağına itti. Bu saldırıla,Indianalıların uyanmalarına ve direnişe geçmelerine de neden oldu.
Indianaların mücadelesi içinde, çeşitli sınıfsal farklılıkların doğal sonucu olarak farklı örgütler ve siyasi hedefler ortaya çıktı.
Indianaların Bolivya'dan ayrılarak bağımsız bir devlet kurmasının isteyen (Koka üretici-sendikası içinde yer alan, ve uzun süre, Cunta döneminde habis yatan) Felipe Quispe başın çektiği, sosyalizm karşıtı, milliyetçi hareketinin yanı sıra, Koka üreticisi sendikanın başkanlığını yapan, Evo Morales kurduğu „sosyalist hareket“ (MAS ) oluştu.. Süreç içinde, Evo Morales mücadeleye, örgütsel, siyasi ve ideolojik olarak egemen oldu.
Evo Morales, fakir Koka üreticisi ailenin 2. oğluydu. Orta-okul dahi bittirememiş, Koka üreticiliğinden sonra, buz satan dükkancı,fırıncı,taş taşıcısı, trombetci olarak geçimini sağlamaya çalıştıktan sonra maden işçisi olarak çalışır iken de sendikalı oluyor,1994 yıllıda Koka üreticilerin birlileşmesini sağladıktan 3 sene sonra millet-vekil seçilerek meclise giriyor ve1999 yıllıda MAS- „sosyalist hareketi“ni kuruyor, 2002 yıllıda devlet başkanı seçimlerinde aday olup, çok az bir oy farkla devlet başkanlığının, muhafazakar Gonzalo Sanchez de Lozada'ya kaptırıyor.
Evo Morales'in sosyalist düşüncelerini şekillendiren Peru 'lu Marksist Jose Carlos Mariategui'nin olduğu ileri sürülmektedir.
Evo Morales, Indiana milliyetçiliğine karşı mücadele ederek kendi anlayışına göre sosyalist birleşik Bolivya devletin savunarak, Tüm Bolivyalı ,işçi ve emekçileri emperyalizm’e ve oligarşiye karşı birleştirmeye çağırıyordu ve bunun amaçlayan bir politikayı takip etti ve ediyor..
Bolivyalı işçileri, işsizleri, emekçi köylüleri, kısacası tüm yoksulları sefaletten kurtaracak olan en önemli kaynak, 1,5 milyar metre küp rezerv'li doğal-gaz, 1996 yıllıda özelleştirilerek uluslararası, British Gaz,ExxonMobil, Petrobras v.s isimli tekellere yok pahasına satıldı. Doğalgazın 1/4 İspanya-Arjantin petro şirketi kontrol ediyor. Bu tekeller 3,5 milyar dolar yatırımın karşılığı olarak , her metre kareye yatırdıkları 1 dolara karşı, 10 dolar kar elde edebiliyorlar. Bolivya devleti, bunlardan, sadece yılda 268 milyon dolar alıyor.
Arjantin'e ve Brezilya’ya, Doğal-gaz satan bu şirketler, doğal gazı en ucuz tarzda ABD'ne satmaya yeltendiler. O zamanın devlet başkanı Gonzalo Sanchez de Lozada , uluslararası tekellerle bu konuda anlaştı. Bu soyguna karşı, Evo Morales, önderliğindeki MAS, Başta maden işçiler olmak üzere, işçileri, Bolivya'nın tüm yoksulların seferber etti. Bolivya’nın başkenti,La Paz işgal edildi,tüm ulaşım yolları ,hava alanı, parlamento binası, başkanlık sarayı kuşatma altına alındı. Devlet başkanı , Lozada, bu kuşatmayı kırmak için ordu ve polisi hareket geçirdi ve ayaklananların üzerine kurşun yağdırdı ve 80 kişini öldürülmesine neden oldu. Ama Bolivyalı isyancılar, bu saldırılar karşısında yılmadıkları gibi, daha da öfkelendiler ve kuşatmayı daha da güçlendirdiler. Evo Morales, kuşatmayı ancak, devlet başkanını istifası, anlaşmanın iptal edilmesi koşullu la kaldıracaklarının ilan etti. Bolivya burjuvazisi, Morales'in önerilerini kabul etmek zorunda kaldı, Devlet başkanı, Lozada , Kuzey Amerika'ya kaçtı. Yeni devlet başkanlığa, başkan yardımcısı Mesa , getirildi
Aslıda, uzlaşır görülen oligarşi,güç toplayıp yeniden saldırıya geçmek için geriye çekilip, fırsat kolluyordu..Ama Morales ve onun partisi, oligarşinin siyasi oyuna gelmediler, uyanıklığı elde bırakmadılar, maden işçilerini , işçileri, koka üreticilerini, işsizleri, varoşların yoksullarını her an seferber edecek şekilde , fabrikalarda ,üretim ve yerleşim birimleri temelinde „Sovyet tip“ örgütlerde örgütlediler,Kitlelerin inisiyatifini alabildiğine geliştirdiler, her zaman ayaklanmaya hazır kıtalar oluşturdular.Oligarşinin, geriye çekilip, saldırıya geçme taktiği işlemez hale gelmesi,burjuvazi'yi yeni bulanımlar çıkarmaya itti. 2005 haziran ayında, Doğalgaz ve diğer maddelerin bulduğu doğu Bolivya bölgesine otonom statüsü tanıyarak , zengin doğu bölgesini ,Bolivya'dan kopararak, doğalgaz konusunda kararlarının alınmasını, bu bölge yönetimine bırakmak istenmekte idi.Bu yolla, bir yandan doğalgaz'ın devletleştirilmesi önlenecekti, diğer yandan , MAS'nın baskıları sonucu uluslar arası petrol şirketlerinin %50 oranına çıkarılan vergileri aşağıya çekilecekti. Böylece hem,Indianaların yaşadığı yoksul batı Bolivya, doğalgaz gelirlerinden faydalanamayacaklardı,hem de doğalgaz uluslararası petrol tekellerinin istediği gibi, ABD'ne sevk edilecekti. Burjuvazinin bu oyunun bozmak için, Evo Morales'in partisi MAS, maden işçilerini, işçileri, koka üreticilerini, öğretmenleri, memurları, emeklileri ayaklandırıp, La Paz'ı yeniden kuşattı, bu kararı almak için meçlise gidecek olan millet vekillerini meclise sokmadılar. Meclis başkan, Vaca Diez, Devlet başkanı Mesa'dan kitlelere ateş açması için baskı yapmasına rağmen, Mesa buna yanaşmadı,sonunda, Doğu Bolivya 'ya özerklik verme kararlarından vazgeçmek zorunda kaldılar. Mesa ,bir taraftan sokağın,diğer taraftan parlamentodaki sağcı çoğunluğun baskısı sonucu „devlet'in otoritesi yok ,hiç bir şey yapamıyorum, doğal-gazı Amerika ya ihraç etmesek ekonomi krize girecek“söylevleri ile istifa tehdidinde bulunmaktan geri durmadı Mesa, bu taktiğinin işe yaramadığını görerek istifa etmekten başka yol bulamadı.
Oligarşinin ve ABD emperyalizm'in amacı, tahriklerle Askeri darbe yaptırmaktı., ama general ve oligarşi , iç savaş çıkarma gücünü kendilerinde bulamadıkları için bu yolla baş vurmayıp, Morales'in erken devlet başkanlığı, parlamento, senato seçim önerisini kabul etmek zorunda kaldılar ve geçici devlet başkanlığına,Anayasa mahkemesi başkanı,Eduardo Rodriguez getirildi
Morales, seçim öncesi, neo-liberal ekonomik politikaya son vereceğini,başta doğal-gaz olmak üzer temel sektörleri devletleştireceğini ilan etmişti.
Devlet başkanlığının %53 oy oranı la kazanan , neo-liberal politikacıları geride bırakan Morales, Chavez, gibi hammadde kaynaklarından ele edilen gelirlerle, işçilerin, işsizlerin yoksuları durumların düzelteceğin, yasaklanan Koka üretimin yeniden serbest bırakacağın vaat ediyordu.
Morales'in seçim kazanmaması için,burjuvazi yoğun bir faaliyet yürüttü.Uluslararası petrol şirketleri seçim öncesi yatırımların en asgari seviyeye indirdiler ve büyük projeleri durdular. Repsol şirketinin menajeri, Roberto Mallea'nin, esas doğalgaz alıcısı Brezilya ve Arjantin'i kışkırtmaktan geri durmuyordu ve „doğalgaz sevkıyatın kontrol altına almalarının zorunlu olduğunu“ ileri sürüp Bolivya'ya müdahale etmeleri gerektiğini söylüyordu
Petrol tekelleri,açıktan „Morales seçilirse iyi olmaz“ açıklamaları la kampanya yürüdüp, seçimlere müdahale etmekten çekinmediler
ABD'ye kaçan eski devlet başkanın Lozada, neu-liberallerin adayı Jorge'sin partisi MNS'ne çok büyük oranda dolar gönderiyordu.
İşveren örgütünün başkanı „Morales başkan olursa sükunet sağlanmaz“ diyerek şimdiden mücadeleye gireceklerinin sinyallerin veriyor ve MAS'i darbe ile tehdit etmekten çekinmiyor. Bir yanda da Morales'e „devletleştirmeleri 10 senelik sürece yaymasının, tekellerin yatırımlarına devam etmesinin sağlamasını, karlarının garanti altına alınmasını“ talep etmekten geri durmuyor.

ABD ve AB emperyalistlerinin telaşı

Bolivya'da başkanlık seçimlerinin sonrası, telaşa düşen sadece Bolivya oligarşisi ve uluslar- arası petrol tekelleri değildir, ABD ve AB(EU)' emperyalistleri de, Chavez'in başladığı,tüm Latin -Amerika'yı egemenliği altına almayı amaçlayan, neu- liberalizm ve kapitalizm karşıtı yeni sosyalist hareketi hedef seçiyorlar.
Emperyalistler,Castro'unun desteklediği, ittifak kurduğu, Venezüella’dan başlayan, Bolivya'yı içine alan, yeni sosyalist hareketin, Latin- Amerika’yı tümü ile kapsamasının önü geçmenin çabası içindeler. Bunun içinde, Chavez'in, Latin-Amerika'daki etkisini kırmak için yeni alternatifler arıyorlar. Neo-liberalist dönemle birlikte,faşist general ve klasik muhafazakar partilerin iş yaramadığının anlaşılması üzerin, Brezilya'lı Lula'nın başın çektiği, orta-sol diye adlandırdıklar yeni sosyal-demokratları öne çıkarıp, neo-liberalizm'in etkinliğini sürdürmesinin yolların arıyorlar. Latin-Amerika'da, kapitalizm'e karşı mücadele edilmeden neo- liberalizm'e karşı mücadele edilemeyeceğinin anlaşılması, gericiliği daha da korkutuyor. Çünkü Latin Amerikalılar neo-liberalizm'e karşı ,alternatif sistem olarak sosyal-kapitalizm'i değil, sosyalizm'i öne sürüyorlar.
Latin-Amerika'nın 11 ülkesinde 2006 yıllı içinde devlet başkanlığı ve parlamento seçimler olacak,ABD ve AB bu seçimlerin tümünü „Chavez“cileri kazanacağından müthiş korkuyorlar.
Venezüella’da yapılan 4 aralık 2005 parlamento seçimlerinde Chavez'in, parlak bir seçim zaferi ile sonuçlandı. Bu seçimle,ona, 2006 yıllının Aralık ayındaki yapılacak başkanlık seçim için bir antrenman mahiyetinde idi, (1)
ABD ve AB, Chavez'in sosyalist hareketinin karşısına Şili ve Brezilya „model“ini çıkarmaya çalışıyor. Tekelci sermaye ve neo-liberalist politikalar için „istikrara ülkeleri“ olarak lanse edilen, bu ülkelerin „sol“görünümlü Devlet başkaları,emperyalist-kapitalizm'in sömürüsünün garantörleri olarak görülmektedir.
Şili'de devlet başkalığı için aday olan ve muhtemel olarak kazanacak gözünle bakılan, babası Pinoje denilen faşistin işkencecileri tarafından öldürülen , kendiside,(o dönemde) Doğu Almanya kaçan, Bu ülkede Diş-doktoru olan, „orta-sol“çu olduğunu söylediği halede „sosyalist“ diye lanse edilen, bayan Michelle Bachelat, Latin-Amerika lideri gibi bir ihtirasının olmadığın, Chavez'e karşı,Lula'yı desteklediğini söyleyerek, emperyalistleri yüreğine su serpiyor.
Latin-Amerika'da burjuvazi, neo-liberal politikacıların iş yaramadığın görerek, emekçi kitlelerinin, (neo-liberal dönemle birlikte) kapitalizm'e duydukları öfkeyi yatıştırmak için piyasaya , Lula, gibi „sosyalist“ kisveli burjuva ajanların sürüyorlar.
Lula, muhafazakar denilen sağ partilere karşı, işçilerin ve yoksuların hakların savunan sendikacı olarak meydana çıkmıştı. Kurduğu „sosyalist“ isimli partisi ile ekonomik mücadeleyi amaç haline getirip, çözümü kapitalizm koşularında arıyordu. Buna rağmen burjuvazi,ona yol verip, devlet başkan yapmıyordu. Neo-liberal dönem de Brezilya'da yoksulunun korkunç boyutlara çıkması birlikte,kitlelerin, sefalettin nedeni olarak kapitalizm görmemeleri için, ekonomist, sendikalist ve kapitalizm hedeflemeyen bir politikanın temsilcisi Lula'yı devlet başkanı yaptılar.Lula, seçilmeden önce , neo-liberalist politikaları sözde eleştirerek, açlıkla mücadele edeceği, „herkes üç öğün yemek yiyecek“sloganı la, yoksulluğa karşı savaşacağına sözünü veriyordu.Ama, Brezilya'da, bunun döneminde de hiç bir şey değişmediği gibi uluslararası tekellerin çıkarına tekabül eden neo-liberal politikaya devam etti,ve emperyalistlerin,oligarşinin güvenine mahzar oldu. Şimdi,Latin Amerika'da, Buch'un gözdelerinden bir durumdadır. Bunun içinde emperyalistler, Brezilya’daki 2006 ekim ayında başkanlık seçimine çok önem veriyorlar, tekrar Lula'nın kazanması için yoğun faaliyet yürütülüyorlar.
Latin- Amerika gerçek anlamda, neo-liberalizm'e karşı mücadelenin merkezi durumuna gelmiştir.Emperyalistler, Latin-Amerika'da başlayan, kapitalizm hedef alan,sosyalizm'i amaçlayan neo-liberalizm'e karşı mücadelenin,tüm dünyaya yayılmasından oldukça tedirginler.Dolaysıyla, bu mücadele gelişmeden boğmaya çalışmaktalar. Şimdiye kadar neo-liberalizm'e karşı mücadele,(özelikle Avrupa’da)sosyal -kapitalizm'i yeniden diriltmeyi amaçlamakta idi;burjuvazi, bu bakımdan rahattı. Şimdi Latin-Amerika’daki bu gelişmeler onu uykusunu kaçırıyor;Bir yanda,gelişmelere önem vermiyor bozlar takınıyor,diğer yanda tehlikeyi nasıl bertaraf edeceği konusunda uzmanların seferber ediyor ve yeni siyasi taktikler geliştiriyorlar.
Bu konuda burjuvazinin en önemli avantajı,yeni sosyalist hareketin,henüz salt işçi sınıfı siyasi hareketi haline gelmemesinin ortaya çıkardığı zaaflardır.
Tabi ki bunlar mücadelenin süreci içinde hal edile bilinir.Ama burjuvazi,sosyalist hareketi içindeki çelişkilerden faydalanarak, gelişmeleri önlemeğe yelteniyor ve yeltenecek.Örneği,Chavez'in partisi içindeki bürokratların tutumları, burjuvazi ile uzlaşıcı tavırları karşısında, emekçi kitleler nezdinde de hoşsuzluğun ortaya çıktığı gözetleniyor. Bu hoşnutsuzluk ,son parlamento seçiminden önce yapılan, mahalli seçimlerde kendini gösterdi,seçime katılanların oranında önemli ölçüde düşme meydan geldi. Burjuvazi'nin ekim ayında yapılan, parlamento seçimlerinde „seçimlere boykot“ çağrısını yapmasının temel nedeni, mahalli seçimlerde ki ortaya çıkan bu durumdu.. Ama burjuvazi yine umduğunu bulamadı, çünkü seçime katılma oranı çok yüksekti. İşçilerin, emekçilerin, Chavez'i terk etme gibi bir tavırlarının ve niyetlerinin olmadığı bir kez daha ortaya çıktı.
Yer, yer, baş gösteren pragma tik siyasi uygulamalar, hareketin daha da gelişmesine engel olduğu tespit ediliyor. Örneğin, Venezüella’dan sonra Latin-Amerika'nın ikinci büyük ham petrol kaynaklarına sahip ülkesi, Ekvator'da, neo-liberal politikalara karşı, işçilerin,işsizlerin tüm emekçiler başladığı ayaklanma, petrol bölgelerinin abluka altına almaları, Petrol üretimin ve sevkıyatını durdurmaları,Ekvator hükümetin çıkmaza sürüklüyordu. Bu koşullarda, Ekvator hükümetinin imdadına Chavez yetişti, ve Ekvator'a petrol vererek,işçilerin ve emekçilerin hareketinin başarısına engel oldu.
Chavez hükümetinin, Ekvator'lu işçilerin, emekçileri karşısında yer almasının temel nedeni,kendisine karşı, ABD emperyalizm'inin desteğini arkasına alan burjuvazinin başladığı petrol boykotu ve karşı-devrimci ayaklanma sırasında ,Ekvator hükümeti onun yardımına koşarak petrol vermesiydi,Ekvator'daki mücadele sırasında'da o,kendine yapılan yardımı karşılığını veriyordu. Tüm bunlar, mücadelenin henüz işçi sınıfı bilinç'ine, (istenen düzeyde) erişmediğini göstergeleridir.
Ama bunlara rağmen, Chavez'in damgasın vurduğu Latin-Amerika'daki neo-liberalizm'e karşı mücadele olumlu bir tarzda gelişmesine devam ediyor.
Buch,Latin-Amerika devletlerinin, Kanada, Meksika birlikte kurdukları, gümrük sınırların ortadan kaldıran, ekonomik birliğe katmak için „Latin-Amerika zirvesin“i Arjantin'de topladı. Ama Chavez'in tutumu sayesinde başarısızlığa uğradı.Çok güvendiği Lula bile, Chavez ile birlikte hareket etti ve ekonomik birliğe katılmada olumsuz oy verenlerin safında yer aldı.(2)
ABD ve AB'nin „politik- bilim uzmanların“ iddialarını aksine, Lula, izlediği neo-liberal ekonomi politika sonucu, Latin-Amerika'daki prestijini hızlı bir tazında yitiriyor:Nitekim bu uzmanlar , Latin-Amerika liderliği için Chavez'i daha şanslı görüyorlar

Morales, Lula olabilirimi?
Burjuvazi, Bolivya’yı da içine alan neo-liberalizm'e karşı mücadelenin yaygınlaşmasın , ,dünyanın diğer yoksul bölgelerindeki emekçi ve işçilere örnek teşkil etmesini önlemek için propaganda kampanyasına başladı. „Morales’in keskinliğine bakmayın, onunda sonun Lula gibi olması kaçınılmazdır“ görüşlerini yaygınlaştırmaya çalış ılınıyor.
Burjuvazinin uzmanları, bir yana da „Morales, doğalgaz'ı devletleştirirse çok tehlikeli bir harekete girişmiş olur“diyorlar, diğer yanda“Morales, petrol şirketleri ile anlaşmak zorundadır, bu durum onu destekleyen seçmenlerde hayal kırıklığına ve bu hareket’te hüsrana uğratacak“ diyorlar
Latin- Amerika uzmanı ABD’Lİ Klaus Bodemer, „sol popülistlik“ „abartılarak değerlendiriliyor, Chavez'in, anti- Amerikancı süslü söylevlerine rağmen petrolünün %25 in ABD veriyor,(3) hale ABD'ye bağımlığını sürdürüyor“ diyor. Oysa bu burjuva“politik uzmanın „iddiaların tam tersin,son iki yılda ABD'ne ihraç edilen petrol %57 lirden, %24 oranına düştü. Latin -Amerika ülkelerine ihraç edilen petrol,%24 orandan %41 leye çıktı. Venezüella 2005
yıllında,Brezilya,Arjantin,Küba,Jamaika,İspanya,Hindistan ve Çin ile petrol ihraç anlaşmaları imzaladı.
Latin Amerika ülkelerine ise çok uygun ödeme koşulları la petrol satıyor ve Emperyalistler boyun eğmelerini önlemeğe çalışıyor.
Burjuvaların yarattığı bu karamsa tablonun sürecin özeliğinden dolayı bazı“sol!“cuları etkiliye biliyor.
Bu düşünceleri ortaya atan burjuva „ politik-bilimciler!“i, bir sürü gerçeği de kabul etmek zorunda da kalıyorlar. Örneğin, Morales'in çok önemli sosyalist fikirdaş arkadaşlarının bulunduğun, bunların, Latin -Amerikalılarla sınırlı olmadığın, Avrupa'da, özelikle Fransa'daki ve İspanya'daki sosyalistlerin bunlara yol gösterdiğini itiraf ediyorlar.
Morales'in başkan yardımcısı, eski gerillacı, Alvaro Garci'dir, burjuvalar dahi bunun entelektüel bir kişi olduğunun kabul ediyorlar , onun diğer önemli yardımcılarından bir,sosyolog, matematikçi İgraue Eminenz
Alvaro Garci,“andinen -kapitalizm'in direnişine ve Bolivya'yı bölme amacı karşı, temel önlem, Morales'in,parlamento dışı ayaklanmalarla uzun dönemli esas birliğin sağlamasıdır.Zaferin garantisi buradadır“diyor
Morales, hareketinin ortaya çıkışı, gelişmesi,Lula'nın ki le benzer yanı olmadığı açıktır., Morales, emekçileri ayaklandırarak, burjuva devletin ele geçiriyor. Tabi ki sosyalist iktidar kurulmuyor, burjuva devletinin yerine proletaryanın demokratik devleti geçmiyor, ama burjuva devlet'inde iktidara gelinerek sosyalizm'e geçişin koşulları oluşturulyor.
Lula ise, sendikalist bir harekete dayanarak, işçileri,emekçileri,işsizleri, varoşların yoksuların ne ayaklandırmak için örgütledi, nede ayaklandırdı. O seçimle hükümete geldi ve neo-liberalizm kabul eden Avrupa'nın sosyal-demokratlarının uzantısı bir politika takip etti ve ediyor. Lula , vaatlerinin yerine getirmediğinde, ayaklana örgütlü yığınların baskısıyla karşılaşmadığı için rahat hareket etti.
Eğer, Morales'de, Lula gibi bir yollundan saparsa, karşısında çeşitli kere ayaklanmış örgütlü kitleleri bulacak. Herkes bunun farkında, Dolayısıyla, burjuvazinin uzmanlarının „Morales , petro şirketleri ile uzlaşmak zorundadır, doğalgazı devletleştiremez“ iddialar gerçeği yansıtmıyor.
Morales, seçimi kazanır kazanmaz,verdiği ilk demeçte“ Bolivya yeni bir döneme giriyor neo-liberalist ekonomi-politikaya, koloni devlete son vereceğiz,Yeni Bolivya'nın Anayasasının manifestosunun hazırlayacağız, Sosyalist hareketi, Latin -Amerikanın büyük politikacısı Simon Bolivya’nın vatanını yeniden kuracağız“ diyor Ve „ben sadece Indiana'ları devlet başkanı değil ,tüm Bolivya'nın devlet başkanı olduğunu da ilave ediyordu.
Tabi ki, Bolivyalı devrimcilerinde bekleyen önemli sorunlar var. İlk önce Bolivya'nın etnik yapısı bir müşkülat olarak öne çıkıyor.Bolivya Nüfusunun 2/3'nu Indianalılardan,geri kalan 1/3 ise beyazlar ve melezlerden oluşuyor, Indianalınlar, fakir batı-bölgesinde yaşa iken, beyazlar ve melezler zengin doğu-bölgesinde yaşamakta. Aynı zamanda,zengin hammadde kaynakları, doğalgaz revezvleri doğu-bölgesinde bulunmaktadır. Son devlet seçimlerinde , Morales,yoksul batı -bölgesi, Oruno,Potosi,Chuquisaca,La Paz ve Corhabunha de oyların çoğunluğunun alır iken, Neo- liberal politikanın temsicisi,eski devlet başkan yardımcısı, Jorge,doğu- bölgesinde ki,Tarija, Benc, Panday, Sanra Cruz oy çoğunluğun almayı başardı. Bunun için oligarşi, Doğu- bölgesini, Bolivya'dan ayırmak istiyor.Ama, Morales, Chavez gibi tüm işçilerin ve emekçilerin çıkarını gözeten bir politika ile,Doğu bölgesindeki burjuvazinin etkinliğini kırmayı hedefliyor.
Chavez,Burjuvazinin direnişin kırdıktan sonra, devlet-petrol şirketi, sadece 2005'in ilk 3 ayında 7,6 milyar dolar, direk petro geliri elde etti,2005 sonda 30 milyar dolar petrol ihracatın dan gelir bekleniliyor.Sadece 2004 yıllıda, petrol sanayisinde,%8,7 oranda gelişme sağlandı. Venezüella merkez bankası,ekonomide 2004-2005 arasıda %17,3 oranda büyümeni ortaya çıktığı tespit etti.
Venezüella’da 1,4 milyon yoksul okula dahi gidemiyordu,Chavez,uyguladığı eğitim politikasıyla bunlara eğitim imkanı tanıdığı gibi,herkese parasız eğitim imkanı tanıdı,Halkın %70'ne parasız sağlık hizmetlerine kavuşturdu.. 20 Bin Kübalı doktor Venezüella’da sağlık hizmetlerinde çalışıyor,Konut sorunun hızlı bir şekilde çözüme kavuşturuyor. İnşaat %32,1 büyüme oranla en fazla gelişen sektör konumundadır.
Venezüella Devlet'i 1,7mliyon ton yiyecek,dağıtıyor, 12 milyar dolar yiyeceklerin fiyat indirimine harcanılıyor., Burjuvazinin tüm ekonomik sabotajına rağmen sanayideki kapasite oranı %56 seviyelerine çıkmış durumda,devlete ait 700 işleteme yakında 1400 çıkmak üzere, fabrikalar , işçilerin kontrolüne veriliyor, bir sürüsü işletme devletleştiriliyor.
Venezüella’daki bu gelişmeler, Bolivya'da da ortaya çıkması çok muhtemeldir. Bolivya doğalgazdan elde edeceği gelirleri yoksuların, işçilerin, emekçilerin, ekonomik ve sosyal durumlarının düzeltilmesine harcanacak. Burjuvazi bunun için doğalgazın devletleştirilmesin istemiyor,bunu önlemek için her türlü hileye baş vurmakta geri durmuyor.
Özellikle,Latin-Amerika'da sadece bir ülkede, emperyalizm ve oligarşiye karşı, bir ekonomik -politika ,izlemenin mümkün olmadığı, Nikaragua örneği le açığa çıkmıştı. Sandinistalar, silahlı mücadele ile faşist diktatörlüğü yıkıp iktidara gelmişti.İktidara geldikten sonra Nikaragua ekonomisi burjuvazinin ve emperyalistlerin sabotajı sonucu krize girdi.Emekçi kitleler Sandinistalardan koptu, Kitlelerden tecrit olan Sandinista, Burjuvaziye iktidarı terk etmekten başka bir yol bulamadı. Bir ülkede,yeni sosyalist hareketin başarısı,diğer ülkelere de yayılmasına bağlıdır.
Burjuvazi ,bundan dolayı, Bolivyanın da Venezüella’ya katılmasından müthiş tedirgin oluyor. Ama burjuvazi en kadar tedirgin olursa, olsun,Latin-Amerika başlayan sosyalizm'e doğru yürüyüşün önünü kesemiyecek.Yakın gelecekte sırada Ekvator,Kolombiya diğer Latin -Amerika ülkeleri var . Neo-liberalizm'e karşı, mücadele,kapitalizm'e karşı mücadele ile bütünleşerek yolluna devam ediyor ve edecek


www.yyildirim.de.vu


-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(1)çünkü Chavez, Simon Bolivar ölümünün 200. yıllı olan 2030 kadar devlet başkan seçilmek istiyor
(2)Chavez, son dönemde ABD emperyalizm'inin en fazla egemen olduğu,Kolombiya yanına çekmeye çalışıyor. ABD, Kolombiya'yı öne sürerek Venezüella'da, provokasyon yaratıyor, son günlerde,Buradaki faşist hükümet,, Venezüella'ya yönelik askeri darbeye yataklık ettiğini Chavez'e itiraf etti., Chavez şimdi, Kolombiya hükümetini, gerillalara karşı savaşı durdurmaya zorlu, Gerillalarla, hükümet arasıda arabuluculuk yapıyor. Ve böylece Kolombiya'yı da ABD emperyalizm'in etkinliği altından kurtarmaya çalışıyor.
(3) Bu burjuva uzmanının iddialarının aksine Chavez, ABD petrol sevkini giderek azaltıyor.Chavez öncesi, Venezüella petrolleri büyük oranda ABD'ne gidiyordu.şimdi ise Chavez bu bağımlığı ortadan kaldırıyor ve petrollünün,Latin-Amerika ülkelerine örneği Küba’ya da veriyor ve dünyanın başka ülkelerine de petrolünü satıyor. ABD %25 orandaki petrol satışı ise giderek aşağılara çekiliyor.

13 Ekim 2006

"Anti-emperyalizm, cephe ve TKP" Başlıklı Sözde TKP Eleştirisi! Yazısına Cevap



Bu başlıkla çıkan yazıyı gören herkes "dehşetli bir "TKP" eleştirisiyle karşılaşacağını zanneder. Yazı okunduğunda, bırakın "TKP"nin revizyonist görüşlerinin eleştirisini, (onun görüşlerini kabul ettiği yetmezmiş gibi) sözde emperyalizm'e karşı "ulusal kapitalizm"in savunulmasını doğru görüyor ve TKP'nin en büyük kusuru da! "emperyalizm"e karşı mücadeleyi, sosyalizm hedefine bağlamasıymış! Çünkü anti-emperyalizm, tümü ile anti-kapitalizm demek değilmiş! Anti-emperyalist olan bazı burjuva sınıf ve tabakalar, kapitalizme karşı mücadeleye girmezmişler, dolayısıyla, sosyalizm amaçlı anti-kapitalist mücadele, emperyalizme karşı kurulacak olan "ulusal cepheyi" zayıflatırmış! Böylece (Türkiye gibi ülkelerde) anti-emperyalist mücadele, sosyalist devrimi içermezmiş. Emperyalizme ve "işbirlikçi tekelci burjuvazi"ye karşı mücadele, anti-emperyalist ve demokrasi içerikli olması zorunluymuş!

Türkiye'deki devrimin, sosyalist devrim, yoksa ulusal demokratik devrim, aşamasında olduğuna dair tartışma yeni değil. 1970 öncesine damgasını vuran, “MDD mi, sosyalist devrim mi” tartışmasıydı. MDD tezini savunanlar, Türkiye'yi, kapitalist üretim ilişkilerinin değil, feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ülke olarak tanımlıyorlardı ve feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğunu kanıtlamak içinde "çok bilimsel" görüşler ortaya atarak "sol" askeri darbenin zeminini hazırlıyorlardı.

MDD'cilerin (niyetlerinden bağımsız olarak) soruna teorik olarak yaklaşma tarzlarında, (genel olarak) M-L'e aykırı bir bakış açısının olduğu iddia edilemez. Tezlerini, Lenin'in kesintisiz ve aşamalı devrim görüşlerine dayandırmak istiyorlardı(1) feodal üretim ilişkilerine, feodal sınıfların diktatörlüklerine karşı, demokrasi mücadelesi ve demokrasi, tabiî ki burjuva içeriklidir. Burjuva demokrasinin gerçekleşmesine işçi sınıfının önderlik etmesi, bu demokrasinin içeriğini değiştirmez.

Feodalizm'e karşı burjuva demokrasine geçiş mücadelesine önderlik eden sınıf, burjuvazi' idi. Bilindiği gibi, Feodal üretim tarzından, kapitalizm’e, feodal despotizmden, burjuva demokrasine geçiş, devrimci veya evrimcil biçimde olabilir ve oldu. Çünkü burada cereyan eden olay, bir sınıflı toplumdan, bir üst sınıflı topluma geçiştir. Feodal üretim tarz içinde, üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin doğmasına yol açtı. Gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin temsilcisi burjuvazinin, üretici güçlerin gelişmesine, dolayısıyla kapitalizmin egemenliğine, engel olan feodal üretim ilişkilerinin ve feodal üst yapı kurumlarını tasfiye etmesi zorunludur. Kapitalist üretim tarzının ve burjuva demokrasinin egemen oluşunda işçi sınıfının çıkarı vardır. Çünkü kapitalizm ne kadar gelişirse, sosyalizm'in maddi temelleri de o kadar olgunlaşır.

İşçi sınıfının bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkışı ve sosyalizme geçiş için feodal üretim ilişkilerinin ve feodal üst yapı kurumlarının devrimci tarzda tasfiyesini istemesi ve kesintisiz tarzda sosyalizme geçmeyi amaçlaması, burjuvaziyi devrimci tarzda feodalizmi tasfiye etmekten alıkoyduğu doğrudur, ama bu, burjuvazinin, feodal sınıflarla uzlaşarak, eski feodalleri yeni burjuva sınıf'a dönüştürdüğünün, feodal üretim ilişkilerin ve feodal üst yapı kurumlarının süreç içinde ve evrimcil bir tarzda tasfiye ediğinin inkarına neden olmaz. Serbest rekabetçi ve tekelci kapitalizm dönemlerde burjuvazi feodal üretim ilişkilerini ve feodal üst yapı kurumlarının, evrimcil bir tarzda kapitalist üretim ilişkilerine ve kapitalist üst yapı kurumlarına dönüştürdüğü bir vakadır.

Anti- feodal mücadele ile anti- emperyalist mücadelenin birliğinin sağlayan, Emperyalist burjuvazinin, feodal üretim ilişkilerini, feodal veya yarı-feodal sınıfların devrimci bir tarzda tasfiyesine karşı çıkması, feodal sınıfları kendi güdümüne alarak, kendine bağımlı kapitalist sınıf'a dönüştürmesidir. (2)

Sözde " TKP eleştirisi" yazı ise, emperyalizm karşı mücadele, feodal kalıntıların tasfiyesini amaçlamasından ötürü, devrim aşamasını demokratik ve anti-emperyalist olması gerektiğini tespit etmiyor, demokrasiyi, burjuva içerikli olarak tanımlanmasının nedeni, anti-feodal mücadele ile anti-emperyalist mücadelenin birliğinden dolayı değil. Daha doğrusu, anti -feodal olmasına gerek olmaya, burjuva içerikli "demokratik devrim"den bahsediyor, işçi sınıfının mücadelesini, bu demokrasinin elde edilmesiyle sınırlıyor ve sosyalist devrimin gündeme getirilmesine karşı çıkıyor. Hem, kapitalist üretim tarzı egemen olacak, hem de önümüzdeki devrim, sosyalist değil, burjuva içerikli demokratik devrim olduğu öne sürülecek! Peki, bu nasıl olur sorusunu sormaya gerek yok, çünkü tekel-dışı burjuva sınıfları ürkütmemek için onları istediği kapitalizm'i, dolayısıyla demokrasiyi savunmak gerekiyor! Modern revizyonizm, burjuva demokrasinin sınırların genişleterek, sosyalizm'e geçişin sağlana bileceğini ileri sürüyordu, bu yazıda ise, burjuva içerikli demokrasi sayesinde ancak, sosyalizm'e gidişin, ilerleyişi sağlana bileceği iddia ediyor. Yani, Modern revizyonizmden daha geri bir tespit yapıyor ve demokrasi tamamlanmadan sıra sosyalizm’e gelmez diyor, arkasından'da sözde menşevizm'i eleştirmekten geri durmuyor. Menşevikler, Burjuva demokrasi tamamlanmadan, kapitalizm’i, egemen bir üretim tarzı haline gelmeden, sosyalist devrimin koşulları oluşmaz, bunun için, bu süreçte, işçi sınıfının görevinin, burjuvazinin feodalizm'e karşı mücadelesini desteklemekle sınırlı olması gerektiğini iddia ediyorlardı. "TKP eleştirisi" yazı ise, tanımladığı burjuva içerikli demokrasi mücadelesinde, burjuva demokrasi tamamlanmadan sosyalizm gündeme gelmez, dolayısıyla, anti-emperyalist, (feodalizm'i hedef almayan),demokrasi mücadelesinde, dahi işçi sınıfının önderliğini zorunlu olmadığın iddia ediyor ve arkasından "TKP'nin menşevizm"ini eleştiriyor! Yazı, her şeyi canın istediği gibi ele alıyor. Böyle bir bakış açısının Marksizm ile ne ilgisi olabilir?

K.Yalçın, burjuva içerikli demokrasi mücadelesinin gerekliğini, faşizm'in varlığına da bağlamıyor, Çünkü Türkiye’de "faşizm'in" egemen olduğunu öne sürmüyor. Kaldı ki, kapitalizm egemen olduğu ülkelerde, faşizm karşı mücadeleyi, burjuva içerikli demokrasi ile sınırlamak, sosyalizm için mücadeleyi amaçlamamak, faşizm yaratan tekelci kapitalizm yaşatmaktan başka işe yaratmadığı gibi faşizm tehlikesini ortadan kaldırmaz. Bunun için faşizme karşı mücadelenin sosyalizm'i amaçlaması zorunludur. Yani faşizm varlığı, sosyalizm için mücadeleyi gündemden çıkarmaz.

Tabiî ki, faşizm’e karşı mücadeleyi, burjuva demokrasinin yeniden kurulması veya gerçekleştirilmesi ile sınırlayan, değişimci "işçi sınıf"ı hareket"leri var oldu. İşçi sınıfına, onu sosyalizm amacına ihanet eden, burjuvazi ile uzlaşarak, faşizm’e karşı mücadelenin kapitalizm'i yok etmeğe yönelmesini önlüye, sonunda Sovyetlerde geriye dönüşün oluşumuna katkıda buluna, Avrupa'nın revizyonist "komünist partileri”nin izlediği yolun "burjuva içerik demokrasi"yi savunmadan ve yaşatmaktan ibaret olduğu bilinmektedir(3)

Bir ülkede, toplumun dönüşümünün belirleyen alt yapı, yani üretici-güçler ile üretim ilişkiler arasıdaki çelişkidir. Üst yapı, hiç bir şekilde bir ülkede devrim aşamasını niteliğini belirleyemez. Bunun içinde hiç kimse sübjektif (öznel) isteklerine göre, devrim aşamasını, sınıflar ittifakın tespit edemez. Böylesine tespitler, Marksizm'in bilimine aykırı olduğu gibi, objektif gerçeklerde uygunluk arz etmez. Şayet bir ülkede "demokratik devrim" tamamlanmamışsa, demek ki o ülke, feodal veya yarı-feodal üretim ilişkilerinin ve (buna uygun düşen feodal sınıfların egemenliğini belirleyen), anti-demokratik devlet biçimlerinin egemenliği altıdadır. Bu koşullarda, işçi sınıfının, toprak devrimi temelinde, köylülükle, ittifak yapması, demokratik devrim gerçekleştirmesi veya tamamlanması kaçınılmazdır. Bu devrim aşamasından geçmeden, sosyalist devrim aşamasına geçmek mümkün değildir. K.Y, hiç bir şekilde bu tip "burjuva içerikli" demokratik devrimi öne sürmüyor. Kapitalizm koşullarında, burjuva demokrasini göklere çıkarıyor ve bunun gerçekleştirilmesini de, sözde devrimin amacı olarak tespit edebiliyor.

Çin ve Küba yanlış örnektir


Anti-emperyalist mücadelenin, anti- kapitalist mücadeleye dönüşmemesi yine feodalizm ile ilgili olaydır. Emperyalist ülkeler, feodal egemenler dayanarak, o,ülkeyi egemenlikleri altına alabilirler ve köylülüğün feodal bağımlılık ilişkilerini devam ettirirler.

Kırlarda da başlayan pazar iç üretimin gelişmesinin, tarımda sınıf farklılıklarının ortaya çıkmasının engellenmesi ve sonunda iş-gücünü metal haline gelmesinin yavaşlatılması, feodal üretim ilişkilerinin, feodal üst yapı kurumlarının tasfiyesi gündeme getirir. Bu koşularda, feodalizm’e karşı, kapitalist üretim ilişkilerin radikal bir tarzda gelişmesi ve egemen olmasını isteyen, devrimci burjuvaların varlığından söz edile bilinir. İşçi sınıfı, kapitalizm geriliğinden dolayı sınıfsal olarak cılız olduğu durumda, ,feodalizm'in tasfiyesi için radikal burjuvaziyi destekler, emperyalizm’e ve onun dayandığı feodal ve yarı- feodal iç gericiliğe karşı, ulusal ve demokratik devrim amacıyla ittifak kurar. Şayet bu koşullarda, işçi sınıfı, devrimci mücadelenin önderliğini elle geçire bilirse, demokratik devrim, sosyalist devrime dönüştüre bilir ve kesintisiz sosyalist devrimi gerçekleştirir. Böyle ülkelerde, kapitalizm egemen bir üretim biçim haline gelmediği için, emperyalizm karşı mücadele ile kapitalizm'e karşı mücadele bütünleşmez. Çin devrimi başlangıçta, bu söylediğimizin (tam olmasa da) bir örneğidir. Sonradan, Mao Zedung önderliğindeki Çin'in ulusal ve demokratik devrimi, Sovyetlerin desteği ile sosyalizm doğru yöneldi,(4) Sovyetlerdeki geriye dönüş, Çin’i de devlet kapitalizmine doğru yönlendirdi. Çin devriminin, anti-kapitalist olmadığı, sadece diş emperyalist güçler ile işbirlikçileri hedef aldığını söylemek yanlış olduğu gibi, somut gerçeklerin de inkârdır. Çin, sosyalist Sovyetlerin yol göstericiliği sayesinde, feodal toprak ağalığına son verip köylülüğü özgürleştirdi, özel mülkiyetin büyük ölçüde kamulaştırdı (tabiî ki süreç içinde) büyük ölçüde iş-gücünü meta olmaktan çıkardı, kar için üretime son verdi, kitlelerin tüketimini gözeten planlı ekonomiyi yürürlüğe koydu.

Sözde "TKP"yi eleştiren K.Y, Mustafa Kemal Türkiye'si ile ÇİN devrimini aynı kefeye koymaya çalışıyor. Mustafa Kemal'in toprak devrim diye bir sorunu olmadığı gibi küçük mülk sahipleri dahi olmak üzere, özel mülkiyede dokunmadı, emperyalistlerle ekonomik ve siyasi bağın hiç bir zaman koparmadı, kurtuluş savaşı sonrası kapitalist yolu tutu. Mao Zedung ise tam tersi, sosyalist Sovyetlerin desteği ile sosyalizm'i kurmaya çalışıyordu. Çin, devriminin "anti-kapitalizm ile bütünleşmeyen anti-emperyalizm" örneğine hiç uymuyor.

Küba devrim yine dünyada örneği olmayan "kapitalizm hedef almayan anti-emperyalist devrim" ile yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Küba'daki devrim, sadece dış emperyalist güçlere yönelmemiş, kapitalist üretim ilişkilerin büyük ölçüde tasfiye etmiş kendine özgür "sosyalist bir ülke" haline gelmiştir.


Türkiye sosyalist devrim aşamasındadır


"Türkiye gibi bir demokratik devrimden geçmemiş kapitalist toplumlar"dan bahseden K.Y, ne anlatmak istediğini kendisi dahi bilmiyor. Bir ülke "demokratik (ki burada demokratik aşama kast ediliyor-y)devrimden geçmemiş" ise kapitalist toplum haline gelmesine imkan yok demektir. Kapitalizm egemen hale gelmişe, o ülkenin "demokratik aşamadan" geçmediğinden bahsetmek saçmadır. Çünkü bir ülkede feodal ilişkilerin tasfiyesiyle serfliğe son verilmişse, köylülük özgür vatandaşlar haline gelmişe, o ülke burjuva demokrasinin maddi temelleri oluşmuş demektir, henüz, faşist ve gerici devlet biçimlerinin varlığından dolayı, parlamenter sisteme geçilmemesine rağmen, o ülke demokratik sürecini tamamlamış demektir ve o ülke sosyalist devrim aşamasındadır.

Demokratik aşamanın tamamlanması için devrim'de zorunlu değil, bunun, evrimcil bir tarz olabileceğini değindik: Böyle bir oluşunun tipik örneğini, Almanya teşkil ediyor, evrimcil bir tarzda demokratik sürecini tamamlanmış ve Almanya "kapitalist toplum" haline gelmiştir, Bu durumda hiç kimse K.Y gibi,"demokratik devrimini tamamlamış kapitalist toplum"dan bahsederek, Almanya’nın sosyalist devrim aşamasında olmadığından bahsetmemiştir.

Bu yazıdaki, emperyalizm kavramın ele alış, başlı başına yanlış görüşün esas dayanağını oluşturuyor. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermaye egemenliği olarak tanımlanıyor. Oysa temel alınması gereken tekelci kapitalizm ve onun oynadığı fonksiyonlardır. Serbest-rekabetçi kapitalizm koşullarında, üretici güçlerin gelişmesi sonucu, kapitalizm’in, bir üst aşama olan tekelci kapitalizm dönem girdi, bu oluşumun esasın, bank sermayesi ile sanayi sermayesini kaynaşması ile oluşan mali sermaye teşkil etmektedir. Mali sermaye tekelci vasıftadır. Tekelci kapitalizm'de temel güç bankaların elindedir. Oysa serbest rekabetçi dönemde esas güç sanayi sermayesinin elinde idi ve banklar ise arayıcı kurumlar durumda idi. Bunun için Tekelci kapitalizm, tekelci sermaye ile mali sermayenin egemenliği değil, mali sermaye egemenliğidir. Tekelci sermayeden bahsedildiğinde, mali sermayeden söz edilir.(5)

Lenin, tekelci kapitalizm, sosyalizm’in arifesi olarak tanımladı. Yani tekelci kapitalizm, sosyalizm'e geçişe daha yakındır, toplumsal ilerleyişe, üretici güçlerin gelişkinliğine göre soruna yaklaştığımızda, işçi sınıf, serbest rekabetçi kapitalizm, değil tekelci kapitalizm tercih eder. Çünkü tekelci kapitalizm, geberen, sosyalizm arifesindeki kapitalizmdir. Üretici güçlerin gelişkinliği açısından, daha geride olan serbest rekabetçi üretim ilişkileri, tekelci kapitalist üretim ilişkilerine karşı, bir alternatif olarak öne sürülemez, işçi sınıfına, tekel dışı kapitalizm’in, tekellere karşı savunulması hedef gösterilemez, yani daha geri üretim ilişkiler, daha ileri üretim ilişkilerine göre (geçicide olsa) tercih edilemez. "tekelci kapitalist üretim ilişkileri"nden, daha ileri üretim ilişkileri; sosyalist üretim ilişkileridir.

Tekelci kapitalizm dönemde, tekelci kapitalist "üretim ilişkilerine" göre, (varlığını sürdürdüğü kadar ile) serbest rekabetçi "üretim ilişkiler" üretici güçlerin gelişimde daha olumlu rol oynamaz, bunun içinde burjuvazinin hiç bir kesimi devrimci bir vasıf taşımaz. (tabiî ki sosyalizmi sınıfsal kurtuluş olarak gören küçük burjuva kesimlerinin devrimci olmadığını iddia etmiyorum) Aksine bu üretim ilişkileri vadesini doldurmuştur. Lenin’in görüşlerine göre, tekelci kapitalizm, üretici güçlerin gelişmesini derinliğine etkiler. Nitemin Tekeller arası rekabet, üretici güçlerin gelişmesini (bir miktar engellese de), derinliğine etkilediği bir vakadır. Tekelci kapitalizm dönemi de, ister tekelci, isterse (varlığını sürdürdüğü kadar ile) serbest rekabetçi üretim ilişkiler olsun, vadelerini doldurmuşlardır, tarihsel anlamda, bir bütün olarak kapitalist üretim ilişkileri vadelerini doldurmuştur ve bir bütün olarak gerici üretim ilişkileridir. Bunun için, Üretim toplumsa karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasıdaki çelişki, sosyalizm’e geçişi zorunlu kılacak boyutta keskinleşmiştir. İlerici olan, devrimci olan, tek üretim ilişkileri sosyalist üretim ilişkilerdir.

Kapitalizm'in egemen olduğu, feodal kalıntıları yok denilecek seviye'ye düştüğü bir ülkede, toplumsal dönüşümde, emek sermaye çelişkisinin temel ve belirleyici olmadığın söylemek yanlıştır ve objektif gerçeklere terstir. Serbest rekabetçi kapitalizm'den, Tekelci kapitalist döneme girildiğinde, serbest rekabetçi kapitalist üretim ilişkileri, feodalizm'in bağrında yeşeren, üretici güçlerin gelişimini etkileyen ve onula uyum içinde olan, ilerici üretim ilişkiler vasıfların çoktan kayıp ettikler için, tekelci kapitalist ilişkileri doğuşunu sağlamışlardır; yani devrimci özeliklerin kayıp etmişlerdir. Çünkü artık feodalizm'den kapitalizm'e geçiş dönemini değil, kapitalizm'den, sosyalizm'e geçiş dönemin yaşıyoruz. Bunun için Lenin, çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır demiştir. K.Y, çağımızın niteliğini anlamıyor. Bunun içinde kapitalizm'in egemen olduğu bir toplumda, emek sermaye çelişkisi temel çelişki değildir. "demokratik devrim tamamlanmadan, emek sermaye çelişkisi esas çelişki haline gelmez" diyebiliyor.

Tekelci kapitalist dönemle birlikte, tekelci burjuvazi ile tekel dış burjuvazi arasıda bir çelişkinin ortaya çıkışı, devrimin hangi aşamada olduğunu belirlemez ve devrimin karakterine her hangi bir etkide bulunmaz. Çünkü devrimin aşamasını ve karakterini, üretici güçlerle çatışma içinde olan üretim ilişkileri belirler. Bunun için proleter devrimler çağında, devrimin aşamasın ve karakterini, burjuvalar arası (ister, tekeller, isterse, tekeller ile tekel dışı burjuvalar arasıda olsun fark etmez) artı-değeri paylaşma çatışması belirlemez. Bu çatışma, sosyalist devrim aşamasında bulunduğumuzu etkisiz hale getiremez,

K.Y, tekelci kapitalistler(6),gerek kendi aralarında, gerekse, tekel dışı kapitalistler yürüdükleri rekabet sonucu, kapitalist üretim ve sermaye giderek daha azınlık tekellerin elinde birikmesini kaçınılmaz olduğunu farkında değil, Oysa bu oluşum özelikle tekel dış burjuvaziyi, özel mülkiyeden arındırıp proleterleştirir. Tekellerin baskısı sonucu, özel mülkiyetin kayıp eden veya kayıp etmekle baş başa kalan orta ve küçük burjuvalar, tekeller karşı "mülkiyet"lerin geri alma veya kayıp etmekten kurtarma girişimi karşısında, işçi sınıfını görevi, bu burjuvaların mülkiyetlerini yeniden kazanmaların gözeten bir programla 'i ortaya çıkıp, Tekellere "savaş" açıp, kapitalizm savunmak ve yaşatmak değil, sosyalizm’i gündeme getirmektir. Proletarya, hiç bir şekilde küçük mülkiyeti savunarak,büyük mülkiyede karşı çıkamaz, Çünkü sosyalizm'e yakın olan küçük mülkiyet değil, büyük mülkiyettir. Küçük ve orta burjuvazinin, sosyalizm'e düşman olmasının temel nedeni, özel mülkiyede olan bağnaz bağımlığıdır. Bunun için ( bir geçici bir süreyi kapsasa da)küçük mülk sahipler kapitalizm'i savuna gerici siyasi hareketleri kitlesel tabanın oluştururlar."Proletarya"nın, Tekellere karşı, kapitalizm ve küçük mülkiyeti "savunması!" aslıda, kapitalizm'in ekonomik kanunlarına da aykırıdır ve bir aldatmacadır. Çünkü bir an için tekeller karşı küçük mülkiyetin savunulmasında başarı sağlandığın düşünelim, kapitalist ilişkiler varlığını sürdükçe, küçük mülkiyeti, büyük mülkiyete dönüşmesi, küçük mülk sahiplerinin büyük çoğunluğunun mülkiyetten arınması kaçınılmazdır. Bu, sadece tekelci kapitalist ilişkiler neden ile ortaya çıkan bir olgu değil, kapitalist ekonomik kanunlarının doğal özeliğidir. Bu objektif gerçeği hiç kimse değiştiremez, Çünkü bu, insan iradesinin dışında var olan bir maddi bir olgudur.

Küçük mülkiyetin varlığın yitirerek, büyük mülkiyete dönüşmesi, proletaryayı sınıfsal olarak güçlendirdiği gibi, milyonlarca insanı sefaletin içine iter. İnsanların sömürü ve sefaletten kurtulması için sosyalizm tek kurtuluş yolu olduğu, daha vurucu bir tarzda ortaya çıkar. Bir Marksist’in, bu gelişmeden gocunacağı, rahatsız olacağı neyi olabilir? Kapitalizm, milyonlarca küçük mülk sahibini mülkiyeden arındırması, işgücünü, satmak zorunda bırakması, devrimi önlemez, tam tersine sosyalist devrimin olgunlaşmasının, gelişmesinin zemin hazırlar. Küçük mülkiyeti "savunmak ve yaşatmak" sosyalist devrimin gündeme gelmesini geri plana iter.

Türkiye'nin neo-liberal döneme girişi

Sosyalizm'in, pratikte kapitalizm'i tehdit ediği dönemde, Tekelci burjuvazi, izlediği ekonomik-politik çizgi ile (kapitalist üretim ilişkilerinin neden olduğu) küçük mülkiyetin tasfiyesini yavaşlatmaya çalışarak, gelişen sosyalizm'e karşı, küçük burjuvaziyi(bilhassa köylülüğü) yanına çekti ve kapitalizm'i savunmanın kitlesel dayanağı yaptı. Özellikle, Türkiye, bu politikanın uygulandığı ülkelerin başında gelir, DP ve onun devamı olan AP v.s gibi partilerin, iktidarları döneminde bu ekonomik-politika'yı uyguladılar ve yine, Türkiye’de, gericiliğinin, anti-komünizm'in bu kadar güçlü olmasının temel nedeni, sosyalizm'e karşı küçük mülkiyeti yaşatma politikasıdır.

Sosyalizm'in, pratik bir tehdit unsuru olmaktan çıkması ve burjuvazinin neo-liberal dönemi başlatması, Türkiye gibi ülkelerde uygulana bu ekonomik-politikanın iflasına yol açtı, Uluslar arası burjuvazi, neo-liberal dönemle birlikte, Türkiye'de uygulana politikadan desteğini çekmesi, Türkiye gericiliğin neo-liberal döneme girmek zorunda bıraktı.1980 ile hızlana neo-liberal ekonomik- politika'nın uygulanması, hızlı bir tarzda küçük ve orta mülkiyetin (özelikle kırlarda) tasfiyesine yol açtı, şehirleşme ve şehirlerdeki nüfus artışı hızlandı, sanayileşme yayınlaştı, Anadolulun birçok şehri, sanayi merkezleri haline geldi, Kırları terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan, büyük şehirlerin varoşlarında birikti. Yoksulluğun, işsizliğin, diz boyuna çıktı, iş-gücünün en ucuz olduğu ülkelerin başında, Türkiye gelmektedir. 1980 öncesi Türkiye'nin kırları da yaşayanlar, nüfusun %50 üstüde iken, şimdi %35'ler civarına düşmüş durumdadır. Tüm bunlar, Türkiye'deki şartların, sosyalizm için (objektif olarak) daha da olgunlaştığının göstergeleridir.

Tüm dünya olduğu gibi, Türkiye'de de neo-liberalizm dönemine karşıt olarak, neo- liberalizm öncesi dönem öne sürülüyor. K.Y'nin bakış açısı da bu şekildedir. Tabiî ki, neo-liberalizm'den en fazla zarar gören sınıfların başta işçi sınıfı geliyor, ama bu durum, hiç bir şekilde işçi sınıfını, neo- liberalizm öncesi kapitalizm savunmak, onu yeniden "geri getirmek!" için küçük ve "orta burjuvazi" ile tekellere karşı ittifak kurmak zorunda olduğunu ne gösterir, nede böyle bir objektif zorunluluk ortay çıkarır. Aksine, neo-liberalizm, sosyalizm'in, siyasal ve sosyal kurtuluş için tek yolu olduğu objektif gerçeği su yüzüne çıkarıyor. Özel mülkiyetten arınan ve arınmakla baş başa kalan küçük burjuvaziye sosyalizm'in, tek kurtuluş yol olduğu daha kolayca ve gerçekçi bir tarz anlatmanın, ortamı oluştu ve oluşuyor, Sosyalizm sadece işçi sınıfın değil, tüm ezilen, sömürülen sınıfları kurtuluşa götüren sistemdir. İşçi sınıfı sadece kendisini değil, tüm ezilen ve sömürülen sınıfları, sosyal kurtuluşa götürecek tek sınıftır. Bunun için sosyalizm’den, tekeller tarafından ezilen ve sömürülen, işçi sınıfı dışındaki "sınıfların çıkarı yoktur", "sosyalizm gündeme getirilemez" demek, yanlıştır. Bu sınıfların sosyalizm' i için mücadeleye girmeyeceğini iddia etmek gerçeğin inkarıdır; Çünkü küçük burjuvazinin azınlık kesimi zenginleşip büyük burjuvaziye dönüşür iken, büyük çoğunluğu proleterleşme sürecini yaşıyor. Şimdi nasıl olunur da, özel mülkiyetten arınmak üzere olan küçük burjuva yığınlarının, sosyalizm için mücadele etmede, sınıfsal çıkarlar yoktur, denile bilinir. Küçük burjuvaziyi, hem arar sınıf olarak tanımlanacak, hem de değişmeyen sınıf olarak lanse edilecek!

Neo-liberalizm, kapitalist ekonomik kanunlarına en uygun düşen ekonomik-politikadır. Hem, bir yandan, neo-liberal politikalara karşı çıkacaksın, hem de, diğer yandan kapitalizm'i yaşatacaksın, bu aldatmacadır, kitleleri kandırmadır, Çünkü tekelci dönemde neo-liberalizm’i, serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki, liberalizm’i yaratan bizzat kapitalizm kendisidir. Burjuvazi, bir dönem sosyalizm'in korkusuyla, kapitalist ekonominin kanunlarına aykırı olmasına rağmen, sosyal-kapitalizm’i, devlet- kapitalizm'in uygulamaya sokarak, sosyalizm tasfiye etmeğe çalışıyordu. Ve bu uygulamaları geçici tedbirler olarak ele alıyordu. Sosyalizm tehlikesini bertaraf edikten sonra, sosyal-kapitalizm'e, devlet-kapitalizm'in son vereceği açıktı.

Ama neo-liberalizm yürürlüğe sokan tekelci burjuvazi, aslıda sosyalizm tehlikesinden kurtulamadı, tam tersine, sosyalizmin, sömürüden, açlıktan, işsizlikten, sefaletten kurtuluşun tek yolu olduğu gerçeği daha vurucu bir tarzda ortaya çıkardı. Burjuvazi, bunun için "Marks'ın hayaleti üstümüzde dolaşıyor" demek zorunda kalıyor, K.Y'nın kavrayamadığı nokta burasıdır.

K.Y,Tekelci burjuvazinin sınıfsal çıkarına uygun düşen ve tekel dışı burjuvazinin tasfiyesini hızlandıran ve bu burjuva sınıfların çıkarına ters düşen, neo-liberalizm' karşı, neo-liberalizm öncesi dönemi savunma temelinde sınıflar arası ittifakı öneriyor. "demokratik devrim tamamlanmamıştı, sosyalizm gündem gelmez" v.s görüşlerini bunun için ortalığa serpiyor.

Kapitalist bir toplumda, işçi sınıfının ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturmamasını, tekelci burjuvazi ile çatışan diğer sınıfların varlığı, öne sürerek sosyalist devrim aşamasında olunmadığını ileri sürmekte yanlıştır; çünkü bu mantıkla hareket edinilirse, dünyanın hiç bir ülkesinin, sosyalist devrim aşamasında olduğu ileri sürülemez. En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, ülke nüfusuna göre işçi sınıfı azınlıktadır. Örneğin Almanya: nüfusu 84 milyon iken, İşçi sınıfının nüfusu, 30, 35 milyon kadardı, tekellerin dışında milyonlarca küçük ve orta burjuva tabakalar mevcuttur. Ama hiç kimse çıkıp da "Almanya sosyalist devrim aşamasında değil, çünkü demokratik devrim tamamlanmamıştır" demiyor.

Bir ülkede, kapitalist üretim tarzı (tekelci veya serbest rekabetçi karakterde olması fark etmez) egemense, (bir takım burjuva demokratik görevler var olmasına rağmen) o, ülke sosyalist devrim aşamasında demektir.

Türkiye nüfusunun büyük çoğuluğun, işçiler, (iş- gücünü en ucuz şekilde satmaya hazır) işsizler, varoşların yoksulları, pazar için üretim yapan ama iş-gücü metal haline getirilen (tarım ve sanayide ki) küçük işletmeciler, yanında işçi çalıştırmasına rağmen, neo-liberal politika gereği, mülkiyetini kayıp etmekle yüz yüze kalan, proleterleşme sürecin yaşayan, yaşamını zorbela sağlayan, küçük burjuvalar, geçici tarım işçiler, memurlar vs, Ülke nüfusunun çoğunluğunu, oluşturan, bu emekçilerin, işçi sınıfı dışındakilerin, sosyalizm'den çıkarlarının olmadığı ileri sürülebiliniyor ki bu emekçilerin çoğunluğunu da, işçiler, işsizler, varoşlarda biriken yoksular teşkil ediği halde.

Orta -burjuvazi'ye gelince: Türkiye’deki orta burjuvaziyi oluşturan tüccarların, sanayicilerin, tekeller ile çatışma içinde olduğu, tekellerin ekonomik dış baskısı altında bulundukları, iddiası gerçek değil. Çünkü küçük işletmelerin (özellikle kırlardakilerin) malların pazar süren tefeci- tüccar, küçük üreticinin (büyük ölçüde) üretimde kopması sonucu, arayıcı işlevlerini bırakıp, Büyük holdingleri şubeleri, bayileri haline geldiler, Holdinglerin dışındaki, sanayi ise, ya, Tekellerin, yan sanayi işletmeleri konumundadırlar veya Holding bankalarının kontrolleri altındalar. Bunun için "tekeller ile çatışma içinde olan orta burjuvazi" diye bir sınıfın varlığından bahsedilemez, "orta burjuvazi tekellerin uzantılarıdır. Dolayısıyla, proletaryanın sosyalist devriminden korktuklar için, tekelci burjuvaziye yanaşmıyorlar, tekellerin uzantıları oldukları için tekelci burjuvazi ile bir "bütün"ler(7) Bunun için tekellere karşı "orta burjuvazi" ile ittifak aramak, orta burjuvaziyi "cepheye kazanmak" için "sosyalist devrim aşamasında değiliz" bahanesinin arkasına sığınmak doğru değil.

Emperyalistler, (yani tekelci kapitalistler) ile çatışma içinde olan herkesle sözde "anti-emperyalist" cephe kurulla bilinir mi? Tabiî ki hayır, emperyalistler arası çatışma olduğu gibi, feodal, dinci gericiler, çeşitli emperyalistler ile çatışma için olabilirler, dinci-gericiliğin emperyalistler ile çatışmasının ön sürerek "anti-kapitalist olmadan, anti- emperyalist olunabilineceğini" kanıtlamaya çalışmak komiktir. Çünkü gericiler arası pazarlara egemen olma savaşının arkasına sığınarak "anti-kapitalist olmadan, anti-emperyalist oluna bilinir" görüşünün sözde" doğruluğu!" nasıl kanıtlana bilinir.

Hugo Chavez hareketi "anti-kapitalist" olmadan "anti-emperyalist" olunabilineceğinin kanıtımı?

Latin Amerika'daki, gelişen sınıf mücadelesinin, kapitalist- emperyalizm'e karşı değil de salt "emperyalizm ve işbirlikçi"lerine karşı bir hareket olduğu, sosyalizm amaçlamadığını ileri sürmek, Latin Amerikalı işçilerinin, yoksularının isyanın niteliğini kavramamakla eş anlamlıdır. Gerek, Venezuela, gerekse, Bolivya ve diğer Latin Amerika ülkelerinde gelişen işçilerin ve emekçilerin mücadelelerine "M.L" partilerin önderlik edememesi, bu hareketlerin kapitalist sistemi hedef almadığını göstermez ve göstermiyor

Paris-Komünü’nün oluşumu sırasında, işçi sınıfının mücadelesine önderlik eden siyasi hareketler, Marksistler değil, küçük burjuva, Prudoncu'lardı, Ama Marks, Engels, Lenin, bu hareketin anti-kapitalist olup, olmadığın, mücadeledeki önderliğin siyasi ve ideolojik özeliğine göre değil, hareketin doğal (maddi) niteliğine göre değerlendiler ve Paris- komünü’nün, sosyalist toplumun ilk örneği olduğunu ilan ettiler.

Latin-Amerika'daki gelişmeleri, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in görüşleri doğrultusunda, harekete önderlik edenlerin özelliklerinin dışında, ele alırsak ve başımızı, Orta-doğunun ve Orta Asya'nın, Dinci gericileri ile emperyalistler arası çatışmadan kaldırırsak, Venezuela, başta olmak üzere Latin- Amerika ülkelerinde, yer yer Sovyetlere ve Paris-komünü'ne benzer örgütler kurulmaya çalışıldığını, Latin-Amerika'da çok önemli gelişmelerin ortaya çıktığını görebiliriz,

Latin- Amerika emekçiler için, neo-liberalizm dönemi öncesi ve sonrası arasıda önemli farklılık yoktu. Çünkü Latin-Amerika'da her zaman, neo-liberalist ekonomik- politikanın benzerleri yürürlükte oldu. Türkiye'den farklı olarak, tarımda, küçük üretim değil büyük çiftlik sahipleri egemendir. Köylülüğün büyük kesimin teşkil eden topraksız köylüler (ki bunlar yerli halktır), büyük toprak sahiplerinin acımasız sömürüsü, baskısı altındalar. Büyük toprakların, topraksız köylüye dağıtılması, Latin-Amerika’da baş sorunu ola geldi. Latin-Amerika'nın büyük toprak sahipleri, aynı zamanda, sanayi, ticareti, bank v.s gibi sektörlere egemen olan holdinglerinde sahipleridir. Ve oligarşi bir tabaka oluşturmuşlardır. İktidarlarda bu oligarşilerin elindedir. Latin-Amerika'nin ezilen sömürülen emekçileri, uzun yıllar emperyalizm, dayanağı bu oligarşik diktatöryaya karşı mücadele ettiler. Ve ediyorlar,

1960 Küba devrim, Latin-Amerika emekçilerinin derinden etkilerdi. Ama buralardaki, komünist partileri, bu mücadelelere önderlik edeceğine, Kruşcevci revizyonizminin peşine takılarak, oligarşik diktatörlükler ile uzaklaşma yolunu seçtiler. Halk kitleleri her geçen gün daha da yoksullaşmasına ve büyük şehirlerin varoşlarını doldurmalarına rağmen.

Oligarşi ise, göstermelik burjuva parlamenter rejimlerinin, emekçilerin mücadelesi karşıda yetersiz hale gelir gelmez, askeri darbelerle, faşist diktatörlükler kurmaktan çekinmedi, Askeri darbelerin ardı, arkası kesilmedi. Oligarşi'nin en temel ayaklarından birini, generaller oluşturdu.

Oligarşi, işçi sınıfını azınlık kesimi aristokratlaştılar, sendikalar, bu aristokrat tabakanın menfaatini gözeten, diğer işçiler ve emekçileri karşısına alan bir politika ile oligarşinin kitlesel temelini teşkil ettiler. Bu koşullarda, Küba devrim'den etkilene devrimciler, yoğunlaşan zulme, sömürüye, karşı, bireysel terör esas alan bir mücadeleye giriştiler. Bireysel terör’ü esas alan devrimciler, sömürülen, baskı altında açlığın girdabına itilen halk kitlerinin sempatisini kazanmalarına rağmen, faşist diktatörlükler tarafından dağıtıldılar. Ama Latin- Amerika emekçilerinin mücadelesi, durmadı.,Salvador Allende,Şili halkının desteğin alarak "barışçıl yolla sosyalizm "kurma adına seçimle devlet başkanı oldu.Emperyalistler ve Şili oligarşi'si burjuva demokrasini "komünizm"in alternatifi olarak öne sürdükleri için,Allende'nin seçim ile iktidara gelmesine sessiz kalıyor görünüm altında, askeri darbeyi tezgahlamaya başladı, oligarşi, doğrudan uzantısı olan orta burjuva yığınların,Allende'ye karşı seferber etti, boykotlar, sabotajlarla, ekonomiyi krize soktular, Halkın Allende iktidarına güvenini sarsmaya çalıştılar, bunun başaramayınca da, askeri faşist darbe ile Allende'yi öldürüp, iktidarına son verdiler.Faşist askerin, darbele iş başına gelmesi, Şili ile sınırlı kalmadı, Latin-Amerika'nın bir çok ülkesinde Faşist general,darbe yaparak,sosyalist, devrimci örgütleri dağıttılar, 10 binlerce sosyalist'i, devrimciyi katlettiler. Askeri cuntaların baskısı altında Latin-Amerika halkları daha da yoksullaştı, işsizlik, açlık, çaresizlik, görülmemiş boyutlara çıktı,

Latin-Amerika oligarşisi, neo liberal döneme girilmesiyle birlikte, halkın faşist askeri cuntalara duyduğu kızgınlığı, öfkeyi yatıştırma amacıyla, neo-liberal ekonomik politikayı, burjuva-demokrasi ile daha iyi bir şekilde yürürlüğe koyabileceği anlayışıyla ve de emperyalistlerin teşvik ile burjuva demokrasine geçtiler

Neo-liberal dönemle birlikte, tekeller dünya pazarlarına egemen olmak için ekonomik rekabeti üst boyutlara çıkardılar, tabiî ki arkasından, aşırı üretim bunalımının yaratığı ekonomik krizler geldi. Uzak doğuda başlayıp, dalga, dalga Latin-Amerika'yı da etkileyen kriz sonucu, fabrikalar bir biri ardı sıra kapandı, çalışan insanların büyük bir bölümü birden bire işsiz kaldılar, emekçi kitleler sokaklar döküldüler.

Neo- liberal ekonomik politika ve arkasından patlak veren kapitalizm’in ekonomik krizi, kitlelerin kendiliğinden mücadelesini büyük boyutlara çıktığı sırada oligarşi (yığınların öfkesi karşısında ve sosyalizm'i yakın tehlike görmeme sonucunda) askeri darbe tezgâhlamayı göze alamadı.

Hugo Chavez, oligarşi'nin demokrasi manevralarından yaralanarak, hükümete geldi ve Brezilya’nın "işçi partisinin " lideri, Lula da Silva gibi gibi yalan söylemedi, işsizlerden, açlardan, yoksulardan yana bir politika izlemeğe başladı, Topraksız köylülüğü, toprak sahip yapmakla kalmadı, Venezuela'nın, petrollerinden elde edinilen gelirlerinden yararlanarak, yoksulluğa, işsizliğe karşı savaş açtı. Oligarşi, Allende'ye karşı tezgahladığı, askeri darbenin bir benzerini Venezuela'da da sahneye koymak istedi, Şili deneyinden dersler çıkaran, Chavez, yoksuları, işsizleri, topraksız köylüleri, (yani Venezuela nüfusunun çoğunluğunu) Sovyet biçimde örgütlerde örgütledi, Oligarşi ise Amerikan emperyalizm'den aldığı güçle, Chavez'i askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırmak istedi, Ama emekçiler, Şili’deki gibi sesiz kalmadılar, hemen sokağa döküldüler. Darbeciler, sokağa dökülen yığınlar karşısında, hiç bir şey yapamadıkları gibi, emekçiler ile birleşen ordunun alt kademesi, darbeci generalleri tutukladılar. Ama Oligarşi, yine boş durmadı, Chavez karşı ekonomik silahların devreye soktular, uzantısı orta burjuvazinin yanı sıra, aristokrat işçi tabakasın, sendika bürokratların yanına çekip, yoksulara karşı savaş açtılar. Petrol sektörüne egemen olan oligarşi, petrol boykotunu başlattı, Kamyoncular, taşımacılar, esnaflar v.s hepsi, Chavez iktidarına karşı seferber etti, karşı devrimin başını imtiyazlı petrol işçiler çekiyordu. Ama Chavez’in "yoksuları", oligarşinin karşı-devrimci isyanı karşısında yılmadılar, eski yoksulluklarının geri gelmemesi için tüm güçler ile Chavez yanda yer aldılar, Sonunda Oligarşi, dize geldi. Chavez, oligarşi'nin elindeki petrol sektörünü el koydu, işçi aristokratların işten attı, Oligarşinin istediği her referandumu kabul etti. Ve yapılan referandumların tümünü kazandı.

Chavez'in hareketi, Latin-Amerika’yı derinde etkiledi, Sovyetlerin dağılmasından sonra, Amerikan emperyalizm tarafından kıskaca alınan Küba'nın imdadına Chavez yetişti, onun ambargosunu kırdı.

Bugün Chavez, kapitalizm'e karşı sosyalizm'in propagandacılarının başta geliyor. Brezilya'da yapılan son dünya gençlik festivaline katılan Chavez, tüm dünya gençliğini, kapitalizm’e karşı, "sosyal adalet" için değil, sosyalizm için mücadeleye çağırıyordu, kapitalizm dünya yüzünden silinmeden sömürünün, baskının ortadan kalmayacağın ilan ediyordu,

Venezuela, işçiler bir sürü fabrikaya el koyup kamulaştırmaya başladılar. Venezuela’da kurulan, tüm Latin-Amerika ülkelerine doğur yayılan emekçilerin Sovyetlere benzeyen örgütleri, mahalle, semtler, üretim birimleri, fabrikalar temelinde kuruluyor, Lenin'in dediği gibi en geniş demokrasi işlerliği ile faaliyet gösteriyor, tüm emekçiler yöneticilerin seçiyor istedikler zaman, onları görevlerinden alabiliyorlar, alına kararlara semtlerde, mahallelerde ikamete edenlerin, üretim birimlerindeki emekçilerin tüm katılıyor ve uygulamaya sokuluyor: Aynı örgütlenme ve mücadele, Bolivya'da da inşa ediliyor, Marks olduğunu ilan eden, Evo Morales’i, mücadeleyi, yerlilerin ulus hakların elde edilmesi sınırlayan ve kapitalizm savuna, kesimleri etkisiz hale getirerek, Sovyet tip örgütlenmelerin önderliğin yapıyor.(9)Bolivya'da bugün ikili iktidar var, Örgütlene Bolivya halkı ülke kaynakların kendi sınıfsal çıkarları için değerlendirilmesine çalışıyor ve fabrikalara el koyuyorlar, Mücadele ile doğal -gazın, petrol’ün Amerikan emperyalizm'ine yok pahasına satılmasın fırsat vermiyorlar. Şimdi artık Venezuela gibi iktidara gelmeye, ve Evo Morales’i devlet başkanın seçmeye çalışıyorlar.

Latin-Amerika’daki bu hareketlerin hangi özeliği, anti-kapitalist olmayan "anti-emperyalizm"dir? Latin -Amerika'da tabiî ki henüz sosyalizm inşa edilmedi, ama oraya doğru yol alan, kapitalizm hedef alan bir girişim var, hiçbir burjuva kesimin içinde yer almadığı, bu hareketle, işçiler, yoksul köylüler, işsizler, sınıfsal kurtuluşları için yol çıkmışlardır. Bunun tam hedef varıp, varmayacağını sınıf mücadelesi gösterecektir.

K.Y'nın, Anti-kapitalist, olmayan ama "anti- emperyalist", olan olarak lanse edirdiği, Chavez örneği buna hiç uymuyor, Bu örnek tam tersini kanıtlıyor, yani anti-kapitalist olmadan anti-emperyalist olunamayacağını ispatlıyor.

TKP sosyalizmi mi savunuyor?


K:Y, TKP'yi "sosyalizm" savunan bir parti olarak lanse ediyor. Oysa TKP'nin hiç bir zaman sosyalizm diye bir derdi olmadı. Kruşcev'in , Brejnev'i devlet-kapitalizmini "sosyalizm" diye yutturmaya çalışıyor. Geriye dönüşü, Gorbaçov dönemiyle başlatıyor. Övüne, övüne( ve devlet kapitalizm'i aklamak için) biz "devletçiyiz" diyor, Emperyalizm’e karşı kurmak istediği "ulusal cephe"nin amacı, var olmayan "ulusal -kapitalizm"i savunmadır. Özelleştirmelere karşı, devlet kapitalizm'ini savunuyor, Buradan hareketle, Burjuva devletinin, işçilerin emekçilerin devleti olduğunu öne sürerek, devlete sahip çıkılmasını istiyor. Burjuva devletinin "halkın eline " geçmesi’yle, sözde "sosyalizm"i kurulacağını ileri sürüyor. Böylece, M.L'in en temel tezi olan burjuva devleti, zor yolu ile parçalanıp dağıtılmadan, yerine, nitelik olarak devlet olmayan, proletarya demokrasi'si (yani proletarya diktatörlüğü)kurulmadan sosyalizm inşa edilemeyeceği inkar ediyor.

TKP'nin devleti savunma görüşlerinin etkisi ile sınıf bilincine varmamış işçileri yanlış yöne yöneliyorlar ve işçiler devlet işletmelerin, fabrikaları,"Kendi mülkleri" zannediyor. Tabiî ki bu görüşler, faşist, dinci gerici, sosyal -demokrat,"sosyalist" kisvesine bürünmüş, revizyonist sendikacıların da işine geliyor. Yıllardan beri "tarafsız" olarak lanse ettikleri, burjuva devletin daha cesurca savuna biliyor ve işçilerin emekçilerin sömürülerin devam etmesini sağlıyorlar.

Bunun için, TKP'nin "sosyalizmi"ne alternatif olarak "demokratik ve anti- emperyalist"liği öne sürmek, bürokrat- kapitalizm'i, devlet-kapitalizm'in, "sosyalizm" diye lanse ettirmekten başka bir iş yaramıyor;

Burjuvazi, bürokrat-kapitalizm'in, "sosyalizm" diye lanse edilmesinden,(sosyalizm'i karalamak için) alabildiğine yararlanıyor. Bugün sosyal-demokratlar, çeşitli burjuva kesimleri, bürokrat-kapitalizm'in (yani devlet kapitalizm'in) "devlet sosyalizm" olarak göstererek, işçileri ve emekçileri sosyalizm’den uzaklaştırmaya çalışıyorlar.

Milyonlarca işçi, emekçi, "sosyalizm, düşünce olarak çok iyidir, ama uygulaması çok kötüdür" görüşlerin etkisi altındadır Oysa Sovyetlerde geriye dönüşten sonra sosyalizm diye uygulamaya sokulan sistem, bürokrat- kapitalizm'di,

Bürokratik kapitalizm eleştirmeden, M.L ön gördüğü, gerçek sosyalizm ne olduğu anlaşılmaz. Revizyonizm, "sosyalizm"in savunucusu ilan edilerek bir yer varılamaz. Lenin, revizyonizm' karşı mücadele edilmenden kapitalizm'e, emperyalizm'e karşı mücadele edilemez diyor. K.Y, Lenin’in bu görüşü doğrultusunda hareket edeceğine, revizyonist TKP'yi "sosyalist" diye lanse ede biliyor.(10)

Sosyalizm’in propagandası "soyut” mu?

Ne zaman, sosyalizm bir alternatif sistem olarak, öne sürülmelidir denildiğinde, "sosyalizm, sosyalizm demekle bir yere varılamaz" lafları ortaya atılmaktadır. 1980 öncesine karşı yürütülen en önemli eleştiri "hep gereksiz ve soyut teorik tartışmalar yapıldı", "Marks’tan, Engels’ten, Lenin'den alıntılar, yapılarak soyut tartışmalar yürütüldü" görüşleri ileri sürülüyor. Böylece sosyalizm'in propagandasının yapılmasının gereksizliği, sözüm ona "kanıt!"lamaya çalışılıyor.

Günlük sınıf mücadelede, içinde sosyalizm propagandası yapılmaz mı? Yapılırsa bu "soyut, kitlerden kopuk" bir anlayışla mı hareket edilmiş mi olunur?(Bu önemli konuyu, başka bir yazıda ve kapsamlı bir tarzda ele alınmanın gerekliğini unutmadan kısaca söylersek) kesinlikle hayır, sınıf mücadelesindeki, her olay, Marksist görüşler doğrultusunda ele alındığında, kapitalizm eleştirisi, sosyalizm bir alternatif sistem olarak öne sürülmesinin soyut değil somut bir olaydır ve Marksizm'i, eylem kılavuzudur.

Oysa Marksizm, bir eylem kılavuz olarak ele alınmıyor, bir eğitim sorunu olarak görülüyor. Revizyonist devletlerin ve revizyonist partilerin tüm Marksizm'i bir eğitim sorunu olarak ele almaktan hiç çekinmediler, tüm okullarında, Marksist ekonomik- politiği, diyalektik- tarihi materyalizm'i temel ders olarak (tabiî ki bazı kısımları yozlaştırarak) okudular ve onun eylem kılavuzu yapılmasını engellemek için her türlü hokkabazlığa baş vurmaktan geri durmadılar. Marksizm’in eylem kılavuzu olduğun söyleyenleri, Marksizm’i revize edilmesine karşı çıkanları, "değişen koşulları görmeyen, tutucular " diyerek karaladılar.

Her somut olayda, sosyalizm’in, kapitalizm’in bir alternatifi olduğu kolayca izah edile bilmesinin koşuları mevcuttur. Örneği, burjuvazinin niye, neo-liberal döneme girdiği, , neo-liberalizm öncesi, sosyal-kapitalizm, devlet-kapitalizm, burjuvazi tarafından niye tercih edildiği, devletçilikten niye özelleştirmelere geçildiğini veya bir dönem devletçiliğe niye dört ele sarıldığı, Marks’ın, Engels’in, Lenin'in görüşler ile açıklanarak, sıradan bir işçiye niye anlatılmasın? Niye sosyalizm alternatif olarak öne sürülmesi? Burjuvazi ,"kar edemiyor veya kar’ım azalıyor" diye işçi çıkarıyor, Bu zaman, işçilere dönüp, "bakın pazar için, kar amacıyla, üretim yapılmasa, kitlelerin tüketimini gözeten planlı ekonomi temelinde, üretim gerçekleştirilse, ne işsizlik ortaya çıkar, nede işçiler, işten çıkarılır, tek yapılması gereken üretim araçların toplumsallaştırmaktır". Denilemez mi? Aybar'ın ve TİP’in bile, en temel propagandası sosyalizm idi (tabiî ki içeriği burjuva sosyalizm idi)

Kapitalizm'in krizi ortaya çıkıyor, bunun nedeni, kapitalist üretimin gerçekleştirilmesinden doğan aşırı üretim olduğu, Marks’ın, Engels'in, görüşleri ile izah edileceğine, kapitalizm yok edilmeden ekonomik krizlerden kurtulunamıyacağı, sosyalist ekonomide, ekonomik krizler bulunmadığı, 1929, kapitalizm'in krizi döneminde, Sosyalist-Sovyetleri en şaşalı dönemini yaşadığı gerçeği açıklanacağına, sosyalizm’in propagandası yapılacağına, burjuva ekonomistlerinin, onların önemli "ekonomik uzmanlarının" kapitalist üretim biçimini aklayan görüşleri ile krizi yaratanın, neo-liberalizm dönemi ile birlikte dünyada dolaşım serbestliğine kavuşan " finans sermayesi" olduğunun propagandasının yaygınlaştırdığı,( reformcu burjuvazinin, neo- liberalizm'e alternatifi olarak, sosyal-kapitalizm öne sürüp,) Keynes’liğe dönüş çağrısı, yaptığı sırada seninde, Keynes’çiliğin ne olduğun işçilere açıklaman ve Lenin'in, Keynes'i teşhir eden görüşleri ile sosyalizm anlatman gerekir. Bunlara benzer, somut pratikte, sosyalizm propagandasının yapanın bir sürü imkanları doğuyor. Ama bunların hepsinden es geçiliyor, bunun yerine Burjuva ekonomistlerin görüşü doğrultusunda sorunlara yaklaşılıyor.

Ve yine örneğin; son dönemde Fransa’yı ayağa kaldıran varoşlarının isyanın ele alış tarzına bir bakalım: Hemen yine burjuva "uzmanları" devreye giriyor, Hükümetlerin izlediği politika, bu isyanlara neden olduğundan kalkınarak yine kapitalizm aklanıyor ve kapitalizm içinde çözümlerin var olduğu yalanı yaygınlaştırılıyor. Oysa Fransa’nın Varoşlarında da işsizliğin, açlığı, çaresizliği, temel nedeni kapitalist ekonomidir, iş -gücü sömürüsü ile artı-değer elde ederek yaşamının sürdüren kapitalizm, doğal olarak işsizliği yaratıyor iş-gücünü en ucuz şekilde elde etmenin koşullarının oluşturuyor. Tabiî ki işçilerin en alt tabakasının oluşturanlar, kapitalist sömürünü en altta kalanlardır. Daha da detaylandırılması gereken, bu ve buna benzer konular, Marks’ın, Engels’in görüşleri doğrultusunda açıklanamaz mı? Engels'in "İngiltere'de işçi sınıfının durumu" isimli eseri, varoşların durumunu en açık bir tarza izah etmiyor mu? Yoksa Fransa'da mı? "sosyalizm'in koşulları oluşmadı!

Sorunun özü budur ve yanlış olan sosyalizm'den kaçıştır.


Yavuz Yıldırımtürk




http://yyildirim.de.vu/ yyildirim1918@hotmail.com yyildirim1918@web.de



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


(1) MDD'cilerin, Lenin'i sözde savunur görünmelerine rağmen, her zaman menşevik "aşamalı devrim" görüşleri doğrultusunda hareket ettikleri unutulmasın.

(2) sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, Emperyalizm, feodal egemen sınıfları, kapitalist üretim ilişkilerinin temsilcisi yaparak, tekelci kapitalist sınıflara dönüştürmüştür. Bunun için emperyalizm'e karşı mücadele, (var olduğu kadarıyla) feodal kalıntılara karşı mücadeleyle birleşmiştir.

(3)Fransız, İtalyan, Yunanistan komünist partileri, Hitler ve Musolini, faşizm'ine karşı mücadelede elde ettikler mevzi ve güçleri gereği, bu ülkelerde sosyalizm'i kurmalarının şartları var iken, iktidarı burjuvaziye terk etmekten çekinmediler ve burjuva demokrasini yeniden kurmayı esas amaç haline getirdiler. Son günlerde "Yunanistan'da 100 senelik işçi hareketi" isimli kitabı çıkaran bir komünist, bu durum çok açık bir tarzda dile getiriyor. Bu Komünistin, Trotzkist olmadığını özel olarak belirteyim,

(4) Sovyetlerdeki geriye dönüşün, ortaya çıkmadığı dönemde, Mao Zedung, Sovyetlerin desteğiyle sosyalizm yolunda ilerlemekte idi, Sovyetlerde, burjuvazinin iktidarı ele geçirmesinden sonra, Mao, "Çin'e özgür sosyalizm" görüşleri ile kapitalizm'e yönelişin yollarını açtı ve devlet kapitalizm süreç içinde geliştirildi ve sosyalizm'in nüveleri de tasfiye edildi.

(5) bazılarına, bu ayrıntı üzeride durmak gereksiz görülebilinir. Oysa öyle değil, bu yazıda da kast edilen "tekelci sermaye" sanayi sermayesidir, mali sermaye ise banker sermayesidir. Son dönemlerde ortaya çıkan kapitalizm ekonomik krizin nedeni, kapitalist üretim biçiminde aranmadı, bunun yerine "mali sermaye" diye adlandırılan banker sermayesinin oynadığı rol, krizin nedeni olarak lanse edilerek, kapitalizm aklandı. bu yanlışlık bu yazda da sürüyor.

(6)K.Y, ısrarla, tekelci kapitalizm, emperyalizm olduğun, kapitalizm'in bir üst aşamasın tekabül ediğini nedense vurgulamak istemiyor. Yeni sömürgelerdeki, tekelci kapitalizm, o ülkelerde kapitalizm'in gelişmesi ve tekelci kapitalist aşamaya girilmesi sonucu, bank sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşması olarak ortaya çıkmaz, Çünkü kapitalizm, bu ülkelere de tekelci döneme girecek boyutlarda bir gelişme göstermedi ve gösteremez. Buralarda oluşan tekelci kapitalizm, uluslar arası tekellerin doğrudan uzantıları, sermaye ihracatının yarattığı komprador karakterli kapitalizmdir. Yani ne, iki ayrı tekelci kapitalizm, tekelci sermayenin varlığı söz konusudur, nede ayrı tekelci sermayeler arası bir işbirliği var, tam tersine bir bütünün parçalardırlar. K.Y, bu bütünlüğü göz ardı etmek için "işbirlikçi tekelci burjuvazi"den bahsediyor ve komprador burjuvazi tanımdan niye vazgeçtiklerini bir türlü açıklamaya yanaşmıyor,

(7)Türkiye’de Holdingleri, en kadar güçlü olduklarının en somut göstergesi, özelleştirmelerde, yabancı şirketleri devre dışı bırakacak kadar, ekonomik güce sahip olduklarının ortaya çıkmasıdır.

(8)"TKP'in, Irak’taki işgalci emperyalistlere karşı direnenlere, anti- emperyalist demesi "doğru”ymuş! K.Y böyle diyor. Irak’taki dinci gericiliğin, Saddam'ın dayanağı ve yıllardan beri, Şii Arapları, Kürtleri, diğer azınlık ulusları, hegemonyası altıda ezen, sömüren, sünni aşiretlerin, işgalci güçlerden ziyade, Şii Arapları katletmelerinin adı "anti-emperyalist"lik oluyor.

Irak’taki dinci gericiler, Saddamcıların, işgalci emperyalistlere karşı savaşlarının niteliğine bakmadan, bunun" ilerici", anti- emperyalist savaş olduğu ileri sürüle bilinir mi? kesinlikle hayır. Çünkü burada iki gerici güç arasıda hegemonya mücadelesi yürütülüyor. Taraflardan birinin çok güçlü, diğerinin çok güçsüz olması, savaşın gerici nitelikte olmadığın göstermez. İşçiler ve emekçiler için bu savaş gerici bir savaştır, hegemonya mücadelesi yürüten her iki gerici güce karşı çıkılıp, gerici savaşı, devrimci savaşa dönüştürülmelidir. K.Y baştan itibaren Dinci gericileri ve Saddam taraftarlarından yana tavır almıştır. Bunların savaşında "anti-emperyalist" ismini takmıştır.

Irak'ın komünistleri, devrimcileri, hem işgale karşı çıkıyorlar, hem de dinci gericilerin, Saddamcı "aşır milliyetçi" diye adlandırdıklar gericilerin mücadelesine ve onların tekrar Irak egemen olma amaçlarına karşı çıkıyorlar. K.Y, Iraklı komünistlerin, Leninist tavırların elinin ters ile bir yana itip, gericilerin birinden yanında tavır alıyor ve bunun adını da "anti-emperyalist"lik koyuyor.

(9) Che'nin, en büyük amacı, Yoksul, topraksız, devletin ve toprak ağalarının sömürüsü ve acımasız baskısı altıdaki, Indiana’ları (yerlileri) uyandırmak ve isyana sevk etmekti. Che, zamansız hareket ediği için faşist general tarafından kurşuna dizildi. Ama yıllar son yerliler isyan etti. Yerliler, Che’nin niye öldürüldüğünü şimdi daha iyi anlıyorlar. Yakın gelecekte onun heykellerini Bolivya’nın başkent’ini caddelerine dikeceklerinden hiç kimse şüphesi olmasın.

(10) K.Y, nedense 1980 öncesi görüşlerimizi kaile almıyor, onlar yokmuş gibi davranıyor. O görüşlerinin en önemli özeliklerinden birisi Revizyonizm'e karşı M.L savunmaktı. 1980 öncesi, hiç kimse, TKP'nin sosyalizm savunduğuna dair bir düşünceye sahip olmadı.